Ne Yapmalı: Lenin’in Kopuşu, Leninizm’in Kuruluşu

Lenin’in Konuşması, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi II. Kongresi (1903) [Ressam:
Sergei Arsenevich Vinogradov ]

Rusya her zaman önemli bir ülke olduğu için, “işçi sınıfı hareketi” adını verebileceğimiz bir devinimin olmadığı dönemde bile uluslararası komünizmin ilgi odaklarından biri olmuştur. Ve Rusya 19.yüzyıla çok şey sığdırdı. Bolşevizmin köklerini ararsanız, bizzat Lenin’in “Rus sosyal-demokratlarının ilk gerçek siyasal ittifakıdır” dediği legal Marksizmden geçecek, bir kesim mirasçısıyla Ekim Devriminde buluşacağı Narodniklere ulaşacak, Batıcılar ve Slavcıların sakınmadan suladıkları, edebiyatla müzikle serpilen o verimli iklimden beslenecek, aristokrasiden bile devrimci çıkabileceğini gösteren Dekabrist isyancılara değivereceksiniz.

Bu akımlar -ve burada yaptığım özetlerin en kabasında yerini bulamayan başkaları- Rusya’ya özgü bir sertlik ve acımasızlıkla birbirlerinden kopmuşlar, birbirlerini reddetmişlerdir. Plehanov Narodniklerden kopar. Nice sosyal-demokrat öbek bir partide buluştuklarını ilan ettiklerinde 19.yüzyıl sonu Çarlık Rusya’sında neredeyse bir moda gibi yaygınlık kazanan legal Marksistlerden kopuyorlardı. Lenin merkezi bir örgüt, parti gibi parti olmak yerine özerkliklerin toplamına benzeyen bu oluşumdan derin bir bıkkınlıkla koparken yerine “profesyonel devrimciler örgütü” olarak başka bir parti anlayışını geçiriyordu. Üzerinde döne döne çalışıp 1902’de yayınladığı Ne Yapmalı bir kopuştur. 

Ne Yapmalı çok ağır bir sorudur. Broşürün sonunda Rus sosyal-demokrasisinin o an “içinde bulunduğu dönemi kapatmak gerekiyor” diye yanıtlamıştı Lenin başlıkta sorduğu soruyu [1, 2]. Madem öyle, şaşacak bir şey yok, yayınlanmasının ertesi yılı, Lenin Plehanov’la da, Martov’la da kopuşacaktı. 1903’te Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin kongresine önceki yıl yayınlanan bu broşür damga vuracaktı aslında. Yani Bolşeviklere Ne Yapmalıcılar da denebilirmiş…

Kopuş dedik ya; Rusya “kopuştan bol” deklarasyon yapılmayan bir topraktır! Bu yüzden de kopuşların hiyerarşisi özellikle önem kazanır. Ne Yapmalı çalışması Lenin’in kendinden önceki sosyal-demokrasi yapılanmasından kopuşudur. Bu, on beş yıl sonra Nisan Tezleri’nde bir komünist parti kurma perspektifiyle, ondan birkaç ay sonra devrim kalkışmasıyla yeni yüksekliklere taşınacak ve tamamlanacaktır. Herhangi bir kopuş bir ana sığmaz zaten toplumsal ve siyasal süreçlerde. Ne Yapmalı’da başlayan süreç de, yalnızca Rus sosyal-demokrasisinin içinden birilerinin “ana akım Avrupa tipi partinin” reddi anlamına gelemezdi. Parti bir devrim yapma iradesi olmalıydı Lenin’e göre. Demek ki Lenin ve partisi devrimi denemek zorundalardı. Nisan Tezleri devrimi deneyeceklerinin deklare edilmesidir. İzleyen aylarda Lenin Ne Yapmalı’da “çok önemli” dediği “taktikler” üstüne yazılı bir külliyata ve zengin bir deneyime imza atacaktır. 

1902’de partinin bir devrimciler örgütü olduğunu yazdıktan sonra devrim denenmek zorundadır. Yoksa o yazı gevezelik olarak kalır.

1902’de “Taktik planı Marksizmin temel ruhuna aykırıdır” [3] diyenlere şiddetle itiraz ederseniz belli bir süre içinde bir taktikler anıtı dikmek zorundasınızdır. Yani Ne Yapmalı ile başlayan kopuş, yazıyla kitapla tamamlanacak bir şey değildi. Ne yapmak gerekiyorsa o yapılmalıydı. Kopuş 1917 ile tamamlanacaktır. Örnek olsun Komintern de Lenin’in kopuşunun bir parçasıdır. 

Ancak bunun tersi mümkün değildir. Ne Yapmalı devrim yapılamamış olsa deli saçması olarak çöpe atılır veya Rus siyasal düşünce tarihi üstüne çalışanların kaynakçasında kalır, kütüphanede araştırmacıları beklerdi. Ama Ne Yapmalı olmasa devrim de olmazdı!

