AKP şiddeti nerede uyguluyor?

Download PDF

Robinson, Cuma’yı ‘elde kılıç’ köleleştirdi. Kılıcı nereden aldı? Robinson Crusoe masalının hayalî adalarında bile, şimdiye kadar kılıçların ağaçlarda yetiştiği görülmemiştir.”[1]

Türkiye’de karşı-devrimin önündeki en büyük engel ’80 öncesinde solun toplumsal-siyasal planda kazandığı mevzilerdi. Karşı-devrimci enerjinin unsurları, büyüyen Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları ve anti-komünizmin gereksinimleri sayesinde canlı tutuluyor, Türkiye bu sınıfsal dengeler içerisinde devrim ile karşı-devrimin çekiştiği mecrada yolunu bulmaya çalışıyordu.

Sınıf siyaseti Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodlarını gerçek bir hesaplaşmanın konusu yaptığı ve bu alanı kapatabildiği ölçüde Türkiye toplumunun gelecekte vereceği kavganın koordinatlarını da belirleyen güç oluyordu. Fakat 12 Eylül, Türkiye’de karşı-devrimin hazırlık dönemeci olarak, toplumsal dokunun kökten değişimi için atılmış büyük bir adım oldu. 12 Eylül’den AKP’nin iktidara gelişine uzanan süreç solun hem Türkiye’de hem de dünyada aldığı darbeyle baş etme dönemi olmuş, siyasi arenanın diğer unsurları da güç kaybına ve sadeleşmeye uğramıştı. Böylece AKP bir misyonun aktörü, iktidarın en güçlü alternatifi olarak kendini gösterdi.

AKP ardı ardına gelen hamlelerle bir yandan Türkiye’yi burjuvazinin ve uluslararası sermayenin istediği rotaya yerleştirirken devlet mekanizmasını da misyonunun gerekleri doğrultusunda yeniden biçimlendirdi. Siyasetin kurumları, partileri, kadroları ve nihayet koca hukuksal düzen davalarla, parlamento manevralarıyla dönüşüme uğratıldı. Fakat hiçbir karşı-devrim toplumsal dokunun kendisine yönelmeden, orayı kökünden değiştirmeden başarıya ulaşamazdı. Düzen siyasetinin diğer aktörleri bu doğrultuda cüretli adımlar atabilecek yapılanmaya, enerjiye, felsefeye ya da “uygun kıyafet”e sahip değildi. AKP ise kuruluş felsefesi gereği bu misyonun temel aktörü olduğunu kısa sürede gösterecekti.

Ancak ne kadar örgütlü olursa olsun bir burjuva partisi sadece kendinden ve tepesine yerleştiği devlet aygıtından ibaret bir araçlar toplamıyla böyle bir misyonu yerine getiremez. AKP’nin yeni yasalara, kolluk güçlerine, yönetme biçimlerine ihtiyacı vardı ve hukuksal düzenin dönüştürülmesi toplumsal dokuyu dönüştürmenin zeminini de sunmaktaydı. AKP’nin Türkiye’nin toplumsal dokusuna darbe üstüne darbe vurması gerekiyordu, doğrudan görünmeyen bu alanda şiddet uygulamalıydı; fakat siyasi iktidarın doğası her darbenin öncesi ve sonrasıyla belli bir meşruiyete oturmasını da zorunlu kılıyordu. AKP bu meşruiyeti, karşı-devrim bu olanağı oy-yasa-polisten ibaret bir mekanizmayla sağlayamazdı. Karşı-devrimin toplumsal ajanlara da ihtiyacı vardı.

Bu ajanların kimler olduğu ve marifetleri artık Türkiye’nin ezberine yerleşti. Halbuki bu da yeterli değildi. Misyon partisi aracılar yardımıyla bile olsa toplumun sinirlerine müdahale ediyordu ve bunun refleks üretmesi kaçınılmazdı. Türkiye toplumunun, misyon partisinin bu darbeleri karşısında nasıl gerildiğini ve patlamalar ürettiğini 20 yıl boyunca gözlemledik. Türkiye sadece AKP’ye kalsaydı bu büyük gerilimin belki de düzenin temellerini yerinden oynatmaya başladığını görecektik.

Fakat bütün toplumsal işleyiş, sadece ideolojik dokunuşların ürünü olamaz. Burjuva siyasi iktidarın işleyiş biçiminin ideolojik mekanizmalarla doğru ritimde bir araya getirilmesi gerekir. Bu işleyiş biçimi bugün düzen siyasetinin iki cephesinde vücut buluyor. Düzen siyasetinde farklı partilere, cephelere ve muhalefete ihtiyaç bulunduğunu, bir tür “oyun etkisi”nin düzen açısından gerekliliğini fark etmek zor değil. Hatta tek partinin yönetiyor gözüktüğü dönemlerde bile iktidardaki parti belli bir muhalefet dinamiği, hiç değilse “düşman” olarak imleyeceği belli bir karşıt cephe bulmak zorundadır. Bu karşıtlık ilişkisi bazen sınır ötesinde aranır, bazen bizzat toplumda “içimizdeki” düşman olarak işaretlenir; ama bir burjuva iktidar kapitalist toplumsal yapının gerilim üreten dinamik doğasını kendisi de seçenek yaratmadan dizginleyemez, yönlendiremez.

Halbuki Türkiye’de söz konusu iki cephenin birbirlerine karşı konumlanışı düzen siyasetini ayakta tutmakla kalmıyor karşı-devrimin yerleşme koşullarını da yaratıyor. “Düzen Partisi”nden bahsediyoruz. Düzen Partisi’ni, aralarında gerçek bir fark bulunmayan ve aslında düzenin devamlılığı konusunda anlaşmış partiler olarak anlıyoruz çoğunlukla. Düzen Partisi, burjuva düzenin partisi; işçi sınıfının, devrimin ve sosyalizmin karşıt partisi… Oysaki Düzen Partisi ideolojik-siyasal bir işaretlemenin, karşıt belirlemenin bir aracından ibaret değil. Düzen Partisi teorik açıdan da üzerine yeniden düşünülmesi gereken bir kavram özelliğine sahip.

