Mirasın Sınırı, Mücadelenin Ufku, Türkiye’de Anti-Emperyalist Mücadele Geleneğinin Kısıtları

Türkiye’nin, 20. yüzyılda emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin başını çektiği doğrudur. Doğal olarak bu savaşın egemen ideolojinin dilinde, üslubunda, egemen sınıfın veya güçlerin siyasi deneyimlerinde bıraktığı izlerin ötesinde halkımızda, geniş kitlelerde bir miras bırakmış olması beklenir. Üstelik söz konusu Kurtuluş Savaşının öncesinde ortada bir imparatorluk, bir dünya gücü vardır ve bu konumun yine egemenlere öğrettiklerinin ötesinde kitlelerde bir tür kendine güven, öz-saygı, güçlü biçimde bağlanılmış değerler vb. erdemler bırakmış olması beklenir… Başlarken söyleyelim; açıkçası bu deneyimden intikal eden birikim tatminkar bir düzeyin çok altındadır. İlk kurtuluş savaşına girişmiş ve bu savaştan siyasi ve askeri başarıyla çıkmış bir topluma uygun düşen ideolojik ve kültürel yapılanmaların var olduğunu iddia etmek Türkiye için abartılı olacaktır.

Bu noktada “aslında” Kurtuluş Savaşı’nın resmi tarih ekolünce abartıldığını, “zaten” İttihat Terakki geleneğinin ilerici olmadığını, Kemalizm’in faşizmle akraba olduğunu anlatan tezlere itibar edilmemelidir. Bir yanıyla abartma kaçınılmazdır, siyasette herkes “kendi” tarihini abartır, köklerini olduğundan bereketli gösterir. Marksist bilimin bu dev aynalarını, yanından geçerken kırması da bir o kadar kaçınılmaz ve doğaldır. Ama bizim örneğimizde Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel değerinin üzerine çizik atmak, ne evrensel bir düzlemde ne de bölge ve ülke özelinde mümkün ve meşru olamaz.

İkinci bir yanıyla, söz konusu olan elbette “burjuva devrim süreci”nin evreleri, taşıyıcıları, önderleri, figürleridir. Hele tarihsel olarak “gecikmiş” bir eylem olan Türkiye burjuva devriminde ilericiliğin hep yaralı ve yamalı olması yine tamamen normaldir. Bu devrimin tepeden inmeci bir karakter taşıdığı, halk hareketi boyutunun güdük kaldığı şaşırtıcı olmamalıdır. Tamam, gerçekte yaşananlar hakkındaki abartı payını kaldıralım; ama geriye kalan mirasın gerçekte yaşanana göre de son derece güdük olduğunu görmek, anlamak gerektiği açıktır.

Sorunun kaynağı örneğin (anti-emperyalist mücadelelerin tepe noktası olarak) Kurtuluş Savaşı’nın kendindeki zayıflıklarda değildir. Üstelik Jön Türklerden Mustafa Kemal’e gelen çizginin sınıf karakterine işaret etmek ancak bir yere kadar açıklayıcı olacaktır. Zira komünist ve devrimci hareketler, burjuva kaypaklığıyla malul bu geleneği ileri taşımak için fazlasıyla çaba gösterdikleri gibi, özellikle 1960’larda anti-emperyalist kavrayışa daha sol, emekçi, halkçı bir içeriği bizzat vermeyi de başarmışlardır. Bugün doğrudan sol hareketin eyleminden aktarılan mirası da, eylemle orantılı saymak mümkün olmayacaktır. Özetle tüm bu zayıflıklar ayrı tartışmaların konusudur; bunların var olmalarına karşın, ülkemizde anti-emperyalist gelenek daha güçlü, kitlelere daha içkin, özetle bugünü ve geleceği daha fazla etkileyen ve sosyalist mücadeleye de belli rahatlıklar sunan bir yapıda olabilirdi.

Bu yazının birinci saptaması sadedir ve bugünün Türkiye’sinde anti-emperyalist geleneğin sınırlarının dar olduğuna ve komünist hareket ile emekçi sınıfların feyz alacakları güçlü pınarlardan söz edilemeyeceğine işaret etmektedir. Elbette Türkiyeli bütün ilericiler irili ufaklı bütün benzeri mücadelelerin heyecanını duymayı sürdürmeli, kendi köklerini aramaktan caymamalı, arayışlarında ulaştıkları veriler hem siyasi akla hem de enerji ve coşkuya dönüşmelidir. Ancak yine Türkiyeli ilericiler, geçmişte mevcut olmuş bir modelin bugün yeniden çalışır hale gelmesiyle anti-emperyalist mücadelede güncel görevlerin yerine getirilmiş olacağını akıllarının köşesinden geçirmemelidirler. Ülkemizin geçmişinde böylesi ön açıcı ve sorun çözücü bir birikim bulunmamaktadır.

