On Yıllık bir İktidar ve Sol: Kısa Hatırlatmalar

Her tartışmanın katılan tüm taraflar açısından belirli bir çözüme ya da sonuca bağlanması beklenemez.

Burada kuşkusuz en genel anlamıyla “sol içi” tartışmalardan söz ediyoruz. Tartışmaların taraflar açısından belirli bir uzlaşma ve çözümle sonuçlanması, sol içinde ortak noktaları daha fazla olan; sosyalizm anlayışları ve ülkedeki duruma ilişkin çözümlemeleri aşağı yukarı ortak sayılabilecek gruplar, kesimler ve örgütler için mümkün olabilir. Bu başlıklarda birbirinden köklü biçimde ayrılanlar içinse, tartışmalardan her tarafı memnun edecek uzlaşmacı sonuçlarla çıkılmasını beklemek aşırı “iyimserlik” olacaktır.

Ancak, birbirinden çok ayrı kesimler söz konusu olduğunda bile, en azından tarafların meselelere hangi açıdan, neleri temel alarak, ne gibi tespitlerden hareketle baktıklarının bilinmesi yararlıdır. Bu sayede herkes kendinin ve diğerlerinin nerede durduğunu bilecek, sağırlar diyaloguna dönen gereksiz tartışmalardan kaçınılacak, taraflardan her biri kendi yolunda ilerleyecektir.

O zaman, “kendi tarafımızın” temel anlayışını, ilkelerini, tespitlerini ve kimi “öngörülerini” toparlamaya çalışalım. Ama yola çıkarken, önce depo ne durumda, yakıt yeterli mi, buna bir bakalım.

İşin başında, özellikle belirli başlıklarda netlik gerekiyor.

Netlik, çoktandır unutulmuş görünen kimi gerçeklerin hatırlatılmasını gerektiriyor.

Solda unutulmuş gerçekler

Solda sürüp giden tartışmalara bakıldığında bir temel gerçek unutulmuş gibi görünüyor: Sanki bu ülke gelişmişliği şu ya da bu düzeyde, ama kapitalist bir ülke değildir; sanki Türkiye’de sermaye sınıfının egemenliği yoktur; belirli bir toplumsal sınıfın egemenliğinden söz edilemeyecek bir ülkede çeşitli siyasal aktörler birbiriyle kendi kafalarına göre kapışmaktadır…

Açıkça böyle denmese bile, böyle düşünüldüğü bellidir.

Bu hengâmede, sanki AKP her şeyden önce sermaye sınıfının partisi değildir; sanki AKP iktidarı politikalarını bu sınıfın egemenliğinin sürmesi ve kendini yeniden üretmesi için yürütmemektedir de tümüyle kendi özel gündemini takip etmektedir.

Gene aynı hengâmede, öfkeli taraflardan birini oluşturan, “anti-emperyalist” olduğunu söyleyen, “Birinci Cumhuriyet’e sahip çıkan”; AKP iktidarına, dinci gericiliğe ve “ülkenin bölünmesi” ihtimaline karşı kıyameti koparan kesimler, yani kendilerine “ulusalcı” diyenler, ülkedeki sermaye sınıfı egemenliği ve emek sömürüsü konusunda pek renk vermemektedir. Daha ilginci, bu kesimlere “iyi de bu konuda ne düşünüyorsun” diye sermaye egemenliğini hatırlatan da pek çıkmamaktadır.

Diğer tarafta ise, yer yer sol renklerin de serpişmiş olduğu, liberallerden, kimlik politikacılarına, sivil toplumculara ve Kürt siyasetine uzanan daha heterojen bir cephe vardır. Yukarıdakine benzer bir durum, bu kesim için de söz konusudur: İş ülkedeki sınıf egemenliğine ve başat sömürü mekanizmalarına geldiğinde ne bu kesimin kendisi bir renk vermekte, ne de çıkıp biri sormaktadır…

Bu iki kesimin Marksizm’le ilişkisini bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Elementer düzeyde bir Marksizm bilgisi bile, sermaye sınıfının egemenliğinin sadece varsayılamayacağını söyler. “Sadece varsaymak”, söz konusu egemenliğin olduğunu, ama orada öylece durduğunu, güncel siyasal süreçlerin ve dönüşümlerin ise bu egemenlikten bağımsız, kendi ayrı mecrasında, kendi özel dinamikleriyle gerçekleştiğini söylemek demektir. 

Oysa sermaye sınıfı ve bu sınıfın egemenliği, güncel gidişatın her ayrıntısıyla olmasa bile temel yörüngesiyle, belli başlı dönüşümlerle ve önemli kırılma noktalarıyla doğrudan ilgilidir ve bunlara müdahildir. Bu müdahil olma durumu kendini, süreçleri başlatma, önleme, yönünü değiştirme ve içini kendince doldurma gibi yollarla ortaya koymaktadır.

Bu durumda, Türkiye’de örneğin Kemalizm’in ya da 1930’lara özgü ideolojik yapılanmanın sermaye sınıfının egemenliğine rağmen ve/ya onun “kayıtsız kalışıyla” yeniden tesis edilebileceğini düşünenler hayal görmektedirler. 

Ademi merkeziyetçilik ve yerelleşme diye tutturanlar da, bunu en başta sermaye sınıfının istediğini ve/ya bu süreçlerin içini kendince doldurmaya şimdiden en hazır toplumsal-siyasal gücü temsil ettiğini unutmakla büyük yanlış yapmaktadırlar.

* * *

Türkiye’nin siyasal geçmişi, bugün sahnede olan aktörlere bir model sunar mı?

Bir kesim için bu sorunun yanıtı olumludur; ama bugün model alınacak tarihsel kesit olarak 1923 ile 1946 arası gösterilmekte, bu döneme dönüş önerilmektedir. Sanki “çok partili rejime geçişin”, ithal ikameci dönemin, 24 Ocak 1980’le başlayan dışa açılma süreçlerinin, özelleştirmelerin vb, sermaye sınıfının gelişip süreçlere ağırlığını koymasıyla, egemenliğini kurmasıyla, sermaye birikim modelleriyle, dünya kapitalizmiyle daha ileri düzeylerde eklemlenme ihtiyaçlarıyla hiç ilgisi yoktur. Sanki tüm bunlar “halk düşmanı” birtakım siyasal aktörlerin ve iktidarların keyfi tercihleriyle ortaya çıkan gelişmelerdir. Şimdi “halk dostu” güçlerin siyasal iktidarıyla bu tarih tümüyle silinip geriye, 1946 öncesine dönülecektir.

