Yedekler Sahaya İnerse…

Tuhaf şeyler düşünmekle meşhur Galip Usta, Nâzım’ ın şiirinde yine tuhaf şeyler düşünmekle meşguldür:

” ‘Babam neden kapattı dükkânını?

Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına’

diye düşündü

16 yaşında.

‘Gündeliğim artar mı?’ diye düşündü

20 yaşında.

‘Babam ellisinde öldü

ben de böyle tez mi öleceğim?’

diye düşündü

21 yaşındayken.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

22 yaşında.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

23 yaşında.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

24 yaşında.

Ve zaman zaman işsiz kalarak

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

50 yaşına kadar.”1

Nâzım’ın şiirinde tuhaf şeyler düşünmekle meşhur Galip Usta, bizim zamanımızdan bakıldığında aslında aşırı gerçekçi bile düşünüyor. Galip Usta’ ya verilecek öğüdü düşündüğünüzde aklınıza “Galip Usta boş ver! Bu kadar sıkma canını, aslan gibi adamsın, er ya da geç bulursun bir iş” gibi bir cümle gelmiyor mu? Tabii ki bizim aklımıza gelen etraftan kazınmış tavsiye ve öğütler bunlar ama yine de Galip Usta’ nın “tuhaf” değil, fazla gerçekçi düşündüğünü iyi gösteriyor.

Elinizdeki yazıda hazırlanmış ve önünüze konulmuş bir analiz belki görebileceksiniz ama kesinlikle bir reçeteyle karşılaşmayacaksınız. Reçete yazmaya yetki ve yeterliliğimin olup olmaması ayrı bir tartışma belki ama kendisine “komünistim” diyen bir kişinin, bunu söylerken aynı zamanda “hazıra konmacı değilim” i de söylediğini varsayarak işin reçete kısmına okuyucuyu da ortak etmek istiyorum.

Çalışmanın ana eksenlerini çizecek olursak; her zaman söylenen ve bazen de toplumun uyanması için belirti derecesi yüksek bir biçimde sesli söylenen işsizlik mevzusunu “kanıksanma tehlikesi” nden kurtarmak için farklı bir yaklaşımla sorunu analiz edeceğiz, bugüne kadar dünyada işsizliğin örgütlenmesine bakacağız ve Türkiye’ de işsizler yeni bir devrimci gücü oluşturabilir mi, örgütlenme yolları var mıdır ve nelerdir ve dünyada yaşanmış veya yaşanan deneyimler Türkiye’ ye neler devredebilir ya da neleri devralabiliriz, bunlara bakacağız.

Demin bir kelime gurubunu “kanıksanmasın diye” tırnak içine aldım. Hatırladınız mı? Hatırlayamadıysanız üst paragrafa bakın, zaten sadece bir kelime grubu tırnak içerisinde. Şimdi “kanıksanma” ya da daha doğru bir deyişle “kanıksatma” üzerine kısaca bir parantez açıp tartışmak iyi olur diye düşünüyorum.

Ana konuya geçmek için beraberce sabırsızlanıyoruz, tahmin edebiliyorum ama bence ana konu ne olursa olsun o konunun da “kanıksanma” tehlikesi varolduğu için “kanıksanma” üzerine birkaç söz söylenmeli.

Her konuda olduğu gibi işsizlik konusunda da halkta belirli bir duyarsızlığı hissedebiliyoruz. Hem de her şey apaçık ortadayken. Bir olgu veya olay, gereğinden fazla ve birbirine çok benzer bir şekilde defalarca tekrar edilirse, belki biraz abartılı olacak ama “gına gelme durumu” ortaya çıkıyor. İşte tam da bu noktada, özellikle komünist siyasetin yayıncılık ve başka toplumsal iletişim kanallarını kullanırken bahsedilen kanıksatma tehlikesinin panzehiri olan yaratıcılığı güçlü bir şekilde devreye koyması gerekiyor. İnsan psikolojisinde en sıkıcı olaylardan birisi de “tekrar” dır.

Bahsedilen “tekrar”, düzenin önemli enstrümanlarından birisi. Özellikle, medya araçlarından gazete ve televizyonlarda, bir haberi hiçbir yaratıcılık örneği göremeden defalarca, aynı şekilde izleyebilirsiniz. Örneğin geçen günlerdeki tren kazası sırasındaki haberler o kadar fazla ve uzun sürdürüldü ki itiraf etmek zorundayım, aynı haberi dinlemekten gına geldiğini söyleyebilirim.

İşte bu genel çerçevede düşünürsek, politika konuşuyorsak veya yayınlarda politika yapıyorsak, özellikle emekçi halkın algı özelliklerini de düşünmeli ve herhangi bir olay veya olguyu anlatmaya, bilinç taşımaya çalışırken, yaratıcılığımızı sonuna kadar kullanmalı ve “tekrar” dan kaçınmalıyız. Aksi taktirde görmeyen gözlere resim göstermiş, duymayan kulaklara da ses vermiş oluruz.

Bizim yazımızın konusu için de geçerli olan bu tehlikeyi göz önünde bulundurmakta fayda var. Burada anlatılanlar kesinlikle bıktırıcı bir aynılıkta tekrar edilmemeli ve öznel katkılarla yeniden üretilmelidir.

İş başa düşüyor

Uzun dönemler, genel olarak sol ve Türkiye solu, marksizmi tekrar etmekten kendisini alamadı ve marksizmin en önemli sorunsallarından birisi olan yeniden üretimi belirli istisnalar dışında başaramadı. Mesele marksizmin söz söylediği konular için hemen hemen böyle. Fakat tarihsel kesitinin ekonomik ve politik ortamı değerlendirildiğinde, marksizmin söz söylemeye fırsatının olmadığı konular yok mu? Tabii ki var. Bunların en başında emperyalizm gelir. Marx ve Engels’ in emperyalizm konusunda detaylı tartışma ve çalışmalarının olduğunu söyleyemeyiz.

Kendi konumuzu yukarıda anlatılanlarla bağlantılandıracak olursak, “işsizlik” konusunda da hemen hemen aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Dönemin atmosferine bakıldığında, Marx ve Engels’ in işsizlik konusunu merkeze alan bir çalışmalarının olmadığını görebiliyoruz. Bu, ne o dönem işsizlik sorununun olmadığının göstergesi ne de Marx ve Engels’ in duyarsızlığının. Her şey olması gerektiği gibi işliyor denebilir.

Önemli olan bizim, bugünkü komünistlerin, kendimizi marksizmin yeniden üretiminde ne kadar yetkin görebildiğimiz ve bahsedilen yaratıcı yeniden üretimi ne kadar başarabildiğimizdir.

Kısacası işsizliğin marksist teorisini yazmak bizim işimiz ve bunu en yaratıcı biçimde gerçekleştirmek önemli görevlerimizden birisi. Hele hele oluşturduğumuz teoriyi pratiğe dökecek vücudumuzun olduğu bu günlerde.

Neden gerekli?

Herhangi bir konuda komünistlerin harekete geçmesi için illa ki ortada bir boşluğun, el vurulmamışlığın olması gerekmiyor tabii ki ama el vurulmamışlık ve boşluk hem komünistleri töhmet altında bırakıyor olmasıyla hem de çetrefilsiz temiz müdahalelere alan açmasıyla, önemli bir imkanın veya olumlu nesnel zeminin bir göstergesi. Bu açıdan bakılacak olursa “işsizlik” konusunda ne detaylı çalışmaların yapıldığı ne de bu “yedek siyaset ordusunu” sahaya sürecek bir girişimin olduğunu söyleyebiliriz. Türkiyeli komünistler olarak, ortada siyaseten bir şeylerin yedek durmasından kendimizi sonuna kadar sorumlu tutmamız, komünistliğimizin de gereklerinden bir tanesi.

En başta bu bilinçli sorumluluk duygusu, diğer birçok el atılmamış konuyla birlikte, “işsizlik” konusuna el atmamızın gereklerinin başında geliyor.

Tabii ki bu işin bu kadar gerekli olması hayallerimizle de alakalı.

