11 Eylül ile Değişen ve Değişmeyenler
Yazının başlığında ifade edilenleri “ortalama insan bilen insan ve solcu insan için” diye kategorilere ayırmak istiyorum. Tabi “biz komünistler için” nelerin değişip nelerin değişmediği de yazıda değerlendirilecek.
Ortalama insanı dev propaganda mekanizmaları tarafından eblehleştirilmiş ve çaresizliğe itilmiş pasif konumdaki “kitleler” olarak tarif edebiliriz. Bu kategoride kendisine dayatılana “inanma” “ikna olma” “benimseme” gibi yaklaşımlar geliştirenlerin yanında “inanmama” “ikna olmama” “benimsememe” gibi yaklaşımlara sahip olanlar da bulunabilir. Ancak sonuç değişmez. Tabiyet ve uyum mekanizmaları işlemeye devam eder. Sınıf mücadelelerinin seyrinde ortaya çıkacak bir olağanüstülük halinde düzen tarafından inandırılan ve ikna edilen kitlelerin inanmayı ve ikna olmayı bırakması bir anlam ifade eder.
Kitlelerin hareket tarzına ve bunun komünistlerin dönüştürücü stratejileri içinde nasıl ele alınması gerektiğine daha sonra değinmek üzere 11 Eylül ile birlikte gerçekleşenlerin genel olarak “kitleleri” biraz daha geriletmek dışında onlar üzerinde fazla bir etkisi olmadığını kaydedip diğer kategorilere geçebiliriz.
“Bilen insan” ve “solcu insan”
1980 öncesinde ülkemizde bu iki kategori genel olarak birbiriyle örtüşen kategorilerdi.
Bununla ilgili teorik açıklamalar da yapılabilir. Ancak yazının ihtiyaçları açısından bu alana girilmeyecek. Olgusal olarak bu veri üzerinden devam edecek olursak 80’den sonra “bilen insan” ile “solcu insan” arasındaki mesafe bir hayli açılmıştır.
Temelde 80 öncesi solun “dayanıksız” çıkması sayesinde aslında “yanlış bilen insan” olduğu da “anlaşılmış” ve hatta bu durum toplumsal kabul görmüştür.
Önceki dönemin “solcu” ve “yanlış bilen”leri böylelikle 80 sonrası dönemin “liberal insan”ları haline gelmiş ve böylelikle yeniden “bilen” olma sıfatlarını elde etmişlerdir.
Bu işin topluma/kitlelere yansıyan boyutuyla böyledir. Kitlelere bu şekilde yansımasını sağlayan ise basit olarak düzenin propaganda ve kuşatma mekanizmalarıdır.
80 öncesi “bilen” ve “solcu” insanların özdeş olmasının doğru olup olmadığını sorgulamayacağım. Bugün bakıldığında aslında pek de “bilen” olmadıkları anlaşılıyor. Ama asla 80 sonrasının dönek bilgiçlerinin dediği şekilde ve kitlelere yansıdığı haliyle değil.
Solcu insanın 80 ile birlikte geçirdiği dönüşüm bundan ibaret değil elbette. 80’den sonra yaşananlar 90’ların getirdikleri ile birlikte düşünüldüğünde bugünün “solcu insanı” bir tür “nihilizm”e teslim olmuştur. Olmaması mümkün değildir. Örgütlülüğü seçerek kendisini şu veya bu biçimde yeniden üretmeyen solcular artık kesinlikle “bilen insan” olmaktan çıkmıştır. Bir anlamda kendileri “bilen insan” olmaktan imtina etmiştir.
Peki günümüzün “bilen” insanları kimlerdir
Bana kalırsa günümüzün “bilen insanı” yerine “bildiğini sanan insanı” betimlemesi daha haklı bir tarif olacaktır. Çünkü denklem doğru bir şekilde kurulduğunda “solcu insan” ile “bilen insan”ın özdeş olması gerektiğine inanıyorum. Bugün ise solcular bilmemekte biraz bilenler ise solculuğa mesafeli durmaktadır.
