Yayıncılık ve kriz

Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik krizin en çok etkilediği alanlardan biri yayıncılık sektörü oldu. Geçtiğimiz Ağustos ayında döviz kurunun hızlı artışı, sektördeki bütün maliyetleri doğrudan etkiledi ve yayınevleri kendilerini son derece zorlu bir dönemeçte buldular.

Aslında krizin etkileri Ağustos ayının çok öncesinden itibaren hissedilmeye başlamıştı. 2017’nin son aylarında ve 2018 yılının ilk yarısında, Türkiye’nin çeşitli kentlerinde düzenlenen kitap fuarlarındaki kitap satışlarında genel bir düşüş yaşanmıştı. Yayınevlerinin çoğu, gelirlerinin düşmesinden mustarip hale gelmişti.

Yakın zamanda döviz kurundaki hızlı artış, bu ortamda yayıncılık dünyasına ciddi bir darbe vurdu. Bunun en önemli nedeni, kitap basımındaki temel hammadde olan kâğıdın ithal edilmesi. Dünya genelinde son dönemde kâğıt fiyatlarında bir artış yaşanmıştı. Bunun üzerine döviz de artınca, kâğıt fiyatı, bir yıl öncesine göre çok ciddi miktarda arttı. Bilindiği gibi, özelleştirme adı verilen yağma sürecinde, SEKA temel kâğıt üreticisi olmaktan çıktığı için kâğıdın büyük bir bölümü ithal ediliyor.

Elbette bu da bütün yayınevlerini çok güç durumda bıraktı. Küçük ölçekli yayınevleri, kapılarına kilit vurma noktasına geldi. Bütün yayınevleri hızla artan maliyetler karşısında yayın politikalarını gözden geçirmek zorunda kaldılar.

Kâğıt maliyeti dışında, özellikle daha büyük ölçekli yayınevlerinin zorlanmaya başladığı bir başka maliyet kalemi telif. Türkçeye çevrilen yabancı dildeki kitapların telif anlaşmaları dolar ya da avro üzerinden yapıldığı için, telif ücretlerinde de hızlı bir artış oldu.

Yayıncılıkta piyasalaşma

Yaşanan durumu değerlendirirken, meseleye kapitalist düzenin işleyiş yasaları üzerinden bakmak gerektiği çok açık. Zira yayıncılık, uzun süre öncesinden bu yana, tam anlamıyla bir piyasaya dönüşmüş durumda. Evet, yayıncılık dünyasının hatırı sayılır bir bölümünü hâlâ solcu, ilerici vb. sıfatlarla anmak gereken yayınevleri oluşturuyor. Ama kapitalizm, piyasada kimin bulunduğundan bağımsız olarak işliyor. Türkiye gibi bir ülkede, hele AKP Türkiye’sinde, yayıncılık piyasasının kuralları, son derece acımasız bir ortam yaratıyor.

Kapitalizmin genel eğilimi olan tekelleşme, yayıncılık piyasasını da çoktan boyunduruğu altına almış durumda. Bu piyasada tekelleşme, büyük yayınevlerinin küçük olanları yutması şeklinde gerçekleşmiyor. Yayıncılık piyasasının başlıca aktörleri arasında yayınevleri dışında, matbaalar, dağıtım şirketleri ve kitabevleri de var. Tekelleşme, son ikisinin işgal ettiği alanda, yani dağıtımda ve satışta yaşanıyor. (Öte yandan, İş Bankası ya da Yapı Kredi gibi, finans tekellerine sırtını dayamış olan yayınevleri, yayıncılık alanında daha fazla yer tutabiliyorlar.)

Bir yayınevinin, ürünlerini satışa sunabilmesi için muhtaç olduğu araçlardan biri dağıtım şirketleri. Piyasada var olan dağıtım şirketlerinin sayısı fazla değil. Ancak son yıllarda bu alanda bir büyük şirket, D&R büyük bir egemenlik kurmuş durumda. En büyük dağıtımcı olan D&R, bu özelliğini, aynı zamanda bir satış tekeli olması sayesinde pekiştiriyor.

Satışın gerçekleştiği kitabevlerinin küçük olanlarının da yaşama şansı son yıllarda pek kalmadı. Artık kitabevlerinde birkaç önemli “marka”nın ağırlığı belirleyici hale gelmiş durumda. Yine D&R’ın en büyük yeri işgal ettiği bu alanda, benzer iki-üç “zincir” özellikle, artık ülkenin bütün kentlerinde var olan alışveriş merkezlerinde kitabevlerine sahip. Bu kitabevlerinin boyutları çok mütevazısından ülkenin en büyüğüne kadar değişiyor. Eskiden, özellikle büyük kentlerde çok daha sık görmeye alışkın olduğumuz tekil kitabevleri ise yavaş yavaş sahneden çekiliyor. Kitapçılık da “AVM’leşiyor”.

