AKP’yle “Mücadelenin” Dünü, Bugünü

AKP’yi tek başına iktidara ve giderek Cumhuriyet tarihinde az görülen bir “uzun süreli” yönetime taşıyan 3 Kasım 2002 seçimleri, pek çok açıdan yeni ve beklenmedik bir olay olarak gerçekleşti.

İslamcı siyasal partinin tarihindeki bu ilk “iktidar” deneyimine başka ilkler de eşlik etti.

Esasen Cumhuriyet’in 70 yılına damga vuran “sosyalizmli dünya”nın 1990’lı yıllarda son bulması, bir düzeni olmasa da yeni bir dünya halinin ortaya çıkması zaten “ilkleri” çağıran bir durumdu.

Türkiye gibi sınıf mücadelesinin, bölgesel ve küresel rekabet ve çatışmalarla birleştiği bir ülkede, koşulların önemli bir değişiminin, ülkeyi kökünden sarsması da çok doğaldı.

Öte yandan “değişen dünya” başka bir şeydir, fizik kurallarının değişmesi, söz gelimi yer çekiminin ortadan kalkması başka bir şey.

Bir islamcı partiyi (piyasacı, liberal, Amerikancı, küreselci, AB’ci gibi sıfatları ekleyip eklemeyeceğimizin önemi bir yana) modern Türkiye’de tek başına iktidar sahibi yapan koşulların “apayrı”lığı mutlaka bir veridir. Bu “apayrılığı” fizik kurallarında köklü bir değişimden çok bu kuralların yarattığı özel koşulların yeni bir durum yaratması şeklinde yorumlamak gerekir.

İslamcılar:
Vazgeçilmeyen üvey evlat

1950’lerle başlayan bir 50 yıl boyunca dinci gericilik, tarikat, cemaat, aşiret zincirleriyle oluşturulan özel toplumsal hegemonya alanı, burjuva düzenin ve giderek emperyalizmin etkin bir unsuru oldu. Düzenin herhangi bir kurumu ve herhangi bir sınıfsal bileşeni, dinci gericiliği kontrol altına almanın ötesinde, ezmek gibi bir yolu benimsememiştir.

Öte yandan, 1960’lı yıllarda kendi bağımsız temsil mekanizmalarını oluşturma yoluna giden, daha doğrusu bu mekanizmaları partiler içinde güç merkezleri ile değil de ayrı partilerle oluşturan dinci gericilik, daha 1970’lerde kendi siyaseti ile düzenin iktidarına ortak olabilmişti.

2002 seçimlerine kadar bunun bir adım ötesi sözkonusu değildi. Daha doğrusu, “söze” konu olabiliyordu (büyük sermayenin 1994 yerel seçimlerinin ardından Refah’ın bir parti olduğu, her parti gibi, parlamenter “yarışma” prensiplerini benimsediği sürece iktidar da olabileceği hatırlatmaları) ama gündemde olamıyordu.

2002 seçimleriyle adlı adınca bir islamcı parti Türkiye’de iktidarın ortağı değil kendisi oldu.

Seçimlerin ardından, büyük sermayenin ve medyadaki büyük merkezlerin bu gelişmeyi olağanlaştırma çabası gözlerden kaçmamıştır.

AKP, tek başına iktidardadır, barajlı seçim sisteminin yarattığı garipliklerin de katkısıyla, aldığı oy oranıyla oldukça orantısız sayılabilecek bir meclis hakimiyetine sahiptir ve “Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti, anayasanın değişmesi talep bile edilemeyecek ilkelerinden laikliği yıkmaya yeminli olduğu düşünülen bir parti”nin ellerindedir.

