10 Eylül’ün 86. Yıldönümünde bir Sol Tarih Değinmesi

Geçmişe dönük ilginin azalması ile aradan geçen zaman arasında doğrudan bir ilgi yok. Türkiye solu için de böyle. 10 Eylül 1920 Kongresinin üzerinden geçen bunca yıl Türkiye solunun kendi tarihine dönük ilgisinde bir azalmaya neden olmuyor. Ancak Türkiye solu doğumundan doksan yıla yakın zaman sonra bu ilgisini sağlıklı bir metodolojiye oturtmuş değil. Tarih bilinci ile özel bir ilişkisi olması gereken solun, kendi tarihinin bilinci konusunda aşamadığı sıkıntılar ciddi bir sorun oluşturmaktadır.

İlginin “tarihçi”ye özgü olanı görece daha stabil olabilir, olmalıdır da. Üstelik 80-90 yıllık ve hele komünistlerinki gibi zor ve örtük koşullarda yaşanan bir sürece dair daha akademik bir araştırmanın üstlenmesi gereken çok görev olması normaldir.

Ancak burada benim ilgileneceğim solun tarihine dönük siyasal ilgi… Tarihçinin değil, siyasetçinin metodolojisi…

Anlaşılacağı gibi, bu yazıya vesile olan, 10 Eylül’ün yıldönümü, TKP’nin 86 yaşına girişi…

Ve bu yazı ancak kimi önermeleri sıralamakla yetineceğim bir değinmeden ibaret olacak. Dolayısıyla tarihten söz ederken temas edeceğim olguların seçiminde çok sağlam dayanaklarımın bulunmadığını, eşdeğer başka konulara hiç değinmeyeceğimi baştan söylemiş olayım. Bundan daha fazlası için takvime bağlanmamış bir sözüm baki olsun…

Ve başlarken not düşeyim. 10 Eylül’ün yıldönümünde bir tarih değinmesi yazmak, kesinlikle doğum günümüzün geçmişe bakarak anlamlandırılmasını önermek değildir. Tam tersine, yıldönümlerini nostaljiye veya eski zamanların yad edilmesine çevirmenin bugün sola verilecek zararların başında geldiğini düşünüyorum.

Bugünden geçmişe bakmak

Türkiye solunun kendi tarihine dönük siyasal ilgisinde sağlıklı sayılamayacak güdüler var. İlk akla gelen verili zaman ve mekanın geçmişin değerlendirilmesinde mutlak bir belirleyicilik kazanmasıdır. “Geçmişe bugünün gözlüğüyle bakmak” gibi beylik bir ifadeden kaçınıyorum. Çünkü, işin aslı, başka türlüsünün mümkün olmadığını bilmemizde sonsuz yarar var! Geçmişe bugünden bakmak kaçınılmaz ve zararlı da değil. Zaten geçmişte olup bitenleri bir tarih biliminin konusu haline getiren kritik faktör, eldeki verilerden ziyade bu verileri ele alma yeteneğimizin değişmesi değil mi?

Sağlıklı olmayan güdülerden kastettiğim, daha açık konuşursak, bugünkü siyasal yapıların geçmişi kendi pozisyonlarına uygunluk açısından kesip biçmeleri, kimi kişi veya periyotları aforoz edebilmeleri. Bu tür bir tutuma tarih bilimi, akademik titizlik, siyasal etik gibi gerekçelerle karşı çıkmak mümkün ve gereklidir. Ancak bu satırların yazarı olarak, her birine saygı duymakla birlikte, kendimi ne bilim, ne akademi alanlarıyla ne de etik bekçiliğiyle tanımlıyorum. Dolayısıyla böyle itirazları sahiplerine terk ederek siyasal alandan devam edeceğim.

Siyaset ilginç bir özgürlük alanıdır. Siyasetçinin tarihten kişi veya periyot ihraç yetkisi, yetkinin meşruluğu tartışma götürmekle ve mutlaka sorgulanması gerekmekle birlikte, böyle bir erk siyasette vardır. Siyasette mümkün olan bir tasarrufun, doğruluğu yanlışlığı tartışmaya açıktır. Lakin bu tartışmanın tamamlanabilmesi için siyasal alanın kendi yöntemiyle de yürütülmesi gerekir. Akademik ve etik bir itiraz, tarihte mevcut bir olgunun üstünün örtülmemesi gerektiğini savunurken kendi kriterleriyle haklı olabilir. Siyasal bir tartışmada ise bu örtme işlemine neden gerek duyulduğu, mücadeleye ne katıp ne götürdüğü mutlaka yanıtlanmalıdır. Biraz daha yakından bakalım.

Titizlik ve Şefik Hüsnü

Örnek olsun; 1920’lerin ortalarından başlayarak yaklaşık 30 yıl boyunca TKP’nin liderliğini sırtlayan ve bazı “eski tüfek”lerin ağzından, hakkında “tarihsel TKP önderliği” sıfatını duyduğum Doktor Şefik Hüsnü Değmer’in Mustafa Suphi ekolüyle arasındaki mesafeyi fazla didiklememesi, bu anlamda solun tarihinde bir somut olgunun bilgisinin açığa çıkmasına en azından kolaylık sağlamaması, bana kalırsa mücadeleye pozitif bir etki yapmıştır.

