Yerelleştir, Kapsa, Yönet

“Mekân üzerindeki hâkimiyet günlük hayat içinde ve üzerinde toplumsal iktidar kurmanın 

temel ve kapsayıcı bir kaynağı”dır. 1 

 

Kapitalizm, başlangıcı 1970li yıllarda yaşadığı krize ve krizin sonuçlarına bağlanabilecek bir yeniden yapılanma sürecinden geçiyor. Aradan geçen süre zarfında sistem, piyasa mantığının önündeki her türlü (ekonomik, siyasal, hukusal, toplumsal) engeli ortadan kaldırma, birikim ve dolaşım süreçlerinin pürüzsüz işlemesini sağlama çabası ile yol alıyor. 

 

Sermaye cephesinde ulaşılmak istenen hedef belli olmakta birlikte, karşımızda, kırılmalara uğramayan, doğrusal, en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış bir model yok. Daha çok, uygulama/müdahale araçlarına dair bir arayıştan bahsedilebilir. Bu arayış, düzen açısından bir araç ve kavram çeşitliliği de yaratmış durumda. Küreselleşmeden özerkliğe, minimal devletten düzenleyici devlete, çok kültürlülükten sivil topluma, performans odaklı kamu girişimciliğinden yönetişime kadar geniş bir yelpaze göze çarpıyor. Yelpazeye dahil olan kavramlar genel olarak, kuramsal bir bütünlüğe sahip olmayan -buna niyeti de olmayan- muğlak, yüzeysel ve esnek bir yapı sergiliyorlar ve kendi aralarında önemli geçişkenliklere sahipler. Söz konusu durumda, sermayenin kriz yönetimine yoğunlaşmasının bir sonucu olarak, kavramların, uygulamalara ayak uyduran fonksiyonel araçlar olarak kullanılmasının payı büyük. Kavramların kaynak ve referanslarının genellikle uluslararası kuruluşlarının strateji raporları olması da bunun bir göstergesi.  

Strateji raporlarından çıkan, sonrasında dillere pelesenk olan başlıklardan biri de “yerelleşme”. İçeriği konusunda net bir çerçeve oluşturulmamış olsa da, sermaye cephesinde yerelleşmeye ilişkin iki temel söylem var. Bunlardan ilki, “devletin rantiyeci ve aşırı genişlemiş yapısına karşı ekonomik verimliliğin, baskıcı devlet aygıtına karşı da katılımcı demokrasinin aracı olan yerellik” iken, ikincisi “fordist sanayi örgütlenmesinin katılığını esnek uzmanlaşma ile aşmaya yoğunlaşan ademi-merkeziyeçilik temelinde yerellik” olarak karşımıza çıkıyor. 

Her iki söylem de, emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik ve siyasal yapılanmasına, ülkelerin sisteme eklemlenme ilişkilerine yeni bir rol/biçim tarif ettiği,  bu rolü her ülke ölçeğinde yeniden ürettiği için, konu önemsenmek zorunda. Önemsenmeli, zira, hem dış hem de iç dinamiklerin böylesine keşiştiği bir başlıkta,  devletin idari yapılanmasından kamu alanına, üretim modellerinden devlet-toplum ilişkilerine kadar geniş bir alanın dönüşümünü gündeme geliyor. Ancak, baştan ifade etmek gerekir ki, böylesine geniş bir alanı tek bir yazı ile yorumlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yazı, devletin dönüşümünün bir uzantısı olarak ele alınan yerelleşme sürecine yön verdiği düşünülen ekonomik arka plana, mekansal eşitsiz gelişme ve kamu-özel alan gerilimlerine yoğunlaşacaktır. 

 

Yerelleşmenin ekonomik temeli

Yerelleşme, temelinde birikim modelindeki bir değişikliğe ve bu modelin devlet üzerindeki dönüştürücü etkisine yaslandığı için, yerelleşmeyi gündeme getiren ekonomik arka plana bakarak başlayabiliriz. 

Yapısı gereği, daha “serbest” bir sistem arayışı içinde olan sermaye, 20.yüzyılın başında, siyasal alanda Ekim Devrimi'nin ve bağımsızlığını yeni kazanmış ulus-devletlerinin etkisi ile kimi gerilemeler yaşarken, özellikle bankacılık alanında yaşanan tıkanma sonucu ciddi bir ekonomik krize doğru evriliyordu. 1929 krizi patlak verdiğinde, krizin ekonomik, toplumsal ve siyasal sonuçlarının büyüklüğü ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı'na evrilen bu etkenler, savaş sonucunda emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisindeki değişiklik, birçok ülkede yeniden yapılandırmanın hayata geçirilmesi ihtiyacı ve Sovyetler Birliği'nin ve sosyalizmin prestijli ve etkili çıkışı ile birleşince, sistem yeni çözüm yollarını gündeme aldı. Planlı iktisadi kalkınma, sistemin sürece bulduğu yanıttı. 

“1950 sonrasında inşa edilen Bretton Woods sisteminin ayırdedici özelliği Amerikan dolarının küresel pazarlarda temel alışveriş parası olarak kullanıldığı ve döviz kurlarının da ABD dolarına görece sabitlendiği bir parasal sistemin kurgulanmış olmasıydı. Bir yandan da emek ile sermaye arasında göreceli bir 'barış' ortamı, devletin 'sosyal' işlevlerinin devreye sokulmasıyla sağlanmaya çalışılmaktaydı. Dönemin sanayileşme modeli 'kitlesel tüketim için, kitlesel üretim' anlayışına uygun olarak montaj hattında standardize edilmiş sanayi mamüllerinin imalatına dayanmaktaydı. İşçiyi sadece 'maliyet' unsuru değil, aynı zamanda 'tüketim talebi' unsuru olarak değerlendiren bu sistem, sonraları Fordizm sözcüğüyle nitelendirilecekti.” 2 

Böylece, başta Avrupa olmak üzere refah devleti uygulamalarının ve kalkınma stratejilerinin gündeme yerleştiği, emperyalizmin hegemonyasının ve bağımlılık ilişkilerinin planlı kalkınma paradigması üzerinden az gelişmiş ülkelere taşındığı bir süreç şekillenmeye başladı. Emperyalizm, temas kurduğu ülkelerde, devlet aygıtının güçlendirilmesine, sermayenin savaş sonrası yeni mekansallıklara çökelmesine ve bu mekansallıklarda süreklilik sağlamasına yoğunlaştı. 

Ancak, “işçi üretkenliğinde süregelen artış, ücretlerdeki artış temposunun üzerinde olduğu sürece” sorunsuz ilerleyeceği düşünülen bu model, yükselen sınıf mücadelelerinden, ulusal pazarın sınırlayıcılığından, uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşmasından, kar oranlarındaki düşüşten ve sabit kur rejiminin finans sistemini kısıtlar hale gelmesinden kaynaklı olarak krize doğru sürüklendi. 3 

Sadece üretim alanına yoğunlaşarak “yeterli” kar elde edemeyen sermaye, böylece finans sermayesine yaslanan, deflasyonist “istikrar” kavramına odaklanmış, sıcak para akışından beslenen, sermayenin uluslarasılaşmasına ve serbest dolaşımına öncelik veren bir dönüşümü gündemine aldı. 