Sermaye örgütlerinin ve sözcülerinin bu duruma yaklaşımı birkaç maddede özetlenebilir: Birincisi, 3 Kasım’da zafer kutlayan islamcı parti ulusal ve uluslararası düzen güçlerine bağlılık, onlarla uyumluluk (ılımlılık denilen başka ne ki) gibi konularda garanti altındadır. İkincisi, bu islamcı parti bir başka islamcı partiyi yıkarak ortaya çıkmıştır. Ertuğrul Özkök’ün deyişiyle, “Türkiye Erbakan kabusundan kurtulmuştur.”1 Üçüncüsü, Türkiye “niye bir de bunları denemesin”dir.

Sermaye cephesinden verilen tepkilerin AKP’nin “ayarlarına” dönük kesin güvencelerle bir ilgisi olsa gerek. Sakıp Sabancı’nın “İkinci Özal trenine biniyoruz” sözleriyle ifade ettiği coşkusu çaresizlik, iyimserlik ya da aptallıkla açıklanamaz.2

Öte yandan, sermaye cephesindeki AKP angajmanının çok fazla satır aralarına sıkışan bir boyutunu ihmal etmemek gerekir: 2000’li yıllarda Türkiye kapitalizminin “yönetilebilir” olması için iş görecek ideolojik enstrümanlarda tükenme ve kısırlık yaşanmaktadır. Düzen solu, merkez sol popülizm gibi adlar verebileceğimiz kemalist/sosyal demokrat yapı, bir yandan çok hırpalanmıştır. Haklı bir gururla “Türkiye’yi komünizmden ben kurtardım” diyen iki genel başkana birden (İnönü ve Ecevit) sahip olan CHP, bazen gerçekten bir “sol terör örgütü” muamelesi görebilmiştir.

Bir başka açıdan da çok yıpratılmıştır. Hareketli ‘70’lerde sola kayan dinamikleri kontrol altında tutma misyonu CHP’ye verildi. Faşist şiddetin çileden çıkardığı halkı “şiddet odaklarını dağıtma” umuduyla teskin etme misyonu da. Bu misyonlarla donatılan CHP’ye, Maraş katliamı sonrasında solun tepesine binecek sıkıyönetimi ilan etme görevinin verilmesi ne zalimliktir!3

Sivas Katliamı da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Erdal İnönü, sendikacıları, Alevileri, sol kemalist öğretmenleri ve büzüşmüş sosyalist grup, örgüt ve aydınları “eğlendirme” görevine talip olurken, alnını Sivas’ın duman karasına, kan kırmızısına bulamayı planlamıyordu herhalde.

“Salt milliyetçilik” için de durum farklı değildi. 2000’li yılları kendi başına ideolojik yetenekleri çok sınırlı olan milliyetçiliğe “yürü” denilerek geçmek herhalde mümkün olamazdı.

Birbirinden çok farklı tepkiler veren uçlarıyla Türkiye solunun bu gelişme karşısındaki teorik zaafları bu ölçüde bir farklılık barındırmamıştır.

2002’deki birinci AKP zaferine soldan bakışı özetleyerek hatırlatacağım.

“Bizim yapamadığımızı yaptılar?”

Sosyalist solun önemli yöntemsel boşluklarından birisi şu: Siyasi yapıların programlarını ve sınıf ilişkilerini kolaylıkla geri plana itip, devletle karşılıklı konumlanışlarını esas alan çözümlemeler yapmak. Bunun sola dönük liberal saldırının sonucu olduğunu düşünmek de doğru olmaz. Eski bir huydur ve demokratizm olarak özetlenebilen bir konumlanışın ürünüdür.

Recep Tayyip Erdoğan hapse atılmıştır. 28 Şubat’ta “derin devlet” Refah Partisi’nin hükümet ortaklığına darbe yapmıştır. Devletin sahipleri, islamcı kadrolara “ikinci sınıf siyasetçi” muamelesi yapmaktadır. Yani islamcı siyaset, düzenin “merkez” unsurlarından birisi değildir, yer yer “düzen dışı” sayılabilecek konumlara açılmaktadır. Bu yoruma göre…

2002 seçim sonuçlarına soldan gelen ilk tepkilerde bu yaklaşımın izlerini bulmak mümkün. AKP’nin “başarısı” ile solun başarısızlıklarını karşılaştırmak, tam olarak bu arızanın ürünüdür. Devlet baskısı ile durdurulmaksa, islamcılar da aynı baskıdan payını alıyor, böylece şunu söylemek mümkün olabilmekte: İslamcılar bizim yapamadığımızı yaptılar!