Hayal meselesine girmişken hemen çıkmak istemiyorum. Konunun dağılması pahasına da olsa yazının bağlayıcı çimentosunu pek silip atmadan, “hayal” meselesinde birkaç laf etsek iyi olur diye düşünüyorum.

Devrim, yeni insan, emperyalizmi kovmak, zor görevlerle karşı karşıya kalmak… Hayallerimiz yazmakla bitmeyecek kadar çok ve zor. Belki karşılığı olacak, belki olmayacak ama devrimciliğin, insanı “hayata bağlayan” faktör olmaktan çıkarılması gerekiyor.

Evet devrimci umudumuz olmazsa hayata bağlılığımızı yitirebilir ve başka hayaller peşinde koşarız. Fakat asıl söylemek istediğim; devrimciliğin, hayallerin peşinden koşmak değil hayallerin geride kalacağı kadar hızlı koşmak olduğudur. Birçok yerde gözlemlediğimi söyleyebilirim; devrimcilik düzen içi bir uğraş gibi algılanabiliyor. Tabii ki bunu gözlemleyebileceğimiz insanlar durumun farkında olmayabilir fakat ciddi bir devrimci durumda, yani iş ciddiye binince nelerin olabileceğini kestiremiyoruz.

Aslında hayaller ve devrimcilikle ilgili bu tartışmada yine Nâzım’ dan yararlanmak gerek; Memleketimden İnsan Manzaraları’ nda bir bölümde, trenin kompartımanı resmedilir. Hamile bir kadın ve yanında akrabası, karşılarında da yaşlı bir kadın. Anlatmak istediğim olgu yaşlı kadının hikayesinde.

Yaşlı kadın çok çıkarcıdır. Kocası ölmüştür. Kocasından fazlaca tarla ve başka başka mal mülk, yaşlı kadına ve iki oğluna kalmıştır. Kadın ahdetmiş ve hırsla bütün malı mülkü kaydına geçirmek için geçmiştir eyleme. İlk önce oğullarından birini, diğerine öldürtmüş ve katil ettiği oğlunu da böylece hapse tıkmıştır. Hapisteki oğlunu da bir gün çıkacak diye içeride öldürtmek için hiç durmadan çalışmış, planlar yapmış ve eyleme geçmiştir. Bu çok uzun süre böyle devam etmiş ve bir gün yaşlı kadına bir yerden yanlış bir haber gelmiş: “oğlun öldü.” Kadın yıkılmış ve acılar içinde ağlamaya başlamıştır.

Kadının hayattaki tek dayanağı “oğlunu öldürtmek” amacı artık yoktur.

“Hayaller” konusunda nispeten geniş bir parantez açtıktan sonra, hayallerimizin neden işsizlik konusu üzerine eğilmemizi gerektirdiği konusunda birkaç söz söyleyebiliriz.

Marxlar, yaşadıkları çağlarda, yeni bir toplumsal düzenin oluşumunu hem eş zamanlı olarak izlemiş hem de bu yeni toplumsal düzenin giderek gericileştiğini fark edip ondan çok daha üstün ve ileri bir toplumsal düzeni, komünizmi tahayyül etmişlerdi. Söz konusu tahayyül sadece hayallerden ibaret değildi ve Marxlar da sadece teori insanları değildi. Ütopyanın gerçekleştiricisi olacak nitelikleri taşıyan en büyük ve en önemli güç kaynağı olarak “işçi sınıfı” görülmüş, sonrasında da işçi sınıfı aydınlanması yolunda gerçekten tarihsel çalışmalarla birlikte ileri adımlar atılmıştı.

İşçi sınıfı bugün ne kadar örgütsüz ve omurgasız olursa olsun yine de kapitalizmin şalterine eli en yakın toplumsal sınıftır. Fakat işçi sınıfının bu durumu, yaşadığımız çağda eli şaltere uzanabilecek başka kesimler varsa bunları görmezden gelmemizi kesinlikle gerektirmez. Devrimciliğin özünde “işçi sınıfçılık” ın egemen olduğunu söylersek yanılmış olmayız belki ama eksik söylemiş oluruz. Devrimciliğin özünde, işçi sınıfını, diğer bütün devrimcilik taşıyabilecek toplumsal güçlere öncü yapmak vardır. Evet işçi sınıfçıyız ama diğer dinamikleri fazlaca düşünerek.

Konumuzdan bahsedecek olursak, işsizler, tabii ki proletaryanın bağlaşık bir kesimi olmakla birlikte, ne yazık ki komünistler olarak kendimizi de sorumlu tutarak söyleyecek olursak; düzen, genel olarak dünyada ve Türkiye’ de, işsizleri çeşitli duvarlar arasında tutmayı başarabilmiştir. Hatta belirli duvarlar arasında tutmayı geçtik, işsizleri bizim bağlaşık olduklarını iddia ettiğimiz işçi sınıfına düşman bile kesmeyi başarabilmiştir. Başka bir açıdan bakacak olursak; komünistler, işsizlerin çıkarlarının işçi sınıfıyla aynı alandaki, işçi sınıfının öncülüğündeki mücadeleyle çözüleceğini anlatamamıştır, yerleştirememiştir.

Hayallerimiz büyük, bazıları için korkunç ve ahdedemeyen devrimcileri eleyecek kadar zordur. İşsizlerin de hayallerimizdeki yeri büyüktür. İşsizliğin olmadığı bir toplumsal düzen, belki de işsizlere soracak olursanız, işsizlerin en büyük hayalidir. Bizim görev bilmemiz gerekense; işsizlere, hayallerin hayal etmekle olmayacağıdır.

Devrim ne zaman olacak? Bunu kimse bilemiyor. Ama en azından belli saptamalar ortaya konulabilir. En basitinden şöyle başlayabiliriz: Devrim, bıçağın kemiğe dayandığı sınıfların elleri üzerinde yükselecek. Siz “bıçağın kemiğe dayandığı sınıflar” ın yerine “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan sınıflar” diye de okuyabilirsiniz. Devrim, kim ne derse desin, “ekmek” ve “barış” için olacak. Bu Çarlık Rusya’ da da böyleydi, kapitalist Türkiye’ de de böyle.

İşsizler de, 1996′ dan beri Arjantin’ de öyle ya da böyle süren işsizler hareketi de düşünüldüğünde, bıçağın kemiğe dayandığı en önemli toplumsal kesimlerin başında geliyor. Bu imkan, devrimci fırsatçılıkla birleştirilmeli ve komünist siyasetin gereği yerine getirilerek, işçi sınıfının bir kesimi olarak “işsiz işçiler” üzerine fazlaca kafa yorulmalıdır. İşsizlik üzerinden, düzenin başına ucu delinmeyen iyi bir çorap örülür. Bundan hiç kuşkumuz olmasın.

Kapitalizmin vazgeçilmezi olarak işsizlik ve Türkiye’ deki halleri

Gündemi takip ettiğine inandığım okuyucularla konuştuğumu kabul ederek, Dünya’ daki ve Türkiye’ deki işsizlik oranlarının içine boğulup kalmayı tercih etmemekle birlikte, “kaçırdığımız” bir şeyler vardır diyerek, Türkiye’ nin işsizlik bakımından en son görünümünü bir alıntıyla kısaca hatırlatmak istiyorum:

Tablo 1

“Geçen yılın aynı döneminde 20 milyon 244 bin kişi olan istihdam düzeyi, 19 milyon 902 bin kişiye geriledi. İşsiz sayısı 2 milyon 830 bin olarak açıklanırken, işsizlik oranı yüzde 124 olarak gerçekleşti. İşsizlik, özellikle genç nüfus içinde ve kentlerde daha da büyük bir sorun olmaya devam etti. Geçen yılın aynı döneminde yüzde 22 olan genç nüfustaki işsizlik oranı, yüzde 237′ ye ulaştı. Kentsel işsizlik oranı ise yüzde 154′ ten yüzde 156′ ya çıktı.”2

Türkiye’ de işsizlik rakamları üzerine aslında söylenebilecek çok fazla şey var ama biz en önemlileri üzerinde duralım. En önemli mesele, Türkiye’ nin son birkaç yıldır büyüme dönemine girmiş olmasına rağmen istihdam yaratamaması. Aslında yaratmaması dersek belki olaya daha bilimsel yaklaşmış oluruz. Bu şu anlama geliyor: İşçiler, daha fazla kişinin işini daha ucuza yapıyorlar ve birçok emekçi işinden oluyor.

