“Yeni bir Dünya” Kurulurken Türk Dış Politikası

Türk dış politikası tarihi üzerine üretilen tezlerin çoğu, 1960’lı yılları bir arayış dönemi olarak tanımlar. Buna göre arayışın bir boyutu, ABD ile yaşanan kimi krizlerin etkisiyle dış politikada alternatif ilişkiler geliştirmek ve daha çok yönlü bir çizgi izlemektir. Nitekim 1960’lar Türk dış politikası denildiğinde ilk olarak İnönü’nün meşhur “yeni bir dünya kurulur Türkiye de o dünyada yerini alır” sözü hatırlatılır.

Oysa bu açıklamanın yapıldığı 1960’lı yıllarda zaten “yeni bir dünya” kurulmaktadır ve bunu sağır sultan duymuş, sağır paşa duymazlıktan gelmiştir. İnönü’nün de üç hükümete başkanlık ettiği bu “yeni dünya”da Türkiye dış politikasında kimi sarsıntılardan bahsetmek mümkün olsa da, “aldığı yer” için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bir başka deyişle, Türk dış politikası geleneğinde pek sık rastlamadığımız kimi açılımların dahi kapitalist blok üyeliğiyle uyumu her zaman gözetilmiştir. Türkiye ile sınırlı olmayan genel bir 1960’lar dünya değerlendirmesi yaparsak, kapitalist ve sosyalist blok arası ilişkilerde tek tek ülkelerin hareket alanının genişlediği bir süreçten geçilmektedir. Bu hareket alanından sadece Bağlantısızlar benzeri ayrı bir rota çizenler değil, kapitalist bloka bağlılık yeminine sadık kalanlar da faydalanmıştır. Türkiye kapitalizminin ikinci kategoride yerini aldığı yeterignce açıktır. Ancak Türkiye kapitalizmi bu hareket alanından faydalanırken dahi, bloklar arası gerilimlerin yumuşamasından rahatsızlık duymaktadır. Bunun sağladığı hareket alanını ise ABD’den bağımsız bir dış politika için bir fırsattan ziyade, kapitalist blokta rehavete yol açan ama uluslararası dengelerin kaçınılmaz kıldığı bir “acı gerçek”, zamanla ve en uç noktasında ise “değişen dünyanın maliyetini dengeleyebilecek bir açık kapı” olarak görmüştür. İşte bu yönüyle Türk dış politikası dünyadaki genel eğilimden ayrıksıdır ve yazının odak noktası da bu olacaktır. Bu noktada, Türk dış politikasında belli bir sarsıntıya yol açan 1964 Kıbrıs krizi, özel bir vurguyu hak etmektedir.

Ancak bu dönemde yürütülen dış politika tartışmalarını, “devlet katındaki” geleneksel çizgiyi koruma hassasiyetine indirgemek yanlış olur. Bu dönem, Türkiye dış politikasının aydınlardan emekçilere kadar geniş kesimlerin ilgi odağı haline geldiği ve tartışmaya açıldığı bir sürece denk düşer. Bu tartışmalar, 1960’ların ikinci yarısında NATO’dan çıkmayı gündeme getirecek kadar ileri gidebilmiş; dahası TİP’in düzenin binbir emekle yetiştirdiği Mülkiyeli kadrolar, Kemalist aydınlar vs. içinde açtığı yarılmalarla beraber, bu tür alternatifler sosyalist solun dışında da seslendirilmeye başlamıştır. Dönemin sol hareketinin yükselişinde anti-emperyalizmin yeri ve bu anti-emperyalizmin ulusal onurmilli çıkar-bağımsızlık ekseninde tanımlanır hale gelmesi bugüne dair önemli tartışmaları gündeme getirmektedir. En önemli tartışma, sözkonusu siyasi kimliğiyle solun, egemen ideolojinin kapsama alanında yarattığı kırılmalardır ve günümüz anti-emperyalizminin ulusalcı duyarlıklarla kuracağı ilişkiye dair önemli dersler içermektedir.

27 Mayıs Darbesi: Dış politikada “yeni bir arayış” mı?

27 Mayıs darbesinin ardından kurulan hükümetin dış politika tanımında, Menderes hükümetiyle karşılaştırıldığında kimi vurgu kaymaları gözlenir. Bu kaymaların, Menderes döneminde ABD öncülüğündeki kapitalist blokun çıkarlarını ana eksen alan bir tanımdan daha “milli” bir tanıma geçişi içerdiği söylenebilir. Bu geçişin nereye oturduğuna geçmeden önce, 27 Mayıs ile ABD arasındaki ilişkilere dair birkaç not düşmek gerekecek.

27 Mayıs darbesine yakıştırılan “DP karşı-devriminin rövanşı” sıfatı, iş dış politikaya geldiğinde değişmektedir. Nitekim darbenin, DP yönetiminin tam boy Amerikancı dış politikasına karşı bir rövanş olduğunu söyleyen -neyse ki- çıkmadı. Bununla birlikte, 27 Mayıs ve ABD ilişkisine dair çok şey yazılıp söylendi. Gerçekten de, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ABD emperyalizminin iç siyasal gelişmelere pek çok dolayımla müdahale etmesinin bir “kural” haline geldiğini hesaba katarsak, Türkiye kapitalizminin seyrine yön veren 27 Mayıs darbesine ilişkin ABD’nin hiçbir siyasi bakış geliştirmediği düşünülemez.

İddialardan biri, ABD’nin Menderes hükümetinin son dönemlerinde planlanan, ancak darbe nedeniyle gerçekleştirilemeyen Sovyetler Birliği ziyaretini ABD yanlısı politikadan vazgeçme işareti olarak algıladığı ve darbecilere destek verdiğidir. Darbeden bir süre önce ABD ile DP arasındaki ilişkilerin soğuduğu doğrudur. DP, içeride yaşadığı ekonomik krizi ve siyasi yönetim sorununu ABD’den alacağı desteklerle çözmeyi denedi; bunun için ABD emperyalizminin Avrupa’daki anti-komünist iktidarlara yazdığı açık çekin bir benzerini kendisi için istedi. Ancak o dönem Avrupa’yı “kurtarmak” derdinde olan ABD bu yükü sırtlanmaya değer görmedi. Menderes, içeride yönetememe krizinin üstesinden gelemediği ve huzursuzluğun bürokrasiden aydınlara ve emekçi kitlelere kadar uzandığı bir dönemde pazarlık kozu olarak Sovyetler Birliği’ni kullanmayı tasarladı. Emperyalizm tarafından kendisine karşı güçlü bir kuşatmanın örüldüğünü fark eden Sovyetler Birliği’nin kendisine yakınlaşmak isteyen bir Türkiye hükümetine kredi vereceğinden emindi.