“Bizim zamanında yaptıklarımızı yaparak başardılar” da aynı cümlenin başka bir ifadesi.

Düzen dışı solun, bir düzen partisi olarak AKP’nin emperyalist projeler içindeki yerini, geleneksel siyasetin yaşadığı sıkışmaya dönük çok boyutlu bir proje partisi olmasını, sermayenin mutlak onayıyla iktidara yürümüş olmasını ve tüm bunları “bağımsız” varlığına rağmen değil, aslında bu bağımsızlık sayesinde yapabilmiş olmasını görmemesi acıklıdır.

“AKP, islamcılığına indirgenebilir”

AKP’nin 2002 zaferinin ardından sol yorumcuların önemli yanlışlarından birisi AKP’yi “dinci parti” kimliğine indirgemek oldu. Bunun bir yanıyla, liberal solun pompaladığı siyasal körlüğe tepki olduğu düşünülebilir. Gerçekten de marksist sınıf çözümlemesini pek çok konuda ikincil görebilen liberaller ve liberal etkili demokrat solcular, sıra islamistlere geldiğinde “sınıf terimleriyle” konuşmaya başlayabiliyordu. Sınıf terimleriyle konuşulduğunda “aydınlanma” burjuva devriminin bir boyutuydu ve burjuva aydınlanmacılığı işçi sınıfı siyasetinin asal bir ekseni olamayacağı gibi, dinci gericilik kendi başına bir siyasal hedef haline getirilemezdi.

Bu tür görüşlere dönük tepkisellik bir yana, islamcı gericiliği hedef alırken, onun çağdaş sınıf mücadeleleri içindeki konumlanışını dikkate almamak önemli bir güçsüzlük kaynağı olabildi.

AKP iktidarının ilk iki yılının bu açıdan sol dirence atılmış ters köşe golleriyle dolu olduğunu söyleyebiliriz.

Avrupa Birliği kartını, yani aslında bir tür batıcılığı, doğu toplumunun aşağılık komplekslerine de hitap edecek şekilde kullanan AKP, kendi “büyük doğucu” zeminini hiç hırpalamadan onu “dinci gericiliğine” indirgeyenlerle başa çıkabildi.

Geride bıraktığımız 14 yıla baktığımızda ise emperyalist merkezleri “dinci” tehlikeye karşı uyaran ve AKP’nin uzun süre önemli avantajlarından olmuş bir ittifak zincirini bununla kırabileceğini sanan bir muhalefet tarzına “bir kısım” solun da ortak olduğunu görebiliyoruz.

AKP’yi “islamcı” kimliğine indirgeyenlerin bir bölümü bununla mücadeleyi düzen karşıtı kalıcı bir mevzilenmenin oluşturulmasına öncelikli görebildi. İslamcı partiyi defetmek birinci görevse, islamcı parti bizim için bir “baş çelişki” kaynağı ise onun sınıfsal bağları önemsizleşebilir, iş emperyalist merkezlere “islamcıları” şikayet etmeye kadar vardırılabilirdi.

Bunun bir zıt eşinin de olduğu herhalde açıktır: AKP’yi “islamcı” kimliğine indirgeyebilen bazı kötü marksistler, bu partiyi sınıflar mücadelesinde anlamlandıramamış, iş bazen Doğu ya da Anadolu kimliği taşıyan devrimci bir ittifak içinde islamcılığa yer vermeye kadar gitmiştir.