Akademi ve bilim alanı, çabasının yanına etik öğeleri de ekleyerek Şefik Hüsnü’nün ellemeden bıraktığı örtüyü kaldırmak durumundadır, kaldırmaya hakkı vardır ve doğrusu da budur. Zaten kalkmaktadır da: Örneğin bugün Şefik Hüsnü’nün 1919’da İstanbul’da oluşturduğu Aydınlık dergisinin veya Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın, Türkiye Komünist Fırkası’nın hem kuruluş hem de birlik kongresi sayılan Bakü kongresine resmen katılmadığı, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı’nın Mustafa Suphi başkanlığındaki TKF’ye sırasıyla genel sekreter ve MK üyesi olmalarının temsili anlam taşımadığı biliniyor. Şefik Hüsnü, kendisinin TKP liderliğinin teyit olacağı 1925 Akaretler Kongresini bir kuruluş sayabilmiştir1 . Ama bunun ilerisine de gitmeme titizliğini göstermiş, Mustafa Suphi’den “Komünist Partisi’nin önderi”2 olarak söz etmekten geri durmamıştır.3

Bu titizliğin bir nedeni kuşkusuz “10 Eylül Partisi’nin” lider kadrosunun alçakça katledilerek komünist hareketin ilk “şehitleri” olmalarıdır. Olayların sıcaklığı daha geçmeden Suphi’lerle mesafe tayini bu hatıraya saygısızlık olacaktır. Bir diğer neden, İstanbul grubunun ulusal kurtuluş platformuna veya Anadolu’daki milli mücadeleye yönelik başlangıçta taşıdığı soğukluğu daha sonra düzeltmiş olması olarak görülebilir4 . Üstelik dönemin çeşitli kadro öbekleri Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki partinin çatısı altında yerlerini almışlardır ve bir köken tartışması açmanın, bu anlamda da yararı değil zararı olacağı düşünülmüş olabilir…

Her ne gerekçeyle olursa olsun, Şefik Hüsnü’nün, bir olgunun bilgisine ilişkin akademik titizlik göstermeyerek Türkiye Komünist Partisi’ni ihtiyaç duyduğu yeni bir döneme taşımayı denemekle, sağlıklı bir tutum aldığını düşünebiliriz.

Bu pozitif örneği, siyasal akıl yürütmenin her momentte bilimsel olmayabileceğini göstermek için verdim.

Ama sorunun pozitif değil negatif örneklerde çıkacağının da farkındayım. Burada “negatif” sözcüğünü kullanmak “pozitif” ile taşıdığı kontrast nedeniyle anlamlı; belki de “dışlayıcı”, “yaralayıcı” gibi sözcükler vereceğim örneklere daha uygun düşecektir.

Aforoz ve İsmail Bilen

TKP tarihinde Şefik Hüsnü’nün aforoz edildiği bir dönem vardır. İsmail Bilen liderliği 1920’lerin başlarından 1950’lerin sonlarına kadar süren Şefik Hüsnü’lü dönemi adeta gayrı meşru saymıştır.5 Suphi ve Salih Hacıoğlu’ndan 1951 tevkifatı sonrasının Dış Bürosuna, aradaki dönemin önde gelen kadrolarını dışlayarak geçmek akla yatkın değildir ve kuşkusuz yalnızca baypas edilenler değil, kendilerini bu tarihin bütünüyle irtibatlandırmak, bu bütünde temellendirmek isteyen Marksist kuşaklar açısından da yaralayıcıdır.

Üstelik Bilen’in tarih yazımının inandırıcı olmadığını, aşağıdaki dipnotta yaptığım kısa aktarım bile gösteriyor. Bu solun tarihinin bir dilimini çıkarmak, olumsuzlamak anlamında negatif, dışlayıcı bir örnek oluşturuyor.

Ancak işimiz burada bitmiyor. Gelelim “siyasal akıl yürütmemize”…

En çok İsmail Bilen dönemine atfedilebilen bu tutum, 1970’lerde partinin yeniden kuruluşu ve “atılım”ına verilen güçlü itkiyle birlikte ele alınmak zorundadır. Onca yıl sonra parti tarihinin standart bir okumasının yeni bir hamleye yeterince enerji vermeyeceğini görmek çok zor olmamalıdır. 1946 sendikacılığı ötesinde hamleden çok acılarla bezenmiş bir tarih 1970’lerin başında partiyi arayan genç kuşak kadrolara nasıl bir heyecan verebilirdi? Bilen, tarihin bilgisini atılımın hizmetine koştu. Tarihin aslına sadık olmayan ya da zorlama yazımı, bir çırpıda atıl geçmişin yükünü ortada olmayan kadrolara yıkıp kurtulmayı sağladı. Bilginin doğruluğu ve tamlığı değil sonucu önemliydi.

Karşımızda bilim, akademi ve etik koşullarını tatmin etmeyen bir uygulamanın olduğu, benim için açık. Ancak siyaset buna cevaz vermekte, siyasetçi ise kendisini “dışlama” ehliyeti ile donanmış bulmaktadır. Buna gerçekten ihtiyaç olup olmadığını, örneğin bir atılım için ille de aforoz gerekip gerektirmediğini tartışabiliriz. Burada giremeyeceğim ve yazının başında taahhüt ettiğim çalışmaya havale edeceğim bir diğer faktör, arzulanan yanıtı, yani bilim-akademi-etik ile politika-örgütü barıştıracak yanıtı vermekten beni alıkoyuyor! Sanırım dönemin kadro yapısı motivasyon ve enerji kaynağı olarak tarih bilinci, siyasal donanım gibi adreslerden ziyade efsanelere ihtiyaç duyuyor ve itibar ediyor… Bu sorunun 1970’lerin başındaki belirli bir kadro birikimi ile sınırlı olmadığını özellikle vurgulayacağım. Sorun Türkiye solunun toplam formasyonunun düşünsel boyutuyla, buradan hareketle de Türkiye aydını ile ilgilidir.

Kaldığımız yere dönersek; siyasetçi bu tür şeyler yapma erkine sahiptir. Burada, tekrar edeyim, tutarlılığı, doğruluğu, bilimselliği tartışmıyorum.6

Peki ya TİP’lilerin kökeni?