Öncelikle liberal “bilen”leri ve bu anlamda sınıfsal aidiyetini kesinleştirmiş olanları bir kenara bırakalım. Onlar mücadele nesnemiz veya düşmanımız…
Evet bugün daha çok “bildiğini sanan”lar var. Kendisini “solcu” sayarak bildiğini sananlar solculuğa duyduğu (çoğunlukla öznel psikolojik hatta bazen patolojik) tepki nedeniyle bir türlü “tam bilemeyenler” var.
Bu ikisi arasında bir geçişkenlik olduğunu da saptayabiliriz. Çünkü bu 2 kategori sınıfsal köken olarak büyük ölçüde akrabadır. Adını da koyalım: Küçük burjuva kökenden gelir.
Kökenle ilgili belirlenimlerin saptanması ve “analizler” yazının konusu değil. Genel olarak biliniyor da zaten.
Bu geçişkenliği tespit ettikten sonra 2 kategorinin bizi ilgilendiren temel sorunun “solculuğu” yanlış yorumlamaktan kaynaklı olduğunu ve aynı yanlışın 2 uç sonucu olduklarını da saptayabiliriz. Bu 2 sonuca yol veren temel neden ise solun koordinatlarındaki belirsizlik olarak görülüyor. Bu kesimler için bu belirsizlik öznel olarak giderilemez ve kavrandığı haliyle de “beğenilemez” oluyor. 80’ler 90’lar ve hatta 2000’ler hep solun “güçsüz” ve tanımsız olduğu yıllar oldu. Yazının devamında bu 2 kesimin “yanlış bildikleri” üzerinden bir kez daha sol için geçerli olan değerleri “tanımlama” çabasına girilecek.
Gericilik yıkıcılık ve hümanizm
11 Eylül’ün faillerine nasıl bakıyoruz?
Kabil’in teslim olmasından sonra esir düşen Taliban yanlısı savaşçılar hapishanede kendileriyle görüşen gazetecilere “ABD ve ittifak güçleriyle Allah yolunda savaşıyoruz. Amerikalılar Müslümanların düşmanlarıdır. Onlar sadece Afganistan’da değil bütün dünya üzerine terör getirdiler. Binlerce Müslümanın ölmesine neden oldular” diye açıklama yapıyor.
Kendini şöyle veya böyle solcu gören biri için bu sözler ne ifade edebilir
Daha iyi bir örnek; Taliban lideri Molla Muhammed Ömer Kabil’in Taliban tarafından terk edilmesinin ardından yaptığı açıklama. ABD’nin “insan idraki dışında” bir planla Allah’ın yardımıyla yerle bir olacağını söylüyor Molla Ömer “silahlarla bir ilgisi olmayacağını” vurguluyor.
Peki buna ne buyrulur…
Aynı açıklamada kendisine şu anda kaç vilayeti ellerinde tuttukları sorulduğunda da Molla Ömer şöyle diyor: “Dört beş vilayet bizim elimizde. Ancak kaç vilayeti kontrol ettiğimiz önemli değil. Başlangıçta hiçbir vilayet bizim elimizde değildi sonra tüm vilayetler elimize geçti. Ve şimdi bir haftada bu vilayetleri kaybettik.”
Evet sosyalizmin çözülmesinin ardından ülkedeki ABD casusları arasında bir “alış-veriş” konusu olan vilayet ele geçirme olayına böyle yaklaşıyor ruhani lider. Belki kadercilikten belki de geçmiş deneyimlerinden çıkardığı derslerden: “Daha önce parayı bastırdık ve ele geçirdik şimdi onlar parayı bastırıyor ve ele geçiriyorlar…”
Allah için savaşan Taliban komutanlarının yüzde 90’dan fazlası aldıkları dolarlar karşılığında “Kuzey İttifakı” saflarına geçiyor. Ne inançlı bir davranış!
Pekala Afganistan’daki bu tecrübeyi genelleştirmeyerek 11 Eylül’ün Müslüman fatihlerinin soylu amaçlar taşıyanlarının bir “solcu” için ne ifade edebileceğini sorgulayalım. Usame bin Ladin’in gerçekten bir “strateji” ve vizyon sahibi olduğu anlaşılıyor. ABD ile kavgasında olayı gerçekten “medeniyetler çatışması”na çevirme perspektifine sahiptir. Çünkü Bin Ladin bunun bir nesnel karşılığı olduğunu ve böyle bir kavgaya insan çekmek için geçerli bir çerçeve olduğunu biliyor. Bin Ladin’in ülküsü -eğer gerçekten kendine ait bir “ülküsü” varsa- Müslümanların gerici şeriat devleti fantezisidir.