ABD açısından bakacak olursak, Türkiye kapitalizmi gibi sadık bir blok üyesi, içeride ciddi bir siyasi sarsıntı içerisindeydi. Her şey bir yana, DP’nin ipinin çekilmesine göz yumması için bu siyasi kriz bile yeterlidir. Hükümetin Sovyetler Birliği ziyaretinin de, DP’nin ipinin çekilmesinde dolaylı bir etkisi olduğu söylenebilir: ABD, Menderes hükümetinin Sovyetler Birliği ziyaretinin bir tür “bağımsız dış politika deklarasyonu” olmadığının farkındadır. Ancak yönetememe krizi tırmandıkça, DP iktidarının kontrolsüz çıkışlarının başını ağrıtabileceği hesabını kesinlikle yapmıştır. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin bu dönemde, “barış içinde birarada yaşama” politikası gereği emperyalizmi provoke edebilecek her türlü müdahaleden kaçınıyor olmasına rağmen hâlâ gücünü koruması ve Avrupa’daki ilk karşı-devrim atağının sonuçsuz kalması, ABD emperyalizmini risk almamak konusunda oldukça tedbirli davranmaya sevk etmiştir.

ABD’nin Menderes hükümetini gözden çıkarabilmesinde çok önemli bir faktör daha vardır: Pek çok konuda somut bir programdan yoksun ve iç gerilimlerle malul olduğu söylenebilen darbecilerin, ABD ile ilişkiler konusunda son derece kararlı ve yekpare olması. ABD, darbenin getireceği geçici belirsizlik ve istikrarsızlık döneminden korkmuş olabilir; ama darbecilerin Amerikancılığından kuşku duyması için hiçbir neden yoktur.

Darbecilerin anti-komünist blokun öncüsü ABD yanlısı çizgisi sır değildir. 27 Mayıs bildirisinde darbe hükümetinin dış politika çizgisi net bir şekilde deklare edilmiştir: “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadıkız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO’ya bağlıyız.”

Kapitalist bloka aidiyetin bu ölçüde vurgulamasında, kuşkusuz ABD’den duyulan korkunun payı vardır. Darbeciler, ABD’den açık bir onay alana kadar huzura kavuşamadı, ABD’nin 1959 antlaşmasına dayanarak müdahale etmesinden çekindi. ABD’nin darbeye nasıl baktığını öğrenmek için, DP hükümetlerinde dışişlerinde görev yapan, daha sonraları bakanlık koltuğuna oturan ve ABD ile yakın ilişkileri ile bilinen Selim Sarper ile görüşmeler yapıldı; ABD’nin müdahale etmek gibi bir niyeti olmadığı mesajı alındı. Ancak yine de yeni rejimin ABD tarafından tanınmasını garanti altına almak için, Sarper’e dışişleri bakanlığı teklif edildi. Başta belirsizlik nedeniyle çekingen davranan Sarper, İngiltere ve ABD’nin yeni rejimi tanıyan ilk ülkeler olmasıyla beraber, kabinede Fahri Korutürk’un yerini alarak dışişleri koltuğuna oturdu. Bu değişiklikte, “eğitimini” ABD’de alan Alparslan Türkeş’in de katkıları oldu. Nitekim 27 Mayıs hükümetinin bakanlarını halka açıklayan da yine aynı isimdi.

Yeni yönetimin dış ilişkilerinde ABD ayağını sağlama alma kaygısını en çok duyanlardan biri de İnönü’dür. Darbe ertesinde önce MBK Başkanı Cemal Gürsel ile, ardından Dışişleri Bakanı Sarper ile bir görüşme yaparak dış politikada dikkatli olma uyarıları yapan İnönü, NATO ve CENTO’ya bağlılığın hemen açıklanmasının çok isabetli olduğunu ve “huysuz bir müttefik olunmaması gerektiğini” belirtti.1 Anlaşılan Sarper’in Amerikancılığı bile İnönü’nün içini rahatlamaya yetmemişti.

Ancak, başta da dediğimiz gibi, darbecilerin izlenecek dış politikada ABD yanlılığı tercihi bu ölçüde net olmakla beraber, 27 Mayıs hükümetinin programı ile DP hükümetlerinin programlarında “ifade farklılıkları” göze çarpmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, Menderes hükümetlerinin programlarında bloklaşmaya ve sosyalist blokun “düşmanımız” olduğuna dair özel bir vurgu vardır. Buna göre Bağlantısız devletler ve sosyalist blok saldırgan emelleri teşvik etmekte; Türkiye ise buna karşılık barışa hizmet etmekte olan NATO ve Bağdat Paktı içinde yer almaktadır. 27 Mayıs hükümeti programında ise dış politika, bloklaşma ve Soğuk Savaş gibi “dışsal” çerçeveyi eksen almak yerine Türkiye merkezlidir. Kuşkusuz Türkiye’nin kapitalist blok üyesi olduğu bu programda da geçer; ancak bu sefer Türkiye bu blokla uyum içinde “ayrı bir ülke”dir. Örneğin Türkiye’nin “hiçbir ülke ya da gruba karşı düşmanlık hisleri beslemediği ve kendisine karşı gösterilen hakiki ve samimi dostluğa aynen mukabele edeceği” açıklanır. Bununla birlikte NATO ve CENTO yine dünya barışını sağlamanın aracı olarak tanımlanır.

Menderes hükümeti Sovyetler Birliği ile ilişkilerin “mensup bulunduğumuz müdafaa topluluklarından tecrit edilerek mütalâasına imkan yoktur” ve “vaziyeti NATO ve Bağdat teşekkülleri âzası olarak mütalâa edeceğiz” derken; 27 Mayıs hükümetinin programında Sovyetler Birliği ile ilişkilerin düzenlemesinde NATO üyeliği yanısıra komşuluk ilişkilerine de bir hareket noktası olarak yer verilir. Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nin yanısıra Bağlantısızlara dönük söylemde de bir değişim gözlemek mümkün. Öncesinde Bağlantısızlar tamamen sosyalist blokun “uydusu” ve “Hür Dünya”nın savaş açması gereken “bozguncular grubu” olarak tanımlanırken, yeni hükümet Bağlantısız ülkelerle özellikle ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirmekten bahseder.

Bu noktada ilk sorgulanması gereken, 1960’larda NATO’dan çıkılabileceğini bile gündeme getirecek kadar radikalleşen dış politika tartışmalarında 27 Mayıs darbesinin bir öncü rol oynayıp oynamadığıdır. 1960 darbesi bir krize müdahale etti; krizin çözülmesi ardından sıra ülke iç ve dış politikasının yeniden inşasına geldiğinde, gerek emperyalist-kapitalist sistem içi gerekse de emperyalist ve sosyalist sistem arası belli dinamiklerle karşı karşıya kaldı. Bunların bir bölümü kalkınmacılık, planlamacılık, ithal ikamecilik gibi politikaları öne çıkarıyordu. Bu politikalar, 1960’ların güçlü işçi sınıfı hareketinin doğumuna nesnel zemin sundu. Ama kimse bundan hareketle 27 Mayıs’ın güçlü bir sınıf hareketi yaratmak amacını güttüğünü iddia etmedi.