Sermaye sınıfı da “iyi bari böyle olsun” diyecektir.

Diğer kesim için de tarih, kapitalizmin gelişmesiyle, sermaye sınıfının tercihleriyle hiç ilgisi olmayan; belirli bir zihniyetin (Kemalist elit) baskılarından, zorlamalarından ve dayatmalarından, inkâr ve tasfiye politikalarından ibaret bir süreçtir. Şimdi, bu dönemi tümüyle kapatıp sıfırdan yeni bir süreç başlatmanın, yeni bir ülke kurmanın zamanıdır.

Sermaye sınıfı da bir kez daha kendi köşesinden bu gelişmeleri seyredecektir.

Birinci kesime ilişkin sorun, günümüzdeki başat yönelimlerin temeldeki sınıf egemenliğinin sonuçları olduğunu görmemesi, bir an için “mümkün” olabileceği varsayılsa bile, “geri dönüşün” mevcut sınıf egemenliğine savaş açmadan gerçekleşebileceğini sanmasıdır.

İkinci kesimin sorunu ise, büyük bir kısmı tam da sermaye sınıfının güncel taleplerine denk düşen, diğer kısmı ise aynı sınıfın rahatlıkla kendi çıkarlarına göre uyarlayabileceği değişim ve dönüşümleri, sınıfsallık dışı, evrensel bir demokratikleşme sürecinin bileşenleri olarak görmesidir.

İki kesimin ortak sorunu ise şudur: Sermaye sınıfını “yok hükmünde” sayılacak edilgenlikte görüyorlarsa, hiç “Marksizm” falan demesinler; böyle görmeyip “bizim projemiz sermayenin de işine yarar” diyorlarsa, o zaman söylenebilecek başka şeyler vardır.

Dikkat edilsin: “Tartışılabilecek” değil, söylenebilecek…

* * *

Tarihsel geçmişin, güncel aktörlere/öznelere bir model ya da “örüntü” sunmasında, Türkiye’de son dönemde daha da belirginleşen bir bakışımsızlık söz konusudur.

Sermaye sınıfının tekil üyeleri olmasa bile bu sınıfın ideologları, örgütleri ve siyasal partileri belirli bir “müktesebata” sahiptirler. Başka bir deyişle bu özneler geçmişe bakarak bir model, bir örüntü çıkarırlar. Neyin neye yol açtığı, hangi tür süreçlerin ne gibi tepkileri tetiklediği, neyin gelip geçici neyinse kalıcı bir eğilimi temsil ettiği konusunda fikir sahibidirler.

Genel olarak “toplumsal muhalefet”, daha dar anlamda sınıf ve sınıf hareketi ise bugün böyle bir müktesebata sahip değildir. Türkiye işçi sınıfı, 1960’lardaki hareketlilikten 15-16 Haziran’a, oradan 1970’lerin güçlü işçi direnişlerine uzanan bir tarihsel kesitte sağlayabildiği sürekliliği ve bu anlamda “ne yaparsak ne olur” algısını 12 Eylül’le birlikte yitirmiştir. Bu yitimde, uzun süren yasakların ve baskıların yanı sıra, kayıt dışı sektörün büyümesinin, sınıf aidiyetinde istikrarsızlığın, sınıf üyeliğinin sürekli değişimlere tabi olmasının da payı vardır.

Bakışımsızlık buradadır.

Ne var ki, genel olarak toplumun ve sınıfın dışında, düzene karşı olan ya da böyle olduğunu ileri süren siyasal öznelerin geçmişten model ya da örüntü çıkarma konusunda çok daha yetkin, duyarlı ve donanımlı olmaları beklenir. Örneğin, 1920’lerin başındaki Kemalist iktidar-sosyalist örgütlenme ilişkileri, 1930’lardaki “likidasyon”, 1950’lerin başındaki komünist tevkifatı, 1940’ların ikinci yarısında Demokrat Parti ileri gelenleri ile bir kısım solcu-sosyalist arasında yaşanan kısa süreli balayı ve sıralanabilecek başka örnekler, egemen güçlerin ve siyasal iktidarların kırmızı çizgileri konusunda siyasal öznelere mutlaka bir fikir vermelidir.

Diğer taraf ise, kendi içinden “işte bu sermaye sınıfını zorlar” diyebileceği kimi düzenleme ve açılımlara bile bu sınıfın kolaylıkla uyum sağlayıp damgasını vurabileceğini geçmişe bakarak hesap etmek zorundadır.

Kurulu düzen, hiçbir özneye üzerinde rahatça çalışabileceği boş bir kâğıt sunmamaktadır.

* * *

Değerlendirme ve analizlerde “zenginliği” gözetmenin, önem sıralamasındaki yeri ne olursa olsun her tür etmeni hesaba katmanın belirli sınırları olmalı mıdır?

Aynı soruyu başka türlü formüle edersek, analizdeki titizlik ve kapsayıcılık ile olgulara ve süreçlere belirli bir öznenin kendi özel merceğinden bakması birbirini çeler mi? Arada bir denge kurulması mümkün müdür?

Bu sorulara kestirme ama gerçekçi bir yanıt vermek gerekirse, söylenebilecek olan şudur: Siyasi özne, “zenginlik” ve “derinlik” adına kendini beyin fırtınalarına ve senaryo üretimine kaptırmaz; kendi siyasal hattını ve bu yöndeki müdahalelerini belirlerken, kimi önceliklerden hareket eder, asli olanı tali olandan ayırır. Eğer soldaki bir siyasal özneden söz ediyorsak, bu öznenin temel hareket noktası sözgelimi “ulusal sorunun çözümü” olamayacağı gibi, iktidar bloğundaki çatlaklar (Erdoğan -“cemaat” gerilimi) ya da örneğin mevcut iktidarla emperyalist güç odakları arasında İsrail konusunda ortaya çıkan kimi “farklılıklar” da olamaz. Bu tür olgu ve durumların hiç ama hiç gözetilmemesinden söz etmiyoruz; sadece, temel siyasal hattın buralardan çıkarılmayacağını söylüyoruz.

Ama Türkiye’de temel siyasal hatlarını “Erdoğan-cemaat geriliminden”, “dış politikada eksen kayması” tevatüründen ya da “Kürt sorununu çözerek bölge gücü olan Türkiye” vizyonundan hareketle türeten kesimler vardır.