Ne istiyor Bin Ladin Suudi Arabistan’daki kutsal topraklardan ABD’nin çıkmasını İsrail’in Filistin’deki kutsal toprakları terk etmesini. Belki Suudi Arabistan yarımadasının bütününü kapsayacak bir “gerçek” şeriat devletinin kurulmasını. Herhalde bölgenin zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıyla da ilgili kutsal veya “duygusal” projeleri vardır.
Böylesi bir “ülkü”nün insanlık için ne ifade ettiğini ise tartışmayı gerekli görmüyorum. Bunu “afaki” bir sorun olduğunu düşünenlerin de hızla “bir bilen” olma konumundan imtina etmesi gerekir.
Bu noktaya kadar söylenenleri yeterli bulmayan ve “Sonrası önemli değil bunlar aslında dünyanın ezilenlerini temsil ediyorlar. ABD onca yıldır yaptığı zulmün bedelini ödedi. Ağır da ödedi hani. Önemli olan bu” yaklaşımını “solculuk” veya “bir bilen” olma iddiasıyla öne sürenler için ise birkaç şey daha söylemek gerekiyor.
Bu konum büyük ölçüde bir “maç izleyicisi” psikolojisini ifade ediyor. İçindeki “deterministik çözümleme”nin ise fazla bir değeri yok.
Bir asgari tavır olarak Amerikan karşıtlığına denk düşen bu konumun pek fazla reel bir değeri de bulunmuyor. Hatta içinde barındırdığı hatalar nedeniyle olumsuz etkide bulunduğu söylenebilir. Şöyle ki
1. Daha önce yazıldı. ABD bu saldırılar sonrasında karizmayı filan çizdirmedi. Emperyalist bir ülke yönetimi terörist bir saldırıdan niye gocunsun. Bunu nasıl kullanacağını hesap eder.
2. ABD de öyle yapmıştır. Bu saldırıyı -neredeyse kendisi gerçekleştirmişçesine- çok yönlü bir biçimde hem ülke içinde ve hem de uluslar arası alanda daha önceden planladığı pek çok düzenlemeyi gerçekleştirmek için bir gerekçe olarak kullanmaktadır.
3. Hiçbir şeyin bedelini ödememiştir. Aksine daha fazla bedel ödetmek ve solu ve “beğenmediklerini” tümüyle etkisizleştirmek için planlar yapmaktadır.
4. Bu dünyanın ezilenlerini temsil edenlerin Müslüman bir kimlikle sahnede olmaları çok ciddi bir sorundur.
Batının “duyarlı” kamuoyunun bu mücadeleyi anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir. Anlamaya kendini zorlayabilir. Ancak bu zıtlaşma bu şekilde tarif edildiği sürece eşitsizliklerle mücadelenin uluslar arası ölçekteki nesnel zemini ortadan kaldırılmaktadır. Yani üçüncü dünyanın “Müslümanları” şeytan Batı ile savaşacak ve Batıda da en fazla onları “anlayan” duyarlılar onlar için hafta sonları eylem yapacaklar.
Sınıf mücadelesinin enternasyonal zemininin daha iyi dinamitlenebilmesi mümkün mü
5. Eskiden düşman tanımı daha sade ve belirgin iken şimdi “kitleler” için daha karmaşık bir tablo söz konusudur. Emperyalizm kendi düşmanını da kendisi yaratmış ve bildiği gibi manipüle etmektedir. Hatta bunu basit uluslar arası dengeleri “kurmak” için bile kullanmaktadır.
Özetle ortada bir Frankeştayn veya Bumerang yoktur. Varsa bile ya heyecanlı bir “korku filmi” olarak ya da bir oyuncak olarak emperyalizm tarafından eğlencelik yapılmaktadır.