Harekete enerji yüklemesi için liderlik konumundaki siyasetçi(ler) eldeki erki keyfi kullanmamalı, daha zor, ama hem kadroları hem de aslında kendi konumlarını daha sağlıklı hale getirecek bir titizlik göstermelidir. Ancak belli bir somut pratiği on yıllar sonrasından bakıp yargılamak kolay bir iş sayılmamalıdır.

Asıl önemlisi ise şudur: Birincisi tarihin kendisi, ikincisi verili momentte sahip olunan bilgi birikimi ve üçüncüsü tarih ve o an arasındaki köprüyü temsil eden kadrolarda temsil olunan birikim keyfi müdahalelere karşı maddi set oluşturabilmelidir. Bu durumda ihtiyaç duyulan enerji için daha sağlıklı kaynaklara başvurmanın yolu mecburen açılacaktır…

Benzer bir başka örnek Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin kadrolarından hareketle de verilebilir. Öncü işçi-sendikacılar tarafından kurulan TİP’e sonradan eklenen Marksist kadrolar kural olarak TKP ekolünden yetişmedir. Zaten TKP hareketi, örgütsel gücünü çok aşan kültürel, ideolojik ve politik bir etki yaratarak Türkiye’nin en önemli aydın kaynakları arasına girmişti. Buna karşılık, TİP kadrosunun TKP’lilik ile bağ kurmama tutumunun yalnızca yasal zorunluluklardan -daha önce komünistlikten mahkumiyet almış olanlara uygulanan yasaklardan- kaynaklandığı tezi bana tam anlamıyla açıklayıcı gelmiyor.

1960’ların TİP yöneticileri siyasal enerji kaynaklarına baktıklarında eski örgütsel damarların ön açıcı değil tersine yersiz tartışmaların içine çekici olduğunu düşünmüş olmalılar. Gerçekten de TKP tezgahından yetişen veya derinlemesine etkilenen ilerici aydınlara bu tezgahın kendine özgü mekanizmaları, yer yer anlaşılmaz, gereksiz veya itici gelebilmiştir. Hele 1951 tevkifatı sonrasındaki bölünme ortamında ideolojik içeriği sıfıra indirgenebilen iç tartışmalar “aydını” itmiştir. Burada kısa yoldan TKP’nin örgüt boyutundan uzaklaşanların örgütsel yaşamı kaldıramadıkları, bu insanlara partililiğin ağır geldiği türü değerlendirmelere gidilmemelidir. Örneğin 1960’larda TİP’e damga vuran kuşağın, toplumsal gündem ve mücadeleyle ilgilenmek için dar örgütsel gündemden kaçtığı, ve açıkçası çok yerinde bir iş yaptıkları açıktır. Zira bu Marksist kadroların öte yanında, rüştünü ispatlamak üzere olan bir işçi sınıfıyla son derece dinamik hale gelen bir toplum vardı.

TİP’in TKP ile arasındaki mesafe neredeyse marazidir. TİP Senatörü Niyazi Ağırnaslı’nın Zeki Baştımar’la temas etmesi istifaya zorlanması için yeterli olmuştur. “TKP’den bağımsızlığa” birinci dereceden önem atfedildiği anlaşılmaktadır. Hemen herkes bir biçimde TKP kökenliyken partide muhalif seslerin arkasında TKP’nin aranması adettendir.7

Sadece 1950’lerin değil 1960’ların TKP’sinin de yaklaşımı ve gündemi belgelendikçe bu hissiyatın doğruluğu kanıtlanmaktadır. Örgütsel varlığı büyük ölçüde Dış Büroya doğru çekilen TKP, bir toplumsal sıçramanın eşiğindeki TİP’e şöyle bakıyor:

“İşçi Partisi Türkiye’de demokratik inkılabı tamamlanmış sayıyor, emperyalizmin ekonomik, politik ve hatta askeri nüfuzunu ve onun dayanağı olan bugünkü iktidarın sosyal ve sınıfi cibilliyetini hesaba katmaz görünüyor… Görülüyor ki İşçi Partisi’ne göre ilerici kuvvetlerin birliği bazı hallerde başvurulacak taktik bir meseledir. Bizce milli burjuvaziyi de içine alması gereken böyle bir birlik ana hedefe ulaşmanın zaruri şartıdır…”8

Kanımca 1. TİP programının sosyalist bir program olarak değerlendirilmesi güçtür. TİP, söyleminde de, emekçi halka seslenme anlamında değil ama programatik hedefler açısından neredeyse ürkektir. TKP ise daha 1963’ün TİP’ini neredeyse maceracı ve sol sapma sayma eğilimindedir. Bu eleştiri tamamen mesnetsizdir. Birinci TİP’in gündemine aşamalı devrim tartışmalarının, dolayısıyla MDD-SD ikileminin girişi çok sonradır. İlk yılların TİP’i, sahip olduğu reform programıyla uyumlu bir niteliktedir.

Keyfiyete sınır: hesaplaşma

TİP’in 1960’ların ortalarındaki, TKP’nin de 1970’lerdeki atakları, tarihe bakış açısından yargılandıklarında, sorunludur. Ancak her ikisi de sol tarihe “en önemli deneyler” olarak kaydedilmelerini biraz da bu sorunu yaratmalarına borçludurlar. Türkiye solunun tarihinin kesikli olması bir sorundur ve 1960’ların TİP’i ile 1973 TKP’si adeta bu sorunu körüklemişlerdir. Ama biraz da bu sayede kendilerini hemen arkalarındaki solun dar gündeminden kopartarak ileri hamleler gerçekleştirdiler. Türkiye solunun tarihinde süreklilik-kopuş diyalektiğinin özgün biçimlenişi bu. Kesiklilik sorunu, tarih yazımıyla değil siyasal başarıyla aşılabileceğine göre, devre tamamlanıyor.