Bu kopuş Rusya’nın sınırlarını aşmıştır. Rusya büyüktür. Rusya Bolşevik sözcüğünün çoğunluk anlamına gelmesini çağrıştıran biçimde, bolşoydur, geniştir, uçsuz bucaksızdır. Bolşoy Rusya’da olup biten çok önemli şeyler ve büyük kopuşlar kendi içinde başlayıp bitebilir, orada kapalı kalabilir. Kalmıştır da… 

Lenin’in kopuşu ise dünyaya seslenir. İşçi sınıfı ve komünizm söz konusu olduğunda başka türlüsü ciddi olmazdı zaten. Lenin hem bunun, yani kendi attığı kılıcın Rusya’ya hapsolamayacağının farkındaydı, hem de hapsolmak falan istemiyordu. 

Ne Yapmalı’da Engels için kâhin der bir yerde Lenin. Konu işçi sınıfının uluslararası mücadelesinde Almanya’nın merkez ülke haline geleceğinin öngörülmesidir. “Almanların işçi hareketine neredeyse herkesten sonra katılmış olmaları” Engels’e göre bir avantajdır (s. 34).

Bundan iki sayfa sonra şu satırları yazarken Lenin hiç de mütevazı davranmayacaktır: 

“Tarihin bugün önümüze koyduğu en acil görev, başka herhangi bir ülkenin en acil görevinden çok daha devrimci niteliktedir. Bu görevin yerine getirilmesi. Yalnızca Avrupa’nın değil, aynı zamanda (artık söyleyebiliriz) Asya gericiliğinin de en kudretli mevzisinin yok edilmesi, Rus proletaryasını uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü haline getirecektir.” (s. 36) 

Lenin’e Rusya’nın büyüklüğü yetmiyor. Avrupa elbette; ama Asya’yı istiyor. Zaten dünyadan geriye kalanın hükmü yoktur, 20.yüzyılın başında. Ve Lenin’in kehaneti yirmi yıl beklemeyecektir. 

Peki bu bir kehanet midir? 

Yoksa bu adamın, işçi sınıfı mücadeleleri için tereddütsüz evet diyeceğimiz özelliği insanlık tarihinin bütünü için de mi geçerlidir? 

Yoksa Lenin gelmiş geçmiş en acayip örgütçü müdür? 

“Örgütü” öncülük düzeyine yükselterek teorinin konusu, teorik bir kopuşun mihenk noktası haline getiren birinden söz ettiğimize göre, neden olmasın? 

Lenin ileride, devrimden, Komintern’i kurduktan falan sonra “hepsini ben hesapladım” deseydi, bunu kanıtlamakta zorluk çekmezdi doğrusu.

Kopulmayı hak eden miras

“Buna göre sosyal demokrasi, bir toplumsal devrim partisi olmaktan çıkıp toplumsal reform peşindeki demokratik partiye dönüşmeliydi. Bernstein bu politik talebi, epey titizlikle ayarlanmış ‘yeni’ argüman ve düşünce bataryalarıyla donatmıştı. Sosyalizmi bilimle temellendirmenin, tarihi maddeci biçimde kavrayarak sosyalizmin zorunluluğunu ve kaçınılmazlığını kanıtlamanın mümkün olduğu reddedilmekteydi; sefaletin, proleterleşmenin arttığı, kapitalizmin çelişkilerinin keskinleştiği gerçeği bir yana itiliyor, ‘nihai hedef’ kavramı bütünüyle temelsiz ilan ediliyor, proletarya diktatörlüğü fikri kesin biçimde inkar ediliyordu; sınıf mücadelesi teorisi de reddedilmekteydi, çoğunluğun iradesine göre yönetilen tam demokratik toplumla bunun bağdaşmayacağı öne sürülüyordu vb.” (s.16)

Almanya ve Fransa’nın siyasal geleneklerine Alman usulü-Fransız usulü diye gönderme yapmayı Marx sever. İki ülke kontrast halindedir. Kabaca Almanya düşüncenin, Fransa eylemin önden gittiği topraktır. Alman sosyal-demokrasisinin parlak çocuğu ve büyük haini Bernstein kapitalizmin yıkılmasını amaçlamanın gereksiz olduğunu teorileştiriyordu. Fransız muadili Millerand revizyonizmi pratik reform projelerinde somutladı. Fransız revizyonizmi yüzyıl dönemecinde Alman yoldaşlarını sollayacak ve işçi sınıfı partisine devrim dışında her tür ilerlemeyi misyon olarak sunacaktı. 

