Hangi İnsan?

siyasal mücadeleyi hisseden seven ve yaşayanlara…

Türkiye, hiç kuşkusuz değişme dinamiği olan bir ülke. Değişme dinamiği olan bir ülkenin aydınlarının “oturmuş” ülkelerinkine göre önemli ayrımları var. Aynı deyimi kullanacak olursak, az-çok durağanlaşmış toplumların aydınları da “oturmuş” oluyorlar. Türkiye’de “aydın” toplamının kimi bölümlerinin bu oturmuşluğa imrendikleri bir gerçek. Bunun nedeni de oldukça açık. Değişme dinamiği taşıyan toplumlarda “aydın”ın kendi başına bir kimlik sahibi olabilme şansı oldukça az. Aydın kimliğini mutlaka şu veya bu biçimde, kendisini değişme dinamiği içerisinde belli süreçlere angaje ederek takviye etmek zorunda. “Aydın”ın kurumsallaşması, gelişmiş ve durağanlaşmış kapitalist toplumlarda ve sosyalist ülkelerde görülmekte. Değişme dinamiğinin sancılarının azaldığı toplumlarda “aydın” kendisine sınırlı da olsa bir dünya kurabiliyor. Türkiye’de ise bir eğilim olarak “aydın”, değişme dinamiği içerisinde dengeye kavuşmakta güçlük çekiyor, bizzat değişim dinamiği ile ilgili olarak siyaset içerisine çekiliyor. Son yıllarda Türkiye aydını bunun farkına vardı. “Bağımsız” bir aydın kimliğine imrenenler, siyasal mücadeleye olabildiğince dışsal kalmak için çaba göstermeye başladılar. Burada iki şey söylenmeli. Birincisi, değişme dinamiği olan bir ülkede “batılı” anlamda bir aydın kuşağı yaratmak hem güç, hem de her zaman değişme sürecinde misyon sahibi “başka” aydınlar ön planda olacakları için -ki burada yalnız küçük burjuva kökenlilerden değil, sınırlı da olsa işçi sınıfından gelenlerden de söz ediyorum-Türkiye’de batılı aydın karşısında aşağılık kompleksi duyma dönemi bitmiştir. Siyasal mücadelenin aydını, kendisini hakir görmekten vazgeçmelidir. Yalnızca siyasete görece uzak sanat alanına bakalım: Hepsi değişme sancısı çeken toplumlardan çıkan Viktor Jara, Pablo Neruda, Mikis Teodorakis…, ülkelerinin en saygınıdırlar, siyasal olarak angaje olmayı gurur saymışlardır. Bugün Türkiye aydını, batı karşısındaki garip ezikliği atabilmelidir. Biz, kendi kısırlıklarımıza, örneğin teorik sığlımıza kızıyoruz, kızmalıyız da… Ama siyasal mücadelede ve teorik açılımlarda batıdan öğrenebileceğimiz pek fazla şeyin olmadığını artık anlamak durumundayız. Batı, tarihsel anlamda çok güncellik anlamında pek az şeydir. Türkiye aydını, mevcut statüko’nun kültürel ve ideolojik kuşatması altında sıkışan batı aydınına gıpta etmekten kesinlikle vazgeçmelidir. Siyasal mücadelede, başkaları bir yana Türkiye solunun muhtemel geleceği batının gelişmiş ülkeleri ufkunun ötesindedir. Teorik yaratıcılık açısından ise Türkiye solu, kapitalizmin batıda yüzyıllardır biriktirdiği kültürel değerler ve bu değerlerin Avrupa soluna sızışı ile solun Avrupa’daki teorik üretkenliğini birbirine karıştırmamalıdır.

Birey: Ne Kadar Önemli?

Sanıyorum Birikim dergisindeki bir okuyucu mektubunda rastlamıştım. Aram Haçaturyan’ın Bolşoy tarafından sergilenen Spartaküs balesi, Spartaküs’ün ön plana çıkarılması ve kölelerin rolünün küçümsenmesi nedeniyle yerden yere vuruluyordu. Öyle ya, Marksizm tarihin merkezine sınıfları koymuştu. Althusser de “tarihi insan değil kitleler yapar” diyordu. Birey, sınıfların ve kitlelerin içerisinde emiliyordu. Bu okuyucu mektubu yalnızca bir örnek. Sosyalist mücadelede “birey”in rolü o denli unutuldu ki!..

Bugün, sosyalizm mücadelesinde “birey”in rolünün küçümsenmesinin altında birçok neden var. Bu nedenlerin bence en önemli olanlarına kısaca değinmek istiyorum.

1) Tarihsel materyalizmin en önemli ayraçlarından bir tanesi, toplumsal güçler arası ilişki ve çelişkilerin tüm insanlık tarihinin merkezine konmasıdır. “Birey”e bu ilişki ve çelişki yumakları içerisinde ulaşmak, teorik olarak önemli güçlükler barındırmaktadır. Bunu Marksizmin bir zayıf noktası olarak değil, bir “bilinçli” tercihi olarak görmek gerekebilir. Ancak, örneğin 20. yüzyılda Marksizmin psikanalitik taarruz ile bunaltılmaya çalışılmasında, bu tercihin yol açtığı bir görüntüsel boşluk da rol oynamış olabilir.