Kavramın kökeni 1848 devriminin sarstığı, karşı-devrimin yerleşmeye çabaladığı bir döneme ait. 1848 devrimi işçi sınıfını siyasi arenaya taşımış, burjuvazinin aklını başına getirmiş ve ancak devrimci bir iktidarın yerleştirebileceği demokratik düzenin en başından ölü doğmasına, burjuvazi tarafından terk edilmesine neden olmuştu. Devrimin yenilgisini karşı-devrim rüzgarı izlerken siyasi arena ikisi de monarşi isteyen Orleanist ve Lejitimist partilerin müdahil olduğu geçiş sürecinde kilitli kalmıştı. Burjuvazinin yeni düzeninden tiksinen monarşist ikili, bir monarşi partisi ancak kendi hanedanının iktidarını isteyebileceği için karşı karşıya gelmekteydi ama bir bütün olarak parlamentonun ikinci büyük partisi olmaya da devam etmekteydi. Düzen, bu iki partinin uzlaştığı noktada değil, tam da uzlaşmamalarının yarattığı girdap sayesinde ayakta kalıyordu. Düzen Partisi, yeni düzenin düşmanı olan bu parti tam da Fransa’da kapitalizmin ve burjuva düzeninin varlık zeminini yaratıyordu. Buradaki asıl espri, ikilinin monarşide anlaşması değil; siyasi partilerin ya da aktörlerin öznel niyetlerinden, ihtiraslarından ve amaçlarından görece bağımsız bir toplam etkinin nasıl oluştuğunda bulunuyordu.

İşte siyasi arenadaki manevraların yarattığı girdabın toplumsal yapıya nasıl etki ettiğine odaklanmadan karşı-devrimin nasıl yerleşebildiğini de anlamanın yolu bulunmuyor. Türkiye’de karşı-devrim, karşı-devrimci olmayan partiler sayesinde yerleşiyor. CHP’nin AKP olmaması işe yarıyor! Ve AKP, CHP karşıtlığında ne kadar içten olursa olsun ve gerçekte CHP’nin varlığı olmadan adım dahi atamayacağını bilsin ya da bilmesin düzen siyasetinin başta bu iki partinin karşılıklı hamleleriyle ayakta durduğu, Türkiye’de karşı-devrimin bu toplam etkinin ürünü olarak yerleştiğini vurgulamamız gerekiyor.

Siyasette ikili durum kendi “üçüncü momentini” yaratıyor. Öte yandan, “ikili durum” siyasetten ibaret değil. İktisadi ilişkilerden meşruiyet sorununa, hukuksal düzenin dönüşümünden şiddet sorununa uzanan bir ortak çarpan.

Engels Tarihte Zorun Rolü olarak bilinen notlarında Almanya’nın tepeden dönüştürülmesinin anlamını irdelerken Bismarck’ı espriyle “yeterince devrimci olmadığı için” eleştirir. Alman burjuvalar kendi göbeklerinin bağını kesemiyorken, kendi meclislerinden ve kadrolarından yüzlerini çeviriyorken Bismarck ulus siyasetiyle burjuvazinin temel ihtiyaçlarını gideriyor, bir yandan da işçi sınıfına ulusal planda ortak mücadelenin kapısını açmış oluyordu. Ama öte yandan Alman soylu sınıfının basıncı varlığını koruyor, Bismarck ise “Prusyalı karakterinin” gereği olarak hem meclis hem de hukuksal düzen anlamında ikilik ve uyuşmazlıklarla dolu bir yapıyı zorlamaya devam ediyordu. Ancak bu ikilikler, “düzensiz düzen” Almanya’da burjuvazinin kendi işlerini görmesini, kapitalizmin serpilmesini engellemedi; aksine, tam da Almanya’nın tepeden dönüşümünü mümkün kıldı. Geçiş döneminde gözle görünür hâle gelen ikilikler esasında siyasetin hukuksal ve toplumsal düzeni zorlama noktalarıydı. Bismarck Alman ulusunu birleştirmek için dışarıda ve içeride şiddet uyguluyordu; oysaki iş gerçek toplumsal dönüşümleri yerleştirmeye gelince şiddetin ölçüsü mütevazı kalıyordu. Bismarck’ın anti-sosyalist yasalarıysa sosyalizmin önünü kesebilmekten uzaktı.

Gerçek şiddet açıkça görülemeyen, toplumsal dokunun içine işlemiş özelliklerin dönüştürülmesiyle ilgiliydi. O halde, çıplak gözle görülen-hissedilen zora ve ikna mekanizmalarına, hukukun buradaki işlevine gelmeden önce şiddetin aslî unsurunun nerede uygulandığına daha dikkatle eğilmek durumundayız.

Devrimlerin mantığında da ilginç bir ikilik bulunur. Devrim, görülebilecek en şiddetli dönüşümdür: Eskiyi ortadan kaldırmak ve yeniyi kurmak, toplumsal işleyişi tepeden tırnağa değiştirmek her alanda zorlama gerektirir. Oysaki hiçbir devrim yeterince şiddet uygulayamaz. Devrim, doğası gereği hep eksik şiddettir. Devrim, işe siyasal iktidarla, devlet mekanizmasıyla ve hukuksal düzenle başlar; ancak, zihinleri ve alışılagelmiş olanı dönüştürmek o kadar kolay değildir. Marksist literatürde siyasal ve toplumsal devrimin ayrılığı şeklinde izah ettiğimiz bu ikilik her devrimin bir yandan varlık sebebi bir yandan da asıl baş belasıdır. Tarihte pek çok devrim tam da yeterince şiddet uygulanamadığı ya da şiddetin aslî unsuru keşfedilemediği noktada kendini yeniden üretme zorluğu çekmiş, biçimsel olanın sınırlarını aşamamış ve geriye dönüş de böyle başlamıştır.

Devrimin toplumsal yapıyı dönüştürmek için ayağını bastığı zemin yine toplumsal yapıyı boydan boya kesen bir ikiliktir: Devrimci iktidarın tiyatro sahnelerine, partiler arası diyaloğa ihtiyacı yoktur. Devrim bir sınıf adına dönüşüm demektir: Devrimin düşmanı karşıt sınıftır ya da eski toplumsal düzen kendini nerede canlı tutuyorsa orasıdır. İktisadî düzen dönüştürülür, hukuksal değişiklik ise dönüşümleri yönetmek, yeni toplumu kurmak ve devamlılığını sağlamak için referans işlevi görür. Biçimsel zorlama, hukuksal normlar mevcut toplumsal dokuyu yırtmak ve yeniden işlemek için bir araçtır; ancak bu zorlama kalplerin ve zihinlerin kazanıldığı ahlakî-etik alanın yerini tutamaz. Yırtılan toplumsal dokuyu örmek, yenisini yaratmak son tahlilde ideolojik bir işlemdir, ideolojik bir “zor”a ihtiyaç duyar.