Fransız sosyal-demokratlarının projeciliğin teorisini icat eden Almanları geride bırakmalarının bir nedeni de, bu kez Alman egemen güçlerinin işin ciddiyetinin farkında olmalarıdır. Felsefi mülahazalarla oyalanmaya zaman yoktu. 1848 devrimlerinin üstünden yalnızca çeyrek asır ya geçmiş ya geçmemişti. Onu boş verin, 1871’de Paris Komünü yalnızca Fransız mülk sahiplerine soğuk terler döktürmemiş, Alman İmparatorluğuna kazın ayağının başka türlü olduğunu anlatmıştı. Birinci Wilhelm için Paris, taç giyme törenine mekân seçebileceği kadar yakındı. 1871’de başkentin hemen dışındaki Versailles Sarayının “Aynalı Salonu”nda tacını takarken Fransız proletaryasının da nasırına basmıştı Wilhelm!

Sonra Almanlar hakikaten şapkayı önlerine koydular. Alman birliğine imza atan Bismarck bu devleti sokakta bulmamış olduğunun bilinciyle modern kapitalizm çağının ilk refah devletini, (bizde daha iyi anlaşılan terimle) sosyal devleti yukarıdan aşağıya kurdu. “Her devlete biraz sosyalizm gerektiğini” alenen dile getirecek kadar cüretliydi. Ne yaptığını çok iyi biliyordu. Almanlar Bismarck tarzıyla, artık düşündüklerini hemen hayata geçiriyorlardı. Sınıf mücadelesi onları da pratik insanlara dönüştürmüştü.

1878’de İmparatora iki kez suikast düzenlenmesini fırsata çevirdiler. Suikastçılardan birinin Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin eski üyesi olması, partinin terörizmi teşvik ediyor olabileceğinin kanıtıydı. Bağlantı yoktu, kanıt yoktu. Ama ne gam, bir şeyler olmuştu belli ki! Hemen partinin faaliyetine olağanüstü kısıtlar getirildi. Şansölyeye kalsa sosyal-demokratları vatandaşlıktan bile çıkartırdı. On yıl sonra yani 1888’de, aldığı sonuçlardan tatmin olmamış olsa gerek parlamentoya bu yönde bir tasarı da getirdi gerçekten. Kabul edilmedi, ama önemli olan o değil. Almanya işçi sınıfı dünyanın zorunlu sağlık sigortasına ilk kavuşan emekçileri oldular 1883’te. Hastalık halinde sigorta, engelliler için sigorta… 

1871’de 100 binin üstünde oy alan sosyal-demokrasi 1878’de 500 bine dayandı. Bismarck örgüte sopa kitleye havuç modelini kurdu. Anti-Sosyalist Yasanın yüzü suyu hürmetine 1881’de partinin oyları 300 bine doğru geriledi. 

Lakin Şansölye toplumsal gelişmeyi durduramadı. Baskı döneminin ilk üç yılında toplumun sola kayışını geriletmeyi başarmıştı, ama Almanya sanayileşiyor, işçi sınıfı hızla kalabalıklaşıyordu. Devlet tarafından hakları “tanınan” bu sınıf kimlik kazanıyor, örgütleniyor ve seçim vakti gelip çattığında sosyal-demokrasiye yöneliyordu. 1884’te partinin oyları 550 bini buldu. 1890’da bir buçuk milyona dayandı. O yüzden Bismarck giderayak sosyal-demokratları vatandaşlıktan atmak istedi, olmadı; kendisi gitti.

Alman sosyal-demokrasisi için ise sopa gitmiş havuç kalmıştı. Parti ve sendikalar büyümeye devam ederken, öngörebileceğimiz şey oldu: Partide bir kanat bu yeni duruma nankörlük etmemek gerektiği anlamına gelen yaklaşımlar geliştirmeye başladı. Reichtag’ın şu vatandaşlıktan çıkartma önerisini reddettiği tarih Ocak 1890, Partinin %19,75 oranına ulaşması ise Şubat 1890’dı! 

Engels beş yıl sonra umutlu ama tedirgin, değişen koşullardan nasıl bir devrimci strateji yenilenmesi çıkartılabileceğini kurcalayarak yaşama veda edecek, Eduard Bernstein “eserlerini” 1899’da patlatacaktı. Bu düzeni “devrimle değiştirme” hedefi geçerliliğini yitirmişti.  

Lenin sosyal-demokrasiyi bir reform projesine çevirmeyi öngören akımın üstüne yürür. Ne Yapmalı baştan aşağı polemiktir. Felsefeden (örneğin özgürlük, somut olarak eleştiri özgürlüğü) işçi sınıfının tanımına ve sınıf bilinci kavramına (kendiliğinden sınıf veya ekonomik mücadele veren, ekonomik bilinç düzeyindeki sınıf, politik bilinç). Siyasal mücadelenin tanımından parti kavramına. Eşitsiz gelişme yasasının çeşitli düzlemlere uygulanmasıyla sergilenen bir diyalektik şovundan sınıf içi eşitsizliklere. Sınıfın en bilinçli parçası olarak partinin sınıfa dışarıdan bilinç taşıma işlevinden, Rus sosyalizminin tarihiyle hesaplaşmaya kadar…

O kadar sert ve somut bir polemiktir ki bu eser, yüz küsur yıl sonra Türkiyeli bir okurun, “kim bu adamlar, Rusya nasıl bir ülkeymiş ki, bu gazeteler dergiler ne diyormuş” diye tartışmanın içeriğine yabancılaşması ve tartışmanın “bağlamına” kayıp yolunu kaybetmesi bile mümkündür!