2) Tarihsel materyalizm toplumsal güçler arası ilişki ve çelişkilerin içinden çıkarttığı temel kavram ise “sınıf” ve “sınıf mücadelesi”dir. Belli üretim ilişkilerine tekabül eden toplumsal sınıflar, özellikle belli bir antagonizma düzleminde mücadele eden temel sınıflar ve bu sınıfların siyasal-ideolojik üretimlerinin dışında, bunlardan bağımsız “birey”ler düşünebilmek, herhangi bir bireyi bu sınıflar havuzunun dışında ele alabilmek mümkün değil. Ancak, tek tek kendisini oluşturan üyelerin özelliklerini aşan bir toplam olarak sınıfın zenginliği ve bu zenginliğin yarattığı teorik cazibe, zaman-zaman herhangi bir sınıfın üyesi tek bir bireyin (veya bireyleri) taşıdığı zenginliğin göz ardı edilmesi sonucunu da doğurdu. Aslında bireylerin taşıdıkları özgün zenginlikler, tamamen sınıflar arası ilişkilerin grift yapısından ve bizzat bu griftliğin zenginliğinden kaynaklanmakta. Ne var ki, aynı zamanda sınıflar arası ilişki ve mücadelenin teorisi olarak da anlam taşıyan sosyalizm, tek tek bireyleri sınıf soyutlamasının izin verdiği ölçüde ele almayı tercih ettiği için birey zenginliğinin her hücresine ulaşmayabilir. Her soyutlama, tekil olana bir şeyler katar, ama ondan bir şeyler de götürür. Bu anlamda sosyalist literatürde “birey”, bu genel soyutlama mantığı içerisinde, hep özgünlüklerinden törpülenmiştir.

3) Tarihsel materyalizmin toplum yasalarını keşfetme ve onları sistematize etme kaygısı ve bu bilimsel kaygının temelde determinizm olarak açıklayabileceğimiz ürünü, gerek insanlık tarihinde gerekse verili bir andaki sınıf mücadelesinde “birey”in rolünün küçümsenmesine neden olmuştur. “Birey” bu kez tarihin yasaları karşısında aciz bir görüntüye sahip olmuş, bu yasalara haklı bir öncelik veren Marksist literatür, bireye bu yasalar aracılığıyla ulaşmayı denemiştir. Gene, kimi boşlukların ortaya çıkması pahasına…

4) Tarihsel materyalizmin tarihsel yasalar ile tarihsel birey arasında ilişki kurarken ön plana çıkardığı “özgürlük zorunluluğun kavranmasıdır” önermesi “teorik” değil de, daha çok “ideolojik” bir yaklaşım olarak ele alınmıştır. Tarihsel yasaların bilincine varılması “birey” için tarihe omuz verme anlamında en önemli adımdır. Burada da birincil önem bir dışsal gerçekliğin kavranmasına verilmiştir. Oysa bu yasaların kavranılma ve bu kavrayışın “özgürlük” olarak adlandırılan eyleme yol verme süreçleri son derece karmaşıktır ve tek başına “ideolojik” yanı ön plana çıkarılmış özgürlük-zorunluluk ilişkisi ile bu süreçlerin anlaşılması güçtür.

5) Marksizm, burjuvazinin “seçkin uğraşı” olarak kabul ettirmeye çalıştığı siyaset pratiğini topluma mal etme görevine de soyunmuştur. Aslında bu misyon Marksizmin kendisinden bir ölçüde bağımsız, işçi sınıfının 19. yüzyıldaki çıkışı ile ilgili bir süreçten kaynaklanmaktadır. Ancak Marksizm, “kitlelere!” dönük siyaseti ile, fiili bir sürecin hem sözcülüğünü, hem de teorikleştirilmesini üstlenmiş, kitlelerin mücadelesinin altını çizmiştir. Seçkincilik, yerini popüler bir söyleme bırakmıştır. Daha sonra ortaya çıkan kaçınılmaz tıkanıklıkların giderilmesi için bu popüler söyleme seçkinci bir maya katıldı. Bu maya en teorik ifadesini Ne Yapmalı’da buldu. “İşçi sınıfına dışarıdan bilinç götürme” gibi yeni bir yaklaşıma hemen “komploculuk” ve “öznelcilik” etiketleri yapıştırıldı. Ama yeni yaklaşım, “doğruluğunu” tarihsel olarak yarattı. Geriye, seçkinci bir yaklaşım tarafından sürekli olarak yeniden üretilmesi gereken bir popülist gelenek kaldı. Her ülkede…

6) Sosyalist literatürde “birey”in rolünün küçümsenmesine yol açan etkenlerden bir tanesi de Gelenek Kitap Dizisi’nde sınırlı da olsa değinilmeye başlanan 19. yüzyıl Marksist metinlerindeki homojen işçi sınıfı tablosu olmuştur. Bunun nedenleri ayrı bir çalışma konusuna giriyor. Ancak, Marx ve Engels’de genellikle bilinçlenme ve hareketlenme anlamında türdeş bir proletarya bulunduğu söylenebilir. Siyasal mücadelenin nesnel koşullar tarafından belirlenmesini mutlaklaştırmaya kadar gidebilecek bu türdeşlik varsayımına katılmak mümkün değil. 20. yüzyılda ortaya çıkan örgüt teori ve pratiği zaten bu türdeşliğin olmaması nedeniyle kendisine bir çıkış yolu buldu. Ancak, Marksist gelenekte sosyalizm mücadelesine bir blok halinde hazır olan işçi sınıfı modeli bugün de “birey”e ulaşmakta bazı güçlükler yaratmaya devam etmektedir.

Tarih ve Birey: Aradaki Boşluk Ne Olacak?