“AKP, Amerikancılığına indirgenebilir”

AKP’nin bir proje partisi olduğu saptaması, tartışma konusu yapılabilir. İnceltmelere, eleştirel yorumlamalara açıktır. Öte yandan “AKP’nin bir proje partisi olmadığının anlaşıldığı” gibi bir saptama, bir siyasal incelik, derinlikli bir analiz olarak yutturulamaz.

AKP bir proje partisidir. Öte yandan projenin “malzemesi” bütünüyle emperyalist merkezlerin öz envanterinden çıkma değildir. Türkiye gibi bir ülkede bir “proje partisini” etkili ve yararlı kılacak olan en önemli içsel özellik, onun bağımsız tarihsel kimliği ve bu bağımsız hatta oluşturduğu toplumsal birikimdir.

İki taraftan da aynı şeyi görmek mümkün: Amerikancı bir proje partisi olarak AKP’nin varolabilmesi onun “kendi” bağımsız niteliklerine bağlıdır, bu bir taraf. Ve diğer taraftan da, AKP’nin kendine has “bağımsız” niteliklerinin varlığı, onun bir Amerikancı proje partisi olarak görülmemesi için bir neden değildir.

Tüm bunların ışığında, AKP, Amerikancılığına indirgenemez. Bu indirgemeyi bir hamlede yapabilenlerin, başka bir konjonktürde AKP’yi neredeyse “Amerikan karşıtlığına” indirgeyivermesine dikkat çekmek durumundayız.

Özetle, “ılımlı islam” emperyalizmin antikomünist cephaneliğinde yer bulmuş ama kendi “organik” bileşenleri yok sayılarak değerlendirilebilecek bir şey değildir.

Emperyalizmin, islamcı oluşumlarla ilişkisinde ortaya çıkan bol gelgitli ve karmaşık görüntüye de bu söylenen ışığında bakılabilir. Emperyalizm, dinci gericiliği hiçbir zaman gözden çıkarmayacaktır. Bu gericiliğin kendi tarihsel hedef ve temellerinin olmadığı anlamına gelmez. “Amerikancılık” bu açıdan islamcı gerici parti açısından bir genetik özellik, bir başlangıç noktası olmaktan çok bir tarihsel zorunluluktur.

“Anadolu sermayesi… falan”

AKP’nin siyaset yaptığı zeminin “popüler” tanımlamaları yapılabilir. AKP gibi bir parti için, programı, temel sınıfsal angajmanı, kime hizmet ettiği gibi başlıklarda “sermaye partisi” dışında bir tanım yakışıksız olacaktır. Tekelci sermayenin kapitalist Türkiye’deki hükümranlığı altyapıda ve üstyapıda kurulmuş mekanizmalarıyla bir veridir. Sermaye sınıfının herhangi bir kesimi, büyük tekellerle çatışma içine giremez. Üretimin, finansın, giderek rantın ve spekülasyonun merkezinde duran büyük tekeller, “kapitalist” sözcüğü içine giren tüm sosyal-ekonomik tabakaların ipini elinde tutar. Sermayenin büyüğü, küçüğü için bir rol modelidir! Sermayenin büyüğü, küçüğü için varlığını devam ettireceği ulusal ve uluslararası koşulların asıl sağlayıcısıdır.

Bu, sözgelimi AKP’nin siyaset yaparken, özel bazı sosyolojik duyarlılıkları kurcalamayacağı ya da ülke burjuvazisi içinde bazı dikey hareketlenmelerin siyasal temsilciliğine soyunmayacağı anlamına gelmez.

Esas olan, yukarda söylediğimizdir. AKP’nin 2002 zaferini sermaye sınıfı içinde bir hesaplaşmanın, giderek taşların yerinden oynadığı, güç dengelerinin yeniden oluştuğu bir “son kavga” girişiminin ifadesi olarak görmek büyük yanlış olmuştur.