Aynı meseleyi solhaber.net şöyle açıklıyor:

“Bilindiği gibi 2003 yılında Türkiye ekonomisi yüzde 58 oranında büyümüş, ancak istihdam yaratmak bir yana, istihdam düzeyinde yaklaşık 170 bin kişilik bir daralma yaşanmış ve işsizlik oranı artmaya devam etmişti. İstihdam alanında yaşanan bu gelişmeler, ekonomide bazı şeylerin hiç de istendiği gibi gitmediğini gözler önüne sermişti. İstihdam azalırken üretimin artması, doğal olarak sömürü oranında ciddi artışları beraberinde getirdi ve emekçiler ve işsizler açısından son derece iç karartıcı olan tablo, kamuoyuna bir olumluluk gibi sunuldu. Ancak üretkenlik artışlarını selamlayan burjuva kalemşörler bile 2004 yılından itibaren ekonominin istihdam yaratmaya başlayacağını umduklarını gizlemediler.”3

Sömürü koşullarının artırıldığını solhaber.net’ ten de fazlaca yardım alarak açıklamaya çalıştıktan sonra, “rakam” larla ilgili olarak bir diğer konuya geçebiliriz.

Çok teknik gözükse de, işsizlik ve birçok stratejik istatistiki hesaplamada kullanılan yöntemler, burjuvazinin açıklarını ele verebiliyor. İmzalanan yasalardan “milletin vekillerinin” haberlerinin olmadığı bir düzende yaşıyoruz ve bahsedeceğimiz istatistiki hatalardan ne yazık ki çoğumuzun haberi olmuyor. Belirli yayın organlarında yayınlanmış olmasına karşın biz, haberi olmayanlara bildirmek adına bu “hileler” meselesine kısaca girelim.

“Devlet İstatistik Enstitüsü’ nün, Uluslararası Çalışma Örgütü’ nün (ILO) tanımlarını esas alarak hesapladığı yüzde 124 işsizlik oranı, iş gücü dışında tutulanlarla birlikte yüzde 22′ yi buluyor. DİE’ nin de uyguladığı ILO yönteminde, çeşitli nedenlerle işinden uzaklaştırılmış ve geri çağrılmayı beklediği için iş aramayanlar ile iş bulunmadığına inandığı için iş aramayıp ancak iki hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olanlar, işgücü içerisinde kabul edilmiyor. DİE’ nin açıkladığı son hane halkı iş gücü anketinde bu durumda olanların sayısı 1 milyon 796 bin kişi olarak belirlendi. Aynı şekilde mevsimlik çalıştığı için iş aramayan 922 bin kişi de istihdam ve dolayısıyla işsizler arasında bulunmuyor.”4

Hileler, yukarıdaki alıntılarda açıkça görülebilmesine rağmen, bununla sınırlı değil. Sayılarda oyun bitmez. Başka bir deyişle burjuvazide oyun bitmez.

“Çalışma hayatındaki kadın nüfusun evde oturmayı tercih etmesi, işsizlik oranının gerilemesini sağladı. 2002′ nin son çeyreğinde yüzde 11 olan işsizlik oranı, 2003′ ün son üç ayında yüzde 103′ e geriledi. Aynı dönemde iş bulmaktan umudu kesip evde oturan ev kadınlarının sayısı 1 milyon kişi arttı.”5

İstatistiki hileler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, işsizliğin bugün geldiği boyutları saklayacak güçte değiller.

Yukarıda gerektiği kadar kısaca anlatmaya çalıştığımız işsizliğin sayısal görünümünden siyasal görünümüne hızlı bir geçiş yaparsak konunun can damarlarını daha hızlı yakalarız diye düşünüyorum.

İşsizliğin kapitalizm için vazgeçilemez özelliğini, başka söz söylemeye gerek bırakmayacak şekilde, Aydemir Güler’ den almak istiyorum:

“İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda işsizlik, kaçınılmaz bir ekonomik sorun veya yönetim hatası değildir. İşsizlik, kapitalizmin ayrılmaz parçasıdır. Her işsiz, çalışanlar üzerinde ekonomik baskı kurulmasını temin eder ve bu yolla emek maliyetlerini aşağı çeker. Kapitalizmin ekonomik hedefi ‘kârın azami kılınması’ olduğu için, işsizlik kaçınılmaz olmaktadır.

“İnsanlığın ulaştığı teknolojik ve bilimsel gelişmişlik düzeyinin, bir türlü çalışma sürelerinin azaltılması ve işsizliğin sona ermesi doğrultusunda kullanılamaması başka neyle açıklanabilir ki?

“Kâr amacının yerine ‘toplumsal çıkarı’ geçiren sosyalizmde işsizlik, tanımı gereği yoktur. TKP’ nin son yayınladığı ‘Kararname’ de şu söyleniyor:

“‘Çalışma hakkı güvence altına alınmıştır. Sosyalist iktidar işsizliğin tarihe gömüldüğünü ilan eder. Çocuk emeği yasaklanmıştır. Haftalık iş saati 40 saati geçemez. Yeni yönetim haftalık iş saatinin önce 35 saate, sonrasında 30 saate düşürülmesi için hazırlıkları başlamıştır.’ “6

Sermaye işsizlikten korkuyor mu? Yoksa çocuğu gibi besliyor mu?

Sermaye düzeninin temelinde kar güdüsünün yattığı aşikar. Bir o kadar aşikar bir şey varsa, o da sermayenin kendini korumak için elinden geleni ardına koymayarak, iktidarını sallayabilecek güçleri birbirinden ayırmak ve hatta bu güçleri de kendi içinde atomize etmektir.

İşsizlik kesinlikle burjuva medyanın ve ideologların iddia ettikleri gibi “doğal” bir süreç değil. Aslında daha genel bir gözle bakıldığında burjuvazinin atomizasyon faaliyetleri doğal görünüyor. Sermaye düzeninin özünde atomizasyon yatıyor. Burjuvazi, doğal olarak emeğini kiralatabilme “şansına” erişmiş işçileri baskı altında tutmak için çeşitli araçlar geliştiriyor. İşsizlik de bu araçların başında ve neredeyse en etkilisi.

Fazla uzatmadan söylenecek olursa, işsizlik büyük bir kesim için gerçekten yaşanan bir çıkmaz sorun olmakla birlikte, en önemli tarafı çalışanlar üzerinde baskı aracı olarak kullanılıyor olması. Türkiye’ deki ve dünyadaki işsizlik, çalışan emekçiler için “işsiz kalma korkusu” anlamına geliyor. Aslında düzenin temsilcilerinin pek bir çaba göstermelerine gerek de kalmıyor ama yine de hem düzenin siyasal temsilcileri hem de ideologları, işsizlik korkusunu körüklemekten ve sopa olarak sallamaktan geri durmuyorlar.

Marx anlattığımız durumu Kapital’ de özetliyor:

“Sermaye …doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır emek gücü miktarıyla yetinmez. O, rahatça at oynatabilmesi için bu doğal sınırların dışında yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını ister.”7

Marx’ ın Kapital’ de bahsettiği rahatça at oynatabilme, günümüz Türkiye’ sinde kendisini sermayenin bizzat temsilcilerinde yeniden üretiyor.

AKP iktidarıyla iyiden iyiye yüzsüzleşen sermaye iktidarı, 2003-2004 kamu toplu iş sözleşmelerinde 454 bin işçiye verilecek zam konusunda “bugün, çalışanların belki beş-on misli daha çalışmaya amade milyonlarca işsizin de olduğu hesaba katılmalıdır.”8 diyebilmiştir.

Yine aynı tarihlerde, hatırlanacağı üzere memurlara verilen sıfır zam üzerine “tüccar” savunusu yapan yaşadığımız ülkenin başbakanı “…. sen şu anda işin var çalışıyorsun. Bu ülkede beş milyon işsiz var. Bunları ne yapacağız?”9 sözlerini sarf ederek tam da yukarıda anlattığımız atomizasyonu ve sopa göstermeyi bir arada uygulayabilmiştir. Başbakan laf ederken de maliyeti en ucuza getirmekte ustadır. Bir cümleyle iki kuş.