Milliyetçiliğin gücünü belirlemek

2002 seçimlerinde kimi düzen partilerinin çöküş nedenleri, daha farklı veya genel düzeyde verilebilir. Bu partilerden özellikle ikisi, MHP ve DSP, seçmen kitlelere umut vermek ve onaylarını istemek için milliyetçiliğe referansta bulunmakta ortaklaşıyorlardı. Bu referans ilişkisi bir önceki seçimlerde, 1999’da çok daha belirgindi. Her iki parti Kürt sorunuyla ilişkili olarak yükselmiş bulunan Türk milliyetçiliğine güçlü biçimde oynamışlar, DSP Öcalan’ı getiren hükümet partisi olma sıfatıyla Kürt zaferinin rantını toplarken, MHP yıllar yılı hammaliyesini üstlendiği savaşın oylara yansıdığını görmüştü. 2002 seçimlerinde DSP ile MHP’ye verilen oyların milliyetçiliğin tabanına bire bir denk düştüğünü, bu anlamda milliyetçiliğin bu konjonktürde bile olsa, mutlak olarak çöktüğünü iddia etmek mantıklı olmayacaktır. Ama bu ikilinin daha önceleri milliyetçilikle yükselmiş olmaları önemli bir veridir. Bir diğer dikkat çekici nokta da her ikisinin “çözülüşe” esas olarak milliyetçi kimlikleriyle direnmeyi denemeleridir.

O dönemde seçim davranışını ideolojik tercihlerin belirlediğini söylemek de güçtür, milliyetçilik bütün düzen partilerine şu ya da bu ölçüde dağılmış bir ideolojik öğe olarak, bu partilerde veya başkalarında özel bir yoğunluk arz etmemiştir. Zaten bizim burjuva partilerinin herhangi bir ideolojiyle ilişkileri olsa olsa kısmi yoğunluklar düzeyinde tarif edilebilir…

Özetle, dört başı mamur bir denklik ilişkisi kurulması mümkün olmayacaktır. Bu sınırları bile bile, DSP ve MHP’nin 2002 seçim çöküşleri ile burjuva milliyetçiliğinin gücü arasında korelasyon kurulabileceğini düşünüyorum. Sonucu tam olarak netleştirmenin önünde duran sayısız engeli bile bile, 2002 seçimlerinin ülkemizde milliyetçiliğin oldukça kof bir akım olduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz.

O kadar ki, seçimlerden birinci parti olarak çıkan AKP’nin -o dönem başbakan olmayan- Genel Başkanı, topladığı il başkanlarına uyarılarda bulunurken “milliyetçilik yapmayacaksınız” demeyi ihmal etmiyordu. Adeta virüs muamelesi yapılan bu akıma “neydi ne oldu” diye şaşırmak yerine, eski zamanlardaki gücünün görüntüsel, manipülatif ve yapay olduğunu düşünmeyi öneriyorum.

Türkiye’de faşist hareketin ne ölçüde tepeden gelen/devlet içinde örgütlenen “neo” karakterli olduğu, ne ölçüde aşağıdan gelen/kitlesel boyutu belirgin “klasik” karakterde olduğu tartışılagelmiştir. 12 Eylül darbesiyle bu tartışmaya tarih de bir nokta koymuştu. Ülkemizde faşizm akımı siyasal programı ve ideolojik çerçevesi itibariyle, esas olarak “yukarıdan”dır ve kitlelerle ilişkisinde manipülatiftir. Bu ilişki türüne “yapaylık” denebilirse, faşizmin ideolojik çerçevesinde en geniş bölmeyi oluşturan milliyetçilik hakkında da aynı terimi kullanabiliriz. Faşizm açısından milliyetçilik, yalnızca nicel bir tarifle “en geniş” bölme değil, aynı zamanda bir taban dinamiği yaratma potansiyeli barındıran birinci kaynağı da ifade eder. 1970’lerin faşist yükselişinin Türkiye toplumunun hücrelerinden aldığı enerji sınırlı ve tali, egemen güçlerin ve emperyalist merkezlerin müdahalelerinin payı esastır.

Milliyetçiliğin başka akımlara verdiği hizmet de bu genellemeye uyuyor. Tutucu veya reformcu, devletçi veya liberal burjuva milliyetçisi akımların herhangi biri için milliyetçiliğin değeri ilkesel değildir. Daha ileri giderek ifade edebilirim: Aslında genel olarak ideolojiler ve düşünce sistemlerine ilkesel bir değer atfetmemek -başka topraklar bir yana- Türkiye’nin bir geleneğidir. Türkiye’de ilkeler soyut, dolayısıyla geçerlilik alanı alabildiğine geniş bir küme oluşturmazlar; ilkeler, daha fazla, türetildikleri tarihsel pratikle somut bağları içinde formüle edilir ve uygulamaya taşınırlar.