Dış politika söz konusu olduğunda, aynı nesnelliğin karşılığı, “kapitalist-emperyalist dünyanın eşit fertlerinden olmak”tı. Dahası, sosyalist blok ile emperyalizm arası dengeler de 1950’lerden farklıydı. ABD emperyalizmi 1950’ler başlar başlamaz, eski Nazilerin de aralarında olduğu faşistleri vurucu güç olarak kullanarak Doğu Avrupa’da bir karşı-devrim kampanyasına girişti. Bu politika, Doğu Avrupa’da ilk nüvelerini attığı karşı-devrimci kirlenmeye rağmen, komünistleri iktidardan indirmeyi başaramadı. Emperyalizm, Kıta’da bir karşı-devrim için gereken gücün birikmemiş olduğuna karar verdi. Dahası, ilk nükleer denemelerine başlayan Sovyetler Birliği, askeri kapasite alanında da ABD emperyalizmini yakalamak üzereydi. Ayrıca Sovyetler Birliği dış politikası Stalin döneminin son yıllarından itibaren, II. Dünya Savaşı ardından şekillenen kapitalist blokun kendisine karşı yeni bir topyekun saldırısını engellemeye odaklanmıştı. Bu nedenle temel amaç, emperyalizmi ürkütecek bir “devrim ihracı”ndan ziyade, kurulu sosyalist iktidarları korumak ve güçlendirmekti. 1950’lerin karşı-devrimci saldırganlığı da, güçlü bir savunma hattı örme tercihini pekiştirdi. Tüm bu koşullar altında emperyalizm, yeni bir anti-komünist siyaset formüle etme arayışına girdi. 1950’lerin sonlarında NATO’nun, her düzeydeki çatışmada nükleer silah kullanımı öngören doktrinini terk ederek “esnek mukabele doktrini”ne geçişi, bu arayışın bir ürünüydü. Bu değişim ilk bakışta bir askeri stratejinden ibaret gibi görünse de, çok daha geniş bir siyasi açılımın öncüsü oldu. Sosyalist blok ülkelerine ve kapitalist bloka angaje bir dış politika gütmeyeceğini gösteren (bir süre sonra Bağlantısızlar adını alan) ülkelere karşı, Sovyetler Birliği’ni provoke edecek açık bir saldırganlıktan vazgeçilmesi planlanıyordu.

Türkiye kapitalizmi de dış politika tanımında bahsettiğimiz anlamda bir değişime giderken bu çerçeveyi kendine sınır kabul etmiş; dahası, bu sınırları her fırsatta müttefiklere mesaj olarak geçmeye özen göstermiştir. Dış politika yönelimlerinin emperyalizmle uyumluluk tescili olarak bir kere daha Selim Sarper’in Kurucu Meclis’in dış politika tartışmalarında yaptığı açıklamalara bakabiliriz. Sarper, konuşmasında BM çerçevesinde bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkeler grubuna ekonomik ve teknik yardımda bulunulmasına destek olacağını ve Sovyetler Birliği’nin değişen politikasına dayanarak bu ülkeyle iyi komşuluk ilişkileri geliştirilebileceğini belirttikten sonra, bunların NATO ve CENTO’ya olan bağlılığı gevşetmeyeceğinin altını çizmiştir.

Bağlantısızlar ve Sovyetler Birliği ile ilişkileri geliştirme politikasını NATO politikalarına bağlamak, sadece Sarper’in bir zorlaması değildir. İlerleyen yıllarda “onlar ortak, biz pazar” sloganıyla Türkiye burjuva siyasetinin “bağımsız dış politika” söyleminin marjlarını belirleyecek olan Ecevit de aynı kanıdadır:

“Nasıl Türkiye’de Batı ittifakının en sağlam teminatı Türk ulusunun hürriyet ve demokrasiye bağlılığı ise, aynı şekilde, hürriyet ve demokrasi mücadelesi yapan milletleri desteklememiz de, hürriyet ve demokrasi idealine bağlılığımızın tabii bir sonucudur. … Bizim tek emelimiz, … bağımsızlığın, bağımsızlığa sadakatin Batı ittifakı ile bağdaşabileceğini göstermek suretiyle de onlara örnek olmaktır.”2

Ecevit’in Türk dış politikası hakkında kaygılanması için hiçbir neden yoktur. Bağdat Paktı tam da bunun için kurulmuştur!

Diğer yandan, bu “ifade farklılıkları”, düzenin politikasında “angajman düzeyini düşürmek” doğrultusunda hiçbir somut değişimin öncüsü olmadı. İki bloklu dünyanın bağımlı kapitalist ülkelere sağladığı hareket alanı bir nesnel zeminse, Türkiye sermaye iktidarının her adımı bu nesnel zemini daraltıcı bir iradenin dışavurumuydu. Gelenek, Ortadoğu’da Bağdat Paktı ve CENTO ile “Batı ajanlığı”, Afrika’daki sömürgeci yönetimlere BM’de destekçilik Kıbrıs’ta İngiliz-Amerikan çıkarlarının yılmaz savunuculuğu ile 1960’larda da devam etti.3

Düzen, kendi dış politika geleneklerinde tek bir taşı yerinden oynatmamak için, dönemin birçok pro-emperyalist siyasi iktidarını geride bırakan, azami bir çaba gösterdi. Emperyalizmin, esnek mukabele doktrinini açıklamış olmakla beraber, yumuşama politikasının aktif olarak uygulanmasını geciktiren Berlin ve Küba krizleri, geleneksel çizgide milim sapmadan kaçınan Türkiye kapitalizminin eski alışkanlıklarında ısrarı için cesaretlendirici oldu. 1962 yılıyla beraber, geleneksel anti-Sovyetik ve NATO sevdalısı sesler yükselmeye başladı.

Küba füze krizi: “Yurtta savaş, cihanda savaş!”

Küba krizi, Sovyetler Birliği’nin 1962 yılında Küba’ya orta menzilli füzeler yerleştirmesiyle patlak verdi. Sovyetler Birliği, ABD’nin kendine karşı -Türkiye dahil- Avrupa’da ve kimi Ortadoğu ülkelerinde yaptığı askeri yığınağa karşı tepkisiz kalmayacağını gösterdi. Küba’daki füzelerini geri çekmek için, Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin geri çekilmesini talep etti.

Düzen, 1962 yılının ilk ayları itibariyle artan gerilimi, içeride bağımsız ve kapitalist blok politikalarına daha az angaje bir dış politikadan bahsedenlere, dışarıda ise emperyalistlere “Sovyet tehdidi”ni hatırlatmak için bir fırsat olarak gördü. “Sovyetlerin Avrupa’daki genişleme politikasına ve faaliyetlerine hız vermesi dolayısıyla, NATO’nun Türkiye için öneminin bir kere daha ortaya çıktığı” savunulmaya başladı ve “bloklar arası gerilimin yumuşadığı” tezine karşı bir saldırı başlatıldı:

“(Türkiye’nin güvenliğine, H.A.) yönelen tehlike, günümüzde şekil değiştirmiş ve doğrudan doğruya değil, endirekt bir mahiyet almıştır. Ayrıca açık ve tek bir yönden değil, fakat belirsiz veya çeşitli şekillerde ve geniş bir alandan yönelmektedir. Bu ise, birçoklarımıza, bu tehlikenin zayıfladığı veya kaybolduğu sanısını vermektedir. Halbuki, inancımızca, tehlikenin bu şekli çok daha ağırdır. Bu sebeple Türkiye, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve güvenliği ile milli menfaatleri konusundaki dikkatini zayıflatmamak ve bunun için de NATO’ya dayanmak zorundadır.”4

Tüm karşı-devrim tezgahlarına rağmen Doğu Avrupa’dan atamadığı ve askeri güç itibariyle kendisine yakınlaşan Sovyetler Birliği’ne eski tarz saldırganlık politikasıyla yanıt veremeyen emperyalizm için tek çıkar ve makul yol iyi bir pazarlıktı. Bu nedenle gerilimin tırmandığı ve karşılıklı geri adımların atıldığı Küba krizinin hemen ardından, Sovyetlere karşı düzenin öngörü ve beklentilerine uygun bir saldırıya girişileceğine, kapitalist blok açısından gerçekten de bir değişikliğe denk düşen yumuşama politikasına hız verildi.