Sermayenin söz konusu iktisadi ihtiyaçlarına, geçmiş dönemin siyasi ve idari problemleri de eklenince, yerelleşme temel olarak iktisadi alanda ilerleyen çok boyutlu bir düzleme yerleşti. 

Dönüşümün diğer etkenleri

“Kapitalist gelişmenin gerekliliklerini yerine getirecek ve sürekliliğini sağlayacak” olan Batı tipi bir devlet aygıtının ve bu aygıtın bürokratlarının yaratılmasını da hedefleyen kalkınma stratejileri, emperyalist ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki ilişkilerde çeşitli sorunları da beraberinde getirmişti. Bunların bir kısmı küçük ve tolere edilebilecek bir boyutta oldu. Uluslararası ekonomi politikalarının taşıyıcısı olarak da temas kurulan yerel liderlerin bir kısmı, ülkelerine aktarılan kaynak ve fonları, doğrudan kişisel servetlerine ilave ederken, sermayenin söz konusu mekansallıkta kurumsallaşmasını da yavaşlatıyordu. Ek olarak, az gelişmiş ülkelerde, o zamana kadar, bürokrasi ile kıyaslandığında ikinci planda kalmış olan sermaye sınıfının büyüyüp gelişmesi ve kendi aralarında rekabeti de aşan çıkar çatışmalarının yaşanması, uluslararası sermayenin talep ettiği sorunsuz alanlara kimi gerilimleri de taşıdı. 

Ancak, daha önemlisi, teknolojik gelişmenin etkisini de arkasına alarak kalkınmayı basit bir teknik düzenleme olarak sunan sermaye, kalkınmanın toplumsal bir hedef olmasını, bağımsızlık idealleri ile buluşmasını bazı ülkelerde engelleyemedi. Emekçi sınıflardaki siyasal arayışların kimi yerlerde düzen dışı odaklarla buluşması ve emperyalist-kapitalist sistemden kopuş söylemine taşınması, kimi yerlerde yönetici sınıfları “popülizm”e yönelmek zorunda bırakması, sermayenin ödemek istemediği bedeller olarak şekillendi. 

Toplumsal alandaki siyasallaşmayı ve bu siyasallaşmanın yarattığı yarılmayı engelleyemediği, emekçi kesimleri etkisizleştiremediği sürece, bürokrasi gibi “yalıtılmış” olduğu kabul edilen alanların da siyasal süreçlerden etkilendiğini, kendisine karşı cephe alabildiğini görmesi ise, sürecin tuzu biberi oldu. 

Burjuvazinin bu süreçte kendi adına çıkardığı dersler, ekonomik gerekliliklere ilave olunca, sermayenin dolaşım ve birikim süreçlerindeki engelleri azaltma ve olası bir kriz karşısında da, krizin toplumsal alanda derinleşmesini, uluslararası coğrafyada yayılmasını engelleme ve kendi egemenliğini garanti altında tutacak düzenlemeleri hayata geçirme çabası açıkça ortaya çıktı.  

Kalkınma stratejilerinin sonuçsuz / verimsiz ilan edilmesini, öncü kol olarak ilerleyecek olan deregülasyon ve özelleştirme politikaları aldı. Artık, devletin karar ve uygulama yetkilerinin daraltılması, kamu kuruluşlarının özel sektöre devredilerek / satılarak ya da hizmet alımı yolu ile özelleştirilmesi gündemdeydi. Yatırım kavramı, yabancı sermayeyi davet etmek/ülkeye çekebilmek üzerine kilitlenirken, sermaye hareketlerini tam serbestleştirme ile  ekonomik liberalizasyon hayata geçirildi. Esnek üretim belirginlik kazanırken, üretim sürecinden önce yapılan faaliyetler, üretim sırasında sürdürülen yardımcı işler, üretim sonrasında gerçekleştirilen her türlü etkinlik  parçalanarak ticarileştirilmeye başlandı, böylece meta ve etkinlik çeşitliliği artması da öngörülüyordu. 4 

Böylece, sistemin yeni döneme yanıt verebilecek bir kamu yönetimi yapısı şekillenmeye başladı. Birgül Ayman Güler'in, “idari reformdan yapısal uyarlamalara geçiş” olarak tanımladığı bu dönüşümün kritik isimleri, uluslararası alanda Thatcher ve Reagan, Türkiye'de de Özal olurken,   Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kuruluşların ülkeler üzerindeki etkisi de arttırıldı.

Dönüşümün hedefine devletin yeniden yapılandırılması yerleşirken, ihtiyaç duyulan mekansal olanağı sağlayacak araçlardan biri de “yerelleşme”ydi. Yerelleşme ile mal çeşitliliğini arttırabilecek,   yeni pazarları uluslararası sermayeye açacak, üretimde esnekleşme ile birlikte emeğin örgütlenmesini kırabilecek, sıcak para akışının kısa dönemli değişimlerine uygunluk gösterebilecek, uluslararası rekabetin yıkıcı etkilerinin daha küçük ölçeklerde tutulmasına sağlayabilecek bir zemin yaratılması hedeflendi. 

Yerelleşme söyleminin ideolojik zemini 

Yerli sermaye ile temasını güçlendirerek ulus-devlete müdahale alanını genişleten, karar verme süreçlerinden ve hukukun olası müdahalelerinden, siyasal baskıdan soyutlanmış bir düzlemde yoluna devam etmek isteyen uluslararası sermaye, yerelleşme için gerekli uygun zeminin yaratılması için kimi ikna araçlarının devreye soktu. Böylece, sermayenin, “verimsiz, atıl, demokratik olmayan, istihdam fazlalılığı yaşayan, girişimcinin önünü kesen modernist” devlete karşı “başkaldırısı”, söylem düzeyinde, teknik ve tarafsız bir çerçeveye yerleştirilerek, devletin sınıfsal karakterine yönelik yeni bir sis perdesi oluşmuş olacaktı. 

Post-modernist söylemin de desteğini arkasına alarak, marksizmin kapitalizm ve mantığı ile hesaplaşmasında ortaya çıkan gerilim alanlarının üzerini el çabukluğu ile örtmeye yönelik hızlı bir adım olan bu girişim; diyalektik, tarihsellik, evrensellik gibi olgular hiç ortaya çıkmamış gibi davrandı. Ancak bu şekilde, kendi “aşırılığına” meşruluk kazandırabilecekti. 