Çağdaş anlamda “birey”in toplumsallığın içerisinde kendisini göstermeye başlaması burjuvazinin yükseliş dönemine rastlıyor. Yeni ideolojilerin her zaman belli toplumsal katmanların yüreklerine hitap ettiğini görüyoruz. Burjuvazinin yükseliş döneminde canlı bireylerin ortaya çıkmasını sağlayan faktörlerden birisi, gerçekten ideolojiktir. Bu ideolojinin beslendiği toprak ise “özel girişimcilik”dir. Kapitalizm, özellikle “birikimin” ilk adımlarında yol alınırken bireysel ataklığı teşvik eden bir değerler sisteminin yerleşmesi için gerekli maddi koşulları sağlamıştır. Ancak, (özellikle 19. yüzyılda) “birey”in ön plana çıkması tek başına ne kapitalist üretimin dayandığı mülkiyet biçiminin kendisi, ne de onun ideolojik uzantıları ile açıklanamaz. Kapitalizmin gelişmesinin doğayı dönüştürebilme olanakları bağlamında yaptığı sıçrama “birey”in kaderini kendi ellerine aldığına yönelik bir belirti olarak değerlendirildi. Artık bir “teknoloji”nin gerçekleşmesine aracı olan öncü “birey”ler vardı. Yalnızca kapitalistler değildi söz konusu olan. Bir birikimin son devresini tamamladıkları için “mucit” sıfatını kazanan bilim adamları, her yükseliş ve düşüş döneminde, yani statüko değişikliklerine çok sık rastlandığı dönemlerde açtığı boşlukları dolduran, doldurdukları için “birey” olan faniler. Ama, burjuvazinin “birey”e bahşettiği bu olanak, zamanla değişen dünyanın olgunlaşması ile ortadan kalktı. Kapitalizmin geliştirdiği çarklar “birey”in öğütülmesinde kullanılmaya başlanmıştı. Her şey metalaşıyordu, bireyin “sermayeye bağlı olmaksızın” doldurabileceği boşluklar mükemmel bir biçimde örülmekteydi. “Birey” için bundan sonrası umutsuzluktu. “Birey”in bütün bu serüveni, bizzat kapitalizmin kendisini sorgulamaya başlayan yığınsal hareketler ile iyice unutuldu gitti. Bir önceki bölümde anlatmaya çalıştığım gibi Marksizm bu yığınsallığı teori cephesinde ifade etme görevini de üstlendi. Siyaseti avamlaştırmaya çabaladı. Ne olursa olsun, 20. yüzyıldaki her onurlu çıkış bu avamlaştırmaya çok şey borçlu olarak tarihe geçti. Ortada bir sınıflar mücadelesi vardı, Marksizm de “kendi” sınıfına sınıf gücünü hissettirmeye çalışıyordu. Ve henüz mücadele kendi “birey”lerini ön plana çıkartacak denli olgunlaşmamıştı. Zaman içerisinde “sınıf”ın kendi iç dinamiği ile bir kaldıraç rolünü üstlenemeyeceği ortaya çıktı. Örgüt ve (konumuz açısından) “birey”, daha belirgin bir biçimde sürece ağırlığını koymaya başladı…

Burjuva tarihçilerinin bireyin tarihteki rolü anlamında gündeme getirdikleri neredeyse temsil ettikleri sınıfların belirleyici rolünü gölgeleyici ölçüde karizmatik liderler oluyordu hep. Cromwell, Napoleon, Bismarck… 20. yüzyılda da benzer biçimde Hitler, Churchill, Stalin gibi liderler tüm bir çağdaş tarih veya örneğin bir 2. Savaş’ın kavranabilmesi için otopsi masasına yatırılmaları yeterli olan liderler olarak görülebiliyordu. Böylesine “birinci sınıf” kişilerin tarihteki rollerini herhangi bir biçimde küçümsemeye niyetli değilim. Özellikle neo-marksist akımların “kitle” ve “sınıf” histerisi içinde gargaraya getirdikleri bu tür liderler, sınıf mücadelesinde olmazsa olmaz roller oynamaktalar.

Ancak, “tarihte bireyin rolü” tek başına bu saydığımız türden liderlerin doldurdukları boşluk ile açıklanamaz. Bireyleri rolünü, “büyük adamlar”dan, tarihin mantığını kavradıkları için tarihe omuz veren kollektif insanlara genişletmek gerekiyordu. Bunu da sosyalistler başardı. Plehanov 1898’deki çalışmasında, Lenin Ne Yapmalı’da, daha sonra Gramsci Modern Prens’de, Lukacs ilk yazılarında “kollektif birey”in tarihteki rolünü teorik olarak pekiştirdiler. Tarihsel kişilikleri değil, tarihin mantığına sahip çıkan bireyleri önemsediler.

“Birey”in rolüne ulaşabilmek için ilk önce “nesnellik” ve “öznellik” denilen ve bir bütün içerisindeki parçacıkların iç etkileşim mantığını anlamaya yönelik olan kategoriklendirmeye ilişkin olarak bir hatırlatma yapmak gerekiyor. (10) Nesnellik ve öznellik, ancak verili bir anda, belli bir soyutlama düzeyinde kesin sınırlara sahip olabilen bir ilişkidir. Karmaşık bir sistemde nesnel olan ile öznel olan, değişik dinamikler içerisinde yer bile değiştirebilirler. Aynı evde oturan dört kişiden bir tanesinin nesnelliğini yalnızca evin kendisi, eşyaları vs. değil, diğer üç kişi de oluşturur. Ama aynı anda tek-tek diğer kişiler için de aynı durum söz konusudur. Yani herkes seçilmiş bir ilişki türünde öznellik ya da nesnellik içerisinde değerlendirilebilirler. Siyasal mücadelede işin içine insan faktörü girdiği andan itibaren hiçbir şeye mutlak nesnellik veya mutlak öznellik damgası vurulamaz. Örneğin bir devrimci demokrat eylem belli bir ilişki çerçevesinde bir “özne” olarak algılanabilir. Aynı “özne”, çok daha bütüncül ve merkezi bir niteliğe sahip sosyalist hareket için ülke nesnelliğinin bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Bu nedenle herhangi bir tarihsel kesitte, özne-nesne ararken ve siyasal mücadelede nesnel koşullar-öznel koşullar analizi yapılırken kesin sınırlar çizilmemelidir. Ve şu bilinmelidir: Öznesi olmayan hiçbir nesne olamaz. Özne-nesne kategorileri bir ilişkinin ürünüdür; birbirlerini tamamlarlar. Bu nedenle birindeki sorunlar, eksiklikler diğerine de mutlaka sızar.