Bu süreç, Türk dış politikasında ABD ekseninde yaşanan ilk şok olacaktı. Jüpiter füzelerinin pazarlık konusu olduğu bu görüşmeler, hiç kuşkusuz düzen nezdinde büyük bir korkuya yol açtı. Ancak bu korkuyu, “emperyalizmin kendisi üzerinden pazarlık yapabileceğini anlamak” şeklinde formüle etmek yanlış olur. Türkiye kapitalizminin emperyalistlere bakışında bu endişe ve zaman zaman da paranoyanın kökeni, bağımsızlık savaşı ve kuruluş dönemine kadar dayanır. Dolayısıyla yeni olan, emperyalistler tarafından kazık yeme korkusu değil; bu kazığı kapitalist blok ile sosyalist blok arası yumuşamaya meze olarak yemektir. Bir başka deyişle Türkiye kapitalizmini şok eden, ABD’nin Sovyet girişimine karşı geri basarak ve Jüpiter füzelerini kaldırarak, sermaye iktidarının kapitalist blokun vurucu gücü olma hayallerini suya düşürmesidir. Türkiye’de sermaye düzeni, tüm hazırlığını bloklar arası yüksek gerilim hattında yol almak üzere yapmıştır. ABD ve NATO tarafından anti-komünizmin bir diğer açılımı olarak kurgulandığı şüphe götürmeyen yumuşama ise Sovyetleri kuşatmada bu gerilimin kontrollü olarak azaltıldığı bir yoldur. Türkiye kapitalizminin buna adaptasyonu sancılı olacak, aksi yönde zorlamalardan vazgeçmesi için Kıbrıs’ta tokat yemesi gerekecektir.

Diğer yandan emperyalizmden korkunun, Türk dış politikası literatüründe sıkça ileri sürüldüğü gibi, ABD ile ilişkileri ilk defa sorgulamaya yönelttiği tezi baştan sona uydurmadır. İddia edilenin aksine, düzenin çabası ABD ile ilişkilere mesafe koymaya ve dış ilişkilerde alternatif arayışına girişmeye değil, ABD ve NATO’nun Türk dış politikasındaki yeri konusunda içeride ve dışarıda güven tazelemeye odaklanmıştır. Yani ezber bozulmamış; emperyalizmden duyulan korkuya karşı emperyalizme sığınmaktan başka çözüm üretilememiştir. Üstelik 1960’ların buna son derece elverişli uluslararası koşulları altında… ABD’ye “alternatifini ararız” mesajını vermek isteyen bir devlet, neden ABD’nin Küba’ya kriz nedeniyle uyguladığı ambargoya ilk katılan ülke olur ve pazarlık konusu yapılmaktan şikayet ettikten sonra bu kararını gözden bile geçirmez?

Küba krizinin yarattığı “ABD ve NATO’nun Türkiye’ye bakışında bir değişiklik oldu mu” endişelerine karşı Dışişleri Bakanı Erkin’in yatıştırıcı açıklamaları, ne kastettiğimizi açıkça gösteriyor:

“Jüpiter füzelerinin NATO ittifakı savunmasındaki rolünün sona erdiği, NATO’ca kararlaştırıldığı takdirde, …, gerek ittifakın umumî, gerek Türkiye’mizin ferdî güvenliği, en yeni ve en müessir, klasik ve nükleer tertiplerle sağlanacaktır.”5

Bununla da yetinmeyen Erkin, esnek karşılık doktrini ile konvansiyonel savaşların öneminin arttığını ve Türkiye’nin büyük kara ordusuyla stratejik önemini koruduğunu söylüyor. Sermaye sınıfı ve onun temsilcileri, nükleer saldırı tehdidi altına girme ve konvansiyonel savaş “umudunun” sürmesi ile teskin olmaktadır!

Kıbrıs’ta “Türk emelleri”: İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki…

Lozan Anlaşması ile Kıbrıs üzerindeki haklarından tamamen vazgeçen ve Ada’yı İngiliz sömürgeciliğine teslim eden Türkiye Ada’ya 1955 yılında İngiliz sömürge yönetiminin açtığı kapıdan girdi. İngiltere, asıl olarak bağımsızlık sorunun tartışılacağı 1955 Londra Konferansı’na Türkiye’yi de davet etti. Böylece Ada’da yurtseverler ile sömürge yönetimi arasındaki kavga bir Türk-Rum kavgasına dönüşecek ve 1954 yılında -Sovyetlerin de etkin olduğu- BM’ye taşınan Kıbrıs sorunu üç NATO üyesi (İngiltere Yunanistan ve Türkiye) arasında çözülecekti.

Maya tuttu; İngiltere emperyalizminin tüm çabalarına karşı bağımsızlık yolundan döndüremediği Kıbrıs’ta 1960 yılında kurulan cumhuriyet, Ada’daki emperyalist ve faşist kuşatmanın izlerini taşıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti, Garanti Anlaşması ile üç NATO ülkesine teslim edilirken, Kıbrıs anayasası Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arası bölünmeyi kalıcılaştıracak şekilde hazırlandı. 1960 yılında Karamanlis ve Menderes arasında imzalanan “Centilmenlik Anlaşması”nda, iki ülke hükümetinin Kıbrıs’ın NATO’ya girmesini destekleyeceği ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkanı ve Başkan yardımcısını komünist partisi ve komünist faaliyetleri yasaklamak için teşvik edeceği belirtiliyordu.

Kıbrıs’ın bu tarihini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü şu önemli gerçek genelde yok sayılıyor: Kapitalist blok içinde Kıbrıs politikası konusunda hiçbir uyuşmazlık olmasaydı dahi, Kıbrıs bir sorun yumağı haline gelirdi. Çünkü Kıbrıs ile “sorun” sözcüğünü yarım asırdır yanyana getiren, emperyalizmin Ortadoğu ve Akdeniz politikalarında önemli bir yere sahip olan Kıbrıs’ta solun gücüne ve izlenen Bağlantısız dış politikaya tahammülsüzlüğüdür.