O halde bugün bize kısa bir özet hepimizin işine yarayabilir:

Birincisi, Lenin Almanya’da maddi temeller üstünde yükselen reformist/revizyonist sosyal-demokrat yozlaşmanın Rusya’daki karşılıklarıyla uğraşmaktadır. Daha doğrusu sorun somut olarak Rusya’da yaşansa da, kaynakları uluslararası hareketin bütünündedir Lenin’e göre.

İkincisi, bir gazetenin ne işe yarayacağı veya bir örgütün içinde neyin ne kadar tartışılabileceği, partide kurulların nasıl oluşturulması gerektiği gibi somutluklar ile sınıf kavramının soyutluğu Ne Yapmalı’da tek bir bütünün parçasıdır. Okurun bunları birbirinden ayrıştırması değildir gereken. Tersine bunların ayrılmazlığını kavramasını istemektedir Lenin.

Üçüncüsü, Lenin “kopmaktadır.” Kopuşunu Rusya’da sosyal-demokrasinin içinde bulunduğu ve dağılma, parçalanma, savrulma olarak adlandırdığı evrenin kapatılması ve “savaşçı bir Marksizmin güçlenmesi” gereğiyle tanımlar. Ama mademki mesele Rusya’da başlayıp bitmemekte, Rusya’ya Alman-Fransız gerçekliği yansımaktadır, Lenin aslında daha büyük bir evrenin sonunu ilan ediyor olmalıdır. Lenin 19.yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’ya damga vuran sosyal-demokrat yapıdan kopmuştur. 

Bu arada, bu tabloda dikkat çekici unsurlardan biri, Almanya’daki “Bismarckçı devlet sosyalizminin” esamisinin okunamayacağı, ne işçi sınıfının o güce sahip olduğu, ne de siyasal alanda seçim, parti, sendika özgürlüklerinden söz edilebilen Rusya’da Alman-Fransız reformizminin boy atıyor olması. Rusya başlı başına eşitsiz gelişmedir! Ne Yapmalı Marksizmde eşitsiz gelişme yasası üstüne bir kitap olarak da okunabilir. 

Almanlar düşünüyor, Fransızlar yapıyordu ya; Rusya büyük, kapsayıcı, başlı başına bir dünya, fazlasıyla bolşoydur. Düşünürler, yaparlar. Düşüncelerinin toplumsal nedenleri, yani neden böyle düşünüyor oldukları üstüne de düşünürler. O toplumsal nedenleri değiştirmek için neredeyse maceracı bir iradeye sahiptirler. Ülkenin siyasal birliğini kurmak için “Korkunç” sıfatını hak edecek işlere kalkışan İvan’ın, bataklığın üstüne başkent kuran, tebdili kıyafet başka ülkelerde gemicilik öğrenip geleceği açık denizlerde arayan “Büyük” (veya deliliğe övgü manasına bizdeki tabirle “Deli”) Petro’nun, aşağıdan gelmeyen aydınlanmayı tepeden getirmeye kalkışmanın en despotik örneğini veren Katerina’nın damgası vardır, Rus-tipi siyasal iradede. Batıcılık, Batı sosyal-demokrasisine öykünme ise yabancılaştırmaktadır Rus Marksistlerini. Rus Marksizmi toprağıyla barışmalıdır. Lenin’in düşüncesi iradeciliğin en olgun zirve noktasını temsil eder. Ne Yapmalı Marksizmi evrensel karakterini yitirmeksizin devrimcileştirme operasyonudur.

Marksizm zaten devrimci değil midir peki? 

Elbette öyledir. Bu nedenle Ne Yapmalı yoktan var etmez, Marksizmin yerine başka bir sistematik ikame etmez. Ne Yapmalı’da Lenin kendinden önceki Marksist kuşağın çözemediği bir düğüme çözüm önerisi getirmektedir. Bu öneri gelişkin bir teoridir. 

Düğüm 

Yalnızca kısa bir özet yapabileceğim bu yazıda… 

Marksizmin ilk devrim stratejisi Komünist Manifesto’da sergilenir ve 1848 devrimlerinde uygulanmak istenir. Buna göre işçi sınıfı, yükselen devrimin liderliğini, burjuvazinin artık onu taşıyamayacağı zirve momentinde devralacaktır. Olmaz. Burjuvazi geleceğin işaretlerini alır ve devrimini taşıyamayacağı yere kadar yükseltmekten cayarak eski rejimin sahiplerinin koluna girer. Cumhuriyet krallarla dengelenecek, demokrasi işçilerin kanında boğulacak, dinci gericilik kâbus gibi geri gelecektir. Devrimci burjuvazi devrimin en büyük hainine dönüşür. Bu, doğuşundan beri Marksizmin yaşadığı ilk düğümlenmedir.