Nesne-özne ilişkisi ve nesnellik-öznellik, bireyin rolünün kavranması için büyük önem taşıyor. Yazımın başından beri ön plana çıkarmaya çalıştığım “birey”, kendi nesnelliğini, kendisi için ne ölçüde iyi resmederse ve o nesnelliği ne ölçüde iyi kavrarsa, kendi öznel gücünü de o denli rasyonel kullanacak ve “bilinçle” hareket edecektir. İşte kendi nesnelliğini aşabilmek budur. Biraz daha açalım. Tarihte bireyin rolü üzerinde çokça durmuş olan Carr şöyle yazıyor:

“Öyle anlaşılıyor ki, insanın toplumun ve tarihi konumunun üstüne çıkabilmesi kendinin ona karışmışlığının derecesini görebilme duyarlılığıyla koşullanmıştır.” 1

Bir özne, nesnellik ile olan ilişkisini elinde tuttuğu, onu kavradığı oranda o nesnellik üzerinde dönüştürme eylemi içerisine girebilir. Bunun için ilk adım, kendisinin bir öznel güç olarak aynı zamanda o nesnelliğin bir parçası olduğunu bilmesi, o nesnellikte hangi bölmeye, hangi boşluğa oturduğunu hesaplamasıdır.

Ancak bunun bir ilk adım olduğu da unutulmamalı. Bizim “birey”imiz, yani değiştirici-dönüştürücü “birey”, daha da somut söyleyelim, bir “kadro” bu sıfatlara nasıl ulaşıyor? Sorun burada. Tarihin mantığını, nesnelliğini kavramak yeterli mi?

Şöyle başlanabilir. “Tarihin, bir mantığı vardır. İnsanlardan, onların istek ve iradelerinden bağımsız bir akışı, biçimlenişi vardır ve bu nesnel bir olgudur. Ama insanların, özellikle tarihin mantığının bilincine varan aydınların, bu nesnelliği bir kez kavradıktan sonra, onu oturup seyretmeleri olanaksızdır.” Evet, tarihin mantığı nasıl bir nesnellikse, bu nesnelliğe müdahale de nesnel bir yan taşır. Ancak bunu söylemek de yetmiyor.

Bilmek ile yapmak arasında hiç kuşkusuz önemli bağlar var. Hele hele sosyalist mücadelede bu ikisi arasında mesafe gereğinden fazla açılmaya hiç gelmez. Ancak bilmek ile yapmak arasında, birinin ötekini zorunlu olarak doğurması anlamında bir ilişkiden söz edebilir miyiz? Bilinen, mutlaka yapılır mı? “Yapılmıyorsa bilgi eksiktir” veya “yapan biliyordur” türünden totolojik bir çıkmaza girmekte yarar var mıdır?

(Örneğin) Mao olduğuna inanmıyor:

“Bir görevi kabullenmek için cesareti olmayan bir yoldaşın ‘kendime güvenmiyorum’ dediğini sık sık duyarız. Niçin güveni yoktur? Çünkü işin tabiatı ve şartlar üzerinde sistemli bir anlayışı yoktur; ya da, bu çeşit işle teması ya pek az olmuştur ya hiç olmamıştır. Yani, o işi yöneten kanunları bilmemektedir. İşin tabiatını ve şartlarını inceden inceye tahlil edince, kendisine daha fazla güvenecek ve görevi kabullenecektir.” 2

Tamamen haksız denilmesi mümkün değil, ancak… Önce, eklenmesi gereken bir nokta var. Nesnellik ve toplum yasalarının kavranması tek başına bu doğrultuda davranmayı gerektirmez. Nesnellik ve toplum yasalarının bilgisine, “özne”nin kendisine ilişkin bilgisi eklenmelidir. Daha önce belirttiğim gibi “özne”, ortada bir nesnellik olduğu için “özne”dir. Bu nedenle, kendisini o nesnelliğin içerisinde nereye yerleştirdiği, yani kendi nesnelliğini nasıl saptadığı büyük önem taşıyor. Ancak, bu “ek” de tek başına yeterli değil.

Bir şekilsiz yığın olarak insan toplumu herhangi bir kesitte, nesnelliğin bir parçasıdır. O nesnelliğin içerisinde bir adım öne çıkan, özne olmaya yönelen “birey”imiz, öne çıkma eylemi ile, mevcut nesnellik içerisinde bir kanalın sağladığı hareket serbestliğini kullanmıştır. Öne çıkma eylemindeki nesnellik buradan gelir. “Birey”i buna iten nedenlerin başında tarihin mantığını kavraması gelmektedir. Ancak, tarihin mantığına yönelik kavrama çabasını ve bir kez kavradıktan sonra o doğrultuda hareket etme dürtüsünü ne vermektedir? İşte tek başına nesnellik ile açıklanması olanaksız olan burasıdır. Burada ön plana çıkan “birey”in kişisel özellikleri de nesnel koşullar ile açıklanabilir (çevre, ideolojik belirlenme, eğitim vs…), ancak herhangi bir an, bir bireyin bilinçli bir eylemi öznel olarak adlandırıldığı ölçüde (ki öyle adlandırılır) bu kişisel özellikler de öznel olarak tanımlanabilir. Bunu cesaretle söylüyorum çünkü, tekrar ediyorum, öznel-nesnel kategorileri mutlaklaştırılamaz.