Bununla birlikte, anti-komünizm ve Kıbrıs’ı kapitalist blokun egemenlik alanına sokma konusunda aralarında hiçbir uyuşmazlık olmayan taraflar, iş Ada’nın nasıl kuşatılacağına ve kuşatılmış bir Kıbrıs’taki dengelerin nasıl şekilleneceğine geldiğinde farklılaşabilmektedir. Türkiye kapitalizmi de bu çok bilinmeyenli denklemde, kuyruğuna takıldığı ABD emperyalizmi tarafından şamar yemesine yol açacak ölçüde tökezleyebilmiştir.

Tökezlemeden kastımız, Türkiye kapitalizminin emperyalistlerin yeni dönem kuşatma politikasından hiçbir şey anlamamakta direnmesidir. Küba krizi ardından Türkiye’nin yaşadığı şoku tanımlarken, yeni dönem politikalarına adaptasyon sorunundan bahsetmiştik. Türkiye kapitalizmi, hızla uygulamaya sokulan yumuşama politikasını kavrayamamış; Sovyetler’e ve onun varlığından güç alan Bağlantısız ülkelere karşı açık bir provokasyon ve savaş ilanı beklentisini bu defa Kıbrıs’ta üretmiştir.

Türkiye kapitalizmi gözünde sorun oldukça basittir: Makarios, ülke içinde komünistlere göz yummaktadır. AKEL bağımsızlık mücadelesinden gelen prestijiyle Kıbrıslı Rum ve -ısrarla es geçilmesine rağmen- Türk yurtseverler üzerinde önemli bir etki sahibidir. “Kızıl Papaz”, dış politikasında da kapitalist bloka meydan okumakta, Bağlantısızlar hareketinin manevi ve siyasi lideri haline gelmektedir. Ve tabii tüm bu iç ve dış dinamikleri gözeten Sovyetler Birliği Kıbrıs’ı komünistleştirerek, “sıcak denizlere inme” hayaline neredeyse kavuşmak üzeredir!

Türkiye kapitalizmi ve ona baştan itibaren göbekten bağlı olan Kıbrıs Türk liderliği durumdan vazife çıkarmakta, Kıbrıs’ı kapitalist bloka bağlama kararlılığını her fırsatta göstermektedir. Nitekim henüz Cumhuriyet’in ilk aylarında, Kıbrıs cumhurbaşkanı yardımcısı Fazıl Küçük, Makarios’un Bağlantısızlar Zirvesi’ne katılması konusunda yaygara koparmış ve bunu engellemek için veto yetkisini kullanmıştır.

Sorun, Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelere karşı duyarlılığının ABD tarafından paylaşılmamasında değildir. “Sıcak denizlere inme” gibi bir “Türkiye kapitalizmi klasiği” olan uydurmalar bir yana, Kıbrıs’ta durum emperyalistlerin de içini açmamaktaydı. Makarios, ABD gözünde kesinlikle Kıbrıs cumhurbaşkanlığı için arzu edilir bir tercih değildi, bağımsızlık mücadelesinin dayattığı bir zorunluluktu. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Makarios, Bağlantısız dış politika çizgisiyle Ada’nın NATO kontrolüne girmesi konusunda taraflar arasında varılan uzlaşmalara çomak sokuyordu. Makarios’u yola getirmek için emperyalizmin bulduğu çözüm, Kıbrıs’taki faşist-paramiliter örgütleri devreye sokmak oldu. “Anavatanların” siyasi iktidarlarının ve bürokrasisinin yönlendirmesi dahilinde, Ada faşistlerle dolduruldu.

Makarios, emperyalizm liderliğinde yürütülen bu kampanyaların farkındaydı. Makarios’un buna karşı tepkisi, içeride kontrolü kaybetmeyi engellemek için, köklü ilişkilere sahip olduğu Yunanistan bürokrasisi ve milliyetçiliği ile arayı iyi tutmaktı. Nitekim dönemin Yunanistan başbakanı Papandreu ve bürokrasinin buna olumlu yanıt verdiği ve Makarios ile yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir. Makarios’un emperyalist müdahaleden korunmak için ürettiği bir diğer “çözüm” de, Ada’da “komünizmin gelmesini engelleme” vaadiydi. Bu hem Yunanistan devletine, hem de ABD’ye verilen bir mesajdı. Emperyalizm, Makarios’un her iki “çözüm” politikasını da istismar etti; ancak emperyalizmin hiç de uzun vadeli olmayan hesapları komünistleri kontrol etmek değil, yok etmek üzerine kuruluydu. Ada’nın NATO’ya bağlanması kararından geri atmaya ise hiç niyeti yoktur.

NATO’yu bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarına sokmak için ilk açık girişim, Londra Konferansı oldu. Bahanesi ise hazırdı: Özellikle Makarios’un 13 maddelik anayasa değişikliği önergesi6 ile Ada’da tedhiş eylemleri tepe noktasına varmıştı. 1963 yılında ABD ve İngiltere emperyalizminin öncülüğünde ve Yunanistan ile Türkiye’nin katılımıyla toplanan Konferans, Kıbrıs’ta “güvenliğin” sağlanması için 10.000 kişilik bir NATO gücünün görevlendirilmesini öneriyordu. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Türk liderliği bunu kabul etti; ancak gücün NATO’ya bağlı olmasını kesinlikle kabul etmeyen Makarios, bunun yerine BM barış gücü gönderilmesini istedi.

Makarios’un tüm emperyalist baskılara rağmen NATO’ya bu direnci, hiç kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin bağımsız Kıbrıs’a sunduğu destekten ve Makarios’un ülke içindeki siyasi gücünden kaynaklanıyordu. Yaşadığı bu sıkışmada Sovyetler Birliği tarafına yüklenemeyeceğini bilen ABD’ye göre, zayıf halka Makarios’un Kıbrıslı Rumlar üzerindeki etkisiydi. Makarios liderliğini siyaseten felç etmenin yolu, ülke içine müdahale edebilecek daha doğrudan araçlar geliştirmekti. İşte tam bu aşamada, ABD ile yakın ilişki içinde bulunan Yunan faşist Grivas, Yunanistan’daki Kıbrıs İçin Ulusal Konsey başkanlığına getirildi. Yunanistan, ABD’nin onayını alarak, Grivas beraberinde binlerce Yunan askerini adaya çıkardı. Aynı senaryonun diğer başkahramanı TMT ise yine aynı dönemde, Türkiye’den gönderilen faşistlerle birlikte Denktaş öncülüğünde sahneye sürüldü.

Makarios, kapsamlı bir NATO operasyonuyla karşı karşıya olduğunu ve NATO için bundan geri dönüş olmadığını anlamakta gecikmedi. Yunanistan’a ve Türkiye’ye “askerlerini” geri çekmeleri için nota vermekle yetinmedi; Ada’ya NATO garantörlüğü getiren İttifak Anlaşmasını tek taraflı olarak fesh ettiğini açıkladı.

Bunun üzerine emperyalizmin Ada’da geniş çaplı bir siyasi operasyonun düğmesine basması, Türkiye ve Kıbrıs Türk liderliğini cesaretlendirdi. Tüm resmi açıklamalar, gazete yazıları ve makaleler aynı noktaya işaret ediyordu: “Kıbrıs, Sovyet yayılmacılığından ve onun uydusu Bağlantısızlardan kurtarılmalıydı. Londra Konferansı Sovyetlerin sert tepkisi, NATO’yu zayıflatma çabalarının bir kanıtıydı. Sovyetler Birliği, Enosis ve taksimi engellemek istiyordu; çünkü bunlar komünistlerin işini zorlaştıracaktı. Kıbrıslı Rumlar ise Sovyetlerin taleplerine sıcak bakıyordu.”