Özetle, ne zaman nasıl gerçekleşeceğinden bağımsız olarak, nihai hedef, sol siyasal özne için her zaman ve her durumda güncele bakışın merceği, ayıklayıcısı ve sıralayıcısıdır.

AKP’ye ve Türkiye’nin son on yılına ilişkin hatırlatmalar

AKP iktidarının sermaye sınıfının iktidarı olması, temel politikalarının ve uygulamalarının bu sınıfın çıkarları doğrultusunda şekillenmesi, bu iktidarın Cumhuriyet tarihinde özel bir yere oturmasıyla ve bu bağlamdaki ayırt edici yanlarıyla çelişmez.

Bir yönden bakıldığında, piyasacılık/vahşi kapitalizm, dinci gericilik ve emperyalizmin dümen suyunda gitme gibi göstergeler açısından, AKP ile onu önceleyen iktidarlar arasında bir süreklilik olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, AKP’yi önceki siyasal iktidarlardan ayırt eden iki özellikten söz etmek durumundayız.

Bunlardan birincisi, daha önceki iktidarlardan farklı olarak, AKP’nin bu üç özelliği birbirini besleyen, birindeki hamlelerin diğer ikisine de alan açtığı bütünlüklü bir kurguya yerleştirmiş olmasıdır. Daha somut söylenirse, satıp savmacı, talancı, rantçı ve yoksullaştırıcı kapitalizmin biriktirdikleri, dinsel temeller üzerinde şekillendirilen kaderci ve yetinmeci bir toplumla, emperyalizmin himayesinde “bölgesel güç olma” böbürlenmesiyle dengelenmekte ya da bastırılmaktadır. Toplumun belirli bir eksende dincileştirilmesi ise, emperyalizmin bölgedeki çıkarları için açılan ihalelere verilecek “en iyi teklifin” öğesi olarak kullanılmaktadır. “Bölge politikaları” salt dış politika olmanın ötesinde aynı zamanda ekonomiyi “sıcak para girişleriyle” ayakta tutmanın aracıdır vb.

Kendilerince böyle bir “sinerji” yakalamışlardır…

İkinci özellik ise, sıralanan üç alandaki girişimlerin ülkeyi dönüştürme boyutlarına ulaşmasıdır (niceliğin niteliğe dönüşümü?). Daha önceki iktidarlar Türkiye’yi yönetmede üç başlığa ayrı ayrı başvurmuşken, AKP iktidarı üçlünün bütünlüğüyle ülkeyi yönetmenin ötesinde dönüştürmektedir.

Kısacası, 80 yılda oluşan iç dengeleriyle birlikte 1923 Cumhuriyeti’ne son vermektedir.

Burada, kritik bir noktanın vurgulanması gerekmektedir.

Evet, AKP iktidarı 1923 Cumhuriyeti’ni kapatmıştır; ancak, ortada henüz tam teşekküllü, taşları yerine oturmuş, dengeleri kurulmuş bir yeni cumhuriyet yoktur. Bugün yaşanılan düzen içi siyasal gerilimler, Anayasa tartışmaları, başkanlık sistemi ve “Kürt sorununun çözümü” gibi başlıklar da dahil olmak üzere, noktalanan cumhuriyet yerine yenisini oturtmanın sancılarıdır. Bu noktanın görülmesi kritiktir; çünkü taraflardan biri ortadaki gerilim ve sancılardan hareketle 1923 Cumhuriyet’ine geri dönüş gibi bir hayal beslerken, diğeri de bu sürecin rayında gidip birkaç yıl içinde yepyeni bir Türkiye kurmanın mümkün olduğunu düşünmektedir.

Bize göre ise, ne 1923 Cumhuriyet’ine dönüş, ne de İkinci Cumhuriyet’in dört başı mamur biçimde yerine oturması mümkündür. Daha açık söylenirse, Türkiye’nin önündeki dönem, yeni cumhuriyetin taşlarını yerine oturtma adına yapılacak hamlelerin getireceği daha derin sancılara, sarsıntılara, iniş çıkışlara gebe, yer yer kaotik boyutlar kazanacak bir dönemdir.

Sosyalist özne, 1923 Cumhuriyet’ine dönüşü zaten mümkün görmemektedir ve gündeminde böyle bir başlık yoktur. Ancak, kendini “kaçınılmaz” gördüğü bir yeniden kuruluşa göre hazırlama durumunda da değildir; çünkü ufukta gördüğü, belirli bir dinginleşmeyi ve istikrarı getirecek böyle bir kuruluş değil, sarsıntılı ve kaotik bir dönemdir.

Hazırlıklar da, bu öngörü doğrultusunda olacaktır.

* * *

Bugün bu tespitleri yapan özne, son on yılda nelerle karşılaştı? Bu tespitleri nasıl bir ortamda, ne gibi “sol” eleştirilere karşı yaptı?

Hatırlayalım.

Kimilerine göre yaşananlar ancak “merkez-çevre kuramıyla” açıklanabilirdi. Kuşkusuz, işin içinde sınıf falan yoktu; yalnızca, uzunca süre “çevrede kalan güçlerin artık “merkeze” yerleşmesi söz konusuydu. Gerçi bugün Türkiye’nin en zenginlerine bakıldığında “merkez” pek değişmemiş görünüyor; ama olsun, namaz kıldı, oruç tuttu, başını örttü diye küçümsenenler artık merkeze gelmişti ya, işte bu büyük dönüşüm, büyük devrimdi…

Bugünlerde pek söylenmiyor, ama bu tespit bir dönem hayli revaçtaydı.

Sonra, “Birinci Cumhuriyet’in” noktalanması üzerinde neden bu kadar duruluyordu ki? Bağımsızlık, aydınlanmacılık, laiklik, kamuculuk vb neden Cumhuriyet’in “kazanımları” olarak tanımlanıyordu? Bunlar bu ülkede sola ne kazandırmıştı ki?