Kamu yönetimindeki dönüşümün ideolojik zemini, pozitif-yapıcı-kurucu öğelerden ziyade yıkıcılık üzerine inşa edildi. Söylem düzeyinde baskıcı/tutucu devlete yöneldiği iddia edilse de, yıkıcılığın temel hedefi işçi sınıfı siyaseti ve kazanımları oldu. Karşısında alternatif bir güç olmadığını varsaydığı andan itibaren emperyalizm,  kamu alanını emekçi sınıflar açısından kaosa sürüklemekten, sermayenin varlığı dışındaki bütün iradeleri teslim almaya ve etkisizleştirmeye çalışmaktan geri durmadı.

En önemli müdahalelerden birini de, “iktidar” tanımına yöneltti. İktidar bütüncül yapısı içerisindeki parçalar arasındaki hiyerarşi ve belirleyicilik ilişkisi ortadan kaldırıldı, parçalar birbirine eşitlenerek siyasal iktidar gizlenmeye çalışıldı. Tanımlarına göre iktidar somut olmadığı için, iktidarı ele geçirmek de mümkün değildi. “Foucault'ya göre, … 'İktidar her yerdedir ve ele geçirilebilecek bir şey değildir.' İktidarın devllette odaklandığı görüşüne karşı çıkmaktadır. İktidar her yerdeyse, ancak ona direnilebilir.” 5 

Günümüzden bakıldığında, Avrokomünizm üzerindeki etkisi ve soğuk savaş politikası olarak sosyalist bloğun çözülüşünde testten geçtiğini söyleyebileceğimiz bu çerçeve, yerelleşme söyleminin zeminini de hazırladı.  Artık, yerelleşmeden söz edildiğinde, a. teknolojik gelişmeye yapılan özel vurgu ile küreselleşmenin kaçınılmazlığı, b. uluslararası bütünleşmenin ve karşılıklı bağımlılığın gerekliliği, c. çatışmaların yerini uzlaşmanın alması gerektiği, d. rekabet eşitliğinin yaratılması, girişimciliğin önünün açılması gerektiği e. eşitsizliğin, gelişmiş-azgelişmiş ayrımının modernizme aitliği, f. bütünsellik yerine projeciliğin önem kazanması, g. çok kimlikli /çok kültürlü yapıların yer aldığı demokratik bir yapının şekillenmesi h. -mekan fetişizmine kaçacak şekilde- katılım ölçeğinin küçültülmesi gerekliliği “mutlak doğru”lar olarak kabul edilmeliydi. 

Peki, ne oldu da, “yerelleşme”, yeni dönemin kaçınılmaz araçlarınan biri haline geldi? Yanıta, yeni sorular ile ulaşmak mümkün görünüyor. Yerellik iktidar ilişkilerinde nasıl bir konuma sahiptir ve hangi başlıklar üzerinden kendisini (yeniden) üretir?

Eşitsiz gelişmenin bir aracı olarak yerelleşme

Yerelliğe bakarken, devlet kuramlarından bağımsız incelenemeyeceğini, kuramların ötesinde her toplumsal formasyonun belirli bir tarihsellik için belirli güç dengelerince şekillenmiş bir özgünlüğe sahip olduğunu, iç dinamiklerin dışında uluslararası dinamiklerin ve siyasi dengelerin de etkin olduğunu varsayabiliriz. Devlet kuramları çerçevesinde, yerel yönetimlerin, a. işlevsel ve tamamlayıcı bir işbölümünün parçası olduğu, b. hakim sınıfın devletin bütüncül yapısının bir uzantısı olarak hakim sınıfın çıkarlarına hitap ettiği ve  kendisini “yerel devlet” olarak örgütlediği, c. kolektif tüketimi örgütleyen ve sunan bir sosyal mekan, d. birey ve birey temelli grupların güç alanı olarak şekillendiği ifade edilmektedir. 7 

Bu anlamda, merkezileşme-yerelleşme sarkacının sürekli olarak gündemde yer alması ve her dönem için yeniden tariflenmeye çalışılması sürecin olmazsa olmazıdır. 

Burjuvazinin güçlenme döneminde, kendisine lonca denetiminden uzak mekanları seçmesinden, ortaçağ kentlerini toplumsal devrimlerle aşarak merkezi iktidarını / kurumsallaşmasını var etmesine, merkezileşmeyi izleyecek şekilde yerel yönetimleri yukarıdan aşağıya kurmasından 8 , emperyalizm çağının tekelleşme eğilimlerine, refah devleti uygulamalarının (merkez kapitalist ülkelerde) 9 yerellikler aracılığı ile hayata geçirilmesinden yeni sağ politikalar ile yeni bir merkezileşme hamlesine kadar olan süreci, merkez ve yerel arasındaki salınımın kısa tarihi olarak kabul edersek, bütünlüklü bir yapı ve süreklilik arayışı gözümüze çarpar. Bu durum, sermayenin iktidarını garantiye alma çabasıdır ve tamamlanmış/tamamlanabilecek bir süreç değildir. 

Yönelimler, yalnız farklı zaman dilimleri için değil, benzer dönemlerde hiyerarşinin farklı kademelerinde yer alan  mekanları için de farklı özellikler taşıyabilir. Meselenin özünde, sermayenin süreklileşmiş birikim ve hareket çabasına bağlı olarak,  eşitsiz gelişmeyi farklı sosyal ilişkiler ve tarihsellikleri barındıran mekansallıklara taşıması ve bundan yararlanması vardır.  

Thatcher dönemi İngilteresi ve Özal Türkiyesi bu duruma örnek verilebilir. İngiltere'de 1985 yılında çıkarılan Yerel Yönetim Yasası ile birlikte, yüksek maliyetli, halktan kopuk ve etkinliği düşük kuruluşlar olmaları iddiası ile Londra Anakent Belediyesi'nin de içinde olduğu altı anakent belediyesi kaldırılıp, bu birimlerin sorumlulukları ilçe meclislerine, merkezi yönetim kurumlarına,  yeni oluşturulan özel amaçlı yerel kamu kurumlarına (yerel eğitim/sağlık kurumlarına) ve yan özerk örgütlere aktarılırken 10 , bir yıl öncesinde Türkiye'de 3030 sayılı kanun ile birlikte “Büyükşehir Belediye Kanunu” çıkarılmış, belediye sisteminde iki kademeli yapıya geçilerek, Büyükşehir Belediyeleri'nin yetki ve sorumlulukları arttırılmıştır. Yine İngiltere'de, Parlamento'nun denetimi altında bulunan yerel yönetimlerin merkezi kaynaklarında kesintiye gidilip, kaynak ihtiyacını özel sektör işbirliğine yönelerek karşılaması dayatılırken; Türkiye'de özel sektörün önü, özellikle altyapı hizmetlerinin ve planlama yetkilerinin belediyelere devri sonrasında merkezden yerelliklere kaynak aktarımı yöntemi ile açılmıştır. Örnekler incelendiğinde, söz konusu farklılaşmanın, ülkenin emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki konumu, sermayenin birikim düzeyi, sermayenin yapısı, birikimin ülke içindeki mekansal dağılımı gibi faktörlerden kaynaklandığı ortadadır. 