Ancak “zor”, ona biçimsel olarak erişebildiğiniz ve orada sabit kalabildiğiniz bir “moment” değildir. Sopayı elinize aldığınız an esasında sopanın indirildiği anı aşan bir boyutun içerisine girmişsinizdir. Zor, ona ulaşıldığında her zaman kaçan ya da başka bir boyuta bürünen işlemdir. Zor, kararlı noktasını bulmanın tam olarak mümkün olmadığı bir eşik değer gibi çalışır. Biçimsel zorun, görünüşte çok şiddetli gözüken bu zorun bazen amaçladığı yerin tam tersine varmasının nedeni budur. Polis şiddeti, yasaklamalar, cezalar bu zorlamaları ayakta tutan o öteki boyuta erişilemediği sürece aksine dönüşür. Bu nedenle bugün nelerin olup bittiğini anlamak istiyorsak zoru iknadan ayıranın ne olduğundan ziyade bu ikisinin birbirine nasıl dönüştüğüne, birbirine dönüşme anlarına ve mekanizmalarına kafa yormak zorundayız.

Bu durum hukuksal düzen için de geçerlidir. Nasıl “zaman” saf subjektifken “saat” objektif bir referans noktasıysa ancak her zaman öznel-subjektif boyutu gereksindiriyorsa, hukuk ve norm da her zaman için hukuka sığmayan bir boyuta işaret eder. Burada basitçe hukuk maddelerinin yorumlanma boyutundan ya da hukuksuzluktan bahsetmiyoruz. Hukuk doğası gereği ikilidir. Hukuk her zaman için moral ve etik boyutu, siyaseti, aktif özneleri ve hepsinin temelini oluşturan iktisadî ilişkileri imler. Hiçbir hukuksal düzen ya da normlar bütünü özneler ve özneler arası ilişki, bu aktif ve yapısal boyutun iç içe geçişi olmadan gerçeklik kazanamaz. Hukuksal düzenin hangi maddesinin meşru biçimde çiğneneceğine bile işte bu hukuka sığmayan boyut yön verir. Hukuk kendisinin nasıl uygulanacağına olduğu gibi nasıl çiğneneceğine de yol gösteren bir referans noktasıdır.

Ancak tarihten bağımsız evrensel referans noktaları yoktur. Yani “toplum sözleşmesi”ni pratikte ayakta tutan toplumsal maddi ilişkilerdir. Bugünkü hukuksal düzenin varlık sebebi kapitalizmdir. Sözleşme, eşdeğerlerin değişimini, belli bir eşitlik ilkesini önkoşul alır; ancak bu durum, ilkenin nasıl oluştuğu hakkında kolayca fikir vermez. Meta değiş tokuşu yüzyıllardan beri var olan bir iktisadî ilişki olarak sorgulanmadan kabul edilir. Mülkiyet, ticari faaliyetler hatta hırsızlık doğuştan kabul ettiğimiz, evrensel, doğal normlar gibi gözükür. Fakat bu kabul işlemi sadece bu normlar ağının içine kuşaklar boyunca doğmuş olmamızdan kaynaklanmaz. Burada aktif bir yön bulunmak zorundadır. Kapitalist iktisadî ilişkileri kapitalizm öncesinden ayıran temel özellik tam da buradan filizlenir. Kapitalizmde gerçek zor, şiddetin aslî unsuru, iktisadî olanın içine gömülü durumdadır. Bunun aktif biçimde nasıl gerçekleşebildiğini, nasıl dayatmadan ibaret olamayacağını anlamak istiyorsak özel türden bir metaya, emek-gücü metasına belki daha yakından bakmamız gerekir.

Emek-gücü metası, işçinin kapitalist ile “sözleşme” anında karşı karşıya geldiği bir sürecin parçasıdır. Bu özel tip sözleşme de doğası gereği ikilidir. İşçinin, üretebilme kabiliyetini kapitaliste sattığı an bir belirsizlik anıdır. Bu belirsizlik anında işçi ücret olarak aldığı miktarın eşdeğeri bir değer üretip üretmeyeceğini asla bilemez; çünkü gerçekten de daha “üretmemiştir”. Bu belirsizlik anı, geleceğe açılan pencere, aktif boyutun yaratıcısıdır. Bu noktada, işçi fazladan değer üretirken iplerin kendi elinde olduğuna dair de bir minimum özgürlük alanına sahiptir. Ama bu sırada gerçekleşen tek şey artı-değer değildir. İşçi kendi aktifliğine, içine doğduğu şartlara dair minimum moral kodları da edinmiş olur. Hukuksal normlar meta ilişkilerinin doğrudan izdüşümü değildir ya da hukuksal düzen meta değiş tokuşunun mantığına indirgenemez[2]; ancak, bu minimum moral kodların örneğin suç ve ceza anlayışımızı nasıl yeniden ürettiğini de fark etmek pek zor değildir.

Hukuksal düzen bir aldatmacaya, ama artık yapısal hale gelmiş bir aldatmacaya ayaklarını basıyor. Fakat ikilik, hukuksal düzenin bu ilk çıkış anından ibaret değil. Hukuksal düzen, devletin “saati” ve burjuva iktidarının hamle havuzudur. Hukuksal düzenin bir yüzü her zaman için siyasal olana bakar. Bu bugünkü anayasal düzenin işleyip işlemediği tartışması açısından oldukça önemlidir. Genel kanı, siyasi iktidarın bir yandan keyfî müdahalelerle hukuksal sınırları tanımadığı ancak bir yandan da özellikle günlük pratikte belli bir hukuka göre hareket etmek zorunda kaldığı; kayırmaca ve siyasi müdahalelerin rasyonel olanla iç içe geçerek bir ikilik doğurduğu üzerinedir.

