Yeni ve “Yeni”

Hepimiz biliriz: Marksistler, komünistler, yeninin yanındadırlar. Tarihin insan topluluklarının gelişimini yeni ile eskinin savaşımı olarak görürler, ilerlemenin yönünün her zaman yeni doğandan, gelişenden yana olduğunu saptarlar. Bu noktada da, tarihsel gelişmenin nesnel yasaları, komünistlerin sınıfsal tavır alışlarıyla çakışmakta, böylelikle de işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün bilimsellikle üstüste düştüğünü parlak bir biçimde kanıtlamaktadır.

Gerçekten de, toplum bilimlerinin ve tarih bilimlerinin durmaksızın gösterdiği şey; toplumsal yaşamda eskinin içinde doğup gelişen, eskiyle çatışarak serpilen ve utkuya ulaştığında, ait olduğu süreci tarihsel sarmalın bir üst basamağına sıçratan yeni’nin haklılığıdır. İşçi sınıfı da kapitalist sosyo-ekonomik formasyonun yeni yanıdır. Gelişmenin yönünü belirleyen, geleceği elinde tutan odur.

Öyleyse, toplumsal pratikte marksistler hep en yeni olana sarılırsa, toplumsal yaşamın karmaşıklığında hiç yollarını şaşırmazlar diyebilir miyiz? İşin özü bu kadar basit değil. Öncelikle yeni’nin ne olduğunu saptamak bu noktada önem kazanıyor.

Her “yeni” adını alan yeni değildir

İlk belirtilmesi gereken nokta, yeni’nin saptanmasında kronolojik sıralamanın ölçüt kabul edilemeyeceğidir. Gene çok bilinir, toplumsal ilerleme düz bir hat izlemez, zigzaglara, geri dönüşlere, hatta tümden çöküşlere de rastlanır. İlerleme çizgisindeki bir geri dönüş, kendinden önce gelen yükselişten tarihsel olarak daha sonra gerçekleşir, yani geri gidiş, tarih olarak “yeni” olabilir. Örneğin, toplumsal ilerlemenin en korkunç geri dönüşlerinden biri olan Nazizm olgusu Almanya’da Spartakistler’in 1918 Devrimi’nden 15-20 yıl sonra yüzünü göstermiştir. Tarihsel olarak daha sonra gerçekleşmiş olmasına karşın toplum açısından “yeni” değildir. Şili’deki faşist darbe, Rusya’da Stolipin gericiliği gibi bir dizi örnek sıralanabilir, ama en somutu ülkemizdeki 1980 darbesi olacaktır. 12 Eylül ertesindeki uygulamalar, örneğin, toplumumuzun 1979 yılında yaşadıklarına göre tarih olarak daha sonradır ama “yeni”yi temsil etmez.

Öte yandan, ilk çağdaki Eski Yunan maddeci düşünürlerinin dünyaya ilişkin görüşleri Aquino’lu Thomas’ın bugün tüm Hıristiyan dünyasının resmi felsefesini oluşturan din felsefesinden çok daha “yeni”dir. Ya da Karl Marx’ın felsefesi, tarih olarak yaklaşık bir yüzyıl geriye dayanmakla birlikte Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesinden daha “yeni”dir.

Demek ki marksistler, genel gelişme bakımından “yeni”yi taşımalarına “yeni”den yana olmalarına karşın, her yeni çıkan sürece ya da görüşe alkış tutan moda düşkünleri değillerdir. Marksistler açısından “yeni”, ele alınan her süreçte, ilerleme açısından o sürecin geleceğini elinde tutandır.

“Yeni”, bilimsel olmalı bilimle çatışmamalı, bilimsel olarak kanıtlanabilmeli, bilimi uyumlu bir biçimde kullanabilmelidir.

“Yeni”, ilerlemenin doğrultusunda olmalı, ileriye doğru gidişi hızlandırmalıdır.

İşte tarihsel materyalist “yeni” anlayışı, bu içeriğiyle, kronolojik “yeni” anlayışından ayırdedilir.

“Yeni” kavramını irdelerken, onu bir de demagojik, pragmatik “yeni” söyleminden ayırdetmek gerekiyor.

Toplumsal yaşam, gerçekten yeni olanın haklılığını üstünlüğünü o kadar açık bir biçimde göstermektedir ki, “yeni” kendiliğinden iyi, güzel, yararlı gibi nitelemeleri içselleştirmektedir. Dolayısıyla kimse doğrudan “yeni”ye karşı eskiden yana olduğunu söyleyememekte, “yeni” kavramının taşıdığı saygınlıktan yararlanabilmek için onu kendine maletmeye çalışmakta, bunun için de zorunlu olarak “yeni” kavramını tahrif etmektedir.