6. ABD’de New York’taki ikiz kulelerde ölen insanların ve saldırının bir terör saldırısı olmasının bir önemi vardır.
Böyle bir saldırının ancak bir “kör terör” ya da bir “yobaz strateji”nin bir parçası olarak gerçekleştirilebilir olduğunun altını çizelim.
Her ikisi de sola yabancıdır.
Basit olarak insanlık için eşitlik ve özgürlük isteyen sol düşünce özünde hümanisttir. Sol için bu aynı zamanda bir “ilke”dir. Burada “terör” ve “silahlı mücadele” kategorilerinin birbirinden titizlikle ayrılması gerektiğinin ve emperyalizmin son dönemde bu farklılığın üstünü çizmek için özel bir çaba sarf ettiğinin vurgulanması gerekiyor.
11 Eylül sonrası solun koordinatlarını yeniden belirginleştirme çabasına girmeden önce emperyalizmin kendi senaryosuna dair kimi başlıkları not edelim.
Emperyalizmin kendi senaryosu
11 Eylül ile birlikte onlar için değişen ne Bir de bu soruyu sormak gerekiyor.
Yanıtı ise çok nettir: Planları uygulama olanağının ele geçirildiği döneme girilmiştir.
ABD emperyalizmi bir süredir planladığı bir “terörle mücadele eden dünya” konseptinin gerçek karşılık bulduğu bir dünyayı yaratmıştır.
Hatırlayalım; 1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Varşova Paktı da “işlevini kaybetmiş” ve kendini feshetmişti. Bunun üzerine NATO’nun da kendini feshedeceği ve “barışçı” bir yeni dünya düzenine geçileceği varsayılıyordu. Elbette öyle olmadı.
NATO’nun Sovyetler Birliği ve sosyalizmin çözülüşünün ardından kendine varlık gerekçesi olarak bulduğu bir konsept vardı: “Terörizm”.
Bu yalnızca konsept olarak kalmadı. Reel karşılığı için gerekli zemin de hazır tutuldu. Asıl olarak Soğuk Savaş döneminin kontrgerilla faaliyetlerinde rol almış ve “yardımcı olmuş” ancak eski misyonları ortadan kalkınca çeşitli şekillerde “savrulmuş” unsurların sözü edilen terörizm faaliyetlerinin müsebbibi olacağına kesin gözüyle bakılmış ve hatta bu kesimler deyim yerindeyse bu yönde “teşvik edilmiştir.”
Sonuç olarak emperyalizm kendi düşmanını kendisi bilerek ve isteyerek “yaratmış” ama bu öyle çok tekrarlandığı gibi “başına bela” olmamıştır. Aksine tüm nitelikleri çok iyi tanınan siyasi olarak zaten doğumundan itibaren “gayrı-meşru” olduğu için hiçbir şansı bulunmayan ve asıl olarak istendiği anda ortamı terörize etmek için provoke edilecek (kullanılacak değil provoke edilecek olması önemli; böylelikle “dışsal” konumunu süreklileştirmektedir) bir düşman…
Emperyalizmin “yeni dünya düzeni” için bundan daha etkili bir silah bulması herhalde zordu.
Bu silahın yardımıyla ABD emperyalizmi uluslar arası alanda ve kendi sınırları içinde bir dizi operasyonu devreye soktu. Atacağı adımların “yıllara yayılacağını” terörizmle mücadele koşulları altında yaşamaya alışılması gerektiğini ilan etti.
Yeni dünya düzeninde bu çerçevede gerçekleştirilen ilk düzenlemeler ve temel yönelimler ayrı bir yazının konusu ancak asıl önemli olan dönemin bu niteliğidir: Emperyalizmin “terörle mücadele” silahıyla donanmış ve kendisi için “işlevsel” olan bir düşman yaratmış olduğu bir dönem.
Böyle bir dönemde çok boyutlu işlevlerinin yanında temelde solun kendisine yönelecek olan bu silah karşısında solun konumunu yeniden ve kimi vurguları belirginleştirerek tarif etmesi bir ihtiyaçtır.
Sol nerede duruyor?