Yukarıda sözlerini anımsattıklarımız sermayenin siyasi temsilcileriydi. İsterseniz bir de sermayedarın kendisine bakalım. Meşhur laflar hep önemli tartışmalarda ortaya çıkıyor. TİSK başkanı Refik Baydur, hızını alamayarak veya yine suçu biraz da kendimizde görerek söyleyecek olursak “meydanı boş bularak”; “Sıfır zam tabii ki olabilir, hatta eksi zam da olur. İşçi sendikalarının artık çalışan işçiye daha çok gelir sağlamak yerine istihdamın sürdürülmesine dikkat etmesi gerektiğini”10 söyleyerek işsizliği çalışanlar üzerinde baskı uygulamak için sonuna kadar kullanmıştır.

Tabii ki işsizlik sadece çalışan emekçilerin sırtında bir kamçı görevini görmüyor. Aynı zamanda kamunun bütçesinden pay koparmak için de sermayedarlar ve yağız uşakları tarafından bir güzel kullanılıyor.

Sermayenin kulübü olarak bilinen TÜSİAD eski başkanı, has burjuva Tuncay Özilhan, 1 Mayıs işçi bayramına denk getirerek anlamlandırmaya çalıştığı işsizlik konulu konuşmasında, hem sermayenin işsizlikle ilgili düşüncesini birkaç kelimeyle, şüpheye mahal vermeden açıklamasını becerebilmiş hem de demin bahsettiğimiz eksende kamu bütçesini yağmalamanın ana hatlarını çizmiştir. Tuncay Özilhan’ ın burjuvazinin işsizlik konusundaki görüşünü açıkça ortaya koyan lafı, işsizliğin kabul edilebilir bir düzeye indirilmesi gerektiği lafıdır.

İşsizliğin kabul edilebilir düzeyi var mıdır? Varsa DİE’ nin bu konu üzerinde çalışıp rakamları açıklamasını istiyoruz. Ama isterseniz hiç hileli bir kuruluşa kalmadan biz hesaplayalım; işsizliğin kabul edilebilir düzeyi %0,00′ dır.

Özilhan’ ın işsizliği kullanarak kamu bütçesini soymanın ana hatlarını çizdiği konuşmasında; işgücü maliyetlerinin düşürülmesi, vergi ve primlerin sermaye lehine azaltılması, kıdem tazminatının yok edilmesi, fazla mesai düzeninin kaldırılması, iş güvencesi uygulamasından vazgeçilmesi, yabancı sermayenin daha çok çekilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, yargıda ve reformda köklü düzenlemelere gidilmesi gerektiği, IMF programlarının kararlı bir şekilde uygulanması gerektiği, özelleştirmelere hız verilmesi gerektiği, kamu istihdamının azaltılması gerektiği, işsizlerin eğitilmesi gerektiği ve sonuç olarak firmaların istihdama teşvik edilmesi gerektiği türünden gereklilikler ve direktifler havada uçuşmuştur.11 Aslında havada fazla bir süre uçtukları da söylenemez. TÜSİAD’ ın gereklilikleri ve direktifleri meclise düşmüş ve “Yeni İş Yasası” olarak emekçilere geri dönmüştür.

Yukarıda, aslında işsizliğin kapitalist Türkiye’ de düzen tarafından nasıl ve hangi araç türlerine dönüştürülerek kullanıldığından bahsetmeye çalıştık. Ama hep beraber bir şeyleri daha merak edelim ve merakımızı gidermeye çalışalım. Tamam meydan boş. Bunu kabul ediyoruz diyelim ama bu kadar mı boş? İşçi sınıfı ve özellikle işsizler, neden çizilen resmi bir kez dahi olsun beğenmezlik yapamıyorlar? Düzenin duvarları nasıl duvarlardır? Merak edecek çok şey var. Şimdi sıra cevapları verebilmekte.

En başta faturayı kendimize çıkartalım. Türkiye’ de sol, uzun bir zamandır ülke gündemine müdahil olabilecek kitleselliğe bile ulaşamadı. Cümledeki “bile” kelimesi kesinlikle “ülke gündemine müdahil olma” yı küçümsemiyor. Ama yukarıda da bahsettik; hayallerimiz büyük. Müdahil olamama durumu, aynı zamanda sol için el kol bağlılığı anlamına da geldi ve geliyor. İşsizlik meselesinin işçi sınıfı mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini ancak kendine özel ilgi isteyecek kadar da önemli bir konu ya da etkin kimliğimizi vurgular biçimde söylersek “dinamik” olduğunu yukarıda da söylemiştik. Türkiye’ de ne sendikalar ne de partiler enerjilerini işsizliğin örgütlenmesine aktarmadılar veya aktaramadılar. Hatta teorik olarak bile yeterli çalışmanın yapıldığı söylenemez. Elde var bir.

Gelelim şu “çok sevdiğimiz” “nesnel durum” a.

Ben diyeyim medya, siz deyin kara bela! Düzen, işsizleri kontrol altına alma ihtiyacını yakıcı bir gündem olarak ne yazık ki bugüne kadar Türkiye’ de hissetmedi. Ancak elde öyle işlevsellik kazanmış bir araç mevcut ki işsiz, asgari ücretle çalışan, öğretmen, mühendis diye “bölücülük” yapmadan herkesi “kabul edilebilir” ölçülerde tutmayı başarıyor. Ben bir daha diyeyim medya, siz bir daha deyin kara bela!

Özellikle işsizler popüler kültürün yeniden üretildiği ve lümpenleşmenin hat safhalara ulaştığı bir toplumsal kesimi ifade eder hale geldi. Yukarıda bahsettiğimiz boş vermişlik de bunlara eşlik edince, alın size tam bahanelik “nesnel durum”!

Medya tarafından bu kuşatılmışlığı, ilk başta kendi örgütsel vücudumuzu unutmadan, toplumun bütün kesimlerinde kırmak zorundayız. Ne yazık ki çağların da en zorundayız. İş zor. Ama en azından “iş” siz değiliz.

Ben diyeyim medya, siz deyin elde var iki.

Elde üç olması için TES-İŞ Sendikasından uzman Gökhan Atılgan’ ın kısa ve öz görüşüne de yer verelim:

“Türkiye’ de işsizlerin güçlü bir örgütlenme ve mücadele geleneği bulunmamaktadır. Türkiyeli işsizler, işsizliğin acılarını akrabalar arası dayanışmayla, ‘beterin beteri var’ tevekkülüyle, kapağı yurt dışına atma hayalleriyle aşmaya çalışmaktadırlar. Emek örgütleri (sendikalar, mesleki örgütlenmeler ve emekten yana partiler) ise işsizlerin örgütlenmesinin zor olduğu, toplu eylemlere yatkın olmadıkları gibi gerekçe ya da bahanelerle işsiz işçileri örgütlemek için yeterince azimli ve istekli davranmamaktadırlar.”12

Aslında elimize üç bulgu aldık gibi görünüyorsa da elimize bir daha bakarsak, elimizde tek bulgu olduğunu göreceğiz: Örgütsüzlük.

Tabii ki örgütlenme her durumda yakın hedef olmayabilir. Hedefler yakın vadede ulaşılamaz olunca yılan hikayesine dönme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ve üzerleri tozla kaplanıyor.

Elimizde ne var ne yok işsiz kitleleri yukarıdaki çerçevede kuşatılmışlıktan kurtarmak zorundayız. Ama şu deyimi söyleyince eminim siz de bir önceki cümleden rahatsızlık duyacaksınız: Eldekiyle, avuçtakiyle yetinmek. Ne kadar benziyorlar. O yüzden değiştirelim: Elimizdeki imkan ve yolları da deneyerek ama daha çok devrimci yaratıcılığımızı gerekirse konuşturarak, işsizlerin kuşatılmışlığını kırmak zorundayız.