Bu yanlış, karşıtına da kolaylıkla yol vermiştir. AKP iktidarının “geleneksel sermaye kesimlerinin,” Türkiye kapitalizminin temel direği olmuş büyük tekellerin hakimiyetiyle bir hesaplaşma olabileceği yanılsamasını yaşatan yöntem hataları, sonraları yeni bir tür “siyasal sermaye” kesiminin etkinlik kazandığının, kapitalist birikim ve kâr kütlesinden aldığı paydaki artışla konumunun nitel olarak değiştiğinin görülmesine de aynı şekilde engel olmuştur.

Birbiriyle çatıştığı, siyasal hakimiyet, kültürel ağırlık ve ekonomik güç kavgası verdiği varsayılan kesimler, hep birlikte yine emeğin ve emekçilerin üzerine çöreklenmiştir.

Ve sonrası…

Buraya kadar AKP’nin 2002 seçimleriyle gelişi sırasında ve sonrasında yapılan değerlendirmeleri, bu partinin sistem içindeki rolüne ilişkin sol yorumları ve buna bağlı mücadele perspektiflerini hatırlatmaya çalıştım.

Bu yazının asıl amacı bir muhasebe çıkarmak, geçmişte kalmış bazı çözümleme, yorumlama ve mücadele hatalarının tasnifini yaparak, unutulmuş faturaları hatırlatmak değil.

AKP’yle ilgili sol yorumcunun farklı konum alışlarının ne tür sonuçları olduğuna değinmek ve esasen “yeni dönemin” AKP ile mücadele başlığındaki tekrarlarını göstermek niyetindeyim.

Bir ön kabülüm var: 2002 – 2013 arasında yapılan temel teorik ve politik hatalar, bugün tam aksi yönden tekrarlanıyor. 2002’de AKP’yi düzen siyasetinde (ama düzen siyasetinde) yeni ve önemli bir açılım olarak görmemeye neden olan hatalar, bugün de düzen siyasetinin sorunlarını AKP’ye indirgemede karşımıza çıkıyor.

2002’den bu tarafa doğru ilerleyerek tartışalım.

“Yiyin birbirinizi”

Bu ifade Birgün gazetesinin ünlü manşeti. Ergenekon operasyonlarını yerli yerine oturtan, AKP’nin bir yeni düzen operasyonu olarak gören, “kendi derin devletlerini yaratıyorlardı” diyen, hatta bunun ötesine geçerek, Ergenekon operasyonlarının islamcı diktanın kurucu hamlesi olarak tasarlanmış bir saldırı olduğunu düşünen çok sayıda insanın bu manşeti “çok yerinde” gördüğüne şaşırarak şahit oldum. Acaba farklı bir zamanda, farklı bir evrende, farklı manşetleri mi okumuştuk.4

Bu konu üzerinde çok durmayacağım. Dipnotta yer verdiğim Melih Altınok değerlendirmesine ek olarak bir de sözkonusu manşetin aldığı eleştirilerden sonra Birgün Pazar ekinde yayınlanan Editörden yazısından kısa bir yanıtı aktarabilirim:

Bizim yoldaşlarımız işkencehanelerde, hapishanelerde, şiddetin en katmerlisini yaşarken bile, hınzır olmayı, hınzırca eğlenmeyi, dayanışmanın keyfini çıkarmayı unutmamışlardır

(…)

Eğer dünkü manşetemizde, haberin içinde hassasiyetle değindiğimiz bir duyarlılığımızı, bu iktidardan pay alma, iktidarı tekeline alma kavgası sırasında İlhan Selçuk’un gözaltına alınışındaki gayri insaniliği yeterince hissettirememişsek özür dileriz yine de bizi yanlış anlayanlardan. (23 Mart 2008, Birgün Pazar, Editörden)