Kapitalist blok, NATO’yu kovan Makarios yönetimine ve varlığından güç aldığı Sovyetler Birliği’ne karşı şimdi değilse ne zaman savaş açacaktı? NATO onayıyla Ada’ya yapılan en büyük paramiliter-faşist yığınak bunun işareti deği miydi? İnönü, ordu ve hariciye, Türkiye’nin bu ortamda düzenleyeceği bir müdahaleye ABD’nin -en azından sessiz kalarak- onay vereceğini hesap etti.

Ancak bugünden bakıldığında, böylesi bir müdahalenin aynı zamanda Yunanistan ile ipleri gereceği düşüncesiyle Türkiye’nin ve ABD emperyalizminin politikaları arasında bir açı tarif edilir. Buna göre, Türkiye’nin NATO içi bölünmeye yol açacak bir müdahaleyi gündeme alması, Kıbrıs konusunda emperyalizmin tercihlerini yok sayacak ölçüde gözükara olduğunun bir ispatıdır. Oysa Türkiye’yi cesaretlendiren bir diğer faktör de Yunanistan hükümeti/bürokrasisi ile Makarios arasındaki ilişkilerin kontrolsüz bir hal almaya başlaması ve ABD’nin buna yönelik tepkisinin sertleşmesiydi. Makarios’un İttifak Anlaşması’nı feshetmesinden yaklaşık bir ay sonra Makarios ile Papandreu hükümeti arasında bir anlaşma yapıldı ve Kıbrıs sorununa Türkiye-Yunanistan arasında ya da NATO içinde değil, BM kanalıyla çözüm bulunmasını kararlaştırdılar. Ada’yı kontrol altında tutmanın bir aracı olarak NATO üyesi Yunanistan’ın Kıbrıs’taki bağlantılarını destekleyen ABD açısından bu anlaşma, ilişkilerin rayından çıkarak Makarios lehine işlediğinin bir işaretiydi. Papandreu açısından ise bu bağlantılar, iç politikada hükümetin elini güçlendiriyordu. Ayrıca Kıbrıs konusunda NATO içinde de bir pazarlığın yaşanacağını düşünen Yunanistan, dönemin uluslararası ortamının avantajlarını kullanarak pazarlık gücünü arttırmaya çalışıyordu. Oysa ABD’nin, kapitalist blokun en sağlam halkası olan -ve bu nedenle de en sadık olması beklenen- Doğu Akdeniz’de detant usulü bu tür bir “ince siyasete” tahammülü yoktu. Nitekim Johnson mektubundan sadece birkaç gün önce ABD Başkanı Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi durumunda kayıtsız kalacaklarını ima etti!7

Kıbrıs’ta bu tür gelişmeler yaşanırken, İnönü için Kıbrıs’a yönelik bir Türkiye müdahalesinin ABD tarafından destek bulması doğaldı. Eğer NATO ittifakını bozmak yüzünden bedel ödeyecek biri varsa, o da Yunanistan olacaktı. İnönü “doğal” olan seçeneği aynı zamanda güçlü kılmak için, yine “onay makamı”na başvurdu: Dışişleri Bakanı Erkin’in itirazlarına rağmen, 6 Haziran’da müdahale planlandığını 4 Haziran’da ABD’ye iletti. Ama hemen ardından gelen Johnson mektubuyla sarsıldı. Başkan Johnson, Türkiye NATO’yu devre dışı bırakıp Kıbrıs’a bir askeri müdahalede bulunursa, 1949 Anlaşması’yla ABD tarafından sağlanan silahların kullanılmasına izin verilmeyeceğini, üstelik olası bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’nin yanında bulunmayacağını söylüyordu. ABD emperyalizminin korkusu şimdiye kadar BM düzleminde Kıbrıs’ın bağımsızlığını korumak dışında soruna müdahale etmeyen Sovyetler Birliği’nin göstereceği tepkiydi. Dahası, bu müdahalede Ada’da da emperyalizmin işini zorlaştıracak, güçlü bir anti-emperyalist damara sahip Kıbrıs halkını ayağa kaldıracaktı.

İnönü’nün bu mektuba verdiği yanıt, Türkiye’nin ne tür bir hayal kırıklığı yaşadığını net bir şekilde resmetmektedir. İnönü, NATO’nun devreden çıkarıldığı ve Türkiye’nin tek taraflı müdahale ettiği eleştirisine karşı, son derece haklı olarak, “baştan beri NATO ve ABD/İngiltere ile müzakare halindeydik” yanıtını verdi. Dahası, NATO ittifakını bozanın Yunanistan olduğunu, NATO’nun geleceği için asıl bunun cezasız kalmaması gerektiğini söyledi. Diğer yandan Johnson mektubunda Türkiye’yi en çok sarsan uyarı, Sovyetlerle ilgili bölümdü. Türkiye kapitalizmi, tüm dış politikasını Sovyet düşmanı bir NATO üyesi olmak üzerine kurmuşken; ABD, bir NATO operasyonunda Sovyetler’e karşı Türkiye’yi desteklememekten bahsediyordu.

İnönü, eğer gerçekten demişse “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” derken hayalindeki dünya, Türkiye’nin NATO adına inisiyatif aldığı tüm saldırılarda ABD emperyalizmi tarafından koşulsuz desteklendiği bir dünyadır! Ancak bu tür bir destek için, sadece niyette değil, işte de uyum gerekir. Türkiye kapitalizmi emperyalistleri Ada’da yükselen tehlikeye ikna edemediği oranda, kendisi “ikna oldu”. Ancak bu ikna sürecinin sancıları, İnönü ve Papandreu hükümetinin defterden silinmesine maloldu. Nitekim, tek neden bu olmasa da, iki hükümet de yaklaşık bir yıl içinde yerlerini daha uyumlu hükümetlere bıraktılar.

Bir başka deyişle, Johnson mektubu ardından iddia edildiğinin tersine, Türkiye’nin Kıbrıs politikası ile ABD politikası arası mesafe açılmadı. Aynı yıl içinde yapılan Washington görüşmelerine, ülke içinden yükselen katılmama çağrılarına rağmen katılan Türk hükümeti, “sorunun NATO içinde ele alınması” kararına destek verdi. Bu mesaj, aslında sorunu BM’de ele almaya devam eden Yunanistan’a verilmiş bir uyarıydı. Ardından Cenevre görüşmelerinde daha da ileri giderek Acheson planını kabul etti. Plan, Türkiye’ye verilecek küçük bir üssün dışında, Ada’nın enosisini öngörüyordu. İnönü, Yunanistan’ın “ihanetine” rağmen “yediği kazığın” acısını, Yunanistan’dan daha Amerikancı bir politikayla çıkardı!

