2014’e Girerken Kriz ve Olasılıklar
Bu yazı Gelenek’in yayınlanmasını birkaç gün geciktirmek pahasına son siyasal gelişmelere değinmenin zorunluluğundan yazılıyor.
17 Aralık operasyonu denen yolsuzluk skandalının başlangıç noktasını, MİT müşteşarı Hakan Fidan’ın KCK soruşturması kapsamında ifadesinin alınmak istendiği tarih olan 7 Şubat 2012’ye mi, yoksa Fethullah Gülen’in AKP’nin tetikçisi İHH’yı, Gazze’ye yardım gemisini İsrail’in “otoritesine başkaldırı” ifadesiyle eleştirdiği 2010 Haziran başlarına mı götürmek gerektiğini tartışabiliriz. Bu sorunun yanıtını aramak yerine gözle görülür çıktısını yazmak yeterli: İkinci Cumhuriyet’in iki temel siyasi aktörü, yeni egemen güçler blokunun iki büyük gücü arasında, tarihi geçmişe uzanan yarılma 2013 sonlarında tam anlamıyla patlamış bulunmaktadır.
Sürecin en fazla konuşan öznesi Erdoğan’ın satır aralarının doğruladığı bir değerlendirmeye göre, olay AKP merkezi tarafından hazırlanan kontrollü bir patlamadır. Hükümetin inisiyatif aldığı dershane çatışması, Erdoğan’ın deyimiyle seçimin hemen öncesi için yapılan planların öne çekilmesine neden olmuştur. Ancak bu da bir ayrıntıdır.
Yaklaşık iki haftalık bir altüst oluşu yatıştırıcı ve arabulucuların sahne alması izledi. Dinci gericiliğin Cemaat ve Parti kollarının kesişim kümeleri, tanım gereği karmaşık ve kalabalıktır ve bu alanlarda bir dizi arabulucu kendilerini zaten ortaya atmış olabilirler. Ancak bunların böyle davranmaları ne kadar doğalsa, kemalist/sosyal-demokrat kesimlerden gelen inisiyatifler de o kadar anlam yüklü. Fırsat bu fırsat, şimdiye dek İkinci Cumhuriyet’in tasfiyesine konu olan kimi özneler, krizden yeni bir egemen güçler bloku çıkma olasılığına yatırım yapmakta, adaylıklarını buraya koymaktadırlar.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ve CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın temaslarını bu yönde okumayacaksak, her ikisine, konum ve kariyerlerine uygun olmayan dar bir bakış açısı izafe etmek durumunda kalırız.
Egemen kliklerin kavgasından birkaç kişiyi kurtarmak için yararlanmak…
Ama bu tartıştığımız krizi de hafife almak anlamına gelir. Krizi bu düzeysizlikle algılayan varsa derin bir yanılgı içindedir.
Böyle olmadığı ihtimali bizi Sarıgül operasyonuna götürüyor. Açıkça söyleyelim, CHP’nin Gülen desteğiyle İstanbul büyükşehir belediye başkanı seçtirmeyi hedeflediği Mustafa Sarıgül, bir seçim politikasının ötesinde anlam barındırıyor. Sarıgül’ün hayli erken telaffuz edildiği için ne ölçüde gerçekleştirilebilir olduğu çok su kaldıracak olan parti başkanlığı-başbakanlık rotasının özü, bu projeyi de temsil yeteneğine sahiptir. CHP, İkinci Cumhuriyet’in yeni egemen güçler kombinasyonunun içinde görev üstlenme arzusundadır.
Burada CHP diye CHP’nin içinde ipleri büyük ölçüde elinde tutan ve temel politik doğrultuda son sözü söyleyegelen devletçi/merkezci sağ sosyal-demokrasi kastediliyor. Yoksa CHP’ye oy veren ana kitle (ve tabii ki onun solu) Haziran Direnişi’nin gövdesi ve tabanıyla örtüşmektedir.