Oldukça kaba bir örnekleme yaparsak, T. Özal ve ANAP yetkilileri bir çok kez kendilerinin “yeni” bir parti olduklarını, yeni görüşler öne sürdüklerini, yeni işler yaptıklarını söylediler, söylüyorlar. “Yeni” olmanın avantajını kullanmaya çalışıyorlar. Görünürde gerçekten de gerek tabela olarak gerekse kimi kadroları bakımından ANAP yeni bir parti gibi görünüyor. Oysa ANAP’ın ne öne sürdüğü görüşler ne de uygulamaları “yeni” değildir: İdealist, tutucu bir dünya görüşünün yanında, büyük tekellerden yana bir politika ve çalışanlara karşı tavır alış. Öz olarak bunların hangisi “yeni” sayılabilir?

Aynı pragmatist yaklaşıma çağdaş revizyonistlerde de rastlıyoruz. Marek, Fischer, Garaudy gibileri, toplumdaki “yeni” gelişmelere paralel olarak marksizmi de “yenilemek” adına yola çıkmalarına ve görünürde çok “yeni” görüşler öne sürmelerine karşın, aslında 1900’lü yılların başında Lenin’in gerek teorik gerekse pratik olarak yanlışlığını kanıtladığı Bernstein’ın görüşlerini ısıtıp yeniden sürüyorlar. Özde “yeni” bir şey yok.

“Yeni” kavramının üstünde bunca durmam nedensiz değildir. Bir zamandır, komünist ve işçi hareketinin önüne “yeni politik düşünce” adı altında değişik görüşler getiriliyor, “yeni” politikalar öneriliyor. Bu düşünceleri ele almak tartışmak kaçınılmaz oluyor. Teorik açıdan “yeni” anlayışın gerçekten yeni olup olmadığı, ilerlemeye ivme katıp katmayacağı bilimselliği tartışılıyor. 10 Eylül sayfalarında da bu konuyla ilgili teorik değerlendirmeler çıkıyor. Benim burada yapmak istediğim şey, konunun ülkemizle ilgili birkaç noktasına dikkat çekmek.

Kimse hatalarını marksizme fatura edemez

Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de komünist hareket hiçbir zaman yanlışlardan tümüyle arınmış ideal bir durumda olmadı, olamazdı. Üstelik hareketin henüz emekleme döneminde olduğu, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşemediği Türkiye’de doğal olarak önemli yanlışlar da yapıldı. 1980 darbesi ardından gelen yenilgi ortamında, yıpranan, acı çeken, güveni sarsılan kadrolar daha önce görmedikleri ya da idealizasyon nedeniyle görmek istemedikleri yanlışları ani ve sert bir biçimde bilince çıkardılar. Herkes her şeyi sorgular oldu. Bu doğaldır. Yenilgi dönemleri, hem güç toplama, hem de yanlışlardan ders çıkarma dönemleridir.

Ancak örgütlü bir biçimde yanlışlardan ders çıkarmak yerine kolay yol seçildi. Geçmişte yapılan herşey birkaç kişinin yeteneksizliğine ve ağırlıklı olarak teoriye yüklendi; sanki geçmişte yapılanlar harfiyen teoriye uygunmuş gibi. Böylelikle herkes, her uygulama konusunda aklanmış oldu.

Örneklemeye çalışayım; 1980 öncesi çalışmalarda inisiyatif ve yaratıcılığa yeterli önem verilmediği, insanların sadece söyleneni yapan askerler haline geldiği, kadro politikasında da, kişisel bilgi deneyim ve yeteneklerden çok, verilen işi eleştiri süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan, yaratıcı düşünmeden uygulayanların öne çıkarıldığı çok kimse tarafından haklı olarak dile getiriliyor. Aynı biçimde, insanlara faydacı bir anlayışla yaklaşıldığı yönünde yaygın ve haklı bir kanı var. Gerçekten de gerek kadro politikasında, gerek kişisel yaratıcılığa karşı alınan tavırda, gerekse insanlara yaklaşımda büyük yanlışlıklar yapıldığı ortada.

Bu noktada, “yeni politik düşünce”yi savunanlar; “eski anlayışımızda birey yerine kollektifi çok fazla öne çıkarıyorduk, insanların bağımsızlığına yeterli önemi vermiyorduk, bunun nedeni de teoride kollektifin bireye göre çok daha önemli yer tutmasıydı” diyorlar. Böylelikle hata marksizme yükleniyor. Oysa marksizm, tarihte kişiliklerin önemli rolünü her zaman kabul etmiştir. İnsana en çok değer veren, hümanizmi bilimsel temellerine oturtan, bizzat varoluş nedeni insan olan marksizm olmuştur. Leninci parti öğretisinin kadro politikası hiç bir zaman “evet efendim”ciliğe prim vermemiştir, aksine kişisel inisiyatif ve yaratıcılık parti öğretisinin kadrolarla ilgili başta gelen kavramları olmuştur. Dolayısıyla burada sorgulanması gereken teori değil, teoriyi ülke toprağında yaşama geçirmekte birinci derecede sorumlu olanlardır.