Solda oportünizmin en belirgin göstergelerinden birisi başka güçlerin ve egemen sınıf içi gerilimlerin açtığı kulvarda güç ve etkinlik kazanma çabaları. Bunun çeşitli örneklerini Ergenekon “devrimi” sırasında gördük. “Yiyin birbirinizi” tavrını, oportünist bir demokratik muhalefet dayatmasına direnç göstermesine rağmen, tarihsel sürecin solu fazlasıyla ilgilendiren boyutlarına dönük bir ciddiyetsizlik olarak görebiliyoruz. Düzen içi iktidar çatışmaları, farklı düzen partilerinin rol kapma çabaları, egemen sınıf içi hizipleşmeler, zaman zaman çok kanlı biçimler de alabilir. Ve her durumda bunlara ilişkin bir yorum “yiyin birbirinizi” olabilir. Öte yandan ülkenin bir yol ayrımına geldiği, ortada uluslararası boyutları olan koalisyonların olduğu, düzenin temel tercihlerinin masaya yatırıldığı bir “yeniden yapılanma” dönemi için daha ciddi ve derinliği olan politikalar üretilmelidir.5

Dünden bugüne

AKP’nin düzen siyaseti içinde bir arıza olarak görülmesi, neredeyse 2001’in politik kriz ortamına bir avuç islamcı siyasetçinin verdiği fırsatçı bir yanıt olduğunun düşünülmesi önemli bir sorundu.

AKP’yi iktidara taşıyan politik kriz, AKP projesinin ortaklarının geliştirdiği bir paketin parçasıydı. Bu paket tek iktidar alternatifi olarak AKP’yi içermiyordu. Ancak, AKP politik krizi kendisi için fırsata çeviren bir parti değil, düzenin ülke ve bölge ölçeğinde değerlendirilmesi gereken tıkanıklığı aşması için açılan yolun parçası yapılmış bir partidir.

Bu yol ayrımı o zaman yeterince önemsenmemiştir.

Bugün de masaya Tayyip Erdoğan’ın, Yeni Osmanlıcı dış politikanın yatırıldığı özel konjonktür benzer bir keyfilikle karşılanmakta.

2002 seçim sonuçlarını ve AKP’nin gelişini, düzenin anayollarının tıkanması olarak yorumlamanın, “seçimlerden önceki parlamentoda iktidar olan tüm partilerin meclis dışı kalmasını” düzenin yaşadığı bir sarsıntıdan ibaret görmenin maliyetleri olmuştur. 2001 krizinin, düzenin yapısal krizi ile bağları belirleyici değildir. 2001 krizi, oldukça kontrollü bir dönüşüm hamlesinin parçasıdır ve belki de “komplo” kelimesini bu ülkede en fazla hakeden olaylardan birisidir.

Bugün de, ülke siyasetine tarihsel eğilimler ve düzenin vazgeçilmezleri faktörlerini ihmal ederek bakmanın maliyetleri olacaktır. Belirsizliklerin, yerli ve uluslararası sınıf güçlerinin netleşmiş çerçeve projeleri ile hareket edemiyor oluşu, kaba ve fırsatçı “kaos” senaryolarına haklılık kazandırmaz. Mevcut belirsizlikler, “etkin” sınıf güçlerinin havada kalması, giderek siyasal süreçlerde bunlara dair belirlenimlerin önemsizleşmesi sonucunu kesinlikle vermeyecektir.

Demokrasi var dediler geldik

AKP’ye bakıştaki temel problemin kaynağı dün de bugün de aynıdır: Demokratizm. Türkiye’nin temel sınıfsal çatışma alanlarını, toplumsal sorunlarını ve çözümlerini “demokrasi sorunu” ile açıklamak, dün gerici yükselişi anlamaya engel oldu.

Bugün ise gericilikle mücadelenin iyiler ve kötüler naifliğinde bir tasnifle çerçevelendirilmesine neden oluyor.

AKP’nin geride bıraktığı yol, kendisi bir krizler ülkesi olan, uluslararası kriz dinamiklerine karşı duyarlılığı ona zayıf halka titrini kazandıran bir ülkede, sınıf mücadelesinin bastırılması ve devrimci güçlerin inisiyatifsizleştirilmesi ile tanımlanabilir.