Yanıt şöyle verildi: Türkiye’de Cumhuriyet’le yaşanan, gecikmiş bir burjuva devrimdir. Gecikmiş burjuva devrimler her yerde sola karşı emniyet supaplarıyla donanmıştır. Ancak bu özellik, gecikmiş de olsa bir burjuva devrimin tarihsel ilerleme sayılmasını engellemez. Burjuva devrimlerin getirdiği yeni düzenlemeler ve yapılanmalar, solu en arkaik kimi ayak bağlarından kurtarır, düzenin daha yalın teşhiri için imkânlar sağlar. Ve en önemlisi: Sol, kendi ileri ve köktenci projesini, burjuva devrimin “işte burası gelinebilecek en ileri noktadır” dediği noktalardan kalkarak “hayır, bunun daha ilerisi vardır” iddiasıyla açıklar.

Hatırlamaya ve hatırlatmaya devam edelim.

Sosyalist özne, Ergenekon davası patlatıldığında dolmuşa binmedi. Bu davanın, AKP’nin içeride olsun dışarıda olsun mümkün olan en geniş desteği alarak belirli güçleri iktidar bloğundan çıkarıp kendi alanını temizleme operasyonu olduğunu söyledi.

Aradan beş altı yıl geçti, bugün bir avuç kişi dışında hemen herkes bunu kabul ediyor.

Sosyalist özne, Avrupa Birliği üyeliği konusunda açıkça hayır dedi. Ne Türkiye’nin “demokratikleşmesini” buraya bağladı, ne “emeğin Avrupa’sı” dedi, ne de “havet” gibi sesler çıkardı. Ama bunların da ötesinde Türkiye’nin eşit koşullarda tam üye yapılmayacağını da söyledi.

Çok şükür, bu meselede de ayaklar suya ermiş görünüyor.

Kimi “karşıt” eleştiriler aşıldı, kimileri ise henüz gündemden düşmedi.

Gündemden düşmeyenler arasında, “AKP’nin Kürt sorununu çözebileceği” ve yeni ülke tasarımının bileşenlerinden olan “yerelleşmenin” sosyalistlerin işine yarayacağı düşüncesi yer alıyor.

Yakındır, bunları da göreceğiz.

Sosyalist özne ve “iki taraf”

Şunun çok net olarak bilinmesinde yarar var:

Sosyalist özne örneğin “Cumhuriyet’in kazanımlarından” söz ettiğinde bir taraf “elbette, çok güzel”, diğer taraf “ne kazanımı?” diyorsa, sosyalist özne ne “elbette, çok güzel” diye onaylayana yakın, ne de “ne kazanımı?” diye karşı çıkana uzaktır. Sadece, ikisinden de apayrı bir yerde durmaktadır.

Sosyalist özne “bugün Kemalizm’le ileri gidemeyiz” dediğinde bir taraf “şimdi olmadı işte”, diğer taraf ise “çok doğru” diyorsa, özne ne “olmadı işte” diyene uzak, ne de “çok doğru” diyene yakındır. Sadece, ikisinden de apayrı bir yerde durmaktadır.

Türkiye solunda, Türkiye Komünist Partisi’nin bugünkü duruşuna ilişkin ciddi bir tahrifat söz konusudur.

Bu tahrifat, TKP’nin siyasal duruşunu bir türev olarak göstermeye yöneliktir. Başka bir deyişle, bu anlatıma göre TKP’nin kendi ilkelerinden, çözümlemelerinden ve tespitlerinden hareketle geliştirdiği özel bir duruşu ve çizgisi yoktur; TKP oturup iki tarafa bakmakta, bu iki tarafta “yanlış gördüğü” noktaları öbür tarafa doğru bükerek kendi çizgisini türetmektedir…

Sahiden böyle midir?

1960’ların milli demokratik devrimciliğini bir yana bırakırsak, Kemalizm’e dönüş ve Kürt düşmanlığı vurgularıyla bugünkü “ulusalcı” çizginin en fazla 10 yıllık bir tarihi vardır.

Türkiye’nin “Kürt sorununun çözümü” ekseninde demokratikleşmesini, “demokratik özerkliği”, kimlik siyasetini ve sivil toplumculuğu öne çıkaran cephenin geçmişi de en fazla bu kadar geriye gitmektedir.

Oysa 10 yıllık tarihi olan çizgilerin dışında, aşamacı anlayışlara karşı sosyalist devrim diyen, Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i burjuva devrim bağlamında değerlendiren, “zinde güçlere” değil de işçi sınıfına vurgu yapan çizginin 45 yıllık tarihi vardır.

Her tür güncel çözümleme ve değerlendirmenin merkezine sosyalist iktidar perspektifini yerleştiren yaklaşım, 35 yıllık bir geçmişe sahiptir.

Sahiplenilen Leninist örgütlenme ve öncülük anlayışının parti formunda yaşama geçirilmesi çabaları ise 30 yıl önce başlamıştır.

Bunlar, kimilerince “yanlış” bulunup reddedilebilir; orası ayrı. Ancak hepsinin “iki tarafın” ikisine de uzak durmak amacıyla icat edildiğini iddia etmek için dev aynasına bakıyor olmak gerekir.

TKP, sermaye egemenliğini zorlama ve bu egemenliğe son verme kararlılığındadır.

Diğer iki tarafın “projelerini” ise, bırakın son vermeyi, bu egemenliği zorlayacak içerikte bile görmemektedir.

Bu nedenle “ayrı” da değil bambaşka bir yerde durmaktadır.

O zaman, işimize bakalım

Türkiye’de AKP iktidarına ve yönelimlerine karşı muhalefet zemininin baştan bu yana sözü edilen iki tarafça hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde parsellenmiş olduğu, bir galat-ı meşhurdur (yaygın biçimde inanılan ve kullanılan bir yanlıştır).

Bu ülkede işçi sınıfında, gücünü çok yitirmiş olsa da sendikal harekette kimi kımıldanmalar görülmektedir.

Giderek statü kaybına uğrayan, adeta paryalaştırılan meslek sahipleri, hekimler, mimar ve mühendisler, teknikerler, hukukçular ve öğretmenler vardır.

Kadınlar, AKP iktidarının kendileri açısından ne anlama geldiğini giderek daha yakından kavramakta ve görmektedir.

Gençlik kesimi, yeni bir başkaldırı ve aranış döneminin işaretlerini vermektedir.

Alevilere her vesileyle “topun ağzında oldukları” hatırlatılmaktadır.

Tüm bu kesimlerin önünde çalacakları yalnızca iki kapı olduğunu, “ulusalcı” ve “kimlikçi” siyasetler dışında başka yol bulamayacaklarını söylemek, “reel politika” girdaplarında kaybolup Türkiye’yi tanımamak demektir.  