Ancak keyfiliğin nasıl sorgulanacağı karşımızda durmaya devam etmektedir. Yukarıda kimi örneklerden söz ederken keyfilikten ikide bir şikayet edenlere şunu demiş oldum aslında: “O zaman orada olsaydın, her anlamda güç olsaydın ve keyfiliğe izin vermeden başarılı bir pratiği sen yaratsaydın!”

Bu yanıtın geçerliliğine inanmakla birlikte meselenin hallolmadığını da biliyorum. O halde örneklerden uzaklaşarak, yeniden soralım: Sol siyasetçi solun tarihini bir biçimde kesip biçmekte, kimi unsurları geri plana itmekte, başkalarını dışlamakta ne kadar özgürdür?

Arşivcilik veya belge toplayıcılıktan ibaret bir iş yapmayan tarihçi, ham bilgiyi yeniden yapılandırmak durumundadır. Bu yapılandırma, adı üstünde, tüm olgu, olay ve kişilerin hukuksal veya protokoler eşitlikle katıldıkları bir geçit töreni olamaz. Tarihçilik açısından anlayışla karşılanacak olan bu işlem, bugünün siyasetinin incelenen tarih ile bağının derecesiyle doğru orantılı olarak sorunlara yataklık eder. Tarihle bağınız ne kadar fazlaysa, bilgiyi yapılandırmak ile tarihle oynamak arasındaki çizgi o ölçüde tartışmaya açılmış olur.

Siyasal erkin tarihle “oynama” meşruiyeti “hesaplaşma”dan gelmelidir. Örnekleri bıraktım, yani burada “TİP veya eski TKP şöyle yapsaydı” diye ahkam kesmiyorum; bugün “bizim” kullanma olanağına sahip olduğumuz erk ile ilgili olarak söylüyorum… Verili andaki siyasal açılım ve kurulan ideolojik-siyasal sistematik, sol tarihte kimi başka açılım veya sistematiklerle karşıtlık arz edebilir. Her uyuşmazlıkta değil, ama açık seçik karşıtlıklarda bugünkü siyasal yapı tarihinin kimi uçlarıyla “dışlayıcı” biçimde hesaplaşmalıdır.

Bu önermeye örnek olsun; bugün komünist hareketin Suphilerin Anadolu yolculuğunun trajik ve vahim sonucundan hareketle var olduklarını kesinkes varsayabileceğimiz hatalarla hesaplaşmaya kalkmasının anlamı yoktur.9 Zira ortada karşıtlık yoktur.

Ya da hangi kongrenin nasıl bir anlamla yüklenmesi gerektiği bugünkü açılımlara özel bir yarar veya zarar getiremez. TKP’nin Komintern’le bağlantılı olarak “desantralize” ya da likide edilmesi, son derece önemli bir tarihsel olgu olmakla birlikte yine bir güncel hesaplaşmaya konu olamaz. Çünkü bugün solda mücadeleden yana olan kimsenin “icabında parti dağıtılabilir” gibi bir tezi savunma olasılığı yoktur.

’51 tevfikatı sonrası saflaşmalar -ömürleri daha da uzun olsun- halen hayattaki bazı TKP’lilerce neredeyse her şeyin merkezine oturtulsa da, ha keza… 1960’lardaki sosyalist devrim-milli demokratik devrim saflaşması, hem sosyalist devrimci gelenek bugünkü TKP hareketiyle büyük bir ilerleme kaydettiği için, hem de konunun şimdilerde birinci satıra yazılması yersiz olacağından, açıkçası tali plana düşmüştür. Hele MDD tarafında yer alan Deniz Gezmiş’lerin taşıdığı toplumsal değere halel getirecek herhangi bir vurgunun hiçbir siyasal hamleye yararı olmayacağı açıktır.

Ama TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın entelektüel yolculuğunun vardığı anti-Sovyet, anti-Leninist liman bizim için hesaplaşma ve dışlama gerekçesidir. Leninizme reddiye yazan ve siyasal kariyerini bu tezle sonlandırmayı seçen Aybar’la hesaplaşmayı ve bu hesaplaşmanın ürünü olarak -asla üstünü örtmeyi değil ama- “dışlamayı” içermeyen bir siyasal tarih yazmak bizim işimiz değildir. Bunun için Aybar’ın katkılarını, parlamentoda, radyoda, miting alanlarında yükselttiği sesi unutturmak gibi çocukluklar ise konu dışıdır. Bu ürünler “bizim” deneylerimizdir. Ürünlerde birinci dereceden rol sahibi olan TİP Genel Başkanı Aybar ise saflarımızdan kopmuştur. Reel sosyalizm deneyimini “kaş yapayım derken göz çıkartmak”10 deyimiyle anlatmak sadece kopuşu değil, aynı zamanda kopuşun düzeysizliğini de gösterir.11

Sonra; Kutlu meselesi vardır. Burada Nabi Yağcı’nın ağırlık sahibi veya genel sekreter olduğu sürenin ya da bu süre içinde mücadeleye emek koyan insanların tamamını kastetmediğim açıktır. “Kutlu meselesi” dönemin TKP’sini (hatta TİP ve TSİP’ini) tasfiye operasyonudur. Sadun Aren’in yakın zamanda yayınlanan anıları bu operasyonun TBKP’nin siyasal-örgütsel varlığı sol bulduktan sonra da inatla sürdürüldüğünü göstermektedir. Sosyalist Birlik Partisi döneminde:

“(…) Kemal Anadol, bana ‘Hocam çok önemli bir sorun için bir yerde yemek yiyelim’ dedi. Çiftlikte bir yere gittik. Kemal Anadol, Zülfü Dicleli, Sıtkı Coşkun, yanılmıyorsam Nabi Yağcı vardı. Orada bana, ‘Acaba biz partiyi feshetsek de CHP’ye katılsak nasıl olur’ dediler. Daha önce de böyle bir şey duymuş, fakat pek ihtimal vermemiştim… ‘Böyle bir şeyi düşünemem’ dedim. Olay orada kaldı.”12

Pardon; “orada kaldı”, Aren’in sözünün gelişi! Anılarında -yine başka zaman başka yerde değineceğim- çok sayıda kalem sürçmesi olan Aren, aynı sayfada, bir sonraki paragrafta devam ediyor:

“Fakat teorik bazı gerekçeler de getirerek bu konuda ısrarlı oldular. Bunu daha çok TKP’den gelen arkadaşlar yapıyorlardı, sözcüleri de Zülfü Dicleli ve Erdal Talu’ydu. İstanbul’daki bir Genel Yönetim Kurulu toplantısında bunlar konuşuldu ve bu konunun tartışılması için 30 Kasım 1991’de bir genel parti toplantısının yapılmasına karar verildi. Konu CHP’ye katılmaktı ve bunun arkasında da artık sosyalizm bitmiştir, onun için böyle bir partiye gerek yoktur düşüncesi yatıyordu.”13

Ne kadar utanç verici. Ve hala öfke uyandırıcı!

Meraklısı için not etmek gerekirse, TKP likidatörleri, SBP’yi CHP’ye katmayı kabul ettiremediler. Kemal Anadol ise bugün CHP Meclis Grubu’nun başkanvekillerinden… Konumuza dönersek, çok küçük bir dilimini hatırlattığım Garbaçovcu tasfiyenin mimar ve operatörlerini geleneğimizin dışında tutmak için fazlasıyla gerekçemiz bulunmaktadır. Bu arada tasfiyeciliğin de “emekliliği olmayan” meslekler arasında yer aldığı kesindir. Dolayısıyla Nabi Yağcı’nın medyada “TKP’nin son genel sekreteri” türünden sıfatlarla takdim edilişine yine rastlarsanız, bunu bir gazeteci cehaletine veya reyting kaygısına bağlayıp geçmek yerine, “şimdi neyi tasfiyeye çalışıyor” diye sorulması yerinde olacaktır.

Bu operasyon komünistlerin tarih yazımında elbette dışlanmalıdır. Hazır elimiz değmişken, Nabi Yağcı’nın bütün yaşamının tasfiyecilikle malul olduğunu söylemek ise yanlış olur. Bu haklı bir tepkinin daha da şiddetli ifade edilmesi adına tolere edilebilir bir hata olmayacak, özel olarak projeksiyon tutulması gereken bir suçu gölgelemeye yaralayacaktır.

Yazının başında, “solun kendi tarihine bakışındaki sağlıksız tutumlar” demiştim. Muradımı biraz açabildim sanırım. Önerim, geçmişi değerlendirirken bilimsel-etik ölçütlerin yanı sıra inceleme konusu olgu veya süreçlerin katkıda bulunduğu siyasal sonuçları analize katmak.

Bugün ise solun tarihine, “bütünü sahiplenebilme” yeteneğine dayanan soğukkanlı bir bakışla yaklaşılabileceği düşüncesindeyim. Yalnızca etik-bilimsel ölçütler değil, esasen işte bu soğukkanlılık bizi keyfi kesme biçme işlerinden uzak tutar, keyfiliği ıslah eder. Ama iş hesaplaşmaya geldiğinde kesici-biçicilerin davranamayacağı ölçüde sert tutum almaktan da çekinilmemelidir.

Tarihten bugüne bakmak!

Bugünden tarihe bakmak konusu tamam da, ya bugüne geçmişten bakanları ve bakamayanları ne yapmalı!

Türkiye solunda geçmiş koordinatlarla pozisyon alınabileceğini düşünenler bulunuyor. Bu kategoriye yalnızca anlamını yitirmiş tartışma ve tezlere takılıp kalanları koymaya gönlüm el vermiyor. Sürdürücüleri de katmayı öneriyorum. Türkiye solunun önce özeleştiri sonra yenilenme sloganıyla tasfiyesi 1980’lerin gündemidir. O yıllarda eğilmeden bükülmeden mirası sürdürme iddiasında olanların saygıyı hak ettiklerini hâlâ düşünmeliyiz. Sonuç olarak özeleştiri-yenilenme şampiyonları Romanya’da Çavuşesku’ların katledilmesini olumlamış, “duvarın yıkılması”ndan gizlemeye bile gerek duymadıkları bir zevk almışlardı. Biz bunun karşı tarafındaydık ve hangi saiklerle olursa olsun aynı tarafta buluştuklarımıza saygı duyduk. Ancak geçmiş koordinatların güncel pozisyon tarifine yetmeyeceği açıktır. İnkarcılığa karşı kökenini savunmak, örgütsüzlüğe övgü yerine eski yapılarını toparlamaya çalışmak… Bunlar tamam. Ama ancak 1980’ler için. 1990’larda onur öğesinin altından önce başarısızlık sonra da yozlaşma çıktı.

Nedeni basit. 12 Eylül bir yenilgi, hatta göstere göstere gelen bir dalga karşısında solun ana yapılarının teslim olmasıdır. Geçmişi sürdürmek dendiğinde bu sicil dahil edilmeyecek midir? Hayırsa, nedir sürdürücüsü olunan? Evetse, yenilgi ve teslimiyeti böyle hafife almak ayıp olmayacak mıdır!

Solda 12 Eylül sonrası sağlıklı bir yeniden yapılanma ancak bir yeniden kuruluş üzerine bina edilebilirdi. Yenileni aşmadan, Türkiye örneğinde kesinlikle şiddetli bir kopuşla aşmadan solun kimlik, kişilik kazanması mümkün değildi.