Bu ikiliğin gerçek sonuçlarını sorgulamak yerine eski sosyal demokrat Fraenkel’in “ikili devlet” kuramını AKP Türkiye’sini anlamanın bir anahtarına dönüştürmek Birikim Dergisi’ne[3], buna yorum kazandırmak ise eski “evetçi” Orhan Gazi Ertekin’e düştü.[4] Fraenkel’in (nazilerin yükseldiği) kendi döneminde neden pek de ciddiye alınmadığı ise elbette pek sorgulanmadı. Türkiye’de sol adına yazıp çizenlerin liberal aşırmacılığını gördükçe, liberalizmin teorik ufuksuzluğundan bunalan Avrupa entelektüelinin nazilerin resmî hukukçusu, “düzen karşıtı” Schmitt’e duyduğu ilginin nedenini anlamak kolaylaşıyor. Öyleki Schmitt en azından siyasal olan ile hukuksal olanı ayrılmaz görüyor. Halbuki ikisi de iktisadî olanı ayrı bir alan olarak ele alıyor.

Liberalizm Üçüncü Reich’a baktığında hukuksal düzenin çelişkilerini, devlet mekanizmasındaki ikiliğin tam bir devlet edemeyişini görmek istedi. Sosyal demokrasi nazilerin yükselişinin ön gününde kendi manevralarını hukuksal olanın çerçevesine sığdırmaya ve hukuksal düzeni nazilere karşı korumaya çalışırken, naziler hukukun kendilerine sunduğu tüm olanakları değerlendirdikten sonra hukuka sığmayan alanı tüm hukuksal düzeni basınç altında bırakmak ve sonra da dönüştürmek için kullanacaktı. Karşı-devrimin “yasa”sı buydu. Fakat naziler özel mülkiyete, “iş dünyasının” işlerine ve hatta gerekmedikçe günlük hayatın karmaşık ilişkilerini düzenleyen hukuksal kurallara dokunmamıştı. Ama işler nazi ideolojisine, siyasal olana geldiğinde ipler mahkemelerin değil Führer’in elinde kalıyordu. Fraenkel bu resimden biri diğerinden göreli bağımsız ilerleyen iki alan, yani bir ikilik çıkarmıştı.

Halbuki bu ikilik, yani bir yandan burjuva sınıfa iltimas geçen, misyon partisinin siyasal hamlelerinin aygıtı olan hukuk ile “toplumsal sözleşme” anlamına gelen, bir takım işlerin düzene koyulması, günlük hayatın yönetilmesi için sahada olan hukuk arasında görünüşte var olan karşıtlık tam da hukuksal düzenin kendisini ayakta tutan ikilik oluyor. Asıl tartışma birinin diğerinden nasıl ayrı durabildiği değil, hukuksal düzenin bu iki yönünün birbirini nasıl desteklediği ve bunun toplam etkisi olmalı.

Hiçbir hukuksal düzenin hukuka sığmayan alan üzerinde egemenlik kurmadan işleyemeyeceğini söylemiştik. İşte hukuksal düzenin ikili yanı toplumsal düzenin ritminin ayarlandığı bu iki yakanın geçiş noktalarını yaratıyor. Evinize hırsız girdiğinde, işe başvuracağınızda, okula kayıt yaptıracağınızda ya da bireyler arası ilişkinin sayısız formundan biriyle karşılaştığınızda atacağınız ilk adım hukuksal düzenin gündelik alanı hangi kurallarla yönettiğini gözden geçirmek olur. Bu kuralların ne kadar doğru olduğu, kimler tarafından ne kadar esnetildiği bu aşamada önemli değildir. Önemli olan bu kurallar olmadan bu ilişkilerin yönetilemeyecek olmasıdır. Burjuva düzen, son tahlilde iktisadî gelişkinliğinin bir ürünü olarak karmaşık toplumsal ilişkileri kurallara bağlar. Bu karmaşık ilişkilerin anarşinin kol gezdiği bir keyfiyete bağlanması mümkün değildir. Burjuva düzeni imleyen “düzen” fikri, istikrar arayışı bir ayağını mutlaka buraya basar. Toplumsal ilişkiler yönetilmeli, bireyler kendilerini öyle ya da böyle adresleyebilmelidir. Hukuksal düzenin bu yanı olmadan hukuksal düzenin suistimal edilmesi de mümkün değildir. Hukukun ikili yanı sadece birbirine geçişim yapmakla kalmaz, iki yanın biri diğeri olmadan yapamaz da.

Bunun siyasi iktidarın meşruiyeti açısından kapsamlı sonuçları bulunuyor. Örneğin siyasi iktidarların vatandaşını koruma yükümlülüğü ve daha da ilerlersek savaşlardan, iç düşmanlardan beklentileri bu ikiliğin uygun şekillerde işlevlendirilmesine bağlı. Ancak daha da ilerlemeden önce şiddetin aslî öğesinin nerede uygulandığıyla ilgili bir parantez açmamız gerekir.

Şiddetin, aslen, bireylerin etrafını saran ancak doğrudan görülemeyen toplumsal dokuda gerçekleştiğini söyledik. Fakat doğrudan görülemeyen alan John Carpenter’ın “They Live” filmindeki gibi, sadece bir gözlük takarak düzenin gerçek mesajının görülebileceği bir şey de değildir. Doğrudan görülemeyen alanın nasıl bir şey olduğunu en iyi özetleyen kavram belki de (zamanında epey tartışma da yaratan) “mahalle baskısı”dır. Kavramı Türkiye’nin gündemine sokan ve sonra da pişman olan Şerif Mardin idi. İyi bir liberal olarak Mardin, İslam’ın Türkiye toplumunun dokusunda edindiği güçlü yere ve bunun yarattığı gelenek etkisinin tehlikelerine işaret ediyor; fakat sonrasında (yine iyi bir liberal olarak) bu durumun AKP ile bağlantısının olmadığını söylemek zorunda kalıyordu: Türkiye’de AKP’den bağımsız bir mahalle baskısı mevcuttu.