Burada sözünü ettiğimiz elbette mülk sahibi sınıfların gelenekleri. Bu çerçevede ideoloji alanına pratisyence başvurmak yerine, ilkeli ve felsefi yaklaşmakta diretenler, güncellikte tutunamamış, “hayatla” bağları güçlü olamamıştır. Türkiye kapitalizminin liberal uygulamaların ön planda olduğu dönemlerinde kaçınılmaz olarak sahneye has liberaller çıkmış, ama şu “has” sıfatı bu unsurların iktidarını perçinlemek yerine altını oymuştur. Kapitalizmi seçen Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile dostluk döneminde, sol kadroların önlerinin açılması kural değil istisnadır. Ya da tersinden, Nazi Almanya’sıyla flört yıllarında yıldızları parlayan faşistler olmuş, ama bunlar kendi “teori”lerine ne denli sıkı sıkıya bağlı iseler, iktidar süreçlerinden o kadar çabuk ve uzağa düşmüşlerdir. 1980’lere gelene kadar faşistinden reformcusuna kadar düzen yelpazesinin her diliminde Atatürkçülük temel referans kaynağıydı. Milliyetçilik (veya başka ideolojiler), Kemalizm’in pragmatik merceğinden geçen halleriyle belli bir değere sahip olabilmişlerdir.

Tarihsel arka plan açısından da durum farklı değil. Milliyetçilik, Osmanlı’nın kriz dönemecinde seçeneklerden yalnızca biri olmuştur: İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık, Türk(iye) milliyetçiliği, hatta mandacılık… Bu alternatiflerin değerlendirilmesinde temel kıstas “doğruluk”, “tutarlılık” gibi felsefi/teorik kategoriler değil, gerçeklik olmuştur. Dolayısıyla bu yolları seçen ve savunanların konumlarını doğrulukla değil de, “burada bu tutar” diye kavradıkları düşünülebilir. Yeri gelmişken, Mustafa Kemal Atatürk ve onun adıyla anılan akımın en güçlü yanı, herhalde bu az teorici/çok pratikçi yapıyı kendi şahsında ve sistematiğinde (ya da sistematiksizlik!) temsil edebilmesidir.

Pek sık alıntılanan bir kaynağa ben de başvurmaktan kendimi alamayacağım. İdeolojiler dünyası ile halk kitleleri arasındaki kopukluğun çarpıcı bir anlatımı:

“… Sonra da askerlere sordum:

Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?

Hep birden:

Elhamdü-l-illah Müslümanız,

diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı.

(… ) bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

Biz hangi milletteniz,

deyince her kafadan bir ses çıktı:

Biz Türk değil miyiz?

deyince de hemen:

Estağfurullah!..

diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı…1

Şevket Süreyya Aydemir’in hikaye ettiği dönem I. Dünya Savaşı’nın başıdır. “Siyaset kurumu” son derece canlıdır ve ülke bir karar dönemecine dolu dizgin bir tempoyla girmiş bulunmaktadır. Oysa kitle faktörü mutlak bir uyumsuzluk içinde bu tablonun çok uzağına çekilmiştir. Aydemir bu tablodan halkın cehaleti sonucuna varır. Bu durumda halkın eğitilmesi gerekecektir… Ancak bir sonuç da aydınlar, yönetici kesimler ya da siyaset kurumu için doğmaktadır. Halk faktörüyle aranın bu denli açılması, siyaset düzlemini zaman zaman sorumsuzluk derecesinde “özgürleştirmektedir”. Adeta, her şeyi yapmak mümkün, bütün tercihler uygulanabilir niteliktedir. Yukarıdaki kadar bilinmese de, başkalarının da dikkatini çeken ve alıntılanan bir pasajla devam edeceğim. 1923 yazında Mecliste Teşkilat-ı Esasiye, yani Anayasa tartışılmaktadır. Kazım Karabekir anlatıyor:

“18 Temmuz 1923’te, Ankara istasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiyenin tadili müzakeresinde vaziyet tamamiyle aydınlandı. Teşkilat-ı Esasiyede yapılmasını muvafık gördükleri tadillerin ikinci günü müzakeresiymiş. Bana haber verilmemişti. Bugün ben tesadüfen hazır bulundum…

Ben geldiğim sırada Tevfik Rüştü Bey konuşuyordu: ‘Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım. Kimseden korkmam… Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır’ diyordu.

Ben söz aldım ve sordum: ‘Teşkilat-ı Esasiyede dinimizin İslam olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü Bey, hangi kanaati haykıracaksın?.. Hıristiyanlığı mı?’

Mahmut Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: ‘Evet Hıristiyanlığı… Çünkü İslamlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyet vermez’ dedi.

Ben söz alarak dedim ki: ‘İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirmek gayretidir. Netice: İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunuyla bizi kolay mahvedebilirler…’

Fethi Bey söz alarak bana gayet sert, katı cevap verdi: ‘Evet Karabekir… Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız’ dedi.