Bu evre Kıtanın sanayileşmesi, işçi sınıfının 1848’lerle karşılaştırılamayacak biçimde nicel ve nitel olarak gelişmesiyle geçilecek, yeni bir bağlam ortaya çıkacaktır. Sosyal-demokrasi yüzyılın son yirmi beş, otuz yılında artık (yükselen) burjuva devriminin mantıksal ve tarihsel uzantısı olarak değil, kapitalist statükonun alternatifi olarak güç kazanır. Avrupa’nın üstünde yeniden komünizm heyulası dolaşmaktadır. Ancak işçi sınıfının kazanımları giderek onu düzene bağlayan prangalara dönüşür. 1848’de zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan proleterlerin sendikaları, oyları, sigortaları, onları koruyan yasaları, mecliste temsilcileri vardır. Tabii bir de “aristokrasisi.” Burjuvazi devrimci olmama karşılığında işçi örgütlerinin kaymak tabakasını oluşturan, kentli, eğitimli, yerleşik ve giderek konformistleşen bir kesime neden sus payı dağıtmasın? Dağıtır…

Engels örgütlü, işçi olmasıyla övünen İngiliz işçi sınıfının devrimci olmayışını işçi aristokrasisi kavramıyla açıklarken, 19.yüzyıl sonlarındaki yeni düğümün analizinin büyük kısmını da masaya koymuş oluyordu. Kalanını Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nin 1895 baskısına yazdığı önsözde işler. Ölümüne birkaç ay kalmıştır… Düğümü çözense Lenin’dir. 

Düğüm Marksizmin içinde çözülmüştür. Marksizme göre koşulların belirlediği insan, kendisini belirlemekte olan koşulları değiştiren öznedir aynı zamanda. Belirlenme ekonomik üretimin merkezinde durduğu sınıfsal ilişkiler içinde gerçekleşmektedir. Koşulları değiştirme eylemi de bu ilişkiler içinde yürütülen mücadelelerin ürünüdür. Bu basit ve bugün “tabii ki öyle, başka nasıl olabilir ki” diye görebileceğimiz icat Marksizmin düşünce tarihindeki en büyük katkılarından biridir. Artık değişim tanrısal bir güce, koşullardan bağımsız insan aklına bağlı değildir. İradeye yer vardır bu mekanizmada. Lenin bu yere parti kavramını yerleştirecektir. 

Eksiksiz bir liste yapmayı iddia etmeksizin sıralayarak devam edeceğim.

Bir: İşçi sınıfı partisinin heterojen olmasını, her kafadan ses çıkmasını özgürlük olarak görmek devrimcilikten uzaklaşmak demektir. Lenin’e göre parti devrimci olmak için homojen olmalıdır.

İki: Çünkü sınıf mücadelesi denilen kategori, sınıfların düzenli ordular gibi karşı karşıya geldikleri bir meydanda yapılmaz. Sınıf mücadelesi bir sınıfın içinde de sürer gider. Hatta bir partinin!

Üç: Rusya’da entelektüel yaşamda büyük ağırlık kuran “legal Marksizm” Avrupa revizyonizminin Rusya’daki acentasıdır. Marksizmin yaygınlaştırılmasını sağlamış, bunun karşılığında onu dejenere etmişlerdir. Bu defterin kapanması ile “nasıl bir parti” sorusu bir bütündür. 

Dört: Ekonomik ve siyasal mücadele kavramlarının diyalektik olmayan, kaba kavranışına son verir Ne Yapmalı. İşçileri ekonomik mücadele alanına hapsetmek basbayağı politik bir yaklaşımdır. Politik ekonomizm işçi sınıfı içindeki burjuva politikasıdır. Trade-unionism, bir toplumsal hareket, örgütlü bir akım olarak “sendikalizm” işçi sınıfının az gelişmiş bilinç evresine denk düşmez; oradan geçilerek devrimci bilince varılamayacaktır. Trade-unionism gericidir. “… ekonomik mücadele kitleleri etkin politik mücadeleye çekmekte en geniş uygulanabilen araç” değildir. Bu görüş “kesinlikle yanlıştır.” (s. 67)

Burada iki parantez açmak zorundayım. İlk olarak, başka yerler bir yana, Türkiye’deki algıyı bir hatırlayın. Sendika’nın kategorik olarak “işçi örgütü” sayılması. Bütün “emek örgütlerinin” aynı safta kabul edilmesi… Bu varsayımlar Ne Yapmalı karşıtıdır. 

Ve sonra; Ne Yapmalı’dan sapılmasına cevaz verenler arasında Lenin’in kendisi vardır diyemeyeceğim, ama sapmak isteyenlerin Lenin’de kendilerine dayanak bulduklarına sık rastlanmıştır. Akla ilk gelen şu ünlü “en gerici sendikalarda bile çalışmak gerekir” sözü olur. Bana sorarsanız, Lenin’in sözlerinin oraya buraya çekiştirilmesine Lenin bile yeterli önlem alamazdı. 