Bir adım daha ileri gidilerek, merkezileşme-yerelleşme ilişkisinin, kapitalizmin ekonomik krizlerinin  sarkacına yerleştiğini söylemek de mümkündür. Değerlendirmeye, 19.yüzyıl sonlarından itibaren başlayacak olursak, bütün mekansallıklara ulaşabilme çabası ile sömürge, yarı-sömürge ilişkilerin güç kazandığı bir dönemde, kapitalizm, bir yandan uluslararası karakterini pekiştirmiş bir yandan da yerelleşme eğilimini serbest bırakmıştır. Ne zaman ki, '29 Bunalımı'ndan etkilenmiştir, kaynaklarını ve gücünü etkili kullanabilmek için ulus-devlet düzeyinde merkezileşmeyi öne çıkarmıştır. Benzer şekilde, kriz sonrasında bir çıkış hamlesi olarak, neo-liberal politikalar eşliğinde yeni bir yerelleşmeye tanık olmaktadır. Bu salınımın bize gösterdiği, yerelleşmenin her zaman için sermayenin uluslararasılaşmasına eşlik ettiğidir. Yani, sermaye ve burjuva siyaseti, uluslararası ölçekte merkezileştikçe, yerelliklerde tahakküm gücünü arttırabilmektedir. 

Kanıtı için çok uzak bir tarihe gitmeye gerek yok. Yeni sağ saldırıya kadar, sermayenin uluslararası bir hiyerarşi tanımladığı ve ulus-devletlerin kendi yerellikleri ile kurdukları bağa çok karış(a)madığı (göreli bir bağımsız hareket alanının ortaya çıktığı) söylenebilecekken, geldiğimiz noktada, sosyalizmin çözülüğü sonrasında, doğrudan denetim mekanizmalarının çoğaltıldığı gözlenmektedir. Yeni dönem ile birlikte, uluslararası güçler (devlet ve sermaye düzeyinde), ulus-devletin eşitsiz gelişmeyi yerellikler üzerinde kullanma tekelini kırarak, denetimi ele geçirmektedirler. (BTC boru hattının açılış protokolünde BP'nin, ulus-devletler ile eş düzeyde yer alması bu çerçevede değerlendirilebilir.) 

Yerelleşme ve Bağımsız Düzenleyici Kurullar

Sermaye egemenliği, bütün mekansal ölçekleri ele geçirme ve kontrol edebilme çabasının araçlarından biri de, yönetişim ve kavramın pratik çıktısı olan “bağımsız düzenleyici kurullar” olmaktadır.  Sürecin merkezinde, Sonay Bayramoğlu'nun deyimi ile, modelin inşasında yetkin bir usta olan Dünya Bankası, modelin devlet aygıtının inşacısı olarak OECD, modele meşruiyet kazandırmanın aracı rolünde BM ve ulus-üstü bir model girişimi olarak AB 11 yer almaktadır. Bu kurullar, mekansal yayılmadan en az biçimde etkilenmesini sağlamak için, sermayenin ihtiyaç duyduğu homojenleşmeyi sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece, performans kriterleri, üretim normları hayatın her alanına yayılırken, üretimin/hizmetin başından sonuna kadar her aşamada bir denetim mekanizması yaratılmaktadır. 

Piyasa ekonomisinin peşin kabulu üzerine kurulu olan, yerel yönetim, sermaye temsilcileri ve sivil toplum bileşenlerine sahip yönetişim de, Dünya Bankası tarafından “ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarının yönetiminde otoritenin kullanılma biçimi” olarak tanımlanmakta, kavramın başlıca ilkeleri olarak etkinlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, hukuk devleti ve yerindelik sunulmaktadır. 

“…'Etkinlik' kamu yönetiminin piyasa ilkelerine göre çalıştırılması, 'şeffaflık' şirketlere ve özellikle de yabancı sermayeye karşı açıklık, 'hesap verebilirlik' kamu yönetiminin uluslararası denetim kurumlarınca denetlenmesi, 'hukuk devleti' özellikle yabancı sermaye yatırımları ile ilgili hukuksal sorunlarda ulusal yargı yetkisinden vazgeçilerek uluslararası tahkimin yetkili kılınması, 'yerindenlik' de merkezi devlete kamu hizmeti üretmenin yasaklanması anlamına gelmektedir.” 12 Böylece, uluslararası yasaların da bağlayıcılığı ile, bağımsız düzenleyici kurullar, herhangi bir partinin kadrolaşmasından, iç siyasetin gerilimlerinden etkilenmeyecek pozisyona taşınmış, ulus-devlet bürokratlarının bağımsız hareket edebilme kabiliyeti neredeyse sıfırlanmıştır. 

Yerelleşme, bütün yerelliklerin ulus-devlet ölçeğindeki koruma mekanizmalarından arındırılarak, sermayenin egemenliğine dahil olması anlamına gelmektedir. Altyapı yatırımları iç pazarı bütünleştirici özelliğin ötesinde uluslararası pazara bağlamanın aracı olmuş, toprak mülkiyetinin parçalanmış dokusu atlanarak sözleşmeli üreticilik sistemi oluşturulmuş, kredilendirme / borçlandırma yerelliklere kadar inmiş, borçlanma garantisi olarak kamu hizmetlerinin devri, hizmet alma zorunluluğu getirilmiş, teknik alandaki eksikliğin özel sektör ile kapatılması gündeme gelmiş, planlama yetkileri bütüncül karakterinden koparılarak proje boyutuna kadar düşürülmüştür. Birçok kamusal hizmet alanında, devlet tekeli kırılmıştır. 

Bu durum, sermayenin yıkıcı karakterini kuvvetlendirmiştir. 

Yerelliğin emek pazarı karakterine de yoğunlaşan sermaye, işgücü talebinin karşılanmasından artı değere el koymaya kadar uzanan süreci,  sorunsuz ve masrafsız halletmek niyetindedir. Bu nedenle, sermayenin çökeldiği mekandan, nitelikli işgücü/yüksek kar oranı alternatifi gibi olanaklar ya da siyasal istikrarsızlıklar gibi tehditler nedeni ile ayrılması durumuna daha sık rastlanır hale gelmekte,  devletin koruyucu güvencesinden mahrum bırakılmış olan yerellikler, birer çöküntü alanı olmaya itilmektedir.  

Sermayenin, yerellikte, “yerleşik” kalmasının koşulu olarak, emekçi sınıflar, ya sözleşmeli personel ve geçici işçiliğe, iş güvencesiz çalışma koşullarına ve esnek ücretlere razı olmaya mahkum edilmektedir. Sürecin bu baskıcı yapısı, özerklik, demokratikleşme ve katılım mekanizmaları ile söylem düzeyinde yumuşatılmaya çalışılmıştır. 