Ben de aynı sertlikle şu cevabı verdim: ‘Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza amil olan şey bir değildir. Fütuhatçılık, temsil (asimilasyon) kudreti gösterememek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır. Aynı yanlışları yapan Hıristiyan devletlerin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz…’

Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle devam ettim: ‘Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır, güvenebildiğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren belanın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamiyle iradesine hakim olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisini tekbirler, salalar arasında açtınız, İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatle aynı yoldan yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız?’ diye sordum.

Mustafa Kemal Paşa sözümü burada keserek dedi ki: ‘Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum. ” 2

Rıza Nur’un da anılarında bir anekdot vardır. Buna göre de Türkiye’yi komünizmden kurtaran kişi kendisidir; tam da Atatürk bir toplantıda bu doğrultuda herkesin onayını almış gibi görünürken cansiperane ortaya atılmış ve müdahalesini yapmıştır… Karabekir de Türkiye’yi Hıristiyanlıktan kurtaran adam oluyor. İkisinin güvenilirlik açısından karşılaştırılmaları halinde Karabekir’in biraz daha avantajlı olacağını sanıyorum. Ancak konu bu değil ve anlatımdaki abartının barizliği bir yana, burjuva siyasetinin halk faktörü karşısında eriştiği “özgürlük” mertebesi kayda değer… Köksüzlüğün bu kadarına ne ad verilebilir?

Artık ara başlığa dönebiliriz. Böylesi bir yapı içinde milliyetçiliğin, -ama bir ideoloji olarak milliyetçiliğin- gücünün nasıl belirlenebileceği sorusuna ancak pratikle bağlantılı bir yanıt verilebilir. Milliyetçilik günümüzde Türkiye kapitalizminin temel tercihleri açısından anlam taşıdığı ölçüde bir güçle donanabilir. Tersinden, bir milliyetçi hareketin veya milliyetçilik akımının bu temel tercihlere kendini dayatma olasılığı ise yoktur. Tam da bu mekanizma nedeniyledir ki, bugün milliyetçilik siyasi partiler alanında gerilemekte ve/veya herhangi bir yeni atağa kalkışamamakta, öte yandan devlet kurumları düzleminde bir referans oluşturmaya devam etmektedir. Çünkü kapitalizmin toplumsal düşünüşe dair ihtiyacı esas olarak kozmopolitizm, batıcılık vb.dir; burjuva egemenliğinin (içerde ve dışarıda) idamesi açısından da bir “milli çıkarlar” alanına ihtiyaç sürmektedir.

Kemalizm ve milliyetçilik

Burada özel olarak milliyetçilik hakkında söylenenlerin, ideolojiler alanına yaygınlaştırılabilir olduğuna geçerken değindim. Ancak arada elbette kimi farklar vardır ve bu farklılıklar yanlışlıkla sıfırlanmamalıdır. Örneğin içinde bulunduğumuz konjonktürün milliyetçiliğin toplumda köksüzlüğünü göstermiş olmasına karşılık, Cumhuriyet tarihinin tamamı, göreli olarak topluma nüfuz etmek açısından en şanslı akımın İslamcılık olduğunu kanıtlamıştır. Kemalizmin en az pratisyence ve en çok ilkeli tutum olduğu din başlığında burjuva liberalizminin bayrağı, dinsel düşünce ve örgütlenmenin mirasçısı bir partiye geçmiştir. Gösterilen bütün çabalara karşın “sivil toplum”, güdük ve uçucu nitelik taşırken, tarikatlar direngenliklerini kanıtlamışlardır. İslamcılığın pragmatizme bağışıklığı olduğu asla düşünülmemelidir. Türkiye İslamının takiyyeci karakterinin diğer örneklere oranla çok daha derin ve köklü olduğu görülmektedir. İslamcılık başka ideolojiler ile, Türkiye’de burjuvazinin siyasal egemenlik mekanizmalarını gözeten karmaşık eklemlenmelere açıktır… Ancak bu İslamcılık, ideolojilerin toplumla temas açısından barındırdıkları yüzeyselliği en fazla aşan akım niteliğine sahip görünmektedir. Türkiye kapitalizminin tepeden karakterinin baskın olduğu “kuruluş” evrelerinden daha oturmuş parlamenter modellere her geçiş denemesinde, burjuva siyaseti ile toplumu buluşturan aracı din olmuştur.

Bu anlamda 1960’larda dinden karşı-devrimcilik üretmek için harekete geçen egemen güçlerin en güçlü kozlarından birini oynadıkları düşünülmelidir. Bu operasyon da, açıkçası kalıcı sonuçlar vermiş ve Türkiye toplumunda ciddi bir gerici birikim oluşturmuştur. Kemalizme rağmen değil, anti-komünizm ortak paydası üzerinde Kemalizmle yeni bir eklemlenme örneği olarak açılan bir kapıdır bu. Ortaya çıkan birikim, sosyalizm mücadelesinde mutlaka gözetilmek durumundadır. Dinciliği ve dini siyaset düzleminde önemsizleştiremeyen kültürel düzlemde ağır bombardıman altına alamayan bir sosyalizm, her zaman dinsel kaynaklara dayanan karşı-devrimin tehdidi altında kalacaktır.