Türkiye toplumunun genetiğine işlemiş bazı özellikler keşfedilecek, bunların yarattığı basınca bir isim verilecek ancak nasıl oluyorsa bunun kendi kendine gerçekleştiği ima edilecek… Liberalizmin bu top çevirme gösterisinin üzerine gidilmelidir. Mahalle baskısı vardır ve tam da misyon partisinin, İslamcılığın Türkiye’deki geçmişini arkasına aldığı ve karşısındaki muhalefeti buna onay vermek zorunda bıraktığı bir sürecin ürünü olarak yerleşmiştir. Mahalle baskısı Türkiye’de karşı-devrimin yerleşme sürecini en iyi özetleyen kavramdır. AKP şiddetin aslî unsurunu Türkiye toplumunun dokularında tahribat yarattığı esnada kullanmıştır. Asıl becerisi ise siyasi arenada karşısında konumlananları buna mecbur bırakabilmesindedir. Evet, yazının başındaki ikiliye geri dönüyoruz. Misyon partisi ile karşısındaki alternatifin karşılıklı hamleleri Türkiye toplumunu bir alternatifsizliğe sürüklerken, misyon partisinin karşı-devrimci hamlelerinin Türkiye toplumunun dokusuna dek uzanmasının önü açılmıştır.

Düzen Partisi’nin işlevine zaten değindik ama bu sefer sürecin “alternatifsizlik” yönüne dikkat etmeliyiz. Genel kanının aksine karşı-devrim AKP’nin korku salan hamleleri, polis baskısı ya da hukuksal düzenlemeleri yüzünden yerleşmiyor. Karşı-devrim, Türkiye toplumunu alternatifsiz ve arafta bırakan bir etki sayesinde varlık kazanıyor. Deyimi ödünç alıp kullanacak olursak, Türkiye toplumu korkunun değil bir tür anksiyetenin, kaygının içine düzenli olarak ittiriliyor.

Bunu anlamanın en iyi yolu, biçimsel şartları sonuna dek zorlamak ve “sınır koşulları”nda çalışmaktır. Şiddetin en açık hâli savaştır. İnsanların birbirini boğazladığı, varlık ve yokluğun uğrağında yaşayıp gittiği bir zaman dilimi gerçekten de en “zor” an değil midir? Halbuki savaş meydanında da bir tür “sözleşme” bulunur. Kimse kimseyi daha fazla mermi sıktığı ya da daha acımasız davrandığı için kınamaz. Savaşın hedefi de az çok bellidir. Alternatifiniz ise elinize silah alıp savaşmaktır elbette. Öte yandan, savaş alanındaki asıl şiddet bu amaç anında, kalplerin ve zihinlerin kazanıldığı, açık şiddetin öte yakasında uygulanır. Amaç boşa düştüğünde, moral yıkıntı başladığında eldeki zor yönteminin geri tepmesi, bir yenilginin iktidarı tepetaklak etmesi de bu yüzdendir. Büyük bir savaşın kaybedildiği ancak iktidarın değişmediği örnek dünya tarihinde çok nadir bulunur. İktidar, halkını dış düşmana karşı koruyamamıştır, verdiği sözleri tutamamış, meşruiyetini sıfırlamış ve başka bir alternatife kapı aralamıştır. İşte bu başka alternatifin silikleştirildiği her an yıkıntının kalıcılaşmasını, varlığının toplumsal dokuya işlenerek kalıcı kılınmasını sağlar. Bunu misyon partisi tek başına yapamaz; çünkü misyon partisi bu noktada zaten tükenmiş ve yalnız kalmıştır. Asıl işlev onunla dans eden ve Düzen Partisi’nin bileşenlerini oluşturan diğer unsurlardadır.

Kapitalizm, bu türden sahte alternatifleri belli bir sistematiğe oturtabildiğinden, bunu mümkün kılan bir işleyişe sahip olduğundan bireysel özgürlük alanını hukuki düzenin normlarıyla bağlantılandırabiliyor. Antik Yunan ve Roma’da özgürlüğün toplumun bazı üyelerine mahsus olduğu genel kabule sahipti. Burjuva toplumun modern devleti ise her bir bireyi kendi karşısında eşit olarak konumlandırıyor, iltimas alanını ise bu eşitliğin kurulduğu biçimsel hukukun sınırları ötesine taşıyordu. Seçme işlemi market düzeninin doğasına gömülüydü. Seçim yapmak kendinde bir özgürlük alanı olarak kabul ediliyordu. Neyin seçildiği, seçme işleminin toplam etkisi ve kurgusu ise göz ardı ediliyordu. Mantık demokraside de işledi. Demokrasinin, çoğulcu ve seçimci özelliklerle tarif edilmesi, bunun dokunulmaz bir özgürlük alanı olduğunun toplumsal hafızaya yerleştirilmesi bir yönüyle iktisadî ilişkilerin etkisinin ancak bir yönüyle de burjuva siyasi iktidarın kendini var edeceği koşulları kendisinin yaratmasının ürünüydü. Kapitalizm öncesinde efendinin köleye uyguladığı “subjektif zor”un yerini kapitalizmdeki “objektif zor” aldı.

Ve “ikilik” yine karşımıza çıkarılacaktı: Toplumsal düzenin yönetilmesi gerekiyordu ve bu da vatandaşların el sıkıştığı, aktif katılımlarını sunduğu belli bir mekanizma olmadan mümkün değildi. Demokrasinin mekanizmalarının alternatifi var mıydı? Devlet kendi başına çalıp oynayamayacağına ancak anarşiden de bir düzen çıkmayacağına göre yolumuz seçim yoluydu. Ancak bu yol da usulünce kullanılmalıydı, herkes kurallara dikkat etmeliydi. Gerçek ise kayırmacanın, sömürünün, minimum kuralsızlığın bile ancak bu kurallar bütünü sayesinde gerçekleşebileceğiydi. Biz kimi seçeceğimizle ilgilenirken, önümüze koyulan seçenekleri sorgulamayı unutmuş olacaktık.

AKP’nin hedeflediği de bu muydu peki? Örneğin, ancak kendisinin kazanabileceği bir seçimin koşullarını, bunun hukuksal düzenlemelerini yaratma denemelerinin AKP’nin hukuksal düzeni zorladığı temel an olduğundan emin miyiz? AKP’nin Anayasa’yı değiştirme hamleleri zaten var olan bir düzeni zorla tasdik ettirme ihtiyacından mı kaynaklanıyor? Bu sorulara dikkatle yanıt verilmesi gerekiyor.