Bunu yapamayanlar yalnızca 1951 tevkifatında verilen ifadelere veya 1960’ların sonundaki bölünmenin faturasına göre konumlananlar değildir. Yalnızca “Doktorcular”dan ve kuruluşu ‘70’lerin sonunda gerçekleşmiş küçük örgütlerden de söz etmiyorum. Bugün ÖDP yeni bir parti mi yoksa Dev-Yol mu olduğuna karar verememiştir. Aynı durum İP için, EMEP için ve başkaları için de geçerlidir. Bu hareketler farklı dönemlerde denedikleri açılımlarda başarılı olamayarak korunaklı saydıkları kendi geçmiş referanslarına geri çekildiler. Buradan sağlıklı bir gelecek çıkması mümkün değildir.

Bugüne geçmişten bakmak, ilk planda tamamen marazi bir çağrışım yapmakla birlikte, aslında bir siyaset yasasının hükmünü icra etmesidir. Açılamayanda kasılma refleksi ortaya çıkar.

Başka odakların da denediğini biliyoruz. Ancak şiddetli bir kopuş ile geleneği sahiplenmenin her ikisini birden bünyesine alabilen bir yeniden kuruluş, herhangi bir eski hareketin yeniden yapılanmasıyla gerçekleşmedi. Gelenek-SİP-TKP çizgisi solda son 25 yılın tek örneği olarak şekillenmiştir. Şimdiye dek genel anlamda başarılı olduğu, yol almaya devam ettiği için bu çizgi, kasılma refleksini hafif dozda yaşadı. Dahası bu çizgide her zaman kasılma refleksine karşı açılım arayışı ağır basmıştır. Gelenek’in solda zamanında başat hale gelmiş bir örgütsel kanaldan gelmediği bellidir, ama bu yalnızca kolaylaştırıcı bir faktördür. Başarısızlık-kasılma diyalektiği geçmişin zengin mi yoksul mu olduğuna göre değil, geleceğin açık mı kapalı mı olduğuna göre belirlenir.

Şimdi, 10 Eylül’ün 86. yıldönümünde TKP’nin beş yıllık bir tezi var bu ülkede. Bu tez sol tarihin derslerinden yararlanabilmek için geçmişe komplekssiz yaklaşmak gerektiğine dayanıyor. Tarihin herhangi özgün bir kıvrımının bugüne siyasal izdüşümü bir komplekstir. Kimileri TKP’nin sol geçmişle bağını anlamakta hâlâ zorlanıyorlar. Tarihsel referanslarımızı olabildiğince geniş tutmak, öznellikler yerine güncel değerini sürdüren siyasal hesaplaşmalara dayanan sınır çizgileri çekmek, bu anlamda, solun tarihinin, diğerlerini dışlama pahasına şu veya bu kesitini değil, bütününü sahiplenmek…

Bu metodolojik tez, solun tarihine ilişkindir. Ancak oturması, yerleşiklik kazanması geçmişle değil gelecekle ilgili olacaktır. Tarihe sağlıklı bir bakışın önkoşulu, siyasal mücadelede, geleceğe sağlıklı bir yürüyüşten başka bir şey değildir.

Bu yürüyüşün verdiği güvenle 86. yaşımız kutlu olsun!