Bu parantezi kapatıp Kemalizme geri dönebiliriz.

Kemalizm bir ulusal kurtuluş hareketidir, dolayısıyla milliyetçilik ve milli kimlikle doğrudan ilişkilidir. Yine Kemalizm, ulusal kurtuluş sonrasında bu niteliğine uygun bir ulus-devlet inşa stratejisine yönelmiştir ve bu misyon da yine milliyetçiliği göreve çağırmaktadır. Elbette Kemalizm milliyetçidir. Ancak milliyetçilik arı nitelik taşımamış, sürekli olarak kısmi çelişkiler taşıdığı akımlarla eklemlenme ve kendisini tutarlı/bütünlüklü bir sistem anlamında dağıtma eğiliminde olmuştur. Kemalizmin Kurtuluş Savaşının ilk evresinde İslam ve Kürt dinamikleriyle buluşma girişimi, pratik bir zorunluluk ve/ama düşünsel sistem anlamında intihar anlamına gelir. Cumhuriyetin içinde doğduğu onyıla damga vuran liberalizm, benzer şiddette bir kimlik kaybı ya da intihar olarak okunabilir. 1930’ların daha uyumlu görünen devletçiliği/planlamacılığında eklemlenilen ve sistemi dağıtma misyonunu devralan faktörler, önce Kadro dergisi “solculuğu”, ardından Nazi çağrışımlı Türkçü ırkçılık oldu. Tanımı itibariyle temel amacı siyaset pratiğine rehberlik etmek olan ve dolayısıyla kendisini sistematize etmekten kaçınan bir akımın bile bu kadar badireyi sağlam atlatması mümkün olamazdı… Kendi kendisini bu kadar aşındıran Kemalizm, artık İkinci Dünya Savaşı ertesindeki batılı çok partili demokrasi modeline geçişi sırtlanamamış ve bir geri çekilme yaşamıştır.

Kemalist milliyetçiliğin en sorunlu tarafı kuşkusuz Batı öykünmeciliğidir. Batı emperyalizminin Osmanlı mirasına yaklaşımı dağıtma/parçalama iken, Kemalist hareket, Türkiye ulus-devleti açılımıyla bunun karşısına dikildi. Batı öykünmeciliği yalnızca yeni düzenin kapitalizm yönünde yaptığı tercihi kodlamakla da kalmamıştır. Kapitalizmi ekonomik ve toplumsal veçheleriyle seçmenin ötesinde, somut olarak “batı bloğu”dur, Kemalist Türkiye’nin örnek aldığı, veya örnek almak istediği.

Kolayca anlaşılacağı gibi bu tür ikilemlerden alnı ak, sicili temiz çıkmak mümkün değil. Bariz çelişkilerden toplumsal hafıza ve algıya kalan bakiyede uzun süre hem milliyetçilik dokunulmaz bir değer olarak ilan edilmiş, hem de bu değer vatan-millet-sakarya diye alaya alınmıştır. “Dokunulmaz değer” Rus, Yunan, Kürt gibi düşmanlarla güncellenemediği anda milliyetçilik baş aşağı gitmektedir.

Bu noktada bir uyarıda bulunmak yerinde olacak. Topluma nüfuz sıkıntısı sürekli olan milliyetçiliğin “siyaset kurumuna” yaslanması yalnızca bir açıdan ve göreli anlamda güçsüzlük olarak tanımlanabilir. Bu akımın kitleleri harekete geçirme yeteneği sınırlıdır ve topluma, sınıflara nüfuz etme yeteneği daha gelişkin akımlara göre güçsüz sayılabilir. Ancak bu güçsüzlük mutlak değildir, tersine, düzenin, egemen güçlerin temsil edildiği ve geniş halk kitlelerinin otorite saydığı siyaset kurumu başlı başına bir güçtür. Bu siyaset kurumuna denk düşen ideolojiler veya düşünsel kurgular, mantığın değil toplumsal işlevlerinin merceğinden değerlendirildiğinde karşımıza hafife alınması mümkün olmayan bir yapı çıkmaktadır. Uyarı burada bitiyor…

Kemalist milliyetçiliğinin kararsız karakteri Türkiye toplumunun anti-emperyalist duyularına sınır çizmiştir. Gelenek kavramında bir netlik ayarı daha yapabiliriz. Bu milliyetçiliğin burjuva siyasetinde bir gelenek oluşturduğundan söz edilebilir. Eninde sonunda burjuvazi bir yandan dünya kapitalizmiyle daha derinlemesine bütünleşmiş bir ülke arayışını sürdürecek, ama eşanlı olarak, bir ulus-devlet olarak kendi egemenlik alanını bu bütünleşme uğruna tasfiye etmekten de kaçınacaktır. Ulusal güvenlik kodlaması ile bir sendrom haline gelen bu yönelim, tartışmasız çok güçlü bir gelenek oluşturmaktadır. Ancak sınıfsal güdüler, bu geleneğin geniş halk kitlelerini kucaklamasına takoz koymayı gerektirir. Türkiye burjuvazisi, halkı, üzerinde her tür laboratuar veya mühendislik çalışmasının yapılabilmesine uygun bir bakirlikte korumak isteğindedir.