İşsizliğin örgütlenmesi veya en azından harekete geçirilmesi mevzusunu Arjantin’ deki “işsizler hareketi” nden de bol bol faydalanarak tartışacağımız bir sonraki bölüme geçmeden önce burjuvazinin, işsizliğin örgütlenmesi korkusundan kısaca bahsedelim.

Burjuvazinin, Türkiye’ de işsizlikle siyasal olarak herhangi bir mücadele deneyimi bulunmuyor. İsterseniz biraz daha iğneleyici bir anlatımı tercih ederek söyleyelim; burjuvaziye, işsizliğin somut olarak örgütlenmesi korkusunu halen yaşatmış değiliz. Fakat işsizliğin veya başka bir devrimci toplumsal dinamiğin, burjuvazi tarafından tehdit olarak algılanması için “deneyim” koşul olarak görülmemeli. İşsizlik veya başka dinamikler, iktidarı kaybetme korkusu çatısı altında toplanıyor ve tehdit olarak algılanıyor.

Eski TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan, 5 Şubat 2003 günü Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri başlıklı raporun tanıtım toplantısında, işsizliği nasıl bir tehdit olarak algıladığını şu sözlerle açığa vurmuştur:

“…işsizliğin ulaştığı boyutların açacağı toplumsal yaralar, eğer gerekli önlemler alınmazsa, hükümeti, fazla uzak olmayan bir vadede, siyasal bir gelecek hesabı yapamaz hale getirebilecektir. Ülkeyi ise bir girdaba sürükleyecektir.”13

Sermayenin tek temsilcisi elbette TÜSİAD başkanı değil. TİSK başkanı Refik Baydur, işsizliği nasıl algıladığını 16 Nisan 2003′ teki Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında yaptığı konuşmada şu açık sözlerle ortaya koymuştur:

“İhtilâli, ordular değil işsizler yapar. Bu en büyük tehlike, bunu engelleyin.”14

Sermayenin temsilcilerinin ağzından işittiğimiz sözler aklımızda kalsın. Bir de TÜSİAD’ ın hazırladığı, Türkiye’ de İşgücü Piyasası ve İşsizlik adlı rapordan bazı tespitlere yer verelim:

“İşsizlik arttıkça ekonomik ve toplumsal sorunlar da giderek yoğunlaşır ve siyasal bunalımları besleyen bir ortam oluşur. …içeride totaliter, dışarıda saldırgan akımlar iktidarı ele geçirebilir.”15

Burjuvaziden önce bu tespitleri biz yapmalıyız. Tam tersini söyleyerek tabii ki: İşsizleri örgütleyebilirsek devrim ve iktidar mücadelesinde önemli bir kazanım sağlamış oluruz. Sermayedarların bize anlatmaya çalıştıkları bu olsa gerek.

İşsizliğin olmadığı bir düzen vardı

Şimdiye kadar, karşısında mücadele ettiğimiz sınıfın işsizliğe bakış açılarını yansıtmaya çalıştık. Bir de kısaca bizimkilere bakalım.

Sovyet deneyi her yönüyle, ne olursa olsun elimizdeki en büyük tecrübe. İşsizlik konusunda da yararlanacağımız bu tecrübe, bize aslında şu anda güncel olarak yakıcı ihtiyacımız olduğunu iddia ettiğimiz “işsizliğin örgütlenmesi” konusunda özel bir bilgi sunmak yerine, daha çok, işsizliğin devrim sonrasında nasıl halledilebileceği konusunda bilgiler sunuyor. Çalışmanın kapsamını aşacağı için devrim sonrasına kısaca bakacağız.

Sosyalist bir ülkede insanların işsiz kalması için özel olarak uğraşmaları gerektiğini hepimiz kabaca biliyoruz. Ama işsizlik konusu bu kadar kaba değil.

Sosyalist ülkeler de işsizliğin ortadan kaldırılması için az mücadele etmiş sayılmazlar. Yalçın Küçük’ e kulak verirsek daha rahat anlaşılacak:

“Sovyet ekonomisi ‘restore’ edildikten sonra örneğin 1927 yılında, şehirde 1-1,5 milyon işsiz vardı. Bunlar, iş için çeşitli bürolara başvurmaktaydı. Fakat normal olarak bu kadar işsiz olmakla birlikte yaz aylarında ve özellikle hasat zamanında da birçok fabrikada üretim azalmaktaydı. Çünkü işçilerin bir bölüğü köye dönmek zorunda kalıyordu.

“İlk plan yapılırken bu işsiz kütlesinin ancak ilk planın sonuna doğru ortadan kalkacağı düşünülüyordu. Fakat gerçekte 1930 yılında işçi sıkıntısı çekilmeye başlandı.”16

Yukarıda bahsettiğimiz “hayaller” meselesini alıntıyı okurken anımsadınız mı? O kadar hızlı olmalıyız ki denilmişti yukarıda; hayaller arkamızda kalmalı. İşte size hayallerin arkada kalabildiği bir örnek. Birinci planın sonunda ulaşılmak istenen hedefe, üç yıl sonra ulaşılıyor.

Sovyetler’ de işsizlik üzerine birkaç önemli bilgi daha:

“Büyük kentlerin sayısı arttığı gibi kentleşme oranında da önemli artışlar görüldü. 1928′ de 85 milyon olan işçi sayısı, 1932′ de 187 milyona yükselmiş, sanayide çalışan işçi sayısı 8 milyonu bulmuş, işçilerin arasındaki kadınların oranı %40′ lara yaklaşmıştı.

“Hızlı sanayileşmenin doğurduğu işgücü talebi işsizliği ortadan kaldırmış, Sovyet yönetimi, köylülerin kolhozları terk edip işçi olarak çalışmak üzere kentlere gelmelerini teşvik etmek durumunda kalmıştı.”17

Bahsedilen deneyimler bizim. Onlardan sonuna kadar faydalanmak bizim hakkımız. Hayallerimizin gerçek olacağının en büyük kanıtlarını hazine gibi saklamalıyız. Fakat yukarıda da belirtilmişti; hayaller hayal etmekle olmuyor. Sovyetler’ in başardığını başarmadan önce çok fazla işimiz var. Şimdiki işimiz yazının çerçevesini de düşünerek söylersek “işsizliğin örgütlenmesi” olmalı.

Bu sebeple şimdi Arjantin’ deki “işsizler hareketi” deneyimine bakmanın tam zamanı.

Türkiye Arjantin’ e benzer mi?

Arjantin’ le Türkiye’ nin benzerliği meselesi, 2001 kriziyle birlikte meşhur olmuştu. O dönem burjuva medya ve sermayenin siyasi temsilcileri,Türkiye halkının Arjantin halkı gibi satıcı ve yarı yolda bırakıcı, kanaatkâr olmayan bir yapıda olmadığını süsleye püsleye anlatmışlar ve emekçilerin sırtını bu laflarla sıvazlamaya çalışmışlardı. Buraya kadar herkes görevini yapıyordu fakat asıl dikkatimizi çekmesi gereken nokta; emekçilerin, kendilerini çizilen tablonun pek de dışında görmemesiydi.

Komünistler olarak biz de, Türkiye’ nin Arjantin’ e benzemesini istemiyorduk belki ama başka sebeplerle.

İsterseniz benzememe sebeplerini açıklamadan önce G. Amerika’ nın sağlam izleyicisi James Petras’ ın gözüyle, Arjantin’ de bir dönem mendil gibi iktidar değiştirten “işsiz işçiler hareketi” ne hep beraber bakalım.

Kentli hareketi selamlıyoruz

“Atomize olmuş güçsüz kent yoksulları varsayımlarına aşikar biçimde meydan okuyan bu hareket, yenilikçi özellikleri ve kentsel Latin Amerika’ nın geri kalan bölümü için patlayıcı olanakları nedeniyle araştırılmaya değer bir vakadır.”18

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi atomizasyon veya zaman zaman partikülarizm de denilen düzenleme, burjuvazinin sıkça başvurduğu ve önemli kazanımlar elde ettiği bir araç. Petras’ ın tespitine bakacak olursak, işsizler hareketinin ilk önce bu yönüyle sonra da “kentli” kimliğe sahip olmasıyla selamlanması gerekiyor.