Bugün AKP’nin ve belki daha doğrusu onun simge isminin önünde duran yolun aynı sonucu vermesi mümkündür. Sınıf siyaseti, buna engel olacak zenginliğe, bağımsız tavra ve tarihsel görüş açısına sahip olmak zorundadır.

Bunların fırsatçılıkla ikamesi ise sadece imkansız değil aynı zamanda zararlı ve ahlaksızcadır.

Dipnotlar

  1. 4 Kasım 2002 tarihli Hürriyet gazetesindeki başyazısından aktaralım:  
    O nedenle AKP, seçim öncesinde yabancı yatırım şirketlerine yaptığı ‘‘Road show’’ ziyaretlerini şimdi siyasi merkezlere de yaparak, bu ‘’İslamcı’’ etiketini hemen geçersiz kılmalı. Çünkü bu etiket Türkiye’ye yakışmıyor ve herkes biliyor ki, Türkiye’nin üzerinde duramaz.Üstelik bu seçimin çok önemli bir sonucu var. Türkiye ‘‘Erbakan kabusundan’’ kurtuldu. Yani sağ kesimde ‘‘Kadayıf laubaliliği’’ bitti.http://www.hurriyet.com.tr/bir-sakanin-ardindaki-duygular-107506 Kısa Link: http://goo.gl/o9d7ZR 
  2. 4 Kasım tarihli gazetelerden. Hürriyet: http://www.hurriyet.com.tr/is-dunyasi-ampul-yandi-icraati-gorelim-107455 Kısa Link: http://goo.gl/Dhd3n9 
  3. CHP’yi 1978’de hükümete taşıyan mavi dalgada Türkiye solunun, devrimci demokrat halk hareketlerinin bu parti için yaptığı çalışmanın yeri büyüktür. Öte yandan, sol “CHP’yi iktidara taşıyan bir destek” sunduğunu zannederken, aslında olan CHP’nin sınıf hareketi ve halk kesimleri içinde ciddi bir güç haline gelmeye başlayan solun bu yükselişini durdurmasıdır.2015 Haziran seçimleri sırasında aynı anda hem HDP’cilik, hem de CHP’cilik yapmayı başarmış, seçimlere yaklaşırken HDP’cilikte karar kılmış olan kimi “bağımsız sosyalistlerin” Ecevit’in ünlü mavi dalgasını hatırlatmasına şahit olmamız ise şeytanın bize “bu ülkede hiçbir şey değişmiyor” dedirtmek için yaptığı bir şaka olarak görülmelidir. 
  4. “BirGün’ün, Ergenekon Operasyonu’nun, diğer operasyonlar gibi düzenin yeniden yapılanma-arınma sürecine hizmet eden bir parodiye dönüşmesi tehlikesine dikkat çeken, operasyonun halen görev başında olan askerleri, siyasileri ve bürokratları da kapsayacak şekilde genişletilmesini ve böylece gerçek bir temiz ellere dönüşmesini öneren “Yiyin birbirinizi’ manşetini, ‘Bize ne diyorlar’ diye yorumladılar; yorumluyorlar da. …Dilimizde tüy bitti ama insan yine de sormadan edemiyor Taraf’ın holiganlarına: Yeterince açık mı anlatmıyoruz muyuz, yoksa başka bir niyetiniz mi var? (Melih Altınok, Birgün, 26 Ağustos 2008)Melih Altınok üzerine yaklaşık bir yıl sonra yazdığı bir yazıda Barış İnce bu satırlar için şöyle diyor: “Altına imzamızı atarız doğrusu… Gazetesinin politik fikirlerini ne de güzel yorumlamış da savunuyor Altınok. Hem de nasıl bir sürat ve agresiflikle…” 