Bir başka eleştiri de partinin bağımsız bir teorik yaklaşım oluşturamaması Sovyet bilim adamlarının söylediklerini tekrarlamaktan öteye geçememesi aynı biçimde kadroların da teorik açıdan yeterli düzeye ulaşamamış olmasıydı. Bu eleştiriye karşı da “yeni politik düşünce” yandaşları şöyle bir mantıkla yanıt getirmeye çalışıyorlar: “Eskiden marksizmi değişmez bir yasa ve ilkeler bütünü olarak kabul ediyorduk. Bu nedenle de temel anlayışları tekrarlamakla yetiniyorduk. Artık kendi omuzlarımızın üzerinde kendi başımızı taşımalıyız.” Suç gene teorinin; marksizm değişseydi biz de bağımsız düşünebilirdik denilmek isteniyor.

Oysa marksist-leninistler, belirli bir konuda değişik görüşlerin ortaya çıkmasından hiçbir zaman korkmamışlardır. Tersine, tartışmaların teoriyi geliştireceğine inanmışlardır. Marx ve Engels’in döneminde Komünistler Ligası’nda yapılan tartışmaları, Lenin’in yapıtlarının büyük çoğunluğunun polemik yazıları olduğunu anımsamak yeter.

İşin ilginç bir yanı da, artık omuzlarının üzerinde kendi başını taşımak gerektiğini öne sürenlerin, bugün de Sovyet bilim adamlarının söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey yapmıyor olmalarıdır. Yeni stratejinin en yetkili ağzı, yeni politikayı savunurken “onaylanmış” olduğunu özellikle vurguluyor.

Kadroların teorik düzeyinin yükseltilmesine önem verilmemesi, görüşlerin tartışılmasından kaçınılması, teoriden değil daha çok yönetimde sorumluluk alanların kendi teorik düzeylerine güvenememelerınden kaynaklanmıştır.

Yönetim, işleyiş ve kadro politikalarına ilişkin eleştiriler parti içi demokrasi noktasında odaklaşıyor. Gerçekten de, geçtiğimiz dönemde, hep koşullar öne sürülerek, demokratik mekanizmalar işletilmemiş, seçim yerine yaygın biçimde atamalar yoluna gidilmiş, buna karşı çıkıp çıkmamak da partiye güven sorunu olarak geçiştirilmiştir. Bunun sonucu olarak da toplanan kongre ve konferanslar temsili olamamış, kollektif irade parti yönetimine yansıyamamıştır. İnsanlar politikanın üretilmesinde kendi katkılarını yapamamışlardır.

Bütün bunların suçu da Leninci parti öğretisinde bulunuyor, demokratik merkeziyetçiliğin yerine “demokratiklik” geçiriliyor ve “çağdaş, yasal, yığınsal” partiden söz ediliyor. Oysa yanlışlık demokratik merkeziyetçilik ilkesinde değil bu ilkenin uygulanmamasındadır. Yanlışlığın sorumlusu Leninci parti değil, partinin Leninci olamamasıdır. Lenin’in partisindeki parti içi demokrasiyi, temsil ilkesinin uygulanışını, canlı tartışmaları anımsamak yeter. Çözüm, yenilik adına demokratik merkeziyetçiliği inkar etmekte değil, onu yaşama geçirmekte yatıyor.

Geçmiş dönemde, kendi dışımızdaki sol güçlerle ilişkilerimiz, bu konuda yapılan yanlışlıklar da sorgulanıyor. Hiç bir sol güçle kalıcı bir birlik kuramamak bir yana, neredeyse tüm sol güçleri kendimize karşı ortak bir platformda birleştirmeyi başarmak üzereydik. Bu neden böyle oldu? Yenilenmecilere sorarsanız, marksist-leninist öncülük ve hegemonya anlayışı yüzünden dar sınıf çıkarları ve sol sekter politikalar yüzünden böyle oldu. Suç teoridedir, öncülük anlayışını ve sınıf çıkarlarını bir yana atmadan sorun çözülemez. Oysa marksist-leninist öncülük anlayışında dayatmacılığa hiç yer yoktur. Öncülük bir Tanrı vergisi değil, ulaşılması gereken bir niteliktir. Buna ulaşmanın yolu da birlikler bağlaşıklıklar kurmaktan geçer bağlaşıklara güven vermekten geçer. Kendi siyasal anlayışımız dışındakileri sedikaları atarak, demokratik kitle örgütlerini “ele geçirerek” öncülük gerçekleştirilemez. Bu, tam da marksist-leninist öncülük anlayışının inkarıdır. Yanlışlık öncülük anlayışında değil, tersine bunun kavranıp yaşama geçirilemeyişindedir. Nitekim bugün “yeni politik düşünce” savunucularının pratikte aynı tutumları sürdürmeleri de, teoriyi inkar etmelerinin onlara pek bir şey sağlamadığını göstermektedir.