Birey”, tarihin akışı içerisinde bir boşluğu dolduruyorsa, boşluğun kendisi ile beraber bizzat o boşluğu doldurma eylemi de incelenmelidir. Nesnelliğin belirleyici olması, boşluğun doldurulmasındaki öznelliği gizleyemez.

Birey yaşamın içinde ne ifade edebilir?

Sesi bir iğnenin düşüşünden de cılız geliyor

Onu kim duyar?

Yalnızca karısı belki

Yakınındaysa ve alışveriş peşinde koşmuyorsa!

Mayakovskiy

Büyük şair siyasetsiz küçük burjuvalara olan tepkisini böyle dile getirdi. İyi yaptı. Ama ne dışarıdaki coşku ve kaostan kaçabilmek için perdelerini sıkı-sıkı örten iktidarsız Rus küçük burjuvaları, ne de Mayakovskiy’in öfkesi “birey”in önemini azaltabiliyor. Artık sosyalist mücadelenin insanına değinmek gerekiyor. Plehanov, “… tarihi insanlar yapar ve bu yüzden, bireylerin eylemleri tarihte önem taşımaktan kaçınamaz”3 diyor. Yalnızca tarihi insanlar yaptığı için değil. Sınıflar, çoğu kez, tutarlı bir önderlik altında örgütlemedikçe mevcut nesnelliğin bir parçasıdır, onun belirlediği bir nesnellik olarak tehdit edendir. İşçi sınıfının tutarlı bir çizgide harekete geçmesinin ön koşulu bu “birey”lerin örgütlülüğüdür. Yani sosyalistlerin. Son olarak şu da söylenebilir:

Kapitalist toplum, kendi gediklerini doldurmada ne ölçüde başarılıysa o ölçüde teorik, gediklerini kapatmakta güçlük çekiyorsa esas olarak siyasal mücadele içerisinde aşılır. Türkiye’de “siyaset” bu yüzden önemlidir, onun için “birey” Türkiye’de geleceğe hem somut, hem de soyut olarak uzanabilir.

Sosyalist Bireyin Anatomisi

Baştan itibaren, siyasal mücadelede “birey”in önemi üzerinde durdum. “Birey”in önemi üzerinde durmak, onun kimi özelliklerinin de siyasal mücadelede önem taşıdığını kabul etmektir. Bu nedenle “nasıl bir birey” sorusunun cevabını ana hatları ile vermek durumundayız.

1) Somut ve Nesnellik Fetişi

Değiştirme-dönüştürme misyonu, mutlaka nesnelliğin taşıdığı temel dinamiklerin kavranmasını gerektirir. Bu kavrayışın doğal ürünü genel anlamıyla gerçekçiliktir. Sosyalizm mücadelesinde teori ve pratiğin ilginç bir iç içeliğini temsil eden “somut durumun somut tahlili” biçimindeki çözümleme de bu gerçekçiliğin bir ifadesidir. Ancak, gerçeğin bilgisi kendisini o an ile, yani verili bir konjonktürün belirgin çerçevesi ile sınırlarsa ve bu anlamda “gerçeği mükemmel bilgisi”ne yönelirse, o gerçeğin “yarın” bağlantıları gözden kaçırılmaya başlanabilir. Herhangi bir andaki koşulların analizi, mutlaka bugünü yarına taşıyan dinamikleri barındırır. Bu anlamda yukarıda sözünü ettiğim tehlike için “hayali” denebilir. Ne var ki, bu tehlikeyi küçümseme, toplumsal çelişkilerin her zaman aynı can alıcılık ile mevcut olduğunu düşünme sonucunu verecektir. Tarihin akışı içerisinde “çelişki” her zaman vardır. Ama bu çelişkilerin özellikle yoğunlaştığı birtakım dönemler de vardır. Bunalım dönemleri gibi. “Olağan” diye niteleyebileceğimiz dönemlerde mevcut nesnellik, bu çelişkilerin üzerine toprak atmada son derece ustalaşmıştır. Bu nedenle aşırı “nesnelci” yaklaşımların, devrimci değişimin olanaksızlığına ilişkin “ideoloji” ürettikleri bilinmelidir. Burada somut durumun somut tahlili, somuta esarete dönüştürmektedir. Sosyalist bireyin ve genel olarak sosyalist hareketin nesnelliğe ilişkin bilgisi kesinlikle o nesnelliği dönüştürme eyleminin bilgisi ile harmanlanmış olmalıdır. Tek başına “gerçeklik” kimi zaman nesnelciliğe yol açabilir.

Burada Şevket Süreyya Aydemir’in Nazım’a yönelttiği ütopyacılık eleştirisinden söz edilebilir. Nazım Hikmet, hiç kuşkusuz bir ütopyacı değildi. Ama gene kuşku yok, varolanın bilgisini tek hareket noktası olarak gören bir rasathane memuru da değildi. O dönemde “işçi sınıfı gerçeği”ni dile getiren bir şairde alışılmış ve saf anlamda bir “gerçekçilik” bulmak çok güçtür. Nazım, hep geleceğe bakmıştır. Bu yüzden büyüktür.