Özetle beklenti ve dolayısıyla -en azından kısa vadeli- politik hedef, egemen güçler kombinasyonunda köklü bir oynama olacağı yönünde. Siyasetin göreli öneminin çok arttığı krizli dönemlerde (aynı zamanda atılım, savunma gibi başka bir dizi dönemde de) egemen güçler, devlet çekirdeğine bitişik, ona tutunan mülk sahibi sınıflar ve diğer egemenlik kurumlarından oluşur. 2013 sonu-2014 başı itibariyle bu yapı dağılmış durumda olduğuna göre, konunun “beklenti” bölümünde bir sorun bulunmuyor. Blok bugüne kadarki haliyle sürdürülemez ve zaten krizin orta yerinde hükümetin yargı ve poliste giriştiği tasfiyeler değişimin de başladığını gösteriyor.
Sorun “politik hedef ” kısmında.
Bahsi geçen kemalizm referanslı unsurların İkinci Cumhuriyet’in, en azından dinselleşme ve otoriterleşme özellikleriyle uyuşmazlık içinde olduklarını varsayıyorum. Politik hedef belirlenmesinde bu açıdan bir tutarsızlık olduğu açıktır. Dolayısıyla yeni egemen güçler blokuna dahil olma taktiği, bu geleneğin, laiklik ve demokrasi anlayışları açısından bir dönüşüm veya budama işleminden geçmesi anlamına gelecektir, gelmek zorundadır. İster Gülen kolunu gözüne kestiren yerel seçimci taktik, ister Erdoğan’a statükoya destek paketi sunan diğerleri; fark etmez, bu iç düzenleme zorunlu.
Çünkü Türkiye’nin seçmen kitlesinin yaklaşık üçte birine denk düşen o amorf solculuk alanının başından, benzersiz bir deneyim, Haziran Direnişi geçmiş bulunuyor. Mücadele demokrasi anlayışını ezilenlerin dayanışması ve son derece kapsamlı bir özgürlük doğrultusunda değiştirdi, klasik burjuva parlamenter/liberal demokrasi sınırlarının ötesine taşıdı. Dinci gericilikle uyuşmazlık ise Türkiye tipi devlet merkezli laiklikten çıkmış, kitlelere ulaşarak radikal ve halkçı bir aydınlanmacılık biçimini almıştır.
Bunlar yeni kavramlardır ve ele alınmayı halen bekliyorlar. Ancak biz yazının ana izleğinden sapmayalım ve alt başlıklar açıp devam edelim…
Yolsuzluk mu?
Patlamanın yolsuzluğa sıkıştırılamayacağı Erdoğan’ın teziydi. Diğer taraflar ise hükümeti yolsuzluk soruşturmasını engellemekle suçluyorlar.
Politik tartışma açısından anlaşılır bir durum. Ancak yöntemsel açıdan haklı tarafın Erdoğan olduğunu söylemek durumundayım.
Yolsuzluğa konu olduğu söylenen parasal büyüklükler bu tartışmaya zaten sığmaz. Yolsuzluk kuşkusuz kapitalizmin mantığının parçası olmakla birlikte, eninde sonunda bir istismardır ve ekonomi onsuz da yürür. Yani rüşvet mekanizmaları sömürü düzeninin organik parçasıdır ve serbest piyasa denen kurallı oyun tanımı gereği kirli bir oyundur. Ancak sistem yolsuzluk üstüne kurulmamış, tersine yolsuzluğun yokluğu üstünden tanımlanmıştır. Hal böyleyse yolsuzluğa konu olan büyüklüklerin de pratik bir sınırı olması, hiç olmazsa sıradanlaşmamaları gerekir. Herhangi bir ekonomide bütün göstergeleri altüst edecek boyutlarda bir değeri yolsuzluk sınıfına sokamayız, sapma olarak açıklayamayız.
AKP yönetiminin boğazına kadar rüşvete battığı hem bir gerçek, hem de teorik olarak ele alındığında kaçınılmaz. Zira bu dönem, siyasal iktidar, kapitalizmin yapısını olduğu gibi temsil etmeyi önüne koymamış, sermaye sınıfının iç dengelerine de müdahale etmiştir. Üstelik bu müdahalede argümanlar ekonominin öncelik verilen sektörleri üzerinden ortaya konmadı. AKP’nin kaynak aktardığı, kayırdığı sermaye fraksiyonu bir ideolojik kimliğe sahipti! Böyle bir ekonomide saf piyasa dışında mekanizmaların hükümranlık alanı ardına kadar açılır.