Oysa ortada, toplumsal ayrışmanın kendisini en küçük ölçekte bile yeniden ürettiğini gözardı eden, girişimcilik eşitliğini temel alan “ne kadar küçükse o kadar demokratiktir” söylemine yaslanan bir ölçek güzellemesi vardır. Özerklik, mevcut mekansallığın, hangi ölçekten, hangi bağlantılardan ve denetimden uzaklaşacağını vurgularken, hangi ilişkiselliklerin içerisine gireceğini, hangi ölçeye bağlanacağını  tanımlamamakta, bilerek, havada asılı bir halde bırakılmaktadır. Bu yolla, iktidar ilişkilerinin bütünlüklü yapısı, farklı bir deyişle, mevcut iktidarın biçtiği rollere uyulduğu ölçüde özerkliğin mümkün olduğu gerçeği saklanmaktadır. Yapay bir eşitliğe yaslanan “yerel halk” tanımı ile, sermayenin örgütlü kesimlerinin, kamu gücünü doğrudan kullanabilmesinin / kamu adına karar verebilmesinin yolları açılmakta, bu yolla seçmen baskısı dahil olmak üzere toplumsal baskı azaltılmaktadır. 

Ulus ölçeğindeki “aynı geminin yolcuları” edebiyatı, ideolojik ağırlığı arttırılarak yeni bir çerçeve ile yerellik düzeyinde piyasaya sürülmekte; toplum, piyasa ilişkilerinin çeperine tutundurularak sisteme bağımlı hale getirilmektedir. Böylece, katılım süreçlerinin konusu, kapsamı, aktörleri yeniden düzenlenmiş olmaktadır. 

Kamu alanının dönüşümü

Bu düzenlemeyi, kamu alanı üzerinden takip edebiliriz. Kamu alanının yalnızca siyasal güç dengeleri tarafından oluşturulduğu, bu durumun yöneten/yönetilen gerilimini sürekli olarak yeniden ürettiği ve otoriter bir denetimin ortaya çıkmasına neden olduğu savı temel alınarak, kamu alanının, sivil toplum güçleri tarafından da oluşturulması talebi ileri sürülmektedir. 

Bu değerlendirmeye göre; iktidar, yansıttığı güç ilişkileri nedeni ile insanların üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Siyaset, bireysel çıkar ilişkilerinin toplumu çatışmaya sürüklemesinin adıdır ve  “doğası gereği” kirli bir iştir.  Bu nedenle, kamu alanı üretimi, siyasetin dışında kalan, çıkar ilişkilerinin ötesinde tartışma  ve uzlaşmaya dayalı bir “siyasa alanı”nda, sivil toplumun aktörleri tarafından üretilmelidir. Siyasa alanının siyasal olandan farkı ise, daha genel ve soyut olması, bu nedenle somutun baskısından arındırılmış olması olarak tariflenmektedir. Böylece, sivil toplum tarafından oluşturulacak kamu alanı, çoğulculuğa yaslanan, hiyerarşi, zorlama ve şiddetin bulunmadığı bir alan olarak şekillenecektir. Halkın devlete yönelik beklentilerinin zayıflatılması / ortadan kaldırılmasına eşlik eden öneri, toplumsal ihtiyaçların sivil toplum alanına yönelmiş dayanışma ağları tarafından karşılanmasıdır. 

Yukarıdaki çerçeve ile tarihsellikten koparılmış, sınıf boyutundan arındırılmış, kendisini ancak gündelik ilişkiler özelinde üretebilecek bir çıkar tanımı yapılmakta, bu şekilde, çatışmanın kaynağı olan sermayenin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetinden kaynaklı eşitsizlik hasıraltı edilmektedir. 

Oysa, sivil toplumun kendisini hangi alanda ve hangi araçlarda ürettiği oldukça açıktır:

“Her bir STK küçük bir kamu alanı olarak görülebilir. 

Kazançlarını özel tüketim malları için harcama özgürlüğüne sahip olan bu bireylerin bir araya gelerek kazançlarını kendi tanımladıkları bir toplu tüketim için harcama özgürlüğüne sahip olmadıkları düşünülemez. Yani, STK'lar meşruiyetlerini özel alandan almaktadır.” 13 

Değerli bilim insanı İlhan Tekeli'nin, “insan onuruna yakışan mekanlar” yaratabilmek için STK'ları kentin yeniden üretiminin temel alanı görmesinin ve katılımcı bir çerçeveye yerleştirme çabasınının emperyalizm döneminde iyi niyetten öteye geçemeyeceğini söyleyip ana konumuza dönecek olursak; özel alanın bir unsuru olarak sivil toplumun, mülkiyet ilişkilerince belirlenen bir temelden oluştuğu ortadadır. Sivil toplumun öğeleri, üretim ilişkilerindeki poziyonları ile değil, tüketim karakteri üzerinden ifade edilmekte, tanım gereği, sınıflar sivil toplumun dışında kalmaktadır. 

Ancak, sivil toplumun sınıfların etkisinden ve sınıflardan bağımsız olduğu iddiası, tam da beslendiği özel alanın tanımından kaynaklı olarak temelsizdir. Özel alanın varlığı ve dolayısı ile sivil toplum, burjuvazinin kayıtsız şartsız egemenliğinin kabulu üzerinde yükselmektedir. Bu durum, kapitalizmin ortaya çıkışı ile şekillenmiştir. 

Biraz açmaya çalışalım: “Özel alan – kamu alanı ayrımı aydınlanma sonrasında kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin güçlenmesi ile ortaya çıkmıştır. Ayrımın ortaya çıkması, devlet otoritesinin gayri şahsileşmesiyle başlar.

Burjuvazi, özel alanın dört bakımdan dış müdahalelerden korunmasını sağlamaya çalışmıştır. Bunlar çok kapsamlı bir mülkiyet hakkı, mal ve emek piyasasındaki serbestlikler, dini ve ahlaki inançlar ile ailenin ya da bireyin mahremiyetidir. Bunlar özel alanı güvence altına alan kişisel dokunulmazlık haklarıdır. Bu alan medeni kanunlar, liberal mülkiyet anlayışı ve piyasa mekanizmasının kurumsallaştırılmasıyla güvence altına alınmıştır. 

Güvence altına alınmış bulunan özel alandaki bireylerin etkinliklerin iki alt küme içinde toplanmıştır. Sivil toplum diye adlandırılan birinci alt kümede bireyler ekonomik girişimleriyle ve emek arzlarıyla yer alırlar, ikinci alt küme bireylerin ve ailelerin insani ve duygusal ilişkilerinin mahremiyet alanıdır.” 14 

Bu alıntıdan sonra, “peki nasıl oluyor da, kamu alanının şekillenmesini sağlayan temel etmen kapitalizmin kendisi iken, bir güç olarak siyasal iktidarı ele geçiren burjuvazi , korunaklı olduğunu düşündüğü özel alanın inşasına önem veriyor?” sorusu sorulabilir.  Sorunun yanıtı, aydınlanmada ve ardından burjuvazinin iktidara nasıl geldiğinde yatmaktadır. Aydınlanma ile, siyasal iktidarların önemli meşruiyet kaynaklarından biri olan tanrının temsilcisi olma iddiasının ortadan kaldırılması ile, meşruiyet toplumsal düzlemde, rasyonel bir olgu olarak yeniden üretilmek zorundadır artık. 