Gerçeklik fetişi içerisindeki insan, daha önce de vurguladığım gibi, belli bir nesnellikte o nesnelliğin kendi varlığını korumak için ürettiği noktalardan başka bir şeyi görmez olur. Burada “birey” kendisi için bir hareket alanı bulamaz, hiçbir çıkış yolu yoktur. Korkaklık, pasifizm, entelektüel sinirlilik hep bu “gerçekçiliğin” ürünüdür. Meşrutiyet sonrasında İttihatçıların keskin kılıcı olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın, 1908 öncesinde kendisinden örgüte girmesini talep eden Talat Bey’e verdiği yanıt bu anlamda düşündürücüdür.

“Aman Talat Bey, siz ne yapıyorsunuz? Galiba siz İstanbul’un ne halde olduğunu iyi bilmiyorsunuz, burada olup bitenlerden haberiniz yok… Son derece dikkatli olmanız gerekir. Beni dinlerseniz cemiyetin faaliyetlerinden, hatta adından bile bahsetmeyin. Sağ gözü sol göze emniyet etmek bile caiz değildir. Ben kendi payıma cemiyetinize girmeye katiyen cesaret edemem…” 4

Hüseyin Cahit, nesnelliği, Abdülhamit despotizmini iyi biliyor. Belki Enver’den, Talat’dan daha iyi biliyor. Ama Enver ve diğerleri gerçekçilik ile hayalcilik arasındaki sınır üzerinde gezinmeyi beceriyorlar. İhtilalci kişilik ancak bu sınır üzerinde bir gerçekliğe kavuşuyor. Bizim “birey”imiz de bu sınırı çok iyi bilmeli.

2) Yarın Perspektifi

Somuta esir düşmemenin yolu, teoride tarih bilincinin konjonktürel nesnellik üzerinde, ideolojide ise yarın perspektifinin güncellik üzerinde denetim kurmasından geçiyor. Siyasette bugünü yaşayan ölür. Bu nedenle sosyalist mücadelenin insanı, kişiliğini koşullar anlamında varolandan, zaman olarak da bugünden kurtarmalıdır. Şimdi Sinan Çetin adında bir “yönetmen” sayesinde gene gündeme geldi: Mücadele eden insanlar bir kez daha soyut bir yarın uğruna somut bugünü feda etmekle suçlanıyorlar… Oysa, bugün somut, yarın soyut kaldığı sürece ortada sosyalizm mücadelesi yoktur ki! Tarih bilinci ve geleceğe dönük siyasal perspektif, dün-bugün-yarın arasındaki köprülerin kurulması işlevini görür. Sosyalist, bugünü soyutlayan, yarını somut olarak öngörebilendir.

3) “Birey” Yaratan Özgün Dönemler

Yazımızın başından beri üzerinde durduğum “birey”in, bir de sahneye çıkış dönemlerine göz atmak gerekiyor. Hep, mevcut nesnellikten söz ettim. Birey, bu mevcut nesnellikten kurtulabildiği, özgürleştiği oranda “birey”dir. Bu özgürleşmenin ilk adımı, o nesnelliğin kavranmasıdır. Ancak bir de nesnelliğin birey üzerindeki baskısını hafifletici, “birey”in kanat çırpmaya başladığı özgün dönemler vardır. Bu dönemlerde, birincisi nesnellik bireyi tutsak etme yeteneğinden bir şeyler kaybeder, ikincisi “birey” kendisinde daha çarpıcı bir güç bulur. Bu dönemlerin başında bunalım dönemleri gelir. Bir de tarihsel dönemeçler vardır. Örneğin çalkantı ve umut dolu 1917… Bunlar gerçekten “bin yılda bir olanlar cinsinden savurucu bir rüzgardır”lar. 5 Arı kovanına çomak sokma işlevini görürler. Sarsılan bireylerin belki pek azı yeni ve sağlıklı bir kimliğe ulaşır, ama tarihe müdahale etme gücünü taşıyan insanlar, böylesi dönemeçlere daha fazla doğarlar. Herhangi bir koşulda bir sosyalist, kendisini hangi sarsıntı ve boşluğun yarattığını çok iyi bilmelidir. Belki Türkiye’de bugün bir “rüzgar”dan söz etmek mümkün değil, ama “kılıç atan” bireyleri yaratmaya elverişli bir zeminin varolduğu kesinlikle unutulmamalıdır. Şu da: Sarsıntı ve bunalım ne kadar etkili ise, “birey” de o denli kararlı ve inatçı olacaktır. Türkiye sosyalistleri kendilerini doğuran nedenleri bu yüzden iyi saptamalı ve düşünmelidirler. Yeni insanlara ulaşırken ve kendimizi bir mücadele içerisinde yeniden üretirken buna gereksinmemiz olacak. 1917 ve Kemalizmin etkisi, örneğin Kadro’cuları “birey” üzerinde çok fazla durmaya itti. Türkiye sosyalist hareketi temelde iktisadi bir bunalım ile anlam ve reellik kazanacak olan kitle hareketlerini beklemek yerine, önce “birey”in hangi kanallarda şekillendiğini ve taşıdığı önemi öğrenmek durumundadır.