Buna karşın ve bir bakıma bu nedenle, bu yolsuzluk sadece yolsuzluk değildir. AKP’nin ülkenin içinde ve bölgede üstlendiği rolün önemli parçalarının geçerlilik süresi dolmuştur.
Bir: Halk kitlelerinin hareketsizliğini ve muhalif dinamiklerin büsbütün önemsizleşeceğini veri alan bir yönetim modeli iflas etmiştir. Halk Haziran 2013’te kendini kanıtladı.
“Muhalif dinamikler” kapsamına herkesi sokabilirsiniz: İkinci Cumhuriyet 1923 konseptini zayıf düşürmüştür, ancak tasfiyesinin sınırları olduğu görülmüştür. Milli bayram ve Atatürk’ün ölüm yıldönümü günlerinin, cumhuriyet rejiminin henüz kuruluş heyecanı yaşadığı dönemlerde bile görülmemiş biçimde kitlelere mal olması durumu artık görmezden gelinemez. Erdoğan’ın bitmek bilmeyen “Kürt sorunu var mıydı, yok muydu?” monoloğu artık bıkkınlık getirmiştir. Kadınların toplumsal yaşamdan dışlanması AKP’nin zannettiği gibi kısa vadede hallolacak bir iş değildir. İmam hatip okulları eğitim sisteminin ana ekseni haline getirilememektedir. Alevilik İslamın azınlık mezhebi olarak silahsızlandırılamamaktadır. Toplam sayısı 20 milyonu aşan, 4 milyonu aşkını üniversiteli, öğrenci kitlesi “halledilememektedir.” Genç nüfusu bu kadar kalabalık bir toplum “cinsiyetsizleştirilememektedir.”
İki: Ortadoğu’da Arap Baharlı ve Sünni İslamlı emperyalist modelleme başarısızlığa uğramıştır. Bu başarısızlık, kuşkusuz emperyalizmin yenilgiye uğraması ve bölgede halkçı/ilerici dinamiklerin yükselişe geçmesi anlamına gelmez. Ancak AKP ve tipik biçimde Erdoğan-Davutoğlu(-Fidan) kadrosu için durum hakikaten vahim.
Yeri gelmişken ve hazır elinizdeki Gelenek’te de yer verilmişken, Barış Derneği’nin Aralık 2013’teki Genel Kurulu’nda açıklanan, ana gövdesini Adalet için Hukukçular’ın oluşturduğu Savaş Suçları Raporu’na göz atılması yeterli. Bu çukurun içinde kalacak olanlar Mursi ve El Kaide çetelerinden ibaret olamaz. Bizimkiler en az onlar kadar bedel ödemek durumundalar.
Bu bütünlüklü tıkanmadan avantajlı çıkmak isteyen bir liste dolusu özne var. Bir dizi bölgesel aktörün AKP’nin emperyalist denemenin koçbaşı rolüne soyunmasının bedelini ödettirerek elini güçlendirmek için hamle yapması engellenemez. İlginç olan, alta düşen AKP’li Türkiye’nin bölgede doğru düzgün bir müttefikinin kalmaması. Ne Moskova-Tahran-Bağdat-Şam hattı, ne Washington ve AB emperyalizmleri, ne de Tel Aviv-Doha-Riyad hattından medet umacak durumdaki Ankara artık daha küçük oyuncuların da tokadına açık hale gelmiştir. ABD emperyalizminin, ak-kara restleşmesi yerine yeniden çapraşık rekabet ve dostluk ilişkilerini restore etmeye yöneldiği bir Ortadoğu’da, AKP dımdızlak ortada kalıyor. Sürecin 2014 başı itibariyle girdiği konjonktürde Suriye’nin yanı sıra Irak ve Lübnan (ve daha az önemli bir dizi yer) bir tarafında El Kaide veya benzeri örgütlerin yer aldığı bir bölgesel iç savaşa sahne olmaktadır. AKP bu ateşin ortasında, çatışan bütün taraflarla, asla yönetemeyeceği karmaşık ilişkiler içindedir ve her an yeni riskler almaktadır. Türkiye’nin ağır biçimde destabilize edilmesi olanak dahilindedir.
Bu yazıda girmeyeceğim, ama Kürt hareketleriyle girilen süreçte de AKP’nin hem zayıf düştüğü hem de (Kürt Hizbullah’ını siyasete taşıyarak ve Barzani geleneğine ülkenin kapılarını açarak) risk aldığını ekleyebilirim.