Selamlamak gerekiyor çünkü Türkiye’ de devrimci yapılar ve genel olarak devrimcilik, uzun bir süre hareketin merkezini kentler olarak belirleyemedi. Hareketin merkezini kentler olarak belirlemek, düzenin ilerleyişiyle ortaya çıktı ve bugün ortada böyle bir kentlileşme sorunu görünmüyor.

Arjantin’ de işsiz işçiler hareketine biraz daha yakından bakmak ve özellikle ortaya çıktığı koşullar üzerinde durarak ve Türkiye ile benzeşiklikler kurmaya çalışarak sözü Petras’ a bırakalım:

“1997′ de başlayan resesyon, derinleşerek, 2001 yılında tam bir bunalıma dönüştü. Bölgeye bağlı olarak işgücünün yüzde 30 ila yüzde 80′ i, bugün ya işsiz ya da eksik istihdam edilir durumda. Başkent Buenos Aires’ te yüzde 16-18 olan resmi işsizlik oranı süratle ikiye katlandı. İstihdam edilen işçilerin çoğu, geçici ve güvenilir olmayan işlerde geçimlerini sağlamak zorunda kaldı. Büyük işçi sınıfı varoşlarında, işsizlik yüzde 30-50′ lere ulaştı. Ülkenin her yerinde, ailelerin büyük çoğunluğu, zaten çok düşük olan yoksulluk sınırının altına indi.

“Bu ekonomik, toplumsal ve politik koşullar, kitlesel örgütlenmeyi üretecek uygun örgütsel fırsatlarla buluştu. Örgütlenmeye müsait ilgili nesnel koşullar ile örgütlerin bilinçli stratejileri arasında bir ayrım yapabiliriz. Elverişli nesnel faktörler arasında şunlar vardı: (1) Kentin diğer bölümlerinden sanki ayrılmış ve nispeten homojen ve alt-orta sınıf etkilerine çok fazla maruz kalmayan barrio’ larda işsiz sanayi işçilerinin, hiç işe gitmemiş gençlerin ve aile reisi kadınların yüksek düzeyde bir yoğunlaşması: (2) Barrio’ larda sendika deneyimi olan ve kolektif mücadeleye aşina, oldukça büyük sayıda işsiz sanayi işçisi: (3) Krizin uzun süreli doğasının, erkeklerden daha büyük oranda militan kadını harekete geçirecek düzeyde, ailelerin geçim durumlarını mahvetmesi: (4) Barrio’ ların, büyük kentler arasında ve ülke sınırları dışına, malların ve yolcuların seyahat ettiği büyük anayollarına yakın olması. Elbette koşulların lehte olması yeterli değildir. Örgütlerin doğru stratejiler ve taktiklerle yanıt vermesi zorunludur.”19

Alıntıda söylenenlere bakılırsa, Arjantin ile Türkiye’ nin birbirine en fazla, “benzedikleri” söylenebilir. İşsizlik oranları gerçekten de aşırı derecede yüksek. Yalnız unutulmaması gereken bir nokta var; eğer devrim, işsizlik oranlarına bağlı olacaksa bizim hiçbir şey yapmamıza gerek yok. Kapitalizm mutlaka işsizlik oranlarını aşırı seviyelere getirecektir.

Burada bizim için önemli olan mesele, Arjantin’ de işsizlerin, hangi koşullar altında isyan ettikleri ve bu isyanın örgütlenişi olmalıdır.

Eğer önem derecesini böyle belirlediysek, Petras’ ın nesnel durum tespitleri daha da önem kazanmış oluyor.

Arjantin’ de “barrio” lar, Türkiye’ de hemen hemen “gecekondular” a denk düşüyor. Barriolar ve gecekondular arasında, alıntıdaki bilgiler bakımından büyük benzerlikler bulunuyor. Türkiye’ de de gecekonduların kentin uzağında olduğu, hemen hemen homojen bir yapıya sahip olduğu doğrudur fakat iş, orta sınıfların etkisine maruz kalmamaya gelince biraz durup düşünmemiz ve ucundan da olsa aynaya bakıp kendimizi görmemiz gerekiyor.

Türkiye’ de düzen, çeşitli araçlarla, toplumun büyük kesimiyle beraber konumuzun ana aktörleri işsizleri de genellikle yaşadıkları mekanların yapısal özelliklerine bakmadan, orta sınıfların hatta üst sınıfların etkisine maruz bırakmıştır. Birçok işsiz, zenginlik hayali kurmakta, dizilerdeki “işadamları” na öykünmektedir; sayısal loto kuyrukları, iş bulma kuyruklarıyla yarışmaktadır. Durum, bu konuda kendine görev çıkartabilenler açısından verimli gözüküyor.

Nesnel durum analizlerinin ikinci maddesi hakkında konuşurken beraberce sıkılacağımızı söyleyebilirim. İsterseniz neden sıkılacağımızı, sıkıldıktan sonra söyleyeyim. Hatırlarsanız alıntıda, sendika deneyimi olan, kolektif mücadeleye aşina, işsiz birçok sanayi işçisinin varolduğundan bahsediliyordu. Ne yazık ki ülkemizi düşündüğümüzde hemen hemen durumun, Arjantin’ deki durumun aynaya yansımış biçimde tersi olduğunu görürüz. Gecekondu mahallelerinde sendikalı işsiz sanayi işçileri olabilir belki ama “oldukça fazla” olmadıklarını biliyoruz. Öyle olsa bile kolektif mücadeleye aşina oldukları konusunda sendikaları sorumlu tutarak şüphe duyabiliriz. Bu açılardan Arjantin’ e pek benzediğimiz söylenemez. Tabii ki amacımız Arjantin’ i şablon haline getirip Türkiye’ ye uygulamak değil. Ancak bahsedilen nesnel durum, örgütlenme için evrensel gereklilikler gibi durmuyor mu?

Gelelim kadınlara. Türkiye’ de en zor konuşulacak konulardan bir tanesi de kadınlar. Uzun süreli kriz ortamından, evin reisi olmasa bile reis yardımcısı konumunda bulunan Türkiyeli kadınların da erkeklerden fazla etkilendikleri doğru. Militanlık konusunda da hiç de azımsanmayacak deneyimlere sahibiz. Fakat önemli olan militanlıkla beraber nicelik de olunca işler değişiyor. Ne yazık ki günümüz Türkiye’ si kadınlar bakımından genel olarak G. Amerika ülkelerinden geri durumda.

Birazdan Arjantin’ de işsizlerin hareket tarzlarına, eylemlerine ve başarılarına kısaca göz atacağız ama öncesinde nesnel durum tespitinin dördüncü maddesinden yola çıkarak kısa bir özgünlük tartışması yapalım istiyorum.

Arjantin’ de işsizlerin eylemlilik tarzları, en temelde “yol kapatma” amacına dayanıyor ve güçler bu yönde kullanılıyor. Petras, dördüncü maddede de yol kapatma ekseninde düşünerek barrioların (gecekondular) bu amaca yatkınlığından bahsediyor. Sadece Türkiye değil hemen hemen bütün dünyada gecekonduların fiziki konumları bu durumda. Yol kapatma eylemleri, Arjantin’ de sistemin can damarlarını kesme işlevini görüyor ve çok da etkili oluyor. Bu tarz sonuca giden yol kesme eylemlerini ilk ve güçlü bir biçimde Arjantin’ de görmemizden olacak, bahsedilen tarzı Arjantin’ e özgü sayabiliyoruz. Ortada aslında Arjantin’ e değil işsizler kitlesine özgü bir hareket tarzı var. Bunu görmek zor değil.

İşçilerin elinde, sistemin şalterini kapatma olanağı varken; işsizlerin ellerinde hangi eylemlilik olanakları var? Bu önemli tartışma konusunu, “işsiz işçiler hareketi” hakkında biraz daha bilgi aktardıktan sonra tekrar işleyelim.