AKP asıl şiddeti Anayasal düzenlemelerle kendini meşru kılma çabasında uygulamıyor. Bununla kalsaydı, yirmi yıllık geçmişi boyunca, bu hamleler kendi meşruiyetini çoktan ortadan kaldırırdı. Oysaki meşruiyet böylesi biçimsel zorlamalara sığamayacak kadar karmaşık dinamiklere sahiptir. Gerçekte AKP, Düzen Partisi’ni zorlayarak, daha doğrusu Düzen Partisi’nin toplumun dokularını zorlamasıyla önce kendi hamlelerini olağan kılıyor, yani hukuksal düzenlemelerin tartışılmasını ve bu tartışmanın tüm toplumu dönüştürmesini mümkün kılıyor.

Burjuvazinin ihtiyaçlarının enerji verdiği karşı-devrim, “karşı-devrimin yasaları” Düzen Partisi’nin unsurlarını kendi kuklası gibi oynatıyor. Karşı-devrim, misyon partisinin her “ileri” hamlesinde Düzen Partisi’nin de tepki ürettiği fakat bu tepkinin toplumsal dokuda yansımalar yarattığı dönemeçlerin ürünü olarak yerleşiyor. Bu işlemde bir tekrar boyutu bulunuyor.

Siyasetin kurumsal işleyişinde atılan büyük adımlardan toplumsal dokunun mikro yüzeylerine uzanan dönüştürme işleminde karşımıza çıkan tekrar, bizi bir kez daha doğrudan erişilemeyen alana, mahalle baskısına, alışkanlıklara götürür. Toplumsal dokunun her zorlanışı hukuksal düzenin sabit kurallarının hukuka sığmayan alanla ilişkisinin de zorlanışı anlamına gelir. Fakat zorlama, bu iki alanın değişim geçirmediği türden bir karşılıklı ilişkiyi ifade etmez. İki alanın karşılıklı ilişkisi bizzat hukuksal düzenin kendisinde tepkiler üretir, hukukun çok başlı bir görüntü vermesine neden olur. Öte yandan, bu durum hukuksal düzenin işlemediği anlamına gelmez. Hukuksal düzen tam da bu şekilde işlemektedir.

Peki ama tam olarak nasıl?

Hukuksal düzen, hukuka sığmayan alandaki önsel kurallara yaslanır. Hiçbir ticari sözleşme ticaret yapan taraflar belli bir karşılıklı ilişki geliştirmeden, asgari güven ortamı oluşmadan ve daha da ilerlersek bu güven ortamını ayakta tutacak maddi ilişkiler ağı sistematik bir biçimde örülmüş olmadan varlık kazanamaz. Asgari güven ortamının ve nihayet bunun formel karşılığı olan yazılı kuralların doğuşunun arka planı hile, dolandırıcılık veya iki tarafın da çok memnun kaldığı takas denemeleriyle doludur. Ancak karşılıklı ilişkilerin sistematik hâle gelişi bireylerin hangi hırslarla, hangi arzular ya da amaçlarla hareket ettiğini aşan ve bunları yerli yerine oturtan nesnel-öznel bir yana sahiptir. Kapitalist toplumsal Düzen, neredeyse bu aktif, “çılgın” özneleri kendi amaçları için kullanır. Bu sistematik, nesnel yan bir kere oluştuğunda “subjektif şiddet” bundan böyle bireylerin üzerindeki “objektif şiddet”e dönüşmüş olur. Kapitalizmde sistematiklik kazanan maddi ilişkilerin belirleyiciliği tekrarların alışkanlığa, geleneksel kurallara ve en sonunda da hukuksal forma dönüştüğü anlara bakıldığında fark edilebilir. Bu nedenle, Amerikalı komünist şarkıcı Woody Guthrie’nin dediği gibi “bazılarının sizi altıpatlar ve bazılarınınsa sadece bir dolmakalemle”[5] soyabileceği bir düzen ortaya çıkmış olur.

Benzer bir deneme-yanılma, alışkanlığa ve ezbere dönüştürme süreci “dil”in oluşumunda da gözlemlenebilir. Bugünkü haliyle dil, soyut karakterlerden oluşan ve karakterlerin soyutluğu itibariyle görsel-işitsel kökeninden tamamen kopmuş ve yapısal hale bürünmüş dil, ancak bireyler arası ilişkide uzun bir deneme-yanılma sürecinin, alışkanlığa dönüştürme işleminin sonucu olarak meydana çıkabilmiştir. Dilin bu soyut hâli bir kez oluştuktan sonra belli bir sistematiğe kavuşur, belli bir iç “yasa”ya sahip olur. Halbuki bu durum dile sığmayan alanın varlığını ortadan kaldırmaz. Nasıl biçimsel zor bir eşik değer gibi çalışıyor, oraya varıldığı anda başka anlamlar ifade edebilecek bir dönemeç işlevi kazanıyorsa, nasıl emek-gücü metası emeğin henüz gerçekleşip değer üretmediği geleceğe açılan bir pencere özelliğine, bir belirsizlik alanına sahip ise dilin sözcükleri de ağızdan çıktığı anda hangi sözcüklerle ilişkileneceğine, kimlerin bu ilişkiyi kuracağına ve bunun hangi koşullarda gerçekleşeceğine bağlı olarak bir tür belirsizlik alanına sahip olur. Dil, bu belirsizlik alanını hedeflediğinde müthiş bir güce kavuşur. “İğneleme”, doğrudan ifadeden çok daha şiddetlidir. Belirsizlik alanının sonuçlarını bir de ayrıca tuzak noktalarında gözlemleriz: Bir kavram, örneğin politik doğruculukla yüklenmiş bir deyiş dönüp dolaşıp tam da ortadan kaldırmaya çalıştığı şeyi, ırkçılığı, nefreti, sömürü ve egemenlik ilişkisini yeniden üretir hâle gelebilir ve sıklıkla gelmiştir de.