Kitap satışlarının önemli bir bölümünün gerçekleştiği internet alanında da bir tekel olarak D&R’ın kapladığı alan çok büyük.

Tekelleşmeye eşlik eden gericileşme

Yayıncılık alanındaki tekelleşme, Türkiye’de son dönemde hızlanan sermayenin el değiştirme sürecine paralel gerçekleşiyor. AKP ile daha doğrudan ilişkilere sahip sermaye bu alanda giderek daha fazla söz sahibi oluyor. Dağıtım tekeli D&R’ın mülkiyeti bir süre önce Doğan Holding’den, Turkuvaz yayın grubuna geçti. D&R, yeni dönemde solcu yayınevlerinin kitaplarını daha az sayıda dağıtmaya başladı bile. Kapitalist düzenin alışılageldik yasalarına rağmen varlığını sürdüren ilerici yayınevleri, şimdi AKP ile doğrudan bağlantılı bir tekelle karşı karşıyalar.

Yine son dönemde gerici müdahalenin başka boyutları da belirginleşiyor.

Fuarlar, hâlâ pek çok yayınevi için, dağıtım tekellerinin etkisini bir ölçüde kırma ve ürünlerini okurlara doğrudan sunmanın aracı konumunda. Ancak bazı ilerici yayınevleri, bir süredir kitap fuarlarının bazılarından uzak tutulmaya çalışılıyor. Gerici fuar organizasyonunu şirketleri, yer yokluğu gibi bahanelerin ardına sığınıyorlar.

Bundan daha yaygın olacağı anlaşılan bir başka müdahale ise Milli Eğitim Bakanlığı’ndan geliyor. Bilindiği gibi, hemen hemen bütün kitap fuarlarına, okullar öğrencilerini kitlesel olarak götürüyorlar. Yeni düzenlenen Manisa, Çankaya ve Eskişehir fuarlarında, buralardaki Milli Eğitim Müdürlükleri okullara uyarıda bulunarak, fuara öğrenci götürülmemesini istedi. Manisa İl Milli Eğitim Müdürlüğü, bunun gerekçesini, resmi bir yazıyla değil, okul müdürlerine gönderdiği whatsapp mesajı ile şöyle duyurdu: “Fuarda farklı maksatların gözetiliyor endişesi tek taraflı bir boyut öne cikartilmasi idaremizce erilen desteğin geri çekilmesine sebeb olmustur.” Her türlü yazım ve ifade hatasını içeren bu mesaj, devletin işleyişinin ne düzeye indiğini de ayrıca gösteriyor.

Kültürel çürüme

Yayıncılıkta piyasalaşmanın, başka alanlarda görülenden çok farklı ve bir o kadar önemli bir boyutu daha var. Her ne kadar her alanda dijitalleşme yoğunlaşsa ve özellikle genç kuşaklar okuma alışkanlığından uzaklaşsa da, kitaplar kültürel üretimin en temel araçlarından biri olmaya devam ediyor. Ve elbette egemen kültür kendisini kitaplar aracılığıyla da yeniden üretiyor.

Bu sürecin sonucunda “popüler” kitaplar piyasayı neredeyse işgal etmiş hale geldi. Bunların bir bölümü herhangi bir edebî değer taşımayan “edebî eser”lerden oluşurken, önemli bir bölümü de “kişisel gelişim” kitabı olduğu iddia edilen, toplumdan soyutlanmış bireyi eksen alan kitaplardan oluşuyor.

Kısa bir süre önce haberlere konu olan intihal örneği ile gündeme gelen kitap gibi çok sayıda kitap, piyasayı doldurmuş durumda. Hatırlanacağı gibi, Nilgün Bodur isimli bir yazar, Sen Gittin Ya Ben Çok Güzelleştim isimli kitabında, aslında Anne Frank’a ait olan bir pasajı kendisininmiş gibi sunmuştu. Bu konuda haberler yayımlanmaya başladığında, pasajı internette dolaşırken gördüğünü ve oradan aldığını söylemiş, bu pasajın Anne Frank’a ait olduğunu dahi bilmediği ortaya çıkmıştı.