İşsizler örgütlenmesinde öznellik: Sendikalar, partiler

“Sendikaların, işsiz işçileri örgütlemek için önceki isteksiz girişimleri, ‘militan sendikalar’ söz konusu olduğunda bile başarısız olmuştu. İşsizleri örgütleyecek programatik taleplere rağmen tüm sendikalar çabalarını üyelik ödemesini yapan üyelere ve kendi sektörel mücadelelerine yoğunlaştılar. İşsizlerin örgütlendiği yerlerde, sıklıkla bir günlük gösterilerde ‘yardımcı’ partnerler olarak hizmet gördüler ve ekonomi ve reformların kotarılmasında çok az etkileri oldu. Hemen hemen aynı şeyler, doğrudan baskıya ek olarak geçmişte işçilere ve asimile edilmiş işçi liderlerine himaye kabilinden birkaç kırıntı atan siyasi partiler hakkında da söylenebilir.”20

Sendikalar cephesinde değişen bir şey olmadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz ama siyasi partiler meselesinde kendimizi konuşmaya sorumlu hissediyoruz. Arjantin denildiğinde son dönemlerde acı bir deneyimin ürünü olarak aklımıza ilk gelen ne yazık ki “öznesizlik” oluyor. Bunda haksız da sayılamayız. Mesele kendimizle böbürlenmemekte ve Arjantin için bir şeyleri kafaya takmakta. Sol, artık “düşe kalka öğrenme” metodunu geride bırakmalı. Tamam belki “düşmek” çok şey öğretiyor ama artık düşmek istemiyoruz. Öznesizlik hakkında önemli bir gösterge de siyasallığın ve iktidar perspektifine sahip bir hareketin baskın olması gereken “işsiz işçiler hareketi” ni anlatan yazınsal ürünlerde, perspektifsiz bir parti hakkında bile bir paragraf okumak hemen hemen olanaksız.

Sendikalar hakkında Petras bizimkilere benzer başka durumlardan da bahsediyor:

“İşsizler hareketi, barrio’ larda tabandan yukarıya, yüz yüze örgütleme yapıyor. Sendika bürokratları üyelik aidatı ödemeyen işçileri görmezden geliyor ve örgütlediklerinde de ‘profesyonelleri’ gönderiyor. Sonuç, ekseri onları örgütlemeleri şöyle dursun güvenlerini bile kazanmada başarısız olmaları oluyor. İkinci olarak, işsizler hareketinin liderlerinin ve taraftarların aynı sınıf kökene sahip oldukları ve açık toplantılarda eşitler olarak tartışıp müzakere ettikleri yatay bir yapısı var. Sendikalar, çoğunun maaşları CEO’ larla kıyaslanabilecek düzeyde olan tepe bürokratlarına kişisel olarak bağlılık ekseninde kurulan dikey yapılardır. İşsiz hareketleri, doğrudan eyleme giriyor ve talepleri kolektif olarak açık toplantılarda müzakere ediyor. Sendika elitleri simgesel protestolara giriyorlar ve sonra devlet ya da işverenlerle kapalı kapıların ardında pazarlık yapıyorlar ve işçilerin temel kaygılarını göz ardı eden anlaşmalara varıyorlar ve sonra bu anlaşmaları üyelere satıyorlar ya da basitçe kabul ettiriyorlar. Sonuç olarak, işsiz liderler temsil ettiklerinin güven ve desteğine sahipken, sendika patronları, kemer sıkma zihniyetli devlet ve işverenlerin aktif işbirlikçisi olarak görülmüyorlarsa bile güvene de mahzar olmuyorlar.”21

İşçi ve kamu emekçileri arasında sermayenin yeni dönem düzenleme ve eğilimlerinin de etkisinde kalarak sendikalarda örgütlenme hem düşüyor hem de faşist ve gerici sendikalara üyeler kayıyor. Türkiye’ de nicel ve nitel olarak dibe vuran sendikacılıktan, işsizlerin örgütlenmesine katkı koymasından ne yazık ki bugün de yakın vadede de bahsedemeyiz. Bu açıdan Türkiyeli komünistler olarak elimiz zayıf. Adres yine parti gibi gözüküyor. Yöntemse yine “tırnakla kazımak” gibi duruyor. Devrim için tırnaklarımızdan olacaksak şimdi gereken, zaten onla çarpılan tırnak sayısını artırmak.

Hazır partiden bahsetmişken, deminki durum tespiti maddelerindeki benzeşiklikleri analiz ederken ortaya Türkiye aleyhinde çıkan olumsuz durumu ortadan kaldıracak kazanımımızdan bahsedelim; ülkemizde işsiz işçiler hareketi gibi bir hareketi öznesiz bırakmayacak öncü parti mevcut.

İşsizler hareketinin ortaya çıkması için gerekli şartları böylece kabaca tartıştıktan sonra hareketin genel özelliklerine yine Petras’ ın gözüyle, genel olarak bir bakalım istiyorum. İnanın Arjantin’ deki hareketlenme, özellikle birazdan da göreceğimiz üzere bir yönüyle “sovyet” leri anımsatan mahalle meclisleriyle, hangi siyasi oluşum içinde bulunursa bulunsun bütün devrimcileri heyecanlandırıyor.

“İşsiz İşçiler Hareketi (MTD), barrio ve belediye sakinleri tarafından örgütlenen ve yönetilen bir taban hareketi olarak başladı ve o şekilde devam ediyor. MTD’ nin örgütlenişi gayet adem-i merkeziyetçi bir yapıdadır. Her belediyeliğin, sınırları içindeki barrio’ lara dayanan kendine ait örgütlenmesi vardır. Bir barrio içinde, çok bloklu alanların gayri resmi liderleri ve militanları vardır. Her bir belediyelik, tüm aktif üyelerin katıldığı genel meclisi tarafından örgütlenir. Politika, mecliste kararlaştırılır; yol kesme eylemlerinin talepleri ve örgütlenmesi kolektif olarak meclisçe belirlenir. Bir ana yol ya da ana arter tespit edilir edilmez meclis, barrio’ lar içinde destek örgütler. Yüzlerce, hatta binlerce kadın, erkek ve çocuk yol kesme eylemine katılır, yolun kenarında çadırlar ve çorba mutfakları kurarlar. Polis tehdidi söz konusu olunca, komşu teneke mahallelerden yüzlercesi daha akın eder.”22

Sanırım aynı yerde biraz düşündük ya da heyecanımız biraz duruldu; örgütlenişin gayet adem-i merkeziyetçi yapısı demin ki öznesizlik tartışmasının paralelinde. Fakat yine de diyalektik düşünmeyi elden bırakmamalıyız. Bolşevik devrimini hatırlayalım. O dönem Rusya’ daki sovyetlerin, adem-i merkeziyetçi olmadığını iddia edemeyiz. Özne tartışmasına girmek istemiyorum.

Arjantin’ deki barrio meclisleri, ne olursa olsun sağlam bir öznenin varlığında ikili iktidarın araçları olabilecek nitelikleri taşıyordu.

Arjantin, öznesiz bile olsa örgütlülüğün emekçilere sağladığı kazanımlar konusunda da son derece olumlu örneklerle dolu;

“Aynı zamanda, örgütlü işsizler, bir yandan bağımsız örgütlenmelerini devam ettirirken bir yandan da baskı yaparak devletten asgari ücretli binlerce geçici iş, gıda tahsisatı ve diğer tavizleri kopardılar.

“2001 Eylül’ ünde, işsizler, başkent Buenos Aires’ in tümünde anayolların kitlesel bir şekilde kesilmesini ve sendikal kesimlerle, hükümet faaliyetini ve tüm büyük özel sanayi kuruluşlarına girişi engelleyen ortaklaşa, başarılı bir genel grev örgütlediler. Bu eylemler, dikkat çeken bir şekilde, yerel tüccarlar, eyalet ve belediye memurları, emekliler, sağlık çalışanları, öğretmenler ve başta Mayıs Alanı Anneleri olmak üzere insan hakları gruplarını içeren geniş bir vatandaş ve toplumsal sınıf yelpazesinden destek ve çok kere de katılım gördü.