11 Eylül’de New York’ta gerçekleştirilen terörist eylem ile ilgili olarak en fazla tartışılan bu eylemin “kınanıp kınanmayacağı” meselesi oldu. Bu konuda tarihsel olarak artık bir netlik sağlandığı söylenebilir.
Eylem bir terör eylemidir. İkiz kulelerde çok sayıda masum insanın ölümüne neden olan bu eyleme solun en başta “insani” nedenlerle ve ilkesel olarak karşı çıkması gerekir.
Bin Ladin bir söyleşide “eve giren haydudu kovmaya çalışırken arada çocuğunuz da yaralanabilir (hatta ölebilir demesi gerekirdi -yn)” açıklamasını getiriyor 4 bine yakın masum insanın ölümü için. Sol böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyacak bir tercih yapmaz. Eyleminde akılcı ve seçici davranır.
Peki yukarıda da değinildi “meşru silahlı mücadele” ve genel olarak şiddet sorununun çerçevesi nasıl netleştirilecek
Sol eyleminin herhangi bir aşamasında insanlık için ifade ettiği “değeri” ve “anlamı” sorgular. Bunu sorgulama kriteri de fazla karmaşık değildir. Söz konusu eylemin kendi idealini evrensel haliyle ve bulunduğu konuma uyarlanmış biçimiyle kavramaya yatkın olan toplumsal kesimler için ne ifade ettiğine bakar.
Bugün emperyalizmin kendi faaliyetleri dışındaki her türde “silahlı mücadeleyi” “terörizmle” damgalama girişimi bu anlamda tarihsel olarak “meşrulaşmış” olan Filistin halkının mücadelesi karşısında “durmuş”tur. Tarihi ve toplumsal anlamda belli bir meşruiyeti yakalamak bu damgayı yememenin önkoşulu ve garantisidir. Bu durum kimi “devrim strateji”lerinin ve propaganda yöntemlerinin teorik anlamda da yeniden değerlendirilmesi ihtiyacını açığa çıkarıyor.
Ancak tekrar altını çizelim; emperyalizmin hayal ettiği haliyle “meşru şiddet kullanımı” seçeneğini ve hakkını topyekün olarak solun elinden almıyor. Bu siyasetin ve sınıf mücadelelerinin belirleyeceği nihai anlamda da tarihin yargılayacağı bir tercih olacaktır.
Bugün sol açısından bir başka “sorun” -yukarıda da değinildi- ezilenlerin mücadelesinin Müslümanlar tarafından temsil edilmesi eğilimidir.
Emperyalizm kendi sağını diri tutmak ve solunu da belli bir çerçevede mahsur kılmak için böyle bir çakışmayı tercih etmektedir. Gerçekten Bush’un “haçlı seferi” söyleminin dil sürçmesi olduğuna inanmak saflıktır. Böylesi bir “karşıtlık” “hiç olur mu canım” söylemiyle birlikte emperyalist politikalar için bulunmaz nimettir.
Daha önce değinildi. Ezilenlerin mücadelesinin dinsel karşıtlıklar üzerinden kurgulanması sınıf mücadelesinin enternasyonal zemininin dinamitlenmesi anlamına gelecektir. Sadece uluslar arası anlamda da değil. Aynı ülke içinde sınıf kimliklerini perdeleyecek “dinsel” kimliklerin ön plana çıkması işçi sınıfının mücadelesinde son derece dezavantajlı bir konum yaratacaktır. Bugüne kadar böylesi “bölücülüklerin” en çok kimlerin işine yaradığı ortadadır.
Komünistlerin bu ve benzeri başlıklarda ortaya çıkan “yeni durumlar” üzerinde daha fazla durması gerekiyor.
Eğer ABD’nin “insan idrakinin almayacağı bir şekilde” ortadan kalkacağını düşünmüyor ve bu işin bir mücadele konusu olduğuna inanıyorsak emperyalizmin karşımıza sürekli yenilerini çıkardığı tuzaklara karşı uyanık olmalı üzerine bastığımız zeminin kaymaması için hem kendimize ve hem de dışımıza dönük müdahaleciliğimizi yitirmemeliyiz. İnsanlığın sola ihtiyacı var ve bugün başka bir sol yok!