Sosyal medya bu kirlenmeyi çok hızlandırdı. “Çok satan” olarak nitelenen kitapları yazmak, sosyal medya ortalamasının belirlediği kurallarla gerçekleşiyor; tıpkı yukarıdaki paragrafta anılan kitabın, sosyal medya dilinde olduğu çok açık olan adı gibi. Şehirler arası yollardaki “dinlenme tesislerinin” çoğunda bulunan küçük kitap reyonları bu tür kitaplarla dolu. Aslında okuma alışkanlığı olmayanlara hitap ettiği de ortada. Bunlara, televizyon dizilerinin yayıncılıktaki karşılığı, görsel kültürün egemenliğinin göstergesi olarak da bakabiliriz.

Yayıncılığın geleceği

Görüldüğü gibi, eski anlamıyla yayıncılığı can çekişme noktasına getiren şey sadece ekonomik kriz değil. Piyasalaşma ve tekelleşme, krizden çok önce bu alanı boyunduruğu altına aldı. Kriz ise son darbe niteliğini taşıdı.

Kriz karşısında yayınevlerinin almaya çalıştığı kimi önlemler var. Örneğin telif ücretlerinde tasarrufa gitmeye çalışan yayınevleri, yabancı ajanslarla yaptıkları anlaşmalarda teliflerin eski kurdan hesap edilmesini öneriyor. Bazen kabul gören bu girişim, elbette gerçek bir çözüm değil. Ne yazık ki giderek yaygınlaşan bir başka uygulama, zaten çok düşük olan çeviri ücretlerinin ödenmesinde yaşanan gecikmeler, hatta bazen hiç ödeme yapılmaması. Burada da olan, emekçi konumundaki özellikle genç çevirmenlere oluyor.

Bazı ilerici yayınevleri bir araya gelmek ve ortak önlemler almak için çaba harcıyor. Bir kooperatif kurulması, dağıtım tekellerinin etkisini kıracak bazı girişimlerde bulunulması gibi hedefler güden bu girişim, henüz emekleme aşamasında ve karşı karşıya olduğu büyük zorluklar bulunuyor. Sosyal demokrat belediyelere umut bağlamanın da sonuç alınması mümkün olmayan bir çaba olduğu ortada. Yayınevleri ayrıca, kitap baskısında uygulanan %18’lik ve satışta uygulanan %8’lik yüksek KDV oranlarının %1’e indirilmesini talep ediyorlar.

Piyasa karşısında ayakta kalmaya çalışan yayınevlerinin, dijital olanaklardan daha fazla yararlanmaya çalışması kaçınılmaz görünüyor. Bugüne kadar, başka ülkelerde gördüğü ilgiyi ülkemizde görmeyen e-kitap’ın daha fazla yaygınlaşması için çaba harcanması gerekiyor. Başka dijital kitap formatları üzerinde de çalışılması mümkün. Elbette, ayakta kalmanın yolu, piyasaya teslim olmamaktan geçiyor.

Yazılama Yayınevi görüşü

Krizden, diğer bütün yayınevleri gibi yayınevimiz de etkilendi. Hızla artan maliyetler, elbette özellikle baskı maliyetleri gerçekten sarsıcı. Kaçınılmaz olarak, tıpkı diğer yayınevleri gibi, baskı hedeflerimizi revize etmek, diğer maliyet kalemlerini de gözden geçirmek zorunda kaldık.

Karşı karşıya kalınan tek zorluk baskı maliyetleri değil. Zaten bir süredir, piyasayı boyunduruğu altında tutan yayın tekelinin, “solcu” kitapları alıp dağıtıma sokmak konusundaki isteksizliği, sadece bizi değil, benzer bir siyasi alana hitap eden herkesi olumsuz etkiledi. Fuarlara katılımın düşmesi, öğrencilerin fuarlardan uzak tutulmaya çalışması gibi etkenleri de unutmamak gerekiyor.

Ancak yayınevimizin, ayırt edici önemli bir özelliği var: Somut bir siyasi çizginin sesini yansıtan, bu çizgiye ait kitapları okura ulaştırmaya çalışan bir yayıneviyiz. Yani kâr amacı güden değil, tek amacı siyasi üretim olan bir kurumuz. Elbette bu durum, ekonomik olarak ayakta kalmak için çaba harcamamız gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ama siyasi bir iddia taşımak, bu gereğin altından kalkmamızı hem biraz kolaylaştırıyor hem de bunu daha da zorunlu kılıyor.