Halktan sakınmak, halkı sakınmak

“Her teceddüde devlet taraftar, ahali düşmandır!”3 Kuntay bu sözleri romanının temel karakteri İttihatçı Adnan’a söyletir. Halkın ilerleme ve yeniliklere karşıt konum alması bir olgu olarak son derece önemlidir, ama belki bundan daha önemli olan, aydınların halkı bu gözleme dayanarak tanımlamalarıdır. Türkiye aydını bir eğilim olarak, kavramın farklı ideolojik çerçevelerde kazanabileceği anlamlarda “halkçı” olamamıştır. Halkçılık yalan ve demagojinin mührünü taşıyan burjuva popülizmine teslim edilmiş, giderek popülizmin bu demagojik çağrışım dışındaki anlamları unutulmuş, sözcük bütünüyle negatif bir yüklemeye tabi tutulmuştur. Sosyalist, ilerici akımların, elbette teslim olmayacakları; ama içinde nefes alıp verecekleri bir “halkçı” atmosferden yoksun kalmalarının bedeli ise ağırdır.

Öyle ki, burjuvazinin halk faktöründen bucak bucak kaçmaktaki maksadının ilericiliğin ayaklarını basacağı toplumsal zemini yok etmek ya da bir diğer ifadeyle halkı soldan sakınmak olup olmadığı bile akla gelebiliyor. Tipik bir örneği 27 Mayıs’ın bütün perspektifsizliğini, programsızlığını devralırken müdahaleciliğini (bu anlamda “ihtilalciliği”ni) uca taşıyan Talat Aydemir cuntası oluşturur.

Örgütün İstanbul kolu, askeri birliklerin dışına taşıyor ve gecekondu semtlerine sızıyor. Ancak darbe projesine bu halk unsurlarının katılması önerisine lider şiddetle itiraz ediyor ve “halk temsilcilerinin” yüzüne şöyle söylüyor:

“Gücümüzü milletin bağrından kopmuş Silahlı Kuvvetlerden alıyoruz. Bizim gücümüz kendimize yeter. Sizden herhangi bir görev beklemiyoruz. Biz halk ihtilaline karşıyız. Manevi desteğiniz bize kafidir. Sükunet içinde neticeyi bekleyin. “4

Yine Aydemir’i basın yoluyla prezante etme çerçevesinde bir gazete röportajı ayarlanıyor. Tahmin edileceği gibi soru ve yanıtlar Aydemir’in kadrolarınca hazırlanıyor. Ama içeriden tepki gecikmiyor. Anılarında Osman Deniz anlatıyor:

“Bu röportajın en ilginç tarafı işçi, köylü ve emekçiler için sorulan soru ve verilen cevapların 22 Şubatçılardan bazılarınca tasvip görmemesi oldu! Bir Ankara ziyaretimde Emin Arat ‘Bu soru ve cevapları kim hazırladı? Ne demek isteniyor? Emekçilerin mecliste temsil edilmesi, hatta bakan dahi olmaları sözleri kime aittir?’ diye sordu. Bu soru cevap bana aitti… Ama fikir sivri bulunmuştu. 60’lı yılların başlarında belki de yadırganır bir cevaptı bu.” 5

Son cümleye itirazımı hemen yazmak durumundayım. Toplumda olağan dışı bir sıkışma ile girilen 1960’ın ilk aylarına öğrenci hareketi damga vurmuş, darbe, akademi dünyasını, aydınları siyasallaştırmış, harekete geçirmiş, sonraki dönemde ise, bu kez işçi hareketi adım adım sahnedeki yerini almıştı. Aralık ayındaki büyük Saraçhane işçi mitingini 1961 Şubatında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kuruluşu izlemişti. İşçilerin grevle daha yaygın olarak tanıştığı, solun yeniden hareketlendiği “60’lı yılların başlarında” asıl yadırganması gereken, yukarıda aktarılan halktan sakınma eğilimidir. Bu tutuma siyasal maksat atfetmek ise bir yorum konusu değil, sakınanların kendi düşünceleridir. Cuntanın en solcusu(!) izlenimini bırakan anı yazarımız devam ediyor:

“Bence yapacağımız ihtilal bir halk hareketi değil, planlanmış bir askeri darbeydi. Bu plana halkın karıştırılmasının kargaşa yaratacağını; bilinçsiz katliamlara, önüne geçilmesi imkansız dalgalanmalara yol açacağını; sonunun nereye varacağını önceden kestirmenin çok güç olacağını söylüyordum. Buna rağmen bize destek olan bu kitlenin, eğer başarırsak ihtilal lehinde sokak gösterileri düzenlemelerini uygun görüyordum.” 6

Ve dikkat: “Karışıklık halinde” diyor, Osman Deniz, “bir komünist ihtilali de olabilirdi.” 7

27 Mayıs’ın “sonuna kadarcı” kanadının da, ılımlı merkezinin de, diğerlerinin de programı yoktur, ama “nasıl bir ülke?” sorusuna darbenin sabahı verilen yanıt, herkesi bağlamıştır. NATO ve CENTO’ya daha ilk adımda sunulan bağlılık yemini, kendilerini ilerici/solcu vehmeden 27 Mayısçılar ile darbeye bu yönde bir anlam yüklemekten usanmayan sol kesimler tarafından kayıtsızlıkla karşılanırken, Amerikancılar heyecana kapılır:

“Bildirinizi duyunca çok heyecanlandım. Hele NATO’ya, CENTO’ya bağlılığınızı belirten cümleyi duyunca daha da rahatladım.” 8

Buradaki Amerikancı Selim Sarper’dir ve 27 Mayıs subayları tarafından kendisine “emperyalistlerle ilişkileri düzgün götürür” kaygısıyla dışişleri bakanlığı önerilir. Sarper öneriyi gecikmeli olarak, muhtemelen, danışması gereken yerlerle temas ettikten sonra kabul eder. Bakanlar Kurulu listesi daha önce başka bir bileşimle açıklanmış olmasına karşın, ikinci bir bildiriyle “isim tashihi” yapılır ve Selim Bey bakan olur.

Burjuva siyasetinde Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilericilik atfedilen bir dilim 1930’lar, ikincisi ise 27 Mayıs’tır. Bu ilericilik türünün içinde anti-emperyalizm motifi bulunmamaktadır. 30’larda sosyal devlet boyutu değil, milli burjuvaziye yolu hazırlama vurgusu ağır basan bir kamuculuğu sol renklerle boyamaya çabalayan aydınlara karşılık, düzenin Türkçü-ırkçı denemelere yöneldiği görülür. Sovyet dostluğu ise İkinci Dünya Savaşının bitiminde kesinkes tarihe gömülecek, emperyalizmle ilişkilerde herhangi bir tereddüde yer kalmayacaktır. 27 Mayıs’ta ise, yukarıda işaret edildiği gibi, belki de zihinlerin en berrak olduğu başlık ABD ile ilişkilerdir. Geride kalan yılların onlarca uygulaması eleştiri bombardımanına tabi tutulurken, Türkiye’nin sömürgeciliğe karşı mücadele veren hareketleri, Üçüncü Dünya’nın bağlantısızlar hareketini ihmal eden, hatta Kıbrıs için İngiltere sömürgesi olmayı tercih etmiş olan çizgisinin dokunulmazlığı hassasiyetle korunur. Mazeret komünizm hayaletidir!

Kuşkusuz batıyı totemleştiren tutum ile halktan mal kaçırma geleneği arasında güçlü ve derin bir bağ bulunuyor. Emperyalizmle uyumun milliyetçilik veya yurtseverlik diye yutturulmasını, komünizm heyulası bile tam olarak sağlayamayacağından, kitle boyutunun uykuda tutulması siyasetin temel ilkesi haline getirilmiştir. Maksadın halkı solculuktan sakınmak olduğu gerçeği ile çember tamamlanır… Türkiye’de burjuva siyasetinin milli değerler/yurtseverlik başlığında gösterdiği tutuklukta da aynı sol korkusunun izini görmek mümkündür.

Sonuç yerine

“Osmanlı İmparatorluğu hokkabazdır, Miss, dedi. Kaldırımından mektebine kadar her şeyini Avrupalılar görsün diye yapar. Beyoğlu’nda yaptığı caddeler, üç kıtadaki bütün Türkiye kaldırımlarına müsavidir.” 9

Mithat Cemal Kuntay’ı izleyerek hokkabazlık adını verebileceğimiz bu geleneği, Osmanlı’nın çözülüş döneminden de gerilere, belki İstanbul’u fethetmek yoluyla “Doğu Roma İmparatoru” olma arayışına kadar götürülebiliriz. Hokkabazlığın Cumhuriyete neredeyse olduğu gibi aktarıldığından da kuşku duyulmamalıdır. Aradan geçen onyıllar ortaya bir davranış kalıbı çıkartmıştır. Bugün kalıpların üstüne ABD mi AB mi damgası vurulduğunun bir önemi bulunmuyor.