Her tartışmanın katılan tüm taraflar açısından belirli bir çözüme ya da sonuca bağlanması beklenemez.

Burada kuşkusuz en genel anlamıyla “sol içi” tartışmalardan söz ediyoruz. Tartışmaların taraflar açısından belirli bir uzlaşma ve çözümle sonuçlanması, sol içinde ortak noktaları daha fazla olan; sosyalizm anlayışları ve ülkedeki duruma ilişkin çözümlemeleri aşağı yukarı ortak sayılabilecek gruplar, kesimler ve örgütler için mümkün olabilir. Bu başlıklarda birbirinden köklü biçimde ayrılanlar içinse, tartışmalardan her tarafı memnun edecek uzlaşmacı sonuçlarla çıkılmasını beklemek aşırı “iyimserlik” olacaktır.

Ancak, birbirinden çok ayrı kesimler söz konusu olduğunda bile, en azından tarafların meselelere hangi açıdan, neleri temel alarak, ne gibi tespitlerden hareketle baktıklarının bilinmesi yararlıdır. Bu sayede herkes kendinin ve diğerlerinin nerede durduğunu bilecek, sağırlar diyaloguna dönen gereksiz tartışmalardan kaçınılacak, taraflardan her biri kendi yolunda ilerleyecektir.

O zaman, “kendi tarafımızın” temel anlayışını, ilkelerini, tespitlerini ve kimi “öngörülerini” toparlamaya çalışalım. Ama yola çıkarken, önce depo ne durumda, yakıt yeterli mi, buna bir bakalım.

İşin başında, özellikle belirli başlıklarda netlik gerekiyor.

Netlik, çoktandır unutulmuş görünen kimi gerçeklerin hatırlatılmasını gerektiriyor.

Solda unutulmuş gerçekler

Solda sürüp giden tartışmalara bakıldığında bir temel gerçek unutulmuş gibi görünüyor: Sanki bu ülke gelişmişliği şu ya da bu düzeyde, ama kapitalist bir ülke değildir; sanki Türkiye’de sermaye sınıfının egemenliği yoktur; belirli bir toplumsal sınıfın egemenliğinden söz edilemeyecek bir ülkede çeşitli siyasal aktörler birbiriyle kendi kafalarına göre kapışmaktadır…

Açıkça böyle denmese bile, böyle düşünüldüğü bellidir.

Bu hengâmede, sanki AKP her şeyden önce sermaye sınıfının partisi değildir; sanki AKP iktidarı politikalarını bu sınıfın egemenliğinin sürmesi ve kendini yeniden üretmesi için yürütmemektedir de tümüyle kendi özel gündemini takip etmektedir.

Gene aynı hengâmede, öfkeli taraflardan birini oluşturan, “anti-emperyalist” olduğunu söyleyen, “Birinci Cumhuriyet’e sahip çıkan”; AKP iktidarına, dinci gericiliğe ve “ülkenin bölünmesi” ihtimaline karşı kıyameti koparan kesimler, yani kendilerine “ulusalcı” diyenler, ülkedeki sermaye sınıfı egemenliği ve emek sömürüsü konusunda pek renk vermemektedir. Daha ilginci, bu kesimlere “iyi de bu konuda ne düşünüyorsun” diye sermaye egemenliğini hatırlatan da pek çıkmamaktadır.

Diğer tarafta ise, yer yer sol renklerin de serpişmiş olduğu, liberallerden, kimlik politikacılarına, sivil toplumculara ve Kürt siyasetine uzanan daha heterojen bir cephe vardır. Yukarıdakine benzer bir durum, bu kesim için de söz konusudur: İş ülkedeki sınıf egemenliğine ve başat sömürü mekanizmalarına geldiğinde ne bu kesimin kendisi bir renk vermekte, ne de çıkıp biri sormaktadır…

Bu iki kesimin Marksizm’le ilişkisini bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Elementer düzeyde bir Marksizm bilgisi bile, sermaye sınıfının egemenliğinin sadece varsayılamayacağını söyler. “Sadece varsaymak”, söz konusu egemenliğin olduğunu, ama orada öylece durduğunu, güncel siyasal süreçlerin ve dönüşümlerin ise bu egemenlikten bağımsız, kendi ayrı mecrasında, kendi özel dinamikleriyle gerçekleştiğini söylemek demektir.

Oysa sermaye sınıfı ve bu sınıfın egemenliği, güncel gidişatın her ayrıntısıyla olmasa bile temel yörüngesiyle, belli başlı dönüşümlerle ve önemli kırılma noktalarıyla doğrudan ilgilidir ve bunlara müdahildir. Bu müdahil olma durumu kendini, süreçleri başlatma, önleme, yönünü değiştirme ve içini kendince doldurma gibi yollarla ortaya koymaktadır.

Bu durumda, Türkiye’de örneğin Kemalizm’in ya da 1930’lara özgü ideolojik yapılanmanın sermaye sınıfının egemenliğine rağmen ve/ya onun “kayıtsız kalışıyla” yeniden tesis edilebileceğini düşünenler hayal görmektedirler.

Ademi merkeziyetçilik ve yerelleşme diye tutturanlar da, bunu en başta sermaye sınıfının istediğini ve/ya bu süreçlerin içini kendince doldurmaya şimdiden en hazır toplumsal-siyasal gücü temsil ettiğini unutmakla büyük yanlış yapmaktadırlar.

* * *

Türkiye’nin siyasal geçmişi, bugün sahnede olan aktörlere bir model sunar mı?

Bir kesim için bu sorunun yanıtı olumludur; ama bugün model alınacak tarihsel kesit olarak 1923 ile 1946 arası gösterilmekte, bu döneme dönüş önerilmektedir. Sanki “çok partili rejime geçişin”, ithal ikameci dönemin, 24 Ocak 1980’le başlayan dışa açılma süreçlerinin, özelleştirmelerin vb, sermaye sınıfının gelişip süreçlere ağırlığını koymasıyla, egemenliğini kurmasıyla, sermaye birikim modelleriyle, dünya kapitalizmiyle daha ileri düzeylerde eklemlenme ihtiyaçlarıyla hiç ilgisi yoktur. Sanki tüm bunlar “halk düşmanı” birtakım siyasal aktörlerin ve iktidarların keyfi tercihleriyle ortaya çıkan gelişmelerdir. Şimdi “halk dostu” güçlerin siyasal iktidarıyla bu tarih tümüyle silinip geriye, 1946 öncesine dönülecektir.