Uzatmayayım, bu konuyu yıllar önce Kemal (Okuyan) bir Gelenek makalesinde yeterince ele almıştı: https://gelenek.org/lenin-miti-buyuk-bir-ihtilalciyi-degersizlestirmek/

Ancak Lenin’in yolundan giden Leninistlerin çok daha esnek davrandıkları da bir o kadar açıktır. Cephe politikaları ve aşamalı devrim stratejileri “bizim geleneğimizin” içinde de ana akım haline gelebilmiştir. Sosyalizmin ve işçi sınıfının kazanımlarını korumak adına 19.yüzyıl sonlarında yaşanan “genleşme”nin benzeri deformasyonlar 20.yüzyılda da defalarca yeniden üremiştir… 

Demek ki ipler bir kere düzgün şekilde birbirinden ayrıldığında yeniden düğüm olmayacaklarının garantisi verilemiyor. Yeni Ne Yapmalılara tekrar tekrar ihtiyaç duyuluyor.

Devam edelim. 

Beş: Partinin toplumun tüm kesimlerinde çalışması ve ekmek kavgasının dışında her tür politik gündeme müdahale etme görevi tanımlanır Ne Yapmalı’da. 

Bu yaklaşım partinin işçi sınıfı adına siyaset yapmasından başka bir anlama gelmez. Marx ve Engels de komünist veya sosyal-demokrat partileri sınıfın verili halinin aynası olarak resmetmediler. Marx ve Engels de partiyi işçi sınıfının ileri bilincinin taşıyıcısı olarak gördüler. “Bir toplumsal devrimin bilinci” partiye denk düşer elbette. Birinci Enternasyonal’in bıraktığı mirasın büyük kısmı Marksizmin başta anarşizm olmak üzere o güne kadar işçi sınıfı ideolojileri olarak kabul edilen akımlarla ayrım çizgilerinin netleştirilmesinden oluşur. Ancak Lenin’in partiyi sınıfın olağan durumunun ötesinde başka düzlemde bir mekanizma olarak tarif etmesi, siyasete o güne kadar yapılmış vurguların çok üstünde bir yer açması anlamına gelir. Ne Yapmalı işçi sınıfı için bir siyaset teorisi kitabıdır.

Altı: Sınıfın ortalamasından ayrılan parti düzlemi demek bir “profesyonel devrimciler örgütü” demektir. Lenin partiyi buna indirgememektedir. Ancak bu çekirdek olmaksızın bir işçi sınıfı partisinin var olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. 

O güne kadar yoksulların veya emekçilerin iktidarından dem vuran komplocu “sıkı” örgütlere çok rastlanmıştı. Hatta bu tip yapılar modern işçi sınıfı partisini öncelemişlerdir. Kabaca Blankizm başlığı altına alabileceğimiz bu devrim aygıtlarının iradeciliği Marksizmin toplumun hareket yasasını sınıflar mücadelesine oturtmasını da önceler. Böyle olduğu ölçüde de söz konusu eski tip profesyonel devrimci örgütlerinin Lenin’in önermesiyle benzeştirilmesi mümkün olmaz. Burada bu değiniye ihtiyaç duyulmasının nedeni ise, en sağından neredeyse en soluna kadar Batı Avrupa sosyal-demokratlarının Ne Yapmalı’nın devrimci partisini darbecilikle suçlamış olmalarıdır. Ekim Devrimi bile darbe olarak hafife alınabilecekti!

Yedi: Yalnızca partinin yapısı değil kadroların niteliği de Ne Yapmalı sayesinde teorik bir başlık haline gelmiştir. Çoğu zaman etrafından dolanılan bir vurgudur bu. Lenin’in, kadro niteliğini ve örgütün güvenliğini Rusya’nın o günkü özgün koşullarına dayandırdığı sıkça düşünülmüştür. Lenin gerçekten de Avrupa’da hayata geçirilmekte olan bazı uygulamaların Çarlık otokrasisine uymayacağını vurgular. Ancak şu ifade kanımca bundan fazlasıdır: “En katı konspirasyon, en katı üye seçimi, profesyonel devrimcilerin hazırlanması. Bu nitelikler kazanıldığında, demokratizmden daha fazlası elde edilmiş olur: devrimciler arasında eksiksiz yoldaşça güven.” (s. 143) 

Tabii ki mesele “atama mı seçim mi” biçimselliğine indirgenmemelidir. Kuşkusuz legalite ve illegalite koşullarında devrimci partiler aynı biçim ile işlemeyeceklerdir… Ama zaten Leninist örgütün teorik özü bizi işleyiş biçimselliğinden aygıtın işlevine, devrim mücadelesine çağırır. Yoldaşça güven teoriye eklenmiştir artık!