Bu yapıdan, milliyetçiliğin veya yurtseverliğin halkla buluşan herhangi bir versiyonunun çıkma şansı yok. Burjuva siyasetinin, yalın ve kısmi düşmanlara (Yunanlılara, Kürtlere…) karşı militarist kampanyalar körüklemek dışında, milliyetçi bir ideolojiyi toplumsal hareketlenme ve bağlanma yaratmak amacıyla kullanmayı aklından geçirmesi imkansızdır. Bu anlamda ideolojik belirsizlikler, kapitalist Türkiye’nin karakterine işlemiş. Söz konusu davranış biçimi sorunludur, çünkü Türkiye’nin toplumsal yapısı 20. yüzyıl başlarındaki “cehaleti” çok gerilerde bırakmış, en az yarım yüzyıldır modern sınıflarla, kentlerle içli dışlı olmuştur. Kapitalistleşmenin ideolojik/kültürel boyutları, sınıf egemenliğini sürdürmek için düzenin güçlü ideolojilere yönelik ihtiyacını belirginleştirmektedir. Bu noktada irili ufaklı seçenekler arasından sivrilen, istenmeyen bir çocuk olarak İslamcılıktan başka elde avuçta pek bir şey yoktur. İhtiyacın Kemalizm veya genel olarak pragmatizmle giderilmesi de mümkün olmaktan çıkmıştır. Toplumu biçimlendirmek yönünde aktif olarak göreve çağrılan Kemalizm öncelikle güçlü bir yönetim modeline dayanmak isteyecektir; ama askeri müdahalelerin model olmaktan çoktandır çıktığı bir Türkiye’de yaşandığı da unutulmamalıdır. Günümüzün ulusalcı ve ulusal solcularının, öznesiz ve rotasız darbe çığırtkanlarına dönüşmeleri de bu açmazı yansıtmıyor mu? Pragmatizm ise son olarak 12 Eylül’ün düzlediği zeminde Özal’ın dillendirdiği köşe dönme çağrısında toplumsallaşabilmişti…

Ve (kitleleri hareketlendirmek söz konusu olduğunda) “ideolojisiz” düzen, çeşitli başlıklarda yolun sonuna gelmiş görünmektedir. Emperyalizm ile uyumun önündeki pürüzlerin giderilebilmesi için İstanbul’da şimdilik dört bombanın patlaması gerekmiştir. Elbette Kasım ayındaki saldırıların tek açıklaması bu değil, ama dökülen kanların bir uyum sorununu çözmekte işe yarayacağının tasarlandığı barizdir. Türkiye kapitalizminin eskiden “psikolojik savaş” yani provokasyon yeteneği vardı, şimdi bu kirli aletin kullanım imtiyazı yitirilmiş bulunuyor. Kıbrıs’ta, Kürt sorununda Türkiye kapitalizmi uzatmaları oynamaktadır. Kaç seçimi daha Denktaş’ın kazanabileceği sorusunun yanıtı belli olduğu gibi, dakika hesabıyla Kürtçe yayının, ne gönüllü ne zoraki birlik yönünde kimseye tek adım attıramayacağı da açıktır.

Türkiye’de burjuva siyasetinin gelenekleri, sol için anlamlı bir beslenme kaynağı ve/veya dönüştürülecek malzeme ifade etmemektedir. Bu yazının başlarında söylendiği gibi, kimse ülkenin geçmişinde saklı bir modelden, anti-emperyalist bir cephaneliğe ulaşılacağını hayal etmemelidir. Bu tablonun sol için zayıflık anlamına geldiği ise yanlış bir yargı olacaktır. Burjuva siyasetinin bıraktığı boşluklar ne kadar genişse, solun yalnızca müdahale alanı büyümekle kalmamakta, bu müdahalenin toplumu sarsma ve ürün elde etme olasılığı da o denli artmaktadır. Milliyetçiliğin bu denli sorunlu olduğu bir toprakta, solun yurtseverlik başlığında düşebileceği tuzaklar azalmakta, cüretli açılımların ufku genişlemektedir.

Dipnotlar

  1. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1976, s. 102-104
  2. Kazım Karabekir’den aktaran Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 273-274 (dipnot)
  3. Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Sander Yayınları, 2. baskı, İstanbul, Ocak 1983, s. 321
  4. Osman Deniz, Parola: Harbiyeli Aldanmaz, YKY Yayınları, 2. baskı, İstanbul, Kasım 2002, s. 141
  5. Deniz, a.g.e., s. 144
  6. Deniz, a.g.e., s. 177
  7. Deniz, a.g.e., s. 340
  8. Sinan Oluş, Parola: İnkılap, Kaynak Yayınları, İstanbul, Temmuz 2003, s. 166
  9. Kuntay, Üç İstanbul (Bir Ermeni genci Amerikalı kadına anlatıyor), s. 606
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×