İlk olarak, sermayenin feodalizmde kendi etki alanını genişletmenin bir aracı olarak şekillenen kamu alanı oluşumu, burjuvazi iktidar kavgası ile tepe noktasına taşınmıştır. Tarih sahnesine fiziksel olarak çıkmış olan ancak hala bağımsız siyasal varlığa sahip olmayan emekçi sınıfların desteğini kazanmak için burjuvazi, kendi çıkarları dışında halkın çıkarlarına da seslenmenin yollarını aramış, devlet ve toplum arasındaki mesafeden beslenen  kamu alanını güçlendirmiştir. 

Ancak, siyasal iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indiren gelişmelerin öncüsü olan ve insan iradesinin gücüne yaslanan “devrimci burjuvazi”, o iradenin emekçi sınıfların elinde kendisi için bir tehdit olduğunu fark ettiği andan itibaren, hem toplumsal onay mekanizmalarını taşıyan hem de sınıf savaşımlarının birikimlerini belirli ilişkiler ağı içerisinde yansıtan kamu alanının yükünden kurtulmak niyetindedir. Sermaye sınıfını kamu alanını yaratmak konusunda zorlayan sınıf savaşımları, işçi sınıfının bağımsız siyasal kimliğini kazanması ile sermayeyi bu alanı daraltmaya itmiştir. Çünkü, kamu alanının oluşumuna neden olan siyasi otoritenin gayri şahsileşmesi, tarihsel çıkarları farklı siyasal aktörlerin varlığına işaret etmektedir. Ve burjuvazi eğilim olarak, iktidar tekelini elinde tutabilmek için kimi zaman kişisel diktatörlüğe varan uygulamalarla kendi dışındaki alternatif odakları (ve kendi içindeki ayrışmayı) ekarte etmeye çalışmaktadır. 

Böylece, burjuvazi bir azınlık olarak iktidarını devam ettirebilmek için, baskı ve zor dışında, toplumsal onay mekanizmalarını harekete geçirebileceği kamu alanına ihtiyaç duyarken, kamu alanında cereyan eden çatışmalardan en az etkilenecek şekilde, kültürel öğeleri de içinde barındıran, varlığının teminatı olan mülkiyet ilişkilerini güvence altına alabileceği ve yeniden üretebileceği bir zemin olarak da özel alanı güçlendirmektedir. Bir yandan da,  sistemin özel alan üzerinden yükselen çok boyutlu kurumsallaşması, kamu alanının özel alan üzerinden tariflenmesi basıncını yaratmaktadır. 

Ancak, özel ve kamu alanının, birbirinden yalıtık, keskin sınırlara sahip iki alan olduğu söylenemez. Emek ile sermayenin üretim ve yeniden üretiminin (aynı zamanda mekansal) ifadeleri de olarak, bir bağa ve geçişkenliğe sahiptirler. Kapitalizmin tarihine baktığımızda, önce kamu alanına girişin mülk sahipliği ile sınırlandırılması, ardından refah devleti anlayışı ile kamu alanının genişlemesi ve şimdi de yumuşak bir söyleme yaslanan ancak güçlü bir denetimin oluşturulması 15 , özel alan ve kamu alanı arasındaki etkileşime/gerilime işaret etmektedir. Bu etkileşim/gerilim, sınıf mücadelelerindeki güçler dengesinin okunmasına da olanak sağlamaktadır: Burjuvazinin feodalizmin kalelerini zaptedişi, yükselen sınıf mücadeleleri karşısında geri çekilişi ve emekçi sınıfların geri çekilişi…

Tabloya baktığımızda, nihai belirleyenin kamu alanı olduğunu söylenebilir. Bir sınıf, toplumsal bir güç olabilmek için mutlaka kamu alanında egemenlik kurmak, kontrol etmek zorundadır. Ve sınıf mücadelelerinin mantığı gereği, egemenlik ve denetim de, bir kerelik değil, sürekli olarak yeniden sağlanması gereken bir olgudur. Kendisi de sürekli olarak sınıf mücadelelerinin etkisi altında olan, devletin de üzerinde yükseldiği kamu alanı da, baskılayıcı, düzenleyici, kontrol edici, yönlendirici karakteri ile bu sürekliliğe olanak sağlar. 

Bu anlamı ile, siyasetin ve dolayısı ile iktidarın üretim ve etki alanı, kamu alanıdır. 

Emperyalizmin yeni dönemdeki taleplerinden biri, sivil toplumun ön plana çıkarılarak, kamu alanı üzerindeki siyasal basıncın kaldırılmasıdır. Farklı bir ifade ile, kamu alanının tasfiye edilmesi, tamamen özel alan tarafından belirlenmesi ve emekçi sınıfların ağırlığının ortadan kalkması istenmektedir. (Özellikle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, üzerine bir yük olarak binen refah devleti uygulamalarından vazgeçme çabasının temeli de buradadır.) 

Böylece, iktidar, değişimden korunabilecek bir yapı kazanacaktır. 

Yerelleşme ve sınıf oluşumu 

Kamu alanı, sınıf oluşumu açısından önemli bir yer tutmaktadır. Kamu alanı, insanın iradesini yansıtmakta, toplumsal bir varlık olabilmesini ifade etmektedir. Özel alanın dışına çıkarak, siyasal anlamda kendisini kamusal alana taşıyabilen aktörlerin, sınıf bilincini taşıdığı söylenebilir. Farklı deyişle, kamu alanındaki sınıf mücadelesinin etkileri, sınıf bilincine kavuşturacak sıçramalara da olanak vermektedir. Sınıf oluşumunun, işyerinde işçi ile patronun karşı karşıya gelişinde başlayıp, kalıcı bir politik konumlanışa evrilerek, yine işyerinde tamamlandığını söyleyemeyeceğimiz için, sermayenin, bütün ölçeklerdeki kamu alanınan yönelik müdahalesi  dikkate alınmak zorundadır. Baştan söyleyebiliriz ki, kamu alanı dışlanmış bir yerelleşme de, sınıf oluşumunun önünde engeller oluşturmaktadır.

Üretim alanındaki bölünmüşlüğe eşlik edecek şekilde üst-ölçekli bir birlik fikrinin ve dolayısı ile sınıf aidiyetinin zayıflatılması, kendisini toplumsal hayatın bir parçası olarak tanımlayamayan bireyi sermayenin karşısında güçsüz kılmakta, cemaatler gibi mikro ölçekli birimlerin parçası olmaya itilmektedir. Birbirleri ile iletişimi yok denecek kadar az olan, kendi içine kapalı, sınıf oluşumunun ihtiyaç duyduğu kolektif hareket tarzına uzak, birbiri ile rekabet eden yerellikler oluşmaktadır. 