Olağan bir kriz
Kapitalist bir ülkede ve hele Türkiye’de krizin öncelikle bir yönetim krizi olarak ve egemen güç fraksiyonları arasında şekillenmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Uzun süredir rastlamadığımız, ama kendisi de “kitaba” son derece uygun unsur halk hareketidir. Takvim 2014’e dönerken halk hareketinin geri çekildiğini söylemek mümkün değil. Açık olan hareketin yaşanan direniş formunun Haziran’a özgü olduğudur. Yeni form, her ne olacaksa, daha örgütlü olması durumunda sürdürülebilir, geliştirilebilir olacak…
Tarikat-hükümet fay hattında ilginç olan çatışmanın şiddetidir. Soruşturmanın İmparator’un ailesine uzanması ve savcıların hükümet tarafından hukuksuz bir cebir yoluyla engellenmesi, Suriye’ye yapılan silah sevkiyatının deşifre edilmesi ve polisteki tasfiye gibi örnekler, bir siyasal krizin “yönetim krizi” evresi için normal sayılamayacak sertlik derecesi içeriyor. Eğer bu aşamada, egemen güçler blokunda devletin zor mekanizmalarının bir kısmına hükmeden bir üçüncü taraf bulunsaydı, oyunun şimdiye kadar sona ereceği açıktır. Ancak anlaşılan TSK başta olmak üzere tüm mekanizmalar kapışan iki taraf arasında paylaşılmış, başka bir inisiyatif kalmamış…
Krizin sertlik derecesinin zincirlerinden boşanmışçasına yükselmesinin temellerinden biri budur.
Bir diğer açıklayıcı faktör, halkın veya düzen dışı sınıfsal kuvvetlerin devreye girmeyeceğine duyulan güven olamaz. Haziran öncesi için egemen güçlere böyle bir yaklaşım atfedilebilirdi. Tersine bugün sertliğin yükseltilmesi, örgütsüz halk kitlelerinin siyasetten caydırılması amacına bağlanabilir.
Ya da; halk devreye girmeden ne pahasına olursa olsun mevcut kriz çözülmek, rejim takviye edilmek isteniyor olabilir…
Ancak her durumda Erdoğan direncine bir yer ayrılması gerekiyor. Başbakan’ın adıyla anılması gereken stratejinin içerdiği ve İkinci Cumhuriyet’in açılışını sağlayan cüret veya aynı anlama gelmek üzere densizlik, hepsini bir araya getirip söylersek “cahil cesareti”, bir döneme damga vurmaktadır. Haziran’ın ilk haftasında, Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisinden dönüş yolunda bugünkü haliyle benimsettirdiği bu strateji, büyük ve çok kapsamlı krizden mümkün olan en fazla mevziyi koruyarak çıkmayı hedefliyor. Buna “deliyi oynamak” da dahil!
Varsayım, içerde veya dışarda kimsenin Türkiye’nin iflah olmaz biçimde destabilize olmasını göze alamayacağı. Buna göre hep beraber ölme riskini pratikte görenler, hazırladıkları ağır faturayı iptal edecekler veya ödenebilir sınırlara çekecekler. Erdoğan tehdit dozajını arttırmak için Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iç savaşa bile teşvik edebilmektedir.
Bu durumda soru, Tayyip varsayımının doğru olup olmadığına gelir dayanır: Türkiye emperyalizmin sonradan toparlamak üzere, kaosa düşüp çökmesini bir yol olarak seçebileceği bir ülke midir? Yoksa belli bir dereceden daha fazla risk alınamayacak bir öneme ve büyüklüğe mi sahiptir?
Bu sorunun yanıtı tartışma kaldırır. Yeterli tartışmayı yapmadan yargı oluşturma yoluna gitmeyelim ama Türkiye egemen güçlerinin tarih tezlerini hatırlayalım.