İşte hukuksal düzen de hukuka sığmayan, ancak bireyler arası ilişkinin pratik anlarında varlık kazanan belli bir önsel anlaşmışlığın ürünü olarak formellik kazanır. Yeni işe başladığınızda, iş ortamının işleyiş kuralları daha siz başlamadan önce elinize tutuşturulmuştur. Öte yandan gerçek kurallar, ve bu arada elinize tutuşturulan formel kuralların hangi kısımların çiğnenip esnetilebileceği de, ancak iş ortamının atmosferini hissettiğinizde, kolektif faaliyet içerisinde belli bir deneme-yanılma sürecinin ürünlerini topladığınızda belirginlik kazanır. Bu yüzden de sınıf mücadelesi her zaman politik bir yana sahip olarak ve aslen doğrudan erişilemeyen bu alana yönelerek başarı kazanabilir. İş sözleşmesine uygulanan şiddetin aslî unsuru, işçilerin kolektif olarak başka bir tanesini zorladığı anda gerçekleşir. Fakat buradaki ince noktanın üzerinden atlamamamız da gerekir: Sözleşme, mücadelenin ritmini belirleyen biçimsel bir referans olmayı sürdürür. İşte bu yüzden sınıf mücadelesi, politik mücadele hukuk dışı olanı değil, hukuksal olanla hukuka sığmayan alan arasındaki belirsizliği hedefler, bu ikiliği kendi egemenliğini tesis etmek için “suistimal” eder. Ve evet, bu işlem de mutlaka bir tekrar boyutuna sahip olur. Sınıf bilincinin gelişimi salt tekil patlamaların değil, pratikler silsilesinin ve belli bir stratejinin ürünü olarak mümkün hâle gelir.

Halbuki, bunun tam tersi de mümkündür. Tekrar, karşı-devrimin yerleşmesini sağlayan temel “stratejidir”. AKP’nin bir hamlesi değil, yaşanılan bir seçim yenilgisi de değil; tüm bunların sistematik hâle getirildiği siyasi kurumsallık, Düzen Partisi’nin partiler üstü etkisi geriye gidişin önünü açıyor. Ve bu nedenle eğer karşı-devrimden kurtulunmak isteniyorsa tam da bu kurumsallıktan tamamen kurtulmanın yollarının “zor”lanması gerekiyor.

Peki karşı-devrim kitlelerin aktif katılımını tam olarak nasıl sağlıyor?

Seçimin ya da formel düzenlemelerin buna yetmeyeceğinden bahsettik. Belki de Althusser’in çok bilinen örneğine, “polisin seslendiği” uğrağa geri dönmeliyiz. Polis size “hey sen!” dediğinde, kendi hâlinizde yürüdüğünüz mekan ve zaman bir anda değişir; bir tür suçluluk duygusu, “ne yaptım acaba?” düşüncesi ve dolayısıyla size seslenen devlet görevlisinin, devletin otoritesinin kabulü duygusu saliseler içerisinde içinize yerleşir. Bu aşamada olup biten, basitçe “korku” olarak tarif edilemez. İdeoloji, korkunun değil belirsizliğin ve “kaygı”nın mevcut olduğu ortamda gerçek atışını yapabilir. Oysaki seslenilen kişide oluşan kaygı yalnızca bir çağırma işleminin, bu pratik uğrağın ürünü olamaz. Kişide, kişinin öznel ve aktif katılımını sağlayan bir boyut, alışkanlık ve tekrar halihazırda gerçekleşmiş olmalıdır. Mahalle baskısı, bir anlamda, tanımı gereği kendi varlığını önkoşul olarak sunar. Mahalle baskısının oluşabilmesi için yazılı olmayan ama belli bir suç tanımının da yine belli bir aktif yoklama sürecinin, denemelerin ürünü olarak ortaya çıkmış olması gerekir. Polisin sizi gayrımeşru ilan edebilme kabiliyeti, zor kullanma izni biçimsel şiddeti önceler. Bu meşruiyet ortadan kalktığında biçimsel şiddetin kendisi de “eşik noktasına” varmış demektir.

Bunun yanında, tekrar, yalnızca Düzen Partisi’nin karşı-devrimci dönüşümün politik şartlarını hazırlayışında ve toplumsal dokuya uygulanacak şiddeti kılavuzlayışında karşımıza çıkmıyor. Mahalle baskısının içselleştirilişindeki aktif yanda, toplumu oluşturan bireylerin, öznelerin kendi kimliklerini yaratışında da temel rolü üstleniyor. Tekrar olmadan alışkanlık ortaya çıkmaz; alışkanlık ve benimseme aşamasına varılmadan ne kimlik oluşabilir ne de özne hareket kabiliyeti kazanabilir. Özne, temas kurduğu toplumsallıkla ve orada yer edinmeye başlayan değerlerle sürekli kavga edemez. Tolerans ve normalleşme basıncı, toplumsal ilişki kurmanın belli bir anında özneyi yalnızlaştırır, bunaltır. Üstelik bu basınç salt korkunun ürünü de değildir. Kimse sadece polis sopasıyla, hukuksal düzenin kuralları öyle gerektirdiği için ya da “düşman”, o kişiyi “zor”ladığı için belli bir eyleme girişmez; ve şiddet bu biçimsel aşamada kaldığı sürece kabullenme süreci de yarım kalır. Korku ancak alternatifsizlikle buluştuğu anda gerçek şiddetin yaratıcı unsuru olabilir. Ve aslında tam da bu anda korku başka bir şeye, belirsizliği imleyen ve orayı hedef alan bir şeye dönüşmüştür bile: Kaygı, içinde fazla kalındığında özneyi eylemsizliğe ve en sonunda da kabullenmeye ittirir.

Öte yandan, aktif yanın tek sonucu kabullenme ve normalleşme olmak zorunda değildir. Öznenin yaşadığı geçiş sürecinin bir yanı “isyan” da olabilir. Mahalle baskısına, kurulu düzene ve toplumsal ilişkilerin yönetiliş tarzına direnç göstermek toleransı önceleyen uğraktır. O halde aktif yanın, karşıt politik hamle için nasıl organize edilebileceği, bir başka ifade ile “isyan hakkı”nın, düzen değişikliği talebinin hukuksal düzenle ilişkisine de açıklık kazandırılması gerekiyor.

Fark edilebileceği gibi, isyan hakkı ile hukuksal düzen arasındaki ilişki dönüp dolaşıp meşruiyet sorununda düğümlenir. Sınıf mücadelesinin, hukuksal düzen ile hukuka sığmayan alan arasındaki belirsizliği hedeflemesi, buraya şiddet uygulaması gerektiğini söylemiştik. Peki bu şiddetin meşruluğuna nasıl karar veriyoruz?