Sekiz: Sol siyasetin kitleselleşmesi için daha basite, daha gündelik olana yönelmesi bir koşul olarak çok sık telaffuz edilir. Hele Türkiye’de emek ve ekmek kavgasının neredeyse siyasetin karşısına konduğuna, ülkenin siyasal gündem maddelerinin topluca emekçilerin ekmek derdini gölgeleyen “suni gündemler” olduğu tezine çok rastlanır. Lakin militanların ilgi alanı “ekmek” olunca o toplumsal gündem maddeleri buharlaşmaz… Onlar için de “demokrasi mücadelesi” verilir! Bu format Lenin’in 20.yüzyıl başında kavga ettiği formatın bir benzeridir. 

Ne Yapmalı’da anlıyoruz ki, benzerlik bir noktada daha sürüyormuş. Ekonomistler yaklaşımlarını hareketin büyümesi, kitleselleşmesi için zorunlu sayıyorlarmış. Lenin için tam tersidir. Ortada sağlam bir örgütsel omurga yoksa sağlanacak birikimin sabun köpüğü gibi dağılmaya mahkûm olduğunu anlatır Lenin. Acemilik teknik değil, teorik ve politik bir sorundur. Parti aygıtının “tıkır tıkır” işlemesi de bir o kadar teorik ve politik bir konu haline gelmiştir. Lenin “kontur çeker” ve partinin büyümesi, sosyalizmin kitlelere ulaşması için ekonomizmden kurtulmayı ön koşul olarak sunar. (s. 109-110)

Dokuz: İşçi sınıfının bilincinin farklı kertelerini Marx’tan beri biliyoruz. Ama Lenin’in dili cüretli, tahrik edicidir. Şunlar bir paket oluşturur: 

İşçi sınıfı, sırf kendi güçleriyle hareket ettiği sürece ancak ve ancak trade-unionist bir bilinç geliştirebilir… Sosyalizm teorisi ise mülk sahibi sınıfların eğitimli kesimleri, yani entelijansiya tarafından işlenmiş felsefi, tarihsel, ekonomik teorilerden doğmuştur.” (s.39) 

Tahrik olacak olanların, çarpacakları duvarın geri Rusya’daki etkisiz sosyal-demokrat gruplardan birinin şefinin kendinden menkul karizması değil de koca Kautsky olduğu da araya sıkıştırılır: “Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva entelijansiyasıdır” (s.48) diyen kişiden, yani Engels’ten sonra Marx’ın Kapital elyazmalarını ve notlarını masasının üstüne açma meşruiyetine sahip olan tek kişiden, Karl Kautsky’den söz ediyoruz [4].

Geçelim; o halde işçi sınıfına sınıf bilinci “dışarıdan” taşınır. Çünkü karşılaştırma kaldırmayacak bir tarihsel derinliği, deneyimi, egemen sınıfa ait olma avantajı, kurumsallığı olan “burjuva ideolojisi sosyalist ideolojiden güçlüdür” (s. 51). Parti denen şey artık (yani Lenin’de) varlık temelini doğrudan kapitalist toplumun nesnelliğinden almaktadır. Bu herhangi bir mücadele aracı, herhangi bir aparat değildir. Nesneldir, tarihseldir. Partinin taşıyıcısı olduğu bilinç, planlayacağı devrim, cisimleşmiş hali olduğu irade… Bütün bunlar nesnel ve tarihseldir.

Öyleyse Parti, Lenin öyle önermiş olmasa da, baş harfi büyük yazılması gereken bir kavramdır artık: “İşçi sınıfı hareketi içinde kendiliğindenliğe her türlü tapınma, ‘bilinçli unsurun’ rolünü, sosyal demokrasinin rolünü küçümsemeye yönelik her türlü tutum, küçümseyenin bunu isteyip istememesinden bütünüyle bağımsız olarak işçiler arasında burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmesi anlamına gelmektedir.” (s. 47)

Evet Lenin iradecidir. Marksist yöntemin içerdiği insan iradesini son derece güçlü biçimde temellerine oturttuğu için ve bu anlamda; Ne Yapmalı iradeciliğin başyapıtıdır: “Bize bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı yerinden oynatalım!” [5] (s. 130)

On: Yerinden mi oynatalım? 

Parti örgütünü yalnızca bir patlama ya da sokak gösterisi anına göre ya da yalnızca ‘halihazırdaki donuk mücadelenin aşamalı gidişatına’ göre inşa etmek son derece büyük bir yanlış olur. Biz her zaman kendi olağan çalışmalarımızı yapmalı ve her zaman her şeye hazırlıklı olmalıyız.” (s. 175-176)

Neye hazırlıklı hale geleceğimiz herhalde belli. Olağan çalışmaların bu hazırlığa hizmet etmesi gerektiği de açık olmalı. Lenin broşürün sonlarında merkezi bir yayın organı ısrarını gerekçelendirirken şöyle yazar: 

Böyle bir gazete etrafında doğal olarak biçimlenecek olan örgüt, bu gazetenin (sözcüğün en geniş anlamıyla, yani ona emek veren her türlü) katılımcılarından oluşan örgüt her şeye, ama her şeye hazır olacaktır; partinin onurunu, itibarını, sürekliliğini devrimciler için en ağır baskı dönemlerinde kurtarmaktan başlayıp bütün halkın katılacağı silahlı bir ayaklanmayı hazırlamaya, yönlendirmeye, sürdürmeye kadar.” (s. 176)

Ne Yapmalı karşımıza bir “devrim tekniği teorisi” olarak çıkmaktadır.