İnönü hükümetinin ardından gelen Demirel hükümeti de Kıbrıs politikasını NATO ile “fiili uyum” çizgisine çekmeye devam etti. 1965 yılından itibaren Yunanistan-Türkiye görüşmeleri için hazırlıklar başladı. Bu görüşmeler, Türkiye’nin Ada’ya tektaraflı olarak müdahale etmeyeceğinin deklarasyonuydu. Nitekim Denktaş’ın başında olduğu TMT ile Türk hükümeti arasındaki ilişkiler son derece gerginleşti; Kıbrıs Türk liderliği Türkiye karşıtı gösteriler düzenledi. Ancak “emir büyük yerden”di; izlenen rota değişmedi. Demirel, Makarios’un Kıbrıslı Türklere dönük ambargoyu kaldırma, federasyon kurma vs. gibi önerilerle beraber görüşme talep etmesine rağmen, Kıbrıs sorununa Yunanistan’daki ABD destekli faşist cuntayla işbirliği içinde “çözüm” bulmaya kararlıydı.

Bu arada gerçekleşen 1967 krizi ise, NATO desteğiyle palazlanan Kıbrıslı Rum ve Türk faşistlerinin provokasyonuyla başladı. Çünkü Türkiye ve Yunanistan’ın NATO öncülüğünde başlattıkları görüşmeler, bu güruhun alanını daraltıyordu. Tedhiş eylemlerinin yeniden tırmandığı bu dönemde Ada’daki faşistlere “anavatanlar”dan destek geldiği doğrudur. Ancak doğrudan bu ülkelere bağlı faşist örgütlerin Yunanistan ve Türkiye devleti içinde kendilerine arka çıkacak bağlantılar kurmuş olmalarına şaşırmamak gerekir. Dahası, Türkiye ve Yunanistan’ın en yakın işbirliği durumunda bile karşı karşıya gelmesi de son derece doğaldır. Çünkü iki taraf da gösterecekleri en ufak bir zaafın ağır bir maliyeti olacağını bilmektedir ve NATO ittifakının emperyalistlerden “kazık yemeyi” önlemeyeceğini bilecek kadar da NATO’cudur! Asıl önemli olan bunun, iki tarafın da bilinçli olarak gerginliği azaltması sayesinde, NATO hamiliğinde yürütülen işbirliğini sekteye uğratmamış olmasıdır.

Bununla birlikte, Demirel hükümeti Kıbrıs’ta elini güçlendirmek için Sovyetler Birliği ve Bağlantısız ülkeler nezdinde ziyaretler gerçekleştirdi. Ancak bunu NATO’ya rağmen veya NATO politikalarına alternatif bir açılım olarak görmek yanlıştır. Herşeyden önce, 1967 yılında NATO, Harmel Doktrini’ni açıklayacak ve kapitalist blok üyesi ülkelere “sosyalist blok üyeleriyle ikili ilişkilerinizi geliştirin” talimatını verecektir. Dolayısıyla, biraz siyasi aklı olan her öznenin yapacağı bir dış politika açılımına kalkışmak için dahi Türkiye kapitalizmi, emperyalistlerden işaret almayı beklemiştir.

Sosyalist blok üyeleriyle ekonomik ağırlıklı ilişkiler geliştirirken ise, her fırsatta dış politikada kapitalist bloka bağlılığını dile getirmiştir. Kuşkusuz bunu yaparken, Sovyetler Birliği’nden ve Bağlantısızlardan destek arayarak, Kıbrıs politikasındaki (daha doğrusu BM’deki) yalnızlaşmasını aşmaya da çalışacaktır. Ancak Sovyetler Birliği’nden BM’de destek isteyen Demirel hükümetinin Yunanistan’daki faşist Albaylar Cuntası ile hazırladığı NATO tezgahları hiçbir pürüze uğramadan ilerleyecektir. ABD emperyalizminden ise Türkiye’nin sosyalist ve Bağlantısız ülkelerle görüşmelerine dair en ufak bir uyarı dahi gelmeyecektir.

Emperyalizm, Kıbrıs’ta tüm siyasi iradesini NATO lehine bir çözüm için seferber eden Türkiye kapitalizminin Yunanistan’a karşı elini güçlendirme çabalarından neden rahatsız olsun ki Üstelik bu çabalarını aynı zamanda ABD emperyalizminin gözüne girmek için, “NATO politikalarına ne güzel adapte oluverdik” dalkavukluğuyla yapan bir Türkiye’den… ABD emperyalizmi, Türkiye sermaye iktidarının güçlenen elini emperyalist politikalara çomak sokmak için kullanmayacağını anlayacak kadar deneyim biriktirmiştir.

NATO’cu Türk dış politikasında bir “iç mihrak”: Türkiye solu

Düzen dış politikada “özerk hareket etme” esnekliğinin olduğu dönemlerde ve başlıklarda dahi son derece kontrollü adımlar atarken bu kontrollülük, bağımsız dış politika tartışmalarını engelleyemedi. 1960’larda, özellikle de Kıbrıs’ta yenilen ABD tokadından sonra, dış politikanın toplumun geniş kesimlerinde tartışılır hale gelmesi, dış politika üzerinde sermaye düzenin tekelini kırdı. Dış politikayı siyasi tartışmaların dışında, istediği gibi at koşturabileceği bir alan olarak gören düzen telaşa kapıldı. Öylesine ki, Kemalizmi bile bir ideolojik dayanak yapmaktan korkar hale geldi, Türkiyeli yurtseverlere anti-Sovyetizm dışında “sistematik” bir vaatte bulunamadı.

27 Mayıs’ın içine doğduğu dünya nesnelliğini üzerinde hisseden Türkiyeli aydınlar, henüz 1960 yılında Türk dış politikasında yeni arayışların peşinden gitmeye başladı. Temelde Sovyet “tehdidinin” azaldığı gibi bir “dünya gerçekliği”ne dayalı pragmatizmden beslenen bir “yeni dış politika” tartışması doğdu.

Özellikle aydınlar arasında etki yaratan bu tartışmanın hangi eksende döndüğünü anlamak için, dönemin önemli dergilerinden Forum’daki bir yazıya bakabiliriz. 15 Aralık 1960 tarihli Forum’da çıkan imzasız bir yazı, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası bir Sovyet tehdidiyle karşı karşıya bulunduğu için Batı blokuna angaje bir politika8 izlemek zorunda kaldığı teslim ediliyor; ancak 1950’lerle birlikte uluslararası sistemin yeniden yapılandığı ve iki kutuplu sistemin dağılmaya başladığı iddiasından hareketle, artık tarafsızlık politikasının Sovyet emellerine yaradığı endişesinin yersizleştiği savunuluyordu. Dolayısıyla yeni dönemde tarafsız devletlerle ilişkileri güçlendirmenin ve kapitalist blok içinde kalmakla beraber, komünist ülkelere karşı daha gerçekçi bir politika izlemenin gerektiği iddia ediliyordu. Dahası, ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin Türkiye savunmasını yeterince garanti altına aldığından hareketle, Bağdat Paktı gibi Türkiye’yi “Batı’nın ajanı” gibi gösteren örgütlerin milli menfaate hiçbir ek katkı sunmadığı söyleniyordu.9

Dolayısıyla 1960 darbesiyle gündeme gelen “yeni dış politika”nın bu ilk dönem eleştirisi, ne kapitalist bloka aidiyeti, ne “Sovyet tehdidi” argümanını, ne de ABD ile ikili ilişkileri karşısına alıyordu. Eleştiri, dış politikanın eski dönem angajmanlarından kurtulamamış olmasına ve bu angajmanların kapitalist blok üyesi bir ülke olan Türkiye’nin etkin ve gerçekçi bir politika izlemesini engellemesine karşıydı.