Birinci Cumhuriyet, Mustafa Kemal’den İsmet İnönü’ye, DP-AP’den CHP’ye, 12 Eylül’den 1990’ların sonlarına kadar bu soruya, genel olarak Türkiye adına ürkek bir zeminde yanıt vermiştir. Dünya sistemi tarafından Birinci Dünya Savaşı dediğimiz büyük paylaşım momentinde üstüne çizik atılabilen bir ülke ve coğrafya olduğumuz gerçeği, uzun bir tarih dilimi boyunca egemen güçlerin düşünsel yapısına damga vurmuştur. Ancak her kritik momentte Türkiye egemen güçleri Batı’ya ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu anlatmak için dil dökmüş ve bunu “stratejik önem” olarak adlandırmıştır.
İkinci Cumhuriyet, Davutoğlu’nun tezlerinde en köşeli ifadelerini görebileceğimiz gibi tersine işaret etmektedir. Buna göre Türkiye yanlış politikalar nedeniyle hak etmediği bir iddiasızlığa çekilmiştir. Bu iddiasızlığın ortaya çıktığı zemin “batılılaşma” süreci ise, zaten AKP felsefesine göre Türkiye Batıyla islamcı kimliğini sivrilttiği ölçüde kişilikli bir ittifaka girebilir. Bu felsefede stratejik önem tezi neredeyse her şeyin merkezine yerleştirilmiş, mutlaklaştırılmıştır.
İçinden geçtiğimiz olayların bütünü, bu soru ve tartışmaları beraberinde taşıyor. Bizim, kuşkusuz Türkiye’nin toplumsal gelişkinliğini, sınıfsal olgunluğunu ve tarihsel derinliğini içeren, öte yandan emperyalist dünya egemenliği kavramını hafife almayan bir bütünlükle hareket etmemiz, modeli bu çerçeveye yerleştirmemiz gerekir. Türkiye bir muz cumhuriyeti olarak oraya buraya çekiştirilebilecek bir ülke değildir ve kaderini esas olarak iç dinamikleri belirler.
Ancak Ortadoğu’da bir kırılma anı yaşanmaktadır. ABD-Almanya-Rusya-İran arasında yeni bir “sözleşme” masadadır. Dönemsel hesaplaşmalarda ana eksenin başka coğrafyalara kaydırılması giderek kuvvetli bir olasılık haline gelmektedir. AKP’nin “stratejik ittifak” konseptinin ve ekonomide liberalizasyonun Türkiye’yi bir dizi politika enstrümanından yoksun bıraktığı ve bağımlılığını derinleştirdiği açıktır…
Sonuç olarak, bana sorarsanız, Batı’nın ve Doğu’nun uzlaştığı bir noktayla da çakışması halinde Tayyip Erdoğan direncinin bir balon olarak patlaması, patlatıverilmesi muhtemeldir.
Kriz günleri karar zamanıdır. Dolayısıyla bu satırların yazıldığı günden ertesi sabaha yeni kararlar alınması pekala mümkün. Bu kayıtla söylersem, Ocak 2014 başında ibreler AKP’nin 30 Mart seçimlerinde zayıflatılmasına ve çatışmayı bir iç savaşa taşıma cüretinin elinden alınmasına işaret edecek gibi görünmektedir. Türkiye’nin yeni egemen güçler blokunun “Tayyip Erdoğan’ı zapturapt altına alma” pankartının altında toplulaşması, aynı zamanda halkın direnişini çalmak için de en elverişli yolu temsil eder.
Seçimler ve olasılıklar
Defterin yerel seçimlerle kapanmayacağı, tablonun esas itibariyle cumhurbaşkanlığı seçiminde berraklaşacağı yolunda çeşitli yorumlara rastlanabiliyor. Erdoğan balonunun patlamasının ardından sağcısının da solcusunun da ortalamaya yakın konumlandığı bir Çankaya yarışı. Yani her durumda İkinci Cumhuriyet’in güvence altına alınacağı, öncesinden başlayarak Haziran’da iyice biriken enerjinin kontrollü biçimde tahliye edilmesi.
Süreç böyle yaşanabilir mi? Yani bizim TKP 2013 Konferansında dile getirdiğimiz “normalleşme beklenmemelidir” formülünün ömrü 2014 yılına denk gelen cumhurbaşkanlığı seçimiyle sonlanabilir mi?