Dipnotlar

  1. “Bakü Kongresi’ne Ethem Nejat ve Hilmi oğlu Hakkı’nın katılmış olmaları, başını Şefik Hüsnü’nün çektiği İstanbul Komünist Grubu’nun katılması anlamına gelmiyor. Nitekim Ethem Nejat ve Hilmi oğlu Hakkı da aslında İstanbul’dan TKP’nin kuruluş kongresine değil, Komintern kongresine katılmak üzere yola çıkıyorlar. Dr. Şefik Hüsnü’ye göre TKP’nin kuruluş kongresi, kendisinin İstanbul Komünist Grubu Genel Sekreteri ve TKP Örgüt Sekreteri olarak yürüttüğü faaliyet sonucu 15 Şubat 1925 tarihinde İstanbul’da toplanmış olan kongredir.” (Erden Akbulut, Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet, Tüstav yayınları, İstanbul, Ekim 2002 içinde “İlk Söz”, s. 12.) Bilindiği gibi 10 Eylül kongresinde “Türkiye’de Komünist Teşkilatlarının Birleşmesi Hakkında Bir Teklif” veren delegeler de Ethem Nejat ve Hilmi oğlu Hakkı’ydı. Önerge sahipleri burada kendilerini “sahib-i selâhiyet delege” olarak adlandırıyor ve “İstanbul Komünist grubunun Türkiye Komünist Fırkası ile birleşmeye âmâde olduğunu ilân ve diğer teşkilâtların da aynı veçhile hareket eylemelerini büyük gayemiz nâmına teklif ve rica ederiz” diyorlardı (Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar – I (1908-1925), BDS yay., 2. baskı, İstanbul, Ağustos 2000, s. 309).0
  2. Şefik Hüsnü, Komintern Belgelerinde Türkiye – 5 Yazı ve Konuşmalar, Kaynak yay; İstanbul Haziran 1995, s. 103.
  3. Öyle ki, 1925 Şubat Akaretler toplantısı bizzat Şefik Hüsnü ile bağlantılı bazı belgelerde konferans olarak da anılabilmektedir: “TKP, bir buçuk yıl önce, 1925 Şubat konferansının muhtelif tez ve kararlarında ön görüp ilan etmişti ki…” (1926 Viyana Konferansı, çev: Sinan Dervişoğlu, Tüstav yay; İstanbul, Ocak 2004 içinde “1926 TKP Aktifinin Konferans Neticeleri Hakkında Rapor”;s. 157.)Mete Tunçay, Şefik Hüsnü’ye böyle bir titizlik atfetmemiştir: “Dr. Şefik Hüsnü zamanında da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Baytar Salih Hacıoğlu aşağılanmış, M. Suphilerse ‘maceracılık’la suçlanmışlardır.” (Mete Tunçay, “1920’lerde Sol Hareket”, Sempozyum, 1920-21’ler Türkiyesi ve Mustafa Suphi’lerin Dönüşü, Tüstav yay;İstanbul,Haziran 2005 içinde s. 36.) Bu değerlendirmeye katılmadığımı not düşüyorum.
  4. Burada kullandığım “düzeltme” sözcüğünden “özeleştiri” anlaşılmasın. Şefik Hüsnü’nün “milli mücadele”ye pratikte soğuk durması ya da Mustafa Suphi gibi sosyalist bir çıkışın biricik mekanı olarak kurtuluş savaşını görmemesi, sonradan özeleştirel bir yeniden değerlendirmeye konu olmuş değildir. Ancak benim zannıma göre, teorik ve ideolojik olarak farklı bir yol önermeyen Doktor, eldeki ilk sosyalist birikimi kurtuluş savaşına sürmenin politik riskini fazla bulmuş olmalıdır. Yeri gelmişken genel olarak katıldığım bir yorumu bu dipnotta aktarmak isterim: “Şefik Hüsnü’nün tavrı da bilinmektedir: Yıllar sonra yaptığı gerek yazılı, gerekse sözlü açıklamalarda bu tavır şöyle formüle edilmektedir: ‘İstanbul’daki hareket (kendisinin önderliğindeki ‘Aydınlık’ çevresi) işçi merkezleri işgal altında olduğu, ve işçi hareketi içindeki mevzileri bırakamadığı için aktif katılamamıştır:’ Bu gerekçe kadar anlamsız, gülünç ve Marksizmle uzaktan yakından alakası olmayan bir argümana dünya sol hareketi tarihinde rastlamak mümkün değildir; bu anlamda bizim için pek de gurur verici olmayan bir ‘ilk’tir. Bu argümanların analizi, Marksizmden çok mizahın konusu olabilir. ‘İşçi sınıfını bırakıp gelemedik’ gerekçesi, ‘çocukları bırakıp gelemedim’ bahanesi kadar zavallıcadır. ‘İşgal altında olduğu için gelemedik’ gerekçesi ise işgal ve Anadolu’ya geçme arasında bir bağlantı kurmaya çalışan bizlerde ‘nasıl yani’? sorusunu gündeme getirmektedir: Şehir hatları vapurları mı çalışmadığı için, yoksa otobüs terminalleri mi kapalı olduğu için İstanbullu Marksistler Anadolu’ya geçememiştir? (!)” (Sinan Dervişoğlu; “TÜSTAV Sempozyumu Üzerine Notlar, Mustafa Suphi’nin Tarihteki Yeri ve Anlamı”, Fabrika, Şubat 2005, no: 2 – Bu yazıya elektronik posta yoluyla ulaştığım ve dergi elimde bulunmadığı için sayfa numarası veremiyorum.)
  5. “Bu Akaretler toplantısından sonra Şefik Hüsnü sekreterliğe, Ş. Süreyya Aydemir Politik Büroya kuruldu. Ve, daha sonra, 1926’da, Viyana Konferansı’nda, gene Şefik Hüsnü, kendisinin has adamı saydığı Vedat Nedim Tör’ü Merkez Komitesi sekreterliğine getirdi. Oportünistler, polis ajanları, küçük burjuva entrikacıları, Ş .S. Aydemir gibi eski ordu servisinden gelme pantürkistler el ele verdiler. Bunlar işçi sınıfına, onun savaşına yabancıydılar. Bunlar TKP’ye yabancıydılar…” (İsmail Bilen, Kısa Biyografi, Tüstav yay., İstanbul, Mart 2004, s. 28.)