“Bu harikulade yeni başarılar, birkaç yıllık sabırlı ve çok kere düş kırıklığı yaratan örgütlenme temelinde elde edildi. İşsizler belediye, eyalet ve federal yönetimlere dilekçeler gönderdiler. Barışçı gösteriler yaptılar. Ama bu taktiklere kulak asılmayınca eyalet ve belediye yönetim binalarını işgal ederek ve zaman zaman onları yakarak daha doğrudan eylemler koymaya başladılar.”23

Örgütlü bir halkın yapabileceklerini gördükten sonra yukarıda yarıda bıraktığımız “şalter” tartışmasına geri dönebiliriz.

İşçilerin, emekçilerin ellerindeki en etkili güç tartışmasız grev. Bazen ters-grev şeklinde de kullanılıyor. Ters-grev formülasyonu, aslında patron fabrikada ya da işyerinde üretimi durdurduğunda inadına çalışmayı anlatıyor. İşsizlik üzerinde bu kadar detayla durmamızın en önemli sebeplerinin başında, başta da söyledik, çalışanların ellerini kollarını bağlaması hatta şalteri kapatacak tek araç olan grevden iyice uzaklaştırmasıdır. Öyle ya da böyle işçi sınıfının grev gücü örgütlenme şartıyla her zaman saklı.

İşsizlerin elinde sistemi kilitleyecek etkili bir güçten bahsedebiliyor muyuz? Aklımıza “grev” mantığında düşününce ilk “zorla çalışmak” geliyor ama bu mümkün değil. İşçilerden bağımsız düşünmek zorunda değiliz tabii ki ve daha doğru bir söylemle işçilerden bağımsız düşünmemek zorundayız. Bu açıdan bakıldığında işsizlerin, işçi eylemliliğine bizzat katılması en önemli yoldur. Fakat kesinlikle Arjantin’ deki “yol kesme” eylemleri yabana atılacak eylemlilikler değildir ve yukarıda da gördüğümüz gibi çoğu zaman sonuç alıcı olmuştur. Belki “yol kapatma” mantığıyla düşünülerek birçok işgal, üretimi engelleme, stratejik olmayan hizmetleri engelleme gibi birçok yol üretilebilir fakat yine de tercihimizi işçi sınıfıyla bağlaşık bir eylemlilikten yana koymalıyız diye düşünüyorum.

“Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” doğrudur ama bir istisnayla: Öznesizlik, örgütlü bir halkın yenilebileceği nadir durumların başında gelir.

Petras’ ın aşağıdaki sözlerini dinleyince, Arjantin’ deki öznesizlik sorununa içerlememek neredeyse imkânsız.

“Arjantin’de bugün İşsizler Hareketi’ nin başarısı, sendika bürokrasisinden, seçim partilerinden ve devlet aygıtından özerk biçimde, barrio’ lar içinde, bağımsız bir şekilde örgütlenerek geçmişin tuzaklarından kaçınmayı tecrübeleriyle öğrenmiş olmalarından dolayıdır.

“… işsizlerin yeni örgütlenmesinin başarısının temeli, seçilmiş parti liderlerinin ve sendika bürokratlarının patron-yandaş politikasını reddetmesi ve kendi kendine örgütlenme ve doğrudan eyleme dayanmasıdır.”24

Herhangi bir örgütlü başarının arkasında partilerin ve sendikaların olmayışının etkili olması içler acısı bir durum değil mi?

Türkiye’ de kendini devrimin sorumlusu olarak görenlere görevler

İşsizliğin örgütlenmeye müsait olmadığı az ülke vardır. Nesnel durum, özellikle işsizlik konusunda, devrimciler için olanaklar dizisi anlamına gelir. Yukarıda da özellikle üzerinde durduğumuz medya ve birçok araçla düzenin kuşatması, çoğu zaman olanaklar dizisini ulaşılamaz kılabilmektedir fakat işe yine kendimizden başlarsak daha sağlıklı olur. “Bugüne kadar işsizlik konusunda ne yaptık?” diye kendimize soracak olursak pek fazla olumlu veriyle karşılaşabileceğimizi zannetmiyorum.

Şimdi önümüze bakmanın zamanı.

Burada birkaç öneri geliştirilmeye çalışılacak fakat eleştirel bakış açımızı ilerletici temel güç olarak kullanmaya devam ederek.

Ülkemizde işsizliğin altında toplanacağı herhangi somut bir yapı bulunmuyor. Burada bahsedilen, kesinlikle partililik değil. İlk olarak gerekli olan, belirttiğimiz yapı olmalıdır. Yakıcı ihtiyaç konumundaki yapı “İşçi Konseyi” içerisinde var edilebileceği gibi “İşsiz İşçiler Konseyi”, “İşsizler Konseyi”, “İşsizler Derneği” gibi yapılar olarak da var edilebilirler. Gerçekten böyle bir adım ilk olacak ve şu anda boş bulunan bir alana hakim olma şansını doğuracaktır.

İkinci olarak, sosyalizm tasavvurunda işsizliğe çözümümüze geniş yer verilmeli ve Sosyalist Türkiye resmedilirken “sıfır işsizliğin” altı kuvvetle çizilmelidir.

İşsizlik hakkında genel hatları çizmeye çalıştığımız elinizdeki çalışmanın üzerine “işsizler” i temele alan saha araştırmaları ve örgütlenmeye temel olacak olanaklar/olanaksızlıklar belirlenmeli ve işlere kafa yoracak insanların olması gerekiyor.

Velhasıl-ı kelâm işsizlik konusunda ülkenin komünistleri olarak “işsiz” değiliz.

Yedekleri sahaya sürmek bize düşüyor ama bir şeyi unutmadan; devrimci gücün aslarını sahadan çıkartmadan. İsterseniz başlığa geri dönelim; yedekler sahaya inerse ne mi olur? Devrime birkaç adım daha yaklaşırız hem de küçük olmayan adımlarla.

Dipnotlar

  1. Hikmet, Nazım, Memleketimden İnsan Manzaraları, Adam Yayınları, sayfa: 11-12.
  2. www.solhaber.net/Türkiye/ekonomi 23.07.2004.
  3. www.solhaber.net/Türkiye/ekonomi 21.07.2004.
  4. www.milliyet.com/2004/07/19/ekonomi/axek001.html.
  5. www.milliyet.com/2004/03/10/ekonomi/eko03.html.
  6. www.tkp.org.tr adresinde Aydemir Güler’ e sorulan sorular ve cevapları bölümünde.
  7. Marx, Karl, Kapital 1. cilt, çev: Alaattin Bilgi, 1986, Ankara, Sol Yayınları, s.649-653.
  8. 19 Haziran 2003 tarihli Milliyet Gazetesi; “İşçiye Zam Yapılırken İşsiz de Hesaba Katılır”.
  9. 23 Haziran 2003 tarihli Star Gazetesi; “İşçi Eylem İçin Hazırlanıyor”.
  10. 21 Haziran 2003 tarihli Hürriyet Gazetesi; “İşçiye ‘Eksi Zam’ Bile Olur”
  11. Petrol-İş Yıllığı, 2000-2003, Yayın No: 85, Eylül 2003, İstanbul içerisinde “İşsizlik: Devlet ve Sermaye İçin Hem Tehdit Hem fırsat”, Gökhan Atılgan, Tes-İş Sendikası uzmanı, s.139.
  12. a.g.y., s.145.
  13. Petrol-İş Yıllığı, 2000-2003, Yayın No: 85, Eylül 2003, İstanbul içinden aktaran: gökhan Atılgan, Tes-İş Sendikası uzmanı, s.136. Yazım hataları düzeltilmiştir.
  14. a.g.y., s.137.
  15. a.g.y., s.137.
  16. Yalçın Küçük; Planlanma, Kalkınma ve Türkiye, Gerçek Yayınevi, Şubat 1971, İstanbul, s.163-164.
  17. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 3, Tek Ülkede Sosyalizm bölümü, s.732.
  18. www.sendika.org.; Petras, James; “Arjantin’ de İşsiz İşçiler Hareketi”; çev: Cevdet Aşkın; Cosmopolitik dergisinden aktarılarak. Alıntılardaki yazım hataları düzeltilmiştir.
  19. a.g.y.
  20. a.g.y.
  21. a.g.y.
  22. a.g.y.
  23. a.g.y.
  24. a.g.y.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×