Ancak Türkiye kapitalizminin başını ağrıtan asıl gelişme, dış politika tartışmalarının “ideolojikleşmesi” oldu. Kuşkusuz “ideolojikleşme” de yine kalkınmacılığın, planlamacılığın, Sovyetler Birliği’nin, Nasırların yükseldiği bir dünya gerçekliğinden esinleniyordu. Ancak artık dış politika bir ideolojik tercih olarak anlam kazanıyordu. Bu ise, bir yandan 27 Mayısçılığın bünyesinde taşıdığı devrimci demokrat damarın, diğer yandan -bu damardan da beslenerek- yeniden bir kuruluş sürecine giren sosyalist hareketin açtığı kanallar üzerinden gerçekleşti.

1960’larda filizlenen ve temelde Yön hareketi üzerinden kendi kanalını yaratan devrimci demokrat damar, diğer başlıklarda olduğu gibi dış politikada da bir tür Kemalizm-sosyalizm sentezine başvurdu. Yön’e göre Türk dış politikası, “kompradorların”, Sam Amcacıların, “sahte milliyetçilerin” ipini çekmekle, tekrar Atatürk dönemi dış politikasına geri dönmekle kurtarılacaktı.

Ordu gibi düzen kurumlarını, sermayenin farklı bölmelerini vs. de “milli cephenin” unsuru sayan bu demokratik devrimciliğin ne bugünün ne de 1960’ların Türkiyesi’nde hiçbir gerçekçiliği yoktur. Dahası, 1960’lar solunun Kemalizm ile, milliyetçilikle bulaşık olduğu eleştirisi de doğrudur. Ancak burada sorun, ulusal çıkar, ulusal onur gibi kavramların milliyetçilikle “kaçınılmaz buluşması” değil; dönemin Türkiyesi’nde güçlü bir geleneksel solun yokluğudur.

TİP’in aydınlar, emekçiler, alt düzey bürokratlar üzerindeki 1960’lara damga vuran etkisi, bunun çözümü olmaya yetmedi. Pek çok açıdan Türkiye solu için bir eşik olan TİP’in 1960’lara MDD-SD ayrışmasını henüz aşmamış bir siyasi hareket olarak girdiğini unutmamak gerekir. Kısacası Türkiye sosyalist hareketinin talihsizliği, bu döneme devrimci demokrat dinamiklere yön verebilecek bir teorik ve ideolojik donanımla girememiş olmasıdır.

1960’ların siyasi ayrışmalarında bu eksiğin sosyalist siyaset adına önemli sıkıntılar yaratacağı açıktır. Bağımsız dış politika tartışmalarında düzen içi çatlakların ve buradan kopuşların ağırlığı siyasetin kanunu gereği, sosyalistlerin bu çatlaklara yönelmesine yol açtı. Böylesi olanaklar, sınıfsal ve programatik netliğe kavuşmuş bir sol için bulunmaz fırsattır. Ancak bu çatlaklarda ağırlığı hafife alınamaz bir devrimci demokrat damarla karşı karşıyayken, sırtındaki MDD yükünü atamamış bir sosyalist hareketin de, tersinden çatlaklara sızarken deformasyona uğraması da kaçınılmazdır.

Tüm bu zaaflarına rağmen, Türkiye sosyalist hareketinin bu çatlaklarda yarattığı siyasi etki önemsenmelidir. TİP’in “milli çıkar” kavramını kullanmasına “Kemalizmin sızması” deyip geçmek haksızlık olur. Kemalizmin, dönemin her tür bağımsızlıkçı söyleminde ana eksen olduğu doğrudur. Çünkü “ulusal bağımsızlık” eksenli çıkışların tarihsel referans arayışına girişmesi doğaldır. Türkiye solu 1960 yılında geriye baktığında, burjuva devriminden başka bir tarihsel referans bulamadı. Ancak “milli çıkar” denildiğinde akla NATO’dan çıkmanın, ABD ile ikili anlaşmaları fesh etmenin, üsleri kapatmanın gelmesi sosyalistlerin kazanımıdır. Bir başka deyişle, sosyalistler de Kemalizme “sızmıştır”. Türkiye kapitalizmi 1960’lar boyunca, ne zaman Bağlantısızlarla ilişki kurma denemesinde bulunsa, ne zaman “milli çıkar”dan bahsetse, bunu ulusal bağımsızlık hareketinin ideolojik mirasına dayandırmaktan çekinmiştir. Bu çekingenliğin nedeni, sosyalizmin düzen içi bir bağımsızlıkçılığı da kendine çeken gücüdür.

Bugün Türkiye’de yükselecek bir anti-emperyalist, yurtsever hareketin en büyük sorunu, 1960’lardan farklı olarak, sosyalizmin geniş bir kitlesellikle buluşmasını sağlayacak çatlakları büyük ölçüde bizzat yaratmak zorunda oluşudur. Ancak diğer yandan Türkiyeli yurtseverlerin en büyük talihi de, yükselen bir ulusal onur ve bağımsızlık kavgasına rengini çalabilecek tek ideolojinin komünizm olmasıdır.

Dipnotlar

  1. Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, 1997, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 43.
  2. Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, 1997, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 38.
  3. BM’de Cezayir’in bağımsızlığı oylanırken, Türkiye kapitalizminin Fransa ile birlikte bağımsızlık aleyhine oy vermesi, bu kirli geleneğin örneklerinden biridir.
  4. Fahir H. Armaoğlu, Suat Bilge, İlhan Unat, Mehmet Gönlübol, Türkiye ve NATO, Forum, 15 Nisan 1962, s. 12.
  5. Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, 1997, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 113.
  6. Makarios, 30 Kasım 1963’te Kıbrıs Anayasası’nın 13 maddesi üzerinde değişiklik istediğini açıkladı. Değişiklik isteğinin nedeni, anayasada toplumlararası bölünmeyi kalıcılaştırmak için konulan maddelerin devlet işleyişini aksatmaya başlamasıydı. Örneğin Fazıl Küçük, veto yetkisini kullanarak Makarios’un Bağlantısızlar zirvesine gitmesini engelleyebiliyordu. Ya da vergi toplamaya, belediyelere ilişkin kararlarda işine gelmeyen taraf veto yetkisini kullanıp devleti kilitleyebiliyordu.
  7. Melek M. Fırat, 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, 1997, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 140.
  8. Örneğin yazıda, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki gerilimden faydalanarak, ikincisiyle daha yakın ilişkiler kurabileceğinden bahsedilmektedir.
  9. Dış Politikamız Üzerine, Forum, 15 Aralık 1960, Sayı 161.