  6. Bu yazıya en uygun düşen sözcüğün “değinme” olduğunu başta not etmiştim. Bu çerçevede okunmak üzere bir dipnot eklemek istiyorum. Pozitif veya negatif, kapsayıcı veya dışlayıcı olsun, Şefik Hüsnü’nün “atlaması” ve İsmail Bilen’in “zorlaması” TKP’nin örgütsel tarihinin rotasıyla uyumludur. Her zaman böyle olmayabiliyor. Örneğin İsmail Bilen-Zeki Baştımar ilişkisine ikincinin lehine birincinin aleyhine bir yorum getirmek de denenmiştir. Metin Gür’ün az bilinen 1960’lara dönük çok yararlı bir tanıklık olan çalışması (Diyardan Diyara TKP’nin Avrupa Yılları, Günizi yayıncılık, İstanbul, Kasım 2002), Bilen-Baştımar denklemine böyle yaklaşmaktadır: “Yaşamında, muhaliflerini ortadan kaldırmakla suçlanan, TKP’yi ele geçirdikten sonra, parti ile kendi kişiliğini özdeşleştirerek, kendisini her eleştirene bir kulp takan Bilen, Zeki Baştırmar genel sekreterlikten, hem baskı ve hem de sağlığının elvermeyişi sonucu ayrıldıktan sonra, onu unutturmak için elinden geleni yaptı. Zeki Baştımar, tecrit edildi, silik bir parti üyesiymiş gibi unutuldu. Hasta yatağında yalnız bırakıldı, ziyaretçisi olmadı. Zeki Baştımar’a ölüm döşeğinde bile acı çektirdi. Sadece kendisi değil, çevresindekiler de, Stalin türü böyle bir baskı yöntemini paylaştılar. Partide konumlarını korumak, sosyalist sistemin nimetlerinden yararlanmak için böyle ikiyüzlü davrandıkları kanısındayım.” (a.g.y., s. 75.) Adı geçen kişilerin kendilerine has yetenek veya formasyonlarından bağımsız olarak, ortadaki gerçek, Baştımar döneminin atıl, Bilen döneminin atak olduğudur. Bu Baştımar’ın yönetiminde atılım yapılamayacağı anlamına gelmez. Bilen’in atılımdaki kişisel rolünün ihmal edilmesi ise haksızlık olur. Hal böyleyken Baştımar’ın daha iyi bir yönetici veya Marksist olduğunun, onun bile Bilen tarafından haksızlığa uğradığının kanıtlanması kime ne kazandırır; bilmiyorum. Ne yazık ki TKP’nin 1960’lardaki mültecilik yıllarındaki gündemi bu tür “yararsız” tartışmalarla doludur.
  7. En taze kaynak olarak Aren’den aktaracağım. Önce bağımsızlık konusu: “Tarihsel süreç içindeki yeri bakımından TİP nasıl bir partiydi ? TİP’in birinci özelliği Türkiye Komünist Partisi’nden bağımsız olarak kurulmuş olmasıdır.” (Puslu Camın Ardından, İmge Kitabevi yayınları, Ankara, Haziran 2006, s. 107.) Ve diğeri: “Böylece yurtiçinde bir TKP muhalefeti başladı. Fakat bu, TKP adına bir muhalefet değildi. Çünkü TKP’yi temsil etmiyorlardı. Mesela tam emin olmamakla birlikte, Mihri Belli’nin TKP’den dışlandığı söylenirdi. O açıdan TKP muhalefeti diyemeyiz, ama TKP’msi bir muhalefet…” (s. 136.) Bu sözler bir nevi paranoyaya ayna olmuş… Sanıyorum anlatabilmişim!
  8. Yakup Demir, “Türkiye’nin Ekonomik ve Politik Durumu ve Bazı Meseleler”, İşçi-Demokrasi Hareketi ve TİP, der: Erden Akbulut, Tüstav yay., İstanbul, Ekim 2003, s. 21-22.
  9. Bu tartışmalar zamanında Suphi ve Nejat’ın bulundukları MK içinde yapılmıştır bir. (Bak: Dönüş Belgeleri 1-2, çev: Yücel Demirel, Tüstav yay; İstanbul, Mart 2004.) İkincisi de, daha sonraları ve yakın zamanda genel olarak komünistleri, komünist hareketi, bu amaçla ve özel olarak da TKP’nin kurucu kuşağını itibarsızlaştırmak sonucuna ulaşan araştırmacılar tarafından yapılmıştır. Niyetini tartışmaksızın sol tarihin en önemli araştırmacısı Mete Tunçay kanımca bu kategoridedir. Tunçay en az on beş yıldır açıkça Suphilerin Ankara’ya ulaşmaları halinde Mustafa Kemal hareketine iltihak etmeyi düşünen milliyetçiler olduğunu iddia eder. (Bak. Sempozyum, Tüstav yay., s. 35, veya “Mustafa Suphi Öldürülmeseydi Muhtemelen Bakan Olurdu”, Sol Kemalizme Bakıyor, der: Ruşen Çakır, Levent Cinemre, Metis yay., İstanbul, 1991.)Bu tartışmanın mücadeleye yarar sağlasın diye açıldığını hiç zannetmiyorum.
  10. Mehmet Ali Aybar, Neden Sosyalizm?, 4. baskı, BDS yay., İstanbul, Kasım 1995, s. 60.
  11. Aynı kitapta Aybar solda “miras sorunu”na nasıl yaklaştığını da sergiliyor: “Demek ki her terekenin bir aktifi bir de pasifi olduğu, gibi dünya sosyalizminin bir aktifi, bir de pasifi vardır. Aktifi benimsemek ve pasifi de reddetmek gerekir… Bakınız Kruçev’den sonra Gorbaçov da mirasın pasifini reddediyor.” (s. 130-131.) Miras hukuku göndermeleriyle siyaset ve tarih biliminin en kritik başlıklarından birinden sıyrılacağını düşünen meslekten avukat Aybar’ın komünist gelenekle, teorik düzeyde pek sınırlı olan ilgisi zamanla azalmış ve sonunda bitmiştir. Marksizme referansta bulunmayı sürdüren sosyal demokrat/sosyalist bir varyanttır geride kalan. Bütün benzerleri gibi kah en genel anlamıyla “bizim”, kah karşı cephenin safında yer alır.
  12. Sadun Aren, a.g.y.,s. 314.
  13. Yine de bir iki noktaya değinmeden geçmemin imkansız olduğunu -örnekleri söyleyince- takdir edeceksiniz. Kitap, Aren hakkındaki kısa bir bilgi notuyla başlıyor. Sayfa 1’deki bu notta yazarın ÖDP’nin Onursal Genel Başkanı olduğu yazmıyor. ÖDP’nin 26 Şubat 2000 tarihli 2. Büyük Konferans kararının daha sonra değiştirildiğini hiç zannetmiyorum. 1970’lerde yetişkin yaşta bir kişinin mesleğinin bilgisayar mühendisliği olabileceğini zannetmediğim gibi. (Konumuz eski TKP’nin DİSK’teki kadrolarından Aydın Meriç’in mesleği değil; Aren’in Meriç’e bilgisayar mühendisliğini uygun görmesi. Bak: a.g.y.,s. 253.) Bu örnekler çok ciddi değil. Ancak yanlışlar ve eksikler yan yana getirildiğinde yazarın adeta “puslu camın arkasını” görünmez kılmaya çalıştığını düşünebiliyorsunuz.