Harvey'e göre, “Kendisini kapitalist sınıfa karşı tanımlayan bir sınıf konumu yerine, bu kez kendisini kentin belli bir bölgesine aidiyet çerçevesinde ve diğer bölgeleri ile karşıtlık içerisinde tanımlayan (yerel topluluk temelli) bir bilinç biçimi yeşermeye başlamıştır.” 16 

Bu tablonun, siyasal eylemsizliğe varacak şekilde, sınıfın bölünmesine ve dağınıklığına eşlik edeceği açıktır. Sermaye sınıfı, daha çabuk hazmedebileceği mekansallıklar şekillendirmektedir. Mesela, az gelişmiş ülkelerde, tarım işgücünün önemli derece azalması ile sömürüye çok daha açık ve göreli olarak daha fazla yalıtılmış bir işgücü toplamı ortaya çıkmıştır. 17 

Sömürü coğrafyasının daha da derinleşmesine olanak yaratan bu durum, yerel emek güçlerinin birbirlerinin terbiye etmesine aracı olurken, emekçi sınıfın, coğrafi dağılım ve mekansal yalıtım ile kontrol edilmesinin önünü açmaktadır. 

“Farklı bireylerin (ve hatta zaman içinde aynı bireyin) küçük üreticilik ve ticaret, marjinal uğraşlar ve işçilik arasında geçişlerinin oldukça sık olduğu” söylenebilir. Bu sık geçişlerin, yerleşik ve kalıcı sınıf içi konumlara göre daha esnek ve gevşek ideolojik – kültürel yönelimlere zemin hazırladığını söylemekte sakınca yoktur.” 18 

Yerelleşme, bu gevşek ve esnek ideolojik yönelimin işçi sınıfı özelinde süreklileşmesi, burjuva ideolojisinin egemen ideolojik alandaki etkisini arttırması üzerine kuruludur. Temelini iktisadı alandaki “girişimcilik”ten alan bu müdahaleye, çok kimliklilik / kültürlülük vurgusu eşlik etmektedir. 

Yurttaş kavramı yerine kullanılmaya başlanan “ağdaş” kavramı, çok çeşitli ilişki/çıkar ağlarının içindeki insanların çok kimlikli hale getirdiğini söylemektedir. Düzen cephesinde “insan ancak kim olmadığını bilirse kim olduğunu bilir" 19 den yola çıkarak süreci yorumlayanlar, emekçileri aslında sınıf olmadıkları “bilincine” ulaştırarak, kimlikleri “özgür”leştirmektedirler. Ancak, sorun geçmişten günümüze, insanların kimlik sayılarının artması değil, ideolojik-kültürel bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkan kimlik hiyerarşisinin ortadan kalkmasıdır. Bu hiyerarşinin belirlenmesinde, siyaset önemli rol oynar. Eğer siyaset, bir yanı ile, bir toplumsal katmanın toplumun bütüne önermiş olduğu yaşam / yönetim biçiminin iknası ise, siyaset kapsayıcılık gerektirir. 

Bir anlığına sınıf siyasetinin geçersizliğini düşünsek, günümüzde yeni toplumsal hareketler içerisinde tariflenen kimliklerden herbiri diğerinden daha geniş bir tarihsel bilince sahip olmadığı için, birbirleri üzerindeki kapsayıcılıklarının kısıtlı olduğunu görürüz. Böylece, kamu alanından görünür kılınmak, iktidara uzanabilmek için gerekli olan toplumsallaşmanın önüne bir engel daha çıkarılmış olmaktadır. Topluma hareket alanı olarak, programatik bir bütünlüğe sahip olmayan (sınıfsal bir zemin tariflemeyen), tekil bir sorun etrafında bir araya gelebilecekleri muhalefet konumu sunulmaktadır. Onun da, sınırları yerelliği geçmemelidir. 

Çok kültürlülük, şimdiye kadar evrenselliği kabul edilmiş kültürel birikiminde alt üst edilmesidir. “Yerel grupların kendi değerleri çerçevesinde toplumsal yaşamı şekillendirdiği bir ortamda, eşitlik, hakkaniyet, özgürlük gibi değerlerin de göreceli hale gelmesi kaçınılmazdır. Diğer bir anlatımla, başta toplumsal eşitsizlikler olmak üzere, bir dizi olumsuzluğun meşrulaştırılması çok daha kolay hale gelecektir.” 20 

 Ayrıca, toplumsallaşmanın bir boyutu da, sınıf siyasetinin, emekçi sınıfın evrensel değerlerine seslenebilmeyi başarabilmesinde yattığı için, siyasetin nüfuz etme kanalları daraltılmış olmaktadır. 

Sonuca doğru…

Yerelleşme konusunda, burjuvazinin iktisadi ihtiyaçlarını merkeze alan ancak bu ihtiyaçlarını da  aşan bir sınıf bilinci ile hareket ettiği çok açık. 

İşçi sınıfı hareketlenmelerinin iktisadi olmaktan çok siyasi koşullara yaslandığını gördüğü, siyasetten yalıtılan işçi sınıfının hareketsizleşeceği, kendisini tehdit edecek bir boyuta ulaşamayacağı ve nihayetinde iktidardan tamamen uzaklaştırılabileceğini düşündüğü de açık. Çok boyutlu bir saldırının ortada olduğu da… Görünen tablo, sermaye egemenliğinin, düzen yanlısı hareketlilik ya da örgütlenmeler üzerinden sınıf hareketini kontrol eğiliminin yanında, yok sayma ve dışlama mekanizmalarına ağırlık verdiğini gösteriyor. Fiziksel olarak ortadan kaldırılamayan bir sınıf ve partisi, ideolojik ve tarihsel bağlarından koparılarak hiçleştirilmek istenmektedir. 

Tarihsellikten koparma, tarihsel kazanımların üzerinin bir çırpıda silinmesidir aynı zamanda. Fransız devriminden bu yana temel siyasi birimi ifade eden ulus-devlete saldırı bir de bu gözle değerlendirilmelidir. Sınıf mücadelelerinin sonucunda, yalnızca sermaye sınıfına ait olmaktan çıkan egemenlik aygıtlarının dönüşümü ile burjuvazi, merkezi siyaset üzerindeki toplumsal sorumlulukların ve yaşanması muhtemel tıkanıklıkların baskısı azaltılmak istenmektedir. Toplum ve devlet arasına, sivil toplum perdesi sokularak, olası riskler toplumsallaştırılmaktadır. 

Yerelleşme ile, toplumsal basınç yerel düzeyde tutulabilecek, “göreli özerklik” alanından kurtulan devlet yalnızca piyasa ilişkilerini “düzenleyici” role çekilecektir. Düzenleyici rol, sermaye cephesinde yüksek hareketliliğinin önünün açılması anlamına gelirken, emek cephesi için emeğin yer değiştirmesini denetleme görevini taşımaktadır. Bu durum, bizim açımızdan, iktidar ölçeğinin belirlenmesinde hala karşı sınıfın kontrol alanını hangi mekanizmalarla, hangi ölçekte kurduğu da belirleyici olduğu için önemlidir. 