Kadroların sekter yaklaşımları somut bir gerçeklikti ama bunun nedeni parti politikasının “sol sekter” olması ya da dar sınıf çıkarları değildi. Birinci olarak, teorik düzeyin düşüklüğü kadroların sınıf çıkarlarını kavramalarını adeta olanaksızlaştırıyor bu bağlamda da esnek politikalar uygulayabilmelerine zemin kalmıyordu. Yani sorun dar sınıf çıkarlarıyla körleşmiş olmak değil, tam sersine sınıf çıkarlarını kavrayamamış olmaktı. Bir sınıfın çıkarı hiçbir zaman kendini tecrit etmek olamaz. Politik kavrayışa ve esnekliğe sahip olamayan kadrolar ise, ancak yukarıdan gelen emirlere uyan dediğim dedik insanlar olabilirdi. İkinci olarak, o gün mevcut olan (ve Leninci olmayan) kadro politikası nedeniyle insanlar ne denli “sert” ve “uzlaşmaz” olurlarsa o kadar öne çıkıyorlardı. Bu da sekterlik eğilimlerine elverişli bir ortam yaratıyordu.

Gene dikkat çeken bir nokta, bu kadroların, dün varolan politikayı ve uygulamaları en hararetle savunanların, bugün geçmişe en çok sövenler olmasıdır. Örneğin geçmişte reel sosyalizme karşı en küçük bir eleştiriye tahammül gösteremeyenler, bugün sosyalist ülkeleri karalamakta en başta gidiyorlar. Teoriyi sindiremeyenler kaçınılmaz olarak rüzgâra göre, ama bu kez yenisine göre yelken açıyorlar. Bugün aynı hararetle dün söylediğinin tersini söyleyen, değil sınıfa, kimseye güven veremez.

Terketmek değil özümsemek

Yukarıda sözü edilen birkaç örnekte de görüldüğü gibi, geçmişte yapılan pratik hatalar “eski teoriden” değil, bu “eski” teorinin (marksizm-leninizmin) yeterince özümsenememiş olmasından kaynaklanıyor. (Burada kimi şeylerin bilerek yapıldığını tartışmak yersiz ve yararsız olacak.)

Geçmiş dönemde yapılan yanlışları nesnel olarak ele almak ve hesabını vermek yerine, “eski”yi tümüyle reddedip yerine yeni olmayan -hatta marksizmden de eski-“yeni politik düşünce”yi koymak sihirli bir değnek gibi herşeyi halledecekmiş sanılsa da, bu eğilim çok büyük bir tehlikeyi daha içinde taşımaktadır: “Yeni politik düşünce”nin teorik açıdan genel olarak likidasyona yol açması bir yana, bu “yeni” yaklaşım özellikle ülkemizdeki koşullar nedeniyle kadroların çürümesine, hareketin atıllaşmasına yol açacaktır.

Gerçekten de, eski kadroların bir kısmı yenilgi sonrasında demoralize olmuş, güvenlerini yitirmiştir. Gene bu kadroların özellikle aydın kökenli olanlarının bir bölümü oldukça iyi maddi koşullara kavuşmuştur. Yeni yetişen kuşaklarda ise hem ’80 sonrasının apolitikleştirme çabalarının etkileri, hem de bilgilenme ve deney aktarımı eksiklikleri vardır. Bu koşullarda insanları marksizm-leninizmden uzaklaştırmak görece kolaydır. “Yeni politik düşünce” bunu kullanmaya çalışıyor. Oysa asıl olan, yozlaşma ve yokedilme eğilimine karşı çıkmak bunun için marksizm-leninizmin derinlemesine özümsenmesi için çalışmaktadır. Çürümüş “yeni” ile pırıl pırıl “eski” arasında ayrım netleşiyor. Ülkemizde çelişkilerin keskinliği, sosyal hareketliliğin artması, bu ayrışmaya “eski” yararına hız katacaktır.