Sermaye sınıfı da “iyi bari böyle olsun” diyecektir.

Diğer kesim için de tarih, kapitalizmin gelişmesiyle, sermaye sınıfının tercihleriyle hiç ilgisi olmayan; belirli bir zihniyetin (Kemalist elit) baskılarından, zorlamalarından ve dayatmalarından, inkâr ve tasfiye politikalarından ibaret bir süreçtir. Şimdi, bu dönemi tümüyle kapatıp sıfırdan yeni bir süreç başlatmanın, yeni bir ülke kurmanın zamanıdır.

Sermaye sınıfı da bir kez daha kendi köşesinden bu gelişmeleri seyredecektir.

Birinci kesime ilişkin sorun, günümüzdeki başat yönelimlerin temeldeki sınıf egemenliğinin sonuçları olduğunu görmemesi, bir an için “mümkün” olabileceği varsayılsa bile, “geri dönüşün” mevcut sınıf egemenliğine savaş açmadan gerçekleşebileceğini sanmasıdır.

İkinci kesimin sorunu ise, büyük bir kısmı tam da sermaye sınıfının güncel taleplerine denk düşen, diğer kısmı ise aynı sınıfın rahatlıkla kendi çıkarlarına göre uyarlayabileceği değişim ve dönüşümleri, sınıfsallık dışı, evrensel bir demokratikleşme sürecinin bileşenleri olarak görmesidir.

İki kesimin ortak sorunu ise şudur: Sermaye sınıfını “yok hükmünde” sayılacak edilgenlikte görüyorlarsa, hiç “Marksizm” falan demesinler; böyle görmeyip “bizim projemiz sermayenin de işine yarar” diyorlarsa, o zaman söylenebilecek başka şeyler vardır.

Dikkat edilsin: “Tartışılabilecek” değil, söylenebilecek…

* * *

Tarihsel geçmişin, güncel aktörlere/öznelere bir model ya da “örüntü” sunmasında, Türkiye’de son dönemde daha da belirginleşen bir bakışımsızlık söz konusudur.

Sermaye sınıfının tekil üyeleri olmasa bile bu sınıfın ideologları, örgütleri ve siyasal partileri belirli bir “müktesebata” sahiptirler. Başka bir deyişle bu özneler geçmişe bakarak bir model, bir örüntü çıkarırlar. Neyin neye yol açtığı, hangi tür süreçlerin ne gibi tepkileri tetiklediği, neyin gelip geçici neyinse kalıcı bir eğilimi temsil ettiği konusunda fikir sahibidirler.

Genel olarak “toplumsal muhalefet”, daha dar anlamda sınıf ve sınıf hareketi ise bugün böyle bir müktesebata sahip değildir. Türkiye işçi sınıfı, 1960’lardaki hareketlilikten 15-16 Haziran’a, oradan 1970’lerin güçlü işçi direnişlerine uzanan bir tarihsel kesitte sağlayabildiği sürekliliği ve bu anlamda “ne yaparsak ne olur” algısını 12 Eylül’le birlikte yitirmiştir. Bu yitimde, uzun süren yasakların ve baskıların yanı sıra, kayıt dışı sektörün büyümesinin, sınıf aidiyetinde istikrarsızlığın, sınıf üyeliğinin sürekli değişimlere tabi olmasının da payı vardır.

Bakışımsızlık buradadır.

Ne var ki, genel olarak toplumun ve sınıfın dışında, düzene karşı olan ya da böyle olduğunu ileri süren siyasal öznelerin geçmişten model ya da örüntü çıkarma konusunda çok daha yetkin, duyarlı ve donanımlı olmaları beklenir. Örneğin, 1920’lerin başındaki Kemalist iktidar-sosyalist örgütlenme ilişkileri, 1930’lardaki “likidasyon”, 1950’lerin başındaki komünist tevkifatı, 1940’ların ikinci yarısında Demokrat Parti ileri gelenleri ile bir kısım solcu-sosyalist arasında yaşanan kısa süreli balayı ve sıralanabilecek başka örnekler, egemen güçlerin ve siyasal iktidarların kırmızı çizgileri konusunda siyasal öznelere mutlaka bir fikir vermelidir.

Diğer taraf ise, kendi içinden “işte bu sermaye sınıfını zorlar” diyebileceği kimi düzenleme ve açılımlara bile bu sınıfın kolaylıkla uyum sağlayıp damgasını vurabileceğini geçmişe bakarak hesap etmek zorundadır.

Kurulu düzen, hiçbir özneye üzerinde rahatça çalışabileceği boş bir kâğıt sunmamaktadır.

* * *

Değerlendirme ve analizlerde “zenginliği” gözetmenin, önem sıralamasındaki yeri ne olursa olsun her tür etmeni hesaba katmanın belirli sınırları olmalı mıdır?

Aynı soruyu başka türlü formüle edersek, analizdeki titizlik ve kapsayıcılık ile olgulara ve süreçlere belirli bir öznenin kendi özel merceğinden bakması birbirini çeler mi? Arada bir denge kurulması mümkün müdür?

Bu sorulara kestirme ama gerçekçi bir yanıt vermek gerekirse, söylenebilecek olan şudur: Siyasi özne, “zenginlik” ve “derinlik” adına kendini beyin fırtınalarına ve senaryo üretimine kaptırmaz; kendi siyasal hattını ve bu yöndeki müdahalelerini belirlerken, kimi önceliklerden hareket eder, asli olanı tali olandan ayırır. Eğer soldaki bir siyasal özneden söz ediyorsak, bu öznenin temel hareket noktası sözgelimi “ulusal sorunun çözümü” olamayacağı gibi, iktidar bloğundaki çatlaklar (Erdoğan -“cemaat” gerilimi) ya da örneğin mevcut iktidarla emperyalist güç odakları arasında İsrail konusunda ortaya çıkan kimi “farklılıklar” da olamaz. Bu tür olgu ve durumların hiç ama hiç gözetilmemesinden söz etmiyoruz; sadece, temel siyasal hattın buralardan çıkarılmayacağını söylüyoruz.

Ama Türkiye’de temel siyasal hatlarını “Erdoğan-cemaat geriliminden”, “dış politikada eksen kayması” tevatüründen ya da “Kürt sorununu çözerek bölge gücü olan Türkiye” vizyonundan hareketle türeten kesimler vardır.