Bugün için böyle bir durum olsa olsa teorik bir olasılıktır. Pratikte gerçekleşmesi zor, anlamında…
AKP’nin nasıl yeniden yapılanacağı belli değildir. Hükümet-cemaat hesaplaşmasında sertlik derecesinin nerelere tırmanacağı belli değildir. Kemalist referanslı siyasal alana ilişkin yukarıda değindiğim yeniden yapılanma zorunluluğunun ne boyutlarda bir kriz halini alacağı da belli değildir. Halkı ve solu da önceden kestirmek imkansızdır. Dolayısıyla 2014 normalizasyonu büyük ölçüde spekülatif kalacaktır. Daha ağırlıklı olasılık krize devam’dır.
Tayyip Erdoğan’ın Haziran 2013’te yüzde elli olarak kodladığı taraftar kitlesinin seçimlerde yaklaşık üçte ikinin sağa yönelegeldiği bir ülkede bayağı mütevazı bir tarif olduğunu düşünebilirsiniz. Erdoğan tarihsellikten değil AKP’nin seçim verilerinden yola çıkmaktadır. Ancak seçimden söz etmediğini, sağ tabanın tarihsel olarak hiç alışık olmadığı bir toplu radikalizasyona çağrıldığını not etmemiz gerekiyor. Türkiye’de 1970’lerde bir dizi kitle katliamına varan kriz atmosferinde, sağın gövdesi radikalize olmadı. Üçte iki ve üçte birlik porsiyonların ağırlıklı bölmeleri, konformizm yoluyla askerin yapması beklenen bir olağanüstü müdahaleye hazır hale geldiler. Radikalleşme ile marjinalleşme aynı olgunun iki yüzü olduğu ölçüde bu gerçekleşti.
2013-2014 AKP’si ise tabanının bütününü, Türkiye sağının bütününü iç savaşta saf tutmaya çağırıyor. Bir iç savaşın çıkıp çıkmama olasılıklarından bağımsız olarak, bu strateji çekirdeğin konsolide edilmesi ve geri kalanın bu çekirdeğe tutunmasını öngörüyor.
İlk bakışta mantıklı görünen bu stratejinin iki sorunu var.
Bir: Gevşek halkalar çekirdeğe hangi ideolojik gerekçelerle tutunacak? Toplumsal yaşamın her hücresine nüfuz eden din elden gidiyor diye mi? Bu etkinin sınırları olacağını sanıyorum.
ABD’den İsrail’e, Rusya’dan İran’a, uluslararası sermayeden bir kısım dincilere kadar çok geniş bir yelpazeyi barındıran “düşman”a karşı mı? Türkiye sağının ortalama refleksi bu kadar güçlü bir düşman karşısında saf değiştirmek olacaktır!
Geriye kala kala ayakkabı kutuları, hayırsever olduğu söylenen bir takım Suudi veya İran vatandaşları, bankalardan kredi almakta zorlanacak olan işadamları kalıyor. Bunlara sahip çıkmak için bir araya gelecek unsurlara hükümetin para dağıtması gerekecektir. Böyle toplananlar ise güce güç katmayacak, tersine son derece kırılgan bir profil çizeceklerdir.
İki: Türkiye’nin yaşadığı krizin şiddeti geleneksel sağ-sol seçmen dengelerine bakarken hesaba katılmak durumundadır. Üçte iki ile üçte bir dengesinin 2014’te aynen tekrar edeceği tam bir kesinlikle söylenemez. Üstelik yakın tarihte ilk kez sol unsur, AKP için hayalci olacağını anlatmaya çalıştığım işi yapabilir: Sağlam çekirdek ve ona yapışan halkalar. Erdoğan sağlamlık ölçütü olarak sokak gücünü kopya çekmektedir. Oysa Türkiye’de sokağa yatkın olan yapısal ve tarihsel olarak soldur. Solun bu geniş ölçekte güç gösterisi sağcı çoğunluk varsayımını çökertebilir. İkinci Cumhuriyet’in tabanı hızla çözülmeye uğrayabilir.
Solda önce yerel seçimler, ardından cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir strateji örülecekse bu ön değerlendirmeler ufuk açıcı olabilir.
Böyle bir politikayla seçimlerin sonucundan daha önemli, daha büyük bir sonuca ulaşmak mümkün hale gelebilecektir. Bir türlü “kapitalizm normalleri”ne döndürülemeyen Türkiye 2014’te sıçramalı biçimde sola kayabilecektir. Sosyalist siyasetin kafayı takması gereken seçenek de bu olsa gerek…