4) Sosyalist Kimlik ve “Ben”

Türkiye’de ve dünyada, sosyalist mücadele dendiği zaman ön plana çıkan hep kollektif bilinç olmuştur. Elde edilmesi çok güç, ama esas olan budur. Ama bu kollektif bilinç, tek başına, uzun soluklu “birey”lerin yetişmesi için yeterli değildir. Sosyalist mücadelede “ben”liklerini bulmuş, onu savunan, ona sahip çıkan “birey”lere gereksinim vardır. Hiçbir kollektivite kendi kimliğini eritmiş insanlarla ayakta duramaz. Kollektif mücadele, kendi özgün yapısını bir ortak hedef için kullanabilenlerin mücadelesidir. Bugün dikkat edilmesi gereken konuların başında insanların “ben”liklerinin sürekli olarak güçlendirilmesi gelmektedir. 1980 sonrası dürüstlük ve “doğrular” adına, birçok devrimcinin kişilikleri ile oynandı. Ciddi olması için istisnai olması gereken “özeleştiri” mekanizması bir gündelik yaşam biçimi haline geldi. Kendisinde zikzaklardan başka bir şey görmeyen bir insanda “kişilik” kalır mı? Zaman zaman olumsuz sonuçlar doğursa da, bugünkü Türkiye’de insanlara “ego” aşısı yapılmalıdır. Kendilerini önemsemeyen bireylerin sosyalist mücadeleyi önemseyebileceklerini düşünmek gerçekten saflık olacaktır.

5) Siyaset Tutkusu

İvan Turgenyev’in son romanı Ham Toprak’dır. Usta edebiyatçı, narodnik aydınları konu ettiği bu kitapta iki kahraman arasında şu diyaloğu gerçekleştiriyor:

“-Bana kalırsa sen edebiyatçı olabilirsin, ama gerçekten bildiğim bir şey varsa, o da senin görevinin edebiyattan daha iyi ve daha üstün olduğudur. Edebiyatla daha önce, diğeri imkansızken uğraşmak daha iyi olurdu.

-Berideki başarıdan, öteki yıkım daha iyidir.” 6

Siyasetteki başarısızlık, edebiyattaki başarıdan daha iyidir! Siyaset, elbette başarısızlık karşısında tevekkül ile yaşanabilecek bir şey değil. Ama, “hedef-sonuç” ilişkisi açısından ne gerçekleşirse gerçekleşsin, “siyaset”, ulvi amaçların yanı sıra bir yaşam biçimi olarak da sahiplenilmelidir. “Birey” siyasal mücadelenin kağıt üzerindekinden çok daha renkli ve karmaşık olduğunu bilmek, bu renklilik ve karmaşıklığı sevmek durumundadır. Sosyalist harekette, siyasetin köylü entrikacılığına kurban edildiği bir pratik yaşandı. Bir eğilim olarak siyasetin alanını sınırlayıcı bir “bilim fetişi” yaratılmaya çalışıldı. Şimdi bu fetişi yıkmanın tam zamanıdır.

Siyaset sevdirilmelidir. Siyasetin her “birey” için taşıdığı “risk” kavratılmalı ve sevdirilmelidir. Siyaseti, tekdüze bir öğretiden ayıran şey, her gün her an yeniden üretilme zorunluluğudur. “Birey”, bu yeniden üretmenin mantığını kavramak, bizzat bu üretimden haz duymak zorundadır. Siyasal mücadele, her şey bir yana “birey”in kendi içinde sürekli bir hesaplaşmasıdır. Her bireyde teslimiyet, yılgınlık ve döneklik potansiyel olarak vardır. Önemli olan bu tehditlere karşı insanın her geçen gün ne tür kişisel özelliklerini harekete geçirebileceğindedir. Bu tür tehditler, bizzat siyasal mücadeleyi “birey” için cazip hale getiren faktörlerin başında gelmektedir.

6) Motive Ediciler ve Zararsız Sapmalar

Uzun soluklu insanlar diyoruz. Bu nasıl yaratılacak? “Birey” mücadele etmek için gıdasını nereden alacak? Önce elbette “teorik” bakabilmek gerekiyor. Sonra, “birey”in kişisel inancının pratik olarak yeniden üretilmesi geliyor. “Birey”, bireysel motivatörsüz ya düşer, ya üretimsiz kalır. Hiç kimseyi (işçiler de dahil) yalnızca “işçi sınıfı hatırına” mücadele ettiremezsiniz. Sorun bireysel motivatörlerin kollektif amaçlar içerisinde dizginlenebilmesidir. “Kendisini toplum çıkarlarına adamıştı”… Bu yetmiyor.

Sosyalist mücadele özlenen, arzu edilen bir hale getirilmelidir. Bu mücadele bir ayrıcalık haline getirilmelidir. Bu mücadelenin inatçı, kendisine güvenen ve bu anlamda “farklı” insanların işi olduğu vurgulanmalıdır. Bunun adı seçkincilik değildir. Duyarlı insanlar bu mücadelenin içerisinde olmaları için tahrik edecek, bu mücadeleyi onların gözünde cazip hale getirecek özelliklerin altı çizilmelidir. Bunu yapabilmenin en önemli yolu, “birey”i mücadele içerisinde ayakta tutan özgünlüklerinden arındırmamaktır. Bu özgünlükler tek başlarına bir anlam ifade etmeyebilirler, hatta “yanlış” olarak görülebilirler. Ancak eğer kollektivitenin aleyhine işlemiyorsa ve kişiyi ayakta tutuyorsa bunlara özel bir önem vermek ve bu zararsız sapmaları canlı tutmak gerekiyor.

Bu anlamda “birey” için en hassas nokta kendi kişisel doruğu ile içinde bulunduğu mücadelenin birbirini çelmemesidir. İnsanlar sosyalizmin gerekliliğini bilirler, ama ona yönelik mücadelede kendilerini kendilerine has bir biçimde yaratırlar. Bu yaratım, hep bir kenarda durur, bunun yok edilmeye çalışılması olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bunların kontrol edilmesi yeterlidir. Sıradan bir insan olmama kaygısı, bir olay ya da kişiye karşı duyulan nefret… “Birey” mücadele içerisinde bunlarla ayakta durabilir, hatta bütün “birey”lerin bu türden dopingleri vardır.