Özetle, ne zaman nasıl gerçekleşeceğinden bağımsız olarak, nihai hedef, sol siyasal özne için her zaman ve her durumda güncele bakışın merceği, ayıklayıcısı ve sıralayıcısıdır.

AKP’ye ve Türkiye’nin son on yılına ilişkin hatırlatmalar

AKP iktidarının sermaye sınıfının iktidarı olması, temel politikalarının ve uygulamalarının bu sınıfın çıkarları doğrultusunda şekillenmesi, bu iktidarın Cumhuriyet tarihinde özel bir yere oturmasıyla ve bu bağlamdaki ayırt edici yanlarıyla çelişmez.

Bir yönden bakıldığında, piyasacılık/vahşi kapitalizm, dinci gericilik ve emperyalizmin dümen suyunda gitme gibi göstergeler açısından, AKP ile onu önceleyen iktidarlar arasında bir süreklilik olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, AKP’yi önceki siyasal iktidarlardan ayırt eden iki özellikten söz etmek durumundayız.

Bunlardan birincisi, daha önceki iktidarlardan farklı olarak, AKP’nin bu üç özelliği birbirini besleyen, birindeki hamlelerin diğer ikisine de alan açtığı bütünlüklü bir kurguya yerleştirmiş olmasıdır. Daha somut söylenirse, satıp savmacı, talancı, rantçı ve yoksullaştırıcı kapitalizmin biriktirdikleri, dinsel temeller üzerinde şekillendirilen kaderci ve yetinmeci bir toplumla, emperyalizmin himayesinde “bölgesel güç olma” böbürlenmesiyle dengelenmekte ya da bastırılmaktadır. Toplumun belirli bir eksende dincileştirilmesi ise, emperyalizmin bölgedeki çıkarları için açılan ihalelere verilecek “en iyi teklifin” öğesi olarak kullanılmaktadır. “Bölge politikaları” salt dış politika olmanın ötesinde aynı zamanda ekonomiyi “sıcak para girişleriyle” ayakta tutmanın aracıdır vb.

Kendilerince böyle bir “sinerji” yakalamışlardır…

İkinci özellik ise, sıralanan üç alandaki girişimlerin ülkeyi dönüştürme boyutlarına ulaşmasıdır (niceliğin niteliğe dönüşümü?). Daha önceki iktidarlar Türkiye’yi yönetmede üç başlığa ayrı ayrı başvurmuşken, AKP iktidarı üçlünün bütünlüğüyle ülkeyi yönetmenin ötesinde dönüştürmektedir.

Kısacası, 80 yılda oluşan iç dengeleriyle birlikte 1923 Cumhuriyeti’ne son vermektedir.

Burada, kritik bir noktanın vurgulanması gerekmektedir.

Evet, AKP iktidarı 1923 Cumhuriyeti’ni kapatmıştır; ancak, ortada henüz tam teşekküllü, taşları yerine oturmuş, dengeleri kurulmuş bir yeni cumhuriyet yoktur. Bugün yaşanılan düzen içi siyasal gerilimler, Anayasa tartışmaları, başkanlık sistemi ve “Kürt sorununun çözümü” gibi başlıklar da dahil olmak üzere, noktalanan cumhuriyet yerine yenisini oturtmanın sancılarıdır. Bu noktanın görülmesi kritiktir; çünkü taraflardan biri ortadaki gerilim ve sancılardan hareketle 1923 Cumhuriyet’ine geri dönüş gibi bir hayal beslerken, diğeri de bu sürecin rayında gidip birkaç yıl içinde yepyeni bir Türkiye kurmanın mümkün olduğunu düşünmektedir.

Bize göre ise, ne 1923 Cumhuriyet’ine dönüş, ne de İkinci Cumhuriyet’in dört başı mamur biçimde yerine oturması mümkündür. Daha açık söylenirse, Türkiye’nin önündeki dönem, yeni cumhuriyetin taşlarını yerine oturtma adına yapılacak hamlelerin getireceği daha derin sancılara, sarsıntılara, iniş çıkışlara gebe, yer yer kaotik boyutlar kazanacak bir dönemdir.

Sosyalist özne, 1923 Cumhuriyet’ine dönüşü zaten mümkün görmemektedir ve gündeminde böyle bir başlık yoktur. Ancak, kendini “kaçınılmaz” gördüğü bir yeniden kuruluşa göre hazırlama durumunda da değildir; çünkü ufukta gördüğü, belirli bir dinginleşmeyi ve istikrarı getirecek böyle bir kuruluş değil, sarsıntılı ve kaotik bir dönemdir.

Hazırlıklar da, bu öngörü doğrultusunda olacaktır.

* * *

Bugün bu tespitleri yapan özne, son on yılda nelerle karşılaştı? Bu tespitleri nasıl bir ortamda, ne gibi “sol” eleştirilere karşı yaptı?

Hatırlayalım.

Kimilerine göre yaşananlar ancak “merkez-çevre kuramıyla” açıklanabilirdi. Kuşkusuz, işin içinde sınıf falan yoktu; yalnızca, uzunca süre “çevrede kalan güçlerin artık “merkeze” yerleşmesi söz konusuydu. Gerçi bugün Türkiye’nin en zenginlerine bakıldığında “merkez” pek değişmemiş görünüyor; ama olsun, namaz kıldı, oruç tuttu, başını örttü diye küçümsenenler artık merkeze gelmişti ya, işte bu büyük dönüşüm, büyük devrimdi…

Bugünlerde pek söylenmiyor, ama bu tespit bir dönem hayli revaçtaydı.

Sonra, “Birinci Cumhuriyet’in” noktalanması üzerinde neden bu kadar duruluyordu ki? Bağımsızlık, aydınlanmacılık, laiklik, kamuculuk vb neden Cumhuriyet’in “kazanımları” olarak tanımlanıyordu? Bunlar bu ülkede sola ne kazandırmıştı ki?