Soru bizi yine bir ikiliğe götürüyor. İsyan hakkı, toplumsal düzenin hukuksal-moral-etik özelliklerini temel araştırma konusu yapan hukukçuların ve düşünürlerin elbette ki temel sorunuydu. Örneğin Kant’ın asıl rahatsızlık noktası isyanın çelişkili doğasıydı: İsyan eden birey ile hukuksal düzenin yeniden üreticisi olan, toplumsal sözleşmenin tarafı olan birey çelişki demekti. Meseleye “ikili devlet”in açmazlarını da dahil edebiliriz: Hukukun ikili yanına temas eden birey bir yandan gündelik hayatın işleyişini yöneten kurallar sayesinde kendisini adresliyor, işlerini görüyorken ve açıkça bu kurallar bütününü tanıyorken, aynı hukukun başka bir yönüne isyan ettiğinde çelişkiye düşmek durumunda kalıyor; çünkü beğensin ya da beğenmesin bu iki yan birbirinden ayrı var olamıyor.

Mesele açık ki modern devlette eşitler olarak toplum sahnesine çıkan bireylerin bireysel eylemlerinin bir “ortak yarar”da nasıl buluşturulacağında bitiyordu. Kant, bireyin “çılgın” eylemlerinin kısıtlandığı, bireyin neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini tekrar vasıtasıyla öğrendiği, kısacası eğitildiği bir süreci ön plana çıkarırken bu kısıtlama anında kalmaktan kurtulamıyor, Rousseau ile benzer bir biçimde kısıtlama anının gereklerinin yerine getirilmesini ortak yararın varlık koşulu, başlangıcı olarak görüyordu. Ortak yararın bireysel eylemlerin toplamının ötesini gerektirişi, moral olan ile etik olan arasındaki ayrımda belirginlik kazanıyor ve böylece Hegel sunduğu yeni kavrayış biçimiyle tartışmayı bir adım ileriye taşıyor, hukukun formel kurallarının ötesini, hukuka sığmayan alanı ve hatta “isyan hakkı”nı temel dikkat konusu yapıyordu. Halbuki Hegel kendi sunduğu kavrayış biçiminin sonuçlarından kaçınıyor, “sivil toplum”u kesen sınıfsal çizginin bir ölçüde etrafından dolaşıyordu. Fakat bunun da ötesinde, bir adım daha atılmalı ve tartışma politik iktidarın bir sınıf iktidarı olarak hukuka sığmayan alanı, “etik yaşam”ı ya da daha önce ifade ettiğimiz şekliyle “mahalle”yi nasıl biçimlendirdiğine doğru ilerletilmek durumundaydı.

Marx’ın “Düzen Partisi” bu noktada ufuk açtı. Toplumun ortak değerleri ve bu ortak değerleri biçimlendiren siyasi iktidarın vadettikleri, toplumun belli kesimlerini dışarıda bıraktığında isyan hakkı güncellik kazanacaktır. O halde yapılması gereken isyan hakkının toplumsal dokunun yırtıldığı noktalara müdahale edebilir, yani örgütlü kılınmasıdır. İsyan hakkı mevcut düzenin alternatifini ayakta tutmalıdır. Düzen Partisi karşı-devrimin esas aktörüyse, hedef Düzen Partisi olmalı; karşı-devrimin yerleşmesi bir alternatifsizliğin ürünüyse alternatifin kendisi olunmalıdır.

Vergilius, Dante’nin “cehennem”deki rehberi, “Eğer gökleri oynatamıyorsam, yeraltının güçlerini harekete geçireceğim.[6] demişti. Gökleri kazanmanın tek yolu bulunuyor: yeraltını harekete geçirmek.


Dipnotlar

[1] Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yay., 1979, s.34.

[2] Sovyet hukukçusu Paşukanis hukuksal ilişkilerin meta ilişkileriyle neredeyse birebir örtüştüğü bir mantık çerçevesinde düşünür. Dolayısıyla hukukun da devlet gibi “sönümlenmesi” gerektiği sonucunu çıkarır. Fakat Paşukanis’i fazla kolaycı bulmadan önce tarihin seyrine daha dikkatli bakmamız gerekiyor. Sorun Paşukanis’in Marx’ın Gotha Programı notlarından devşirdiği esaslar değil yalnızca. Gerçekten de meta düzeninin, kapitalist üretim ilişkilerinin kökünün kurutulamadığı noktada hukuksal üstyapının bundan er ya da geç etkileneceği sonucu doğru bir sonuçtur. Fakat eksiklidir. Birincisi, hukukun formel yanı toplumu dönüştürmenin bir aracı olarak kurgulanabilir ve bu açıdan tekrarlı müdahalelerin, politik yönün belirleyiciliğine açılır. Ama öte yandan meta ilişkilerinin tek etkisi hukuksal düzleme değildir; daha da fazlası hukuka sığmayan alan üzerinedir. Ve Sovyetler Birliği asıl sorunu burada yaşamıştır. Bu alan, yani önsel kurallar formel hukukun varlık koşullarını üretir. Sovyet yönetimi bu iki alanın ikiliğini devrimci bir zorlamayla ele alamadığı, “suistimal” edemediği için koca toplumsal yapıda arızalar baş göstermeye başlamıştı. Ancak zaten devrim, asla yeterli olmayan bir sürecin ismi olarak bu ikisi arasındaki gerilimi sürekli ama sürekli çözme iradesiydi ve sorun da buydu.

[3] Fraenkel’in kitabını Tanıl Bora çevirdi, İletişim Yayınları bastı. Birikim Dergisi’nde ise düzenli bir biçimde “Fraenkel yazıları” çıkmaya devam etti. İki örnek: Barış Özkul, “İkili Devlet”, 20 Haziran 2020. Serdar Tekin, “Diktatörlük kuramına bir katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet”, Birikim, Sayı:354.

[4] Orhan Gazi Ertekin’in “‘İkili Devlet’ bize ne söyler?” başlığıyla Duvar’da 6 Kasım 2020’de yayınlanan yazısı.

[5] Woody Guthrie’nin “The Ballad of Pretty Boy Floyd” adlı şarkısından.

[6] “If I can’t influence powers above, I’ll move Acheron’s waters.” Aeneid, VII-312. Oxford University Press, 2007.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×