Bir de gündelik motivatörlerden söz etmek mümkün. Siyasal mücadele içerisinde “birey”i sürekli olarak besleyen, bu bağlamda coşku, kararlılık ve inanç kaynağı olan “küçük” ama “önemli” arayışlar gereklidir. Bu arayışlar hem kollektivitenin, hem de “birey”in kendisinin sürdürmesi gereken yaşamsal fonksiyonlardır. Tek bir örnek herhalde yeterli. Yıllar sonra yeniden gösterilen Gürcü filmi Askerin Babası’nda Alman ordularını önüne katan Sovyet tanklarının üzerinde “Batı’ya!”, “Berlin’e gidiyoruz!” türünden sloganlar görülüyordu. Doğaldır, 1987’nin donuk Türkiye aydını “abartılı” ve “çocuksu” buldu bu zararsız ve yararlı motivatörleri. Sosyalist mücadele, kendi insanının ruhunu sürekli olarak beslemek zorundadır. Eğer, üç-beş yıl sonra içki sofralarında aşırı duyarlı sulu gözlerin ortaya çıkması istenmiyorsa…

7) Ekoloji

“Birey”, kendisin bir dinamiğe bağladığı oranda, kendisini o dinamik için şekillendirendir. Bu anlamda, kendisi için en uygun koşulları seçen ve yaratandır. Seçtiği ve yarattığı koşullar üzerinde ise egemenlik kurabilendir. “Birey”, her koşulda aynı kararlılık ve üretkenliği sürdürebileceği yanılsaması içerisinde “birey” olmaktan çıkabilir. Oysa sorun, bağlanılan dinamik için en elverişli kişisel ekolojinin seçilmesidir. Engels, insan için “her iklimde yaşamasını öğrendi” 7 diyor. Bizim “birey”imiz de gerektiğinde her koşulda ayakta durabilmelidir. Ama bunun güvencesi, kendi koşulları üzerinde egemenlik kurmaya çalışmak ve alternatifler içerisinde en rasyonelini seçmektir. “Birey”, her koşulda ayakta durabilmenin güvencesi ile hareket edemez. Esas olan, ayakta durabilmenin koşullarını yaratmaktır. Sonra, o koşulları sürekli olarak kontrol etmektir. Bütün anı kitaplarında, Nazım’ın çevresindeki küçük aksaklıklardan çok rahatsız olduğu söylenir. Nazım bir “birey”dir, bir “özne” olduğunu, değiştirme olanaklarına sahip olduğunu bilir. Bildiği için çevresinde olmayabilecek olan aksaklıklardan nefret eder.

8) Aydın ve Birey Düşmanlığı Ne?

Son olarak, konumuz “birey” olduğu için sosyalist harekette aydın ve birey rolü üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Aydın ve birey arasında önemli bağlar var. Bunlara hiç değinmeyeceğim. İkisini yan yana getirmemin nedeni her ikisinin de ön plana çıkarılmasının hep “küçük burjuva hastalığı” olarak değerlendirilmesinden. Aydınların ve “birey”in rolünün abartılması gerçekten küçük burjuva hastalığıdır. Tartışılacak hiçbir yanı yok. Peki hani bugün Zemin türü dergilerde hararetle savunulan kitle fetişizmi ve aydın düşmanlığı nedir?

Sosyalist mücadele tarihinde “aydın düşmanlığının” bilinçli bir politika ile diri tutulduğu en çarpıcı dönem 1917 Devrimi sonrası oldu. Bolşeviklerin bu anlamda ağır topları vardı. Hiçbir zaman partili olmasa da Gorkiy, Makarenko, Mayakovskiy gibi isimler ilk akla gelenler. Şaşırtıcı gelecek, bu anlamda en “radikal” olanlardan birisi de Trotskiy’di:

“Sonra Ekim Devrimi geldi. Bu hem entelijansiyanın tarihinden daha önemli olan bir sınır çizgisi, hem de entelijansiyanın kesin yenilgisinin işaretiydi. Yine de, yenilgisine ve geçmişteki günahlarıyla ezilmesine rağmen, entelijansiya kendi şan ve şerefleri hakkında sayıklamaya devam etti.”8

Rus entelijansiyasının en çaplı temsilcileri olan Bolşevik kadrolardaki “aydına sataşma”lara Lenin ve Stalin’de de rastlanabilir. Uzun yıllar Rus aydınının en rafine özelliklerini omuzlayan bu isimler, siyaset içerisinde kitlelere uzanabilme başarısını gösterdikten sonra bu başarıyı gösteremeyen aydın kuşağından kopmak için son derece örgütlü bir saldırı gerçekleştirmiştir. Kitlelerin devrime kazanılması gibi hayati bir sorunu alt etmeye uğraşanlar için “aydın” ve “birey” kavramları yoktur. Yüzyılın başından itibaren “dar” olan Bolşeviklerin, bu “dar”lıkları sayesinde aynı “dar”lığa başkaldırısıdır söz konusu olan.

Bugün Türkiye’de “aydın ve birey” düşmanlığını savunmanın hiçbir temeli yok. İki nedenle. Birincisi, sosyalist hareket henüz kendi kimliğini bulabilmiş değil. İkincisi, Türkiye’de “aydın” kimliğine sosyalistlerin uzağında bir adres yazmanın hiçbir olanağı yok. Bir şey daha söylenebilir:

“Entelektüel dediğin, şarkıya benzer. İyisi, özlüsü, derini ve düzenlisine doyum olmaz. Kötüsü çekilmez bir nesnedir. Ne dinlenir, ne tadılır.”9

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×