Yanıt şöyle verildi: Türkiye’de Cumhuriyet’le yaşanan, gecikmiş bir burjuva devrimdir. Gecikmiş burjuva devrimler her yerde sola karşı emniyet supaplarıyla donanmıştır. Ancak bu özellik, gecikmiş de olsa bir burjuva devrimin tarihsel ilerleme sayılmasını engellemez. Burjuva devrimlerin getirdiği yeni düzenlemeler ve yapılanmalar, solu en arkaik kimi ayak bağlarından kurtarır, düzenin daha yalın teşhiri için imkânlar sağlar. Ve en önemlisi: Sol, kendi ileri ve köktenci projesini, burjuva devrimin “işte burası gelinebilecek en ileri noktadır” dediği noktalardan kalkarak “hayır, bunun daha ilerisi vardır” iddiasıyla açıklar.

Hatırlamaya ve hatırlatmaya devam edelim.

Sosyalist özne, Ergenekon davası patlatıldığında dolmuşa binmedi. Bu davanın, AKP’nin içeride olsun dışarıda olsun mümkün olan en geniş desteği alarak belirli güçleri iktidar bloğundan çıkarıp kendi alanını temizleme operasyonu olduğunu söyledi.

Aradan beş altı yıl geçti, bugün bir avuç kişi dışında hemen herkes bunu kabul ediyor.

Sosyalist özne, Avrupa Birliği üyeliği konusunda açıkça hayır dedi. Ne Türkiye’nin “demokratikleşmesini” buraya bağladı, ne “emeğin Avrupa’sı” dedi, ne de “havet” gibi sesler çıkardı. Ama bunların da ötesinde Türkiye’nin eşit koşullarda tam üye yapılmayacağını da söyledi.

Çok şükür, bu meselede de ayaklar suya ermiş görünüyor.

Kimi “karşıt” eleştiriler aşıldı, kimileri ise henüz gündemden düşmedi.

Gündemden düşmeyenler arasında, “AKP’nin Kürt sorununu çözebileceği” ve yeni ülke tasarımının bileşenlerinden olan “yerelleşmenin” sosyalistlerin işine yarayacağı düşüncesi yer alıyor.

Yakındır, bunları da göreceğiz.

Sosyalist özne ve “iki taraf”

Şunun çok net olarak bilinmesinde yarar var:

Sosyalist özne örneğin “Cumhuriyet’in kazanımlarından” söz ettiğinde bir taraf “elbette, çok güzel”, diğer taraf “ne kazanımı?” diyorsa, sosyalist özne ne “elbette, çok güzel” diye onaylayana yakın, ne de “ne kazanımı?” diye karşı çıkana uzaktır. Sadece, ikisinden de apayrı bir yerde durmaktadır.

Sosyalist özne “bugün Kemalizm’le ileri gidemeyiz” dediğinde bir taraf “şimdi olmadı işte”, diğer taraf ise “çok doğru” diyorsa, özne ne “olmadı işte” diyene uzak, ne de “çok doğru” diyene yakındır. Sadece, ikisinden de apayrı bir yerde durmaktadır.

Türkiye solunda, Türkiye Komünist Partisi’nin bugünkü duruşuna ilişkin ciddi bir tahrifat söz konusudur.

Bu tahrifat, TKP’nin siyasal duruşunu bir türev olarak göstermeye yöneliktir. Başka bir deyişle, bu anlatıma göre TKP’nin kendi ilkelerinden, çözümlemelerinden ve tespitlerinden hareketle geliştirdiği özel bir duruşu ve çizgisi yoktur; TKP oturup iki tarafa bakmakta, bu iki tarafta “yanlış gördüğü” noktaları öbür tarafa doğru bükerek kendi çizgisini türetmektedir…

Sahiden böyle midir?

1960’ların milli demokratik devrimciliğini bir yana bırakırsak, Kemalizm’e dönüş ve Kürt düşmanlığı vurgularıyla bugünkü “ulusalcı” çizginin en fazla 10 yıllık bir tarihi vardır.

Türkiye’nin “Kürt sorununun çözümü” ekseninde demokratikleşmesini, “demokratik özerkliği”, kimlik siyasetini ve sivil toplumculuğu öne çıkaran cephenin geçmişi de en fazla bu kadar geriye gitmektedir.

Oysa 10 yıllık tarihi olan çizgilerin dışında, aşamacı anlayışlara karşı sosyalist devrim diyen, Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i burjuva devrim bağlamında değerlendiren, “zinde güçlere” değil de işçi sınıfına vurgu yapan çizginin 45 yıllık tarihi vardır.

Her tür güncel çözümleme ve değerlendirmenin merkezine sosyalist iktidar perspektifini yerleştiren yaklaşım, 35 yıllık bir geçmişe sahiptir.

Sahiplenilen Leninist örgütlenme ve öncülük anlayışının parti formunda yaşama geçirilmesi çabaları ise 30 yıl önce başlamıştır.

Bunlar, kimilerince “yanlış” bulunup reddedilebilir; orası ayrı. Ancak hepsinin “iki tarafın” ikisine de uzak durmak amacıyla icat edildiğini iddia etmek için dev aynasına bakıyor olmak gerekir.

TKP, sermaye egemenliğini zorlama ve bu egemenliğe son verme kararlılığındadır.

Diğer iki tarafın “projelerini” ise, bırakın son vermeyi, bu egemenliği zorlayacak içerikte bile görmemektedir.

Bu nedenle “ayrı” da değil bambaşka bir yerde durmaktadır.

O zaman, işimize bakalım

Türkiye’de AKP iktidarına ve yönelimlerine karşı muhalefet zemininin baştan bu yana sözü edilen iki tarafça hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde parsellenmiş olduğu, bir galat-ı meşhurdur (yaygın biçimde inanılan ve kullanılan bir yanlıştır).

Bu ülkede işçi sınıfında, gücünü çok yitirmiş olsa da sendikal harekette kimi kımıldanmalar görülmektedir.

Giderek statü kaybına uğrayan, adeta paryalaştırılan meslek sahipleri, hekimler, mimar ve mühendisler, teknikerler, hukukçular ve öğretmenler vardır.

Kadınlar, AKP iktidarının kendileri açısından ne anlama geldiğini giderek daha yakından kavramakta ve görmektedir.

Gençlik kesimi, yeni bir başkaldırı ve aranış döneminin işaretlerini vermektedir.

Alevilere her vesileyle “topun ağzında oldukları” hatırlatılmaktadır.

Tüm bu kesimlerin önünde çalacakları yalnızca iki kapı olduğunu, “ulusalcı” ve “kimlikçi” siyasetler dışında başka yol bulamayacaklarını söylemek, “reel politika” girdaplarında kaybolup Türkiye’yi tanımamak demektir.