Siyaset – iktidar ilişkisi, iktidarın ölçeği, sınıf mücadelesi ve sınıf oluşumu, eşitsiz gelişme, ekonomik yapı gibi, öncülük ve parti teorisini doğrudan etkileyecek başlıkları değerlendiğimizde, karşımıza çıkan sonuç, emekçi sınıfın, partisine ve sınıf siyasetine dünden daha fazla ihtiyaç duyduğudur. Öncelikli olarak, burjuvazinin ideologlarınca idealize edilerek sunulan sürecin, baştan sona tamamlanmış olduğu algısı terk edilmelidir. Açıktır ki, nesnelliğin mutlaklığı vurgusu, ekonomizme kapıları sonuna kadar açmaktadır. 

Ekonomi ile siyaset ayrışmasına, günümüzde siyasetin de emekçi sınıftan ayrıştırılması eklenmek istenmektedir. İşçi sınıfının, toplumsallaşma kanallarının kapatılması, sınıf oluşumunun önündeki ideolojik engellerin artması, eşitsiz gelişmenin “geridekinin geriliğinin kalıcılaşması” için kullanılması gerçek tehditlerdir. Sınıf üzerindeki bu tahakkumun kırılabilmesi için, sınıfın siyasal alana taşınabilmesi, bunun için de sınıfa daha fazla siyaset taşınmasından başka bir buzkıran yoktur. 

Hatırlanacağı üzere, sermayenin, kamu alanının dönüşümündeki temel varsayımı, işçi sınıfı siyasetinin yakın zamanda belini doğrultamayacağı üzerinedir. Sınıf hareketi yükselmeden, hızlı hareket ederek, dönüşümü tamamlamak niyetindedir. Bu nedenle, burjuvazi, geride birikmiş sorunlar  bırakarak, acele etmekte, sistemin yapısını daha kırılgan hale getirmektedir. Kamusal alanın daraltılması ile, toplumun belirli kesimlerinde bir kimlik arayışının söz konusu olacağı beklenmelidir. Geçmişe ait, kamusal mekanlar için verilecek mücadele, kısmi bir tutkal işlevi görecektir. Fakat, simgeler üzerinden ateşlenecek bir siyasi mücadele beklemenin sınırları daralmıştır. Kamusal hakların geri alınması, artık daha fazla sınıfsal mücadele ile mümkündür. 

Bütün bu gelişmeler, işçi sınıfı partisinin, merkezi yapı ve yerel örgütlenmeler, yaşam alanları ve sınıf kültürü, kent yoksulları, yeni kamu alanlarının yaratılması ve örgütlenmesi başlıklarını bir kez daha değerlendirmesini ve gündemine almasını gerektirmektedir. 

GELENEK, Mayıs 2011


NOTLAR:

 

 

Dipnotlar

  1.  David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, sayfa 255
  2.  Erinç Yeldan, Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması ve 2007/2008 Krizi: Türkiye Krizin Neresinde?,  http://www.calismatoplum.org/sayi20/yeldan.pdf
  3.  Erinç Yeldan, Neoliberal küreselleşme ideolojisinin kalkınma söylemi üzerinden değerlendirilmesi, http://www.praksis.org/files/007-02.pdf, sayfa 21
  4.  Birgül Ayman Güler, Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye, Praksis 9, sayfa 98
  5.  H.Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Kapitalist Kentleşme Süreçlerinin Eleştirisi, İmge Kitabevi, 2009, sayfa 229
  6.  H.Tarık Şengül, a.g.e , 8/fn] Yerelliğin; sermayenin birikim ve hareketliliğine yönelik kentsel altyapı, planlama, işgücü gibi öğelerin sağlanması, emeğin yeniden üretiminin hayata geçirilmesi, toplumsal onay ve kontrol mekanizmalarının oluşturulması işlevlerine sahip olduğu söylenebilir. Bu işlevlerin, sermayenin kurumsallaşmasının bir parçası olarak, merkezi fonksiyonlar ile uyumluluk göstermesi  kaçınılmazdır.  Ancak, yerellik, merkezin basit bir uzantısı olarak algılanmamalıdır. Yerelliği farklı kılan, eşitsiz gelişmeden kaynaklı olarak ortaya çıkan merkezi otorite / meşruiyet boşluğu ve sonuçlarıdır. 

    “ Yerel devlet, sosyo-mekansal eşitsizliklerle başetmeye yönelik düzenleyici roller üstlenirken, aynı zamanda bu yerel güçlerin de sözcüsü haline gelmektedir. 

    (Yerel devletin üstlendiği görevler) değişen ekonomik ve siyasal bağlam ve de yerel güç dengeleri çerçevesinde belirlenecektir. Bu nedenle, yerel devleti özgün kılan üstlendiği işlevler değil, eşitsiz gelişme sürecindeki konumlarıdır.” 6 H.Tarık Şengül, a.g.e , 2009, sayfa 91

  7. Birgül Ayman Güler, Yerel Yönetimler, TODAİE Yayını No:280, 1998, sayfa 9
  8. Bu farklılaşma, yerelleşme literatürüne de yansımıştır. Refah devleti uygulamalarının, merkez kapitalist ülkelerde yerellikler tarafından gerçekleştirilmiş olması, yerelliklerin tüketim merkezleri olarak tariflenmesine (Castells) yol açmıştır.
  9. Birgül A. Güler, Onur Karahanoğulları, Koray Karasu, Kamu Yönetimi Ülke İncelemeleri, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 2004, sayfa 111-112
  10. Sonay Bayramoğlu, Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, Ağustos 2005
  11.  Faruk ATAAY, Türkiye’de Yönetişim ve “Sivil Toplum” Tartışmaları Üzerine Bir Değerlendirme, MEMLEKET SiyasetYönetim, 2006/1, s. 129
  12.  İlhan Tekeli, Akılcı Planlamadan Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009, sayfa 213
  13.  İlhan Tekeli, a.g.e, sayfa 209-210
  14. İllhan Tekeli, a.g.e, sayfa 211
  15.  H.Tarık Şengül, Sınıf Mücadelesi ve Kent Mekanı, Praksis 2, sayfa 22
  16.  David Harvey, Sınıf İlişkileri, Sosyal Adalet ve Farklılık Politikası, Praksis 2, sayfa 175
  17.  Korkut Boratav'dan aktaran M.Çulhaoğlu, Sınıf Oluşumu ve Büyük Kent Mekanı: Güncel Durum ve Olasılıklar,  GELENEK 80, sayfa 15
  18. S.P.Huntington'dan aktaran Nicolas Rouviêre, Asteriks ya da Uygarlığın Işıkları, çev.İsmail Yergüz, İmge Kitabevi, sayfa 29
  19.  H.Tarık Şengül, a.g.e, sayfa 292
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×