Bitirirken…

Lenin olağanüstü bir kişi miydi diye sormuştuk yukarıda. Bu sorunun peşinden koşmadık ama umarım yanıtı açığa çıkartmışızdır. Bitirirken netlik ayarı yapabiliriz.

Batı Avrupa’daki düğüm Britanya, Fransa ve Almanya’yı tamamen kapsıyordu. Böyle bir tıkanmanın, güçlenen işçi sınıfının devrimci örgütlenme ve mücadeleden uzaklaşmasının oluşturduğu düğümün bu ülkelerin belirlediği bölgede açılması aşağı yukarı imkansızdır. Eşitsiz gelişmenin yatağı olan Rusya müdahale için akla ilk gelecek coğrafyalardan biriydi. Lenin’i de yaratan toplumsal koşullarıdır.

Marksizm dâhileri tanrı katından yeryüzüne indirmemiş miydi zaten? Lenin kendisini yaratan koşulların içinde kuşkusuz dâhidir. 

Toplumların değişmesinin motoru sınıflar mücadelesidir denir ya. Yani birincisi değişimin dünyevi nedenleri vardır, bu nedenler oluşur, birikir, bir akış oluşturur. Ancak birikim damla damla olsa da, değişim birikimin büyük sıçramalara dönüşmesiyle gerçekleşir. Toplumların birikimi büyük ileri sıçramalar üretmediğinde sönebilir de. Değişim devrimle gerçekleşir. Lenin’in düğüme attığı kılıcı da devrimci bir şiddete benzetebiliriz. Devrim, onu oluşturan nedenler öncesindeki damlalarda gizli olsa bile olağanüstüdür. Lenin’in kopuşu da öyle!

Sonra bu yazının konusunu aşan yeni düğümlenmeler oldu. Şanlı, onurlu mücadeleler, büyük yenilgiler, trajik beceriksizlikler, alçakça ihanetler. Bugün bir düğümün açılmasının arifesindeyiz. Böyle günlerde önceki deneylerden öğrenilmesi gerekenlerin önemi yükselir.
 

Notlar:

  1. Lenin’in tasnifine göre 1884-94 sosyal-demokrasinin ortaya çıktığı on yıldır. Bir anlamda “kuruluş.” 1898’e kadarki süreyi çocukluk ve ergenlik olarak tanımlar. Entelijansiya içinde narodnizmle mücadele yükselmekte, narodniklerin köye gitme kampanyasının yerine “işçiye gitme” eğilimi almaktadır. 1898’de açılan üçüncü dönem, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin 1899’da kurulmasını da içerecek biçimde “dağılma, parçalanma, savrulmadır.” Lenin dördüncü dönemin “savaşçı bir Marksizmin güçlenmesini beraberinde getireceğini” müjdeler. ( Ne Yapmalı, çeviren: Barış Zeren, Yazılama yayınevi, İstanbul, 2018, s.179)
  2. Yukarıdaki 1 numaralı dipnottan sonra Ne Yapmalı’yı kaynak olarak gösterme gereği duyduğumda yalnızca parantez içinde sayfa numarası vereceğim. Yalnızca sayfa numarası vermekle yetindiğin yerlerde bunu metnin içinde yapacağım.
  3. Lenin ekonomistlerin önde gelen yayın organlarından Raboçeye Dyelo’dan (İşçi Davası) alıntı yapmaktadır. Buna göre “partinin görevleri partiyle birlikte serpilir.” Lenin bu yaklaşımı “Bilinçli eylemcilerin inisiyatif ve enerjileri küçümsemek” olarak yorumlar. (s.56-57)
  4. Lenin’in Kautsky’yi yalnızca sözünü güçlendirecek bir referans olarak “kullandığını” söylemiyorum elbette. Alman sosyal-demokrasisinin 1895’te Engels’in ölümüyle birinci ismi durumuna gelen Kautsky bir dizi başlıkta Lenin’i öncelemiş, dolayısıyla onun başvuru kaynağı haline gelmiş olmasına karşın sağcılaşmadan kopamaz, önce dengeciliği benimser, sonra da teslim olur.
  5. .Yanlış anlaşılmasın, Lenin bu sözü belirli bir bağlamda, sosyal-demokrasinin örgütsel olarak “acemi” olduğu yakın geçmişin, başka bir öznellikle müdahale edildiğinde mücadelenin ilerlemesine çok elverişli olduğunu anlattığı bir pasajda kullanır.