  5. Anılan dönemde derinliksiz “fırsatçı” tavır olarak anabileceğim bir politika EMEP kanadından geldi. Bu politika sözkonusu hareketin o dönemdeki yayınlarından takip edilebilir elbette ama benim için çarpıcı olan bir özet aktarımda bulunacağım. 11 Eylül 2008 akşamı Hayat TV’de ÖDP, EMEP ve TKP’den temsilciler olarak bir tartışma programına katıldık. Programda söylenenler herhalde “sanal evrenin” bir yerlerinde vardır. Benim aktaracağım şeyse bu program sırasında Mustafa Yalçıner’le yaptığımız sohbetle ve program sonrasında Evrensel’de yayınlanan Vedat İlbeyoğlu imzalı yazı ile ilgili.2008 Eylül’ü Taraf gazetesinin genel olarak sola “çobanlık etmeyi” biraz abarttığı bir zamanı işaretliyor. Ergenekon dolmuşuna binmek ve AKP’ci liberal projeyi demokrasi adına daha coşkulu biçimde desteklemek konusunda gösterilen ikirciklilik bu zamanda Taraf’ın hedefi oluyor. Taraf saldırılarından o sırada Evrensel gazetesi de nasibini alıyor. Çok uzun olmayan bir süre önce Taraf’ın Genelkurmay açıklamalarıyla hedef alınmasına karşı destek eylemi yapmış olmanın burukluğu ile liberalizmle mücadelenin heyecanı içiçe geçmiş durumda. Ama yine de “Ergenekon’da sonuna kadar gidilsin” havası sürüyordu. Yalçıner, programda dile getirdiği bir yaklaşımı program arasındaki sohbetimizde biraz daha açtı. TKP’nin “devletin çözülmesi” analizini yanlış buluyordu. Düzen içi çatışmalar burjuva devletini dağıtıyordu ve bunda bir sakınca yoktu. Bu devrimci bir fırsat yaratacaktı! “Olsa dükkan senin” sözünü bu kadar içten bir kez daha söylemiş miyimdir bilmiyorum.
    Vedat İlbeyoğlu programdan kısa bir süre sonra Evrensel’de bu tartışmaya ilişkin bir yazı kaleme aldı. Yazının psikolojik ekseni, sözkonusu TV programının gereksiz bir yumuşaklık ile geçtiği saptamasına dayanıyor. İlbeyoğlu, “TKP’nin üzerine daha fazla gidilmeliydi” diye düşünüyor. Bu yazıdan birkaç paragrafı aktarmak istiyorum:
    “Ama asıl mesele Kuzulugil’in Ergenekoncu çeteciler için ağzından çıkan ‘Biraz da biz mi tepinelim bu adamların üzerinden’ sözlerindedir. ‘Adamlar’, Amerika’nın canını sıkıyorlardı gerekçesiyle ilişmeyelim garibanlara türünden bir ‘anlayışlı’ yaklaşımla korumaya alındıktan sonra, ‘biz kontrgerillanın bütününe karşıyız’ demenin ikna ediciliği de tartışılır herhalde.’ (İlbeyoğlu) ‘Ergenekon davası sonuna kadar götürülür mü gibisinden bir soru bizim derdimiz olamaz’ diyor. Neden? Çünkü bu dava gerçekten kontrgerillayı yargılamak amacıyla açılmamıştır. Elbette böyledir. Ama davanın bir bütün olarak kontrgerilla yapılanmasına genişletilmesini gerektiren bir sürü pisliğin verisi saçılmış ortalığa. Kayıtsız kalınabilir mi? Hayır diyor TKP’li, gücümüz belli, bir şeyi değiştiremeyiz, sonuçta AKP’nin işine yaramış oluruz!” (İlbeyoğlu) İlbeyoğlu’nun yazısı için bağlantı: https://www.evrensel.net/haber/218115/not – kısa link: https://goo.gl/TNaji7 İlbeyoğlu’nun yazısı ve programla ilgili polemik yazısı için bağlantı: http://haber.sol.org.tr/sabah-sabah/bir-tartisma-programi-ve-evrenselden-ilbeyogluna-haberi-188 – kısa link: http://goo.gl/KN920K