Aydın Çubukçu Neyi Teorize Ediyor?

 

Aydın Çubukçu, Özgürlük Dünyası’nın Haziran ayında çıkan sayısında “solculuk üzerine” bir yazı yazdı 1 . EMEP bir yana, Aydın Çubukçu’ya bu yazıyı yakıştırmakta oldukça zorlandığımı söyleyerek başlayacağım.

Ne Çubukçu’yu partisinden ayırmak niyetindeyim, ne de EMEP’in teorik siyasal yanlışlarından azade bir Çubukçu var kafamda. Sadece EMEP’in bir süredir kendine yol olarak belirlediği çizginin teorizasyonu amacıyla kaleme aldığını çıkardığım yazının “Çubukçu’nun bunun aslını biliyor olması, bunları yazmaması gerekirdi” denecek şeyler içerdiğini düşünüyorum.

“Sınıfın birliği” denilince sendikal birliği anlıyor olmak, ideolojik mücadele denilince “toplumun sınıflara ayrıldığını ve işçi sınıfının ayrı çıkarları olduğunu” söylemek, ideolojik yapıları birebir ait oldukları sınıflara indirgemek gibi gariplikler Aydın Çubukçu’ya yakışmıyor.

Çubukçu’ya değil hiç kimseye yakıştıramadığım diğer bir nokta da SİP ve SİP’liler hakkında uydurulmuş “hikayeler”. Yok “çember sakallı işçi görünce kaçarmış” “solcularla bir arada olmak ister, teorik laflarla konuşamayacağı halktan insanlarla konuşmaktan sıkılırmış”, “işçiyse çalıştığı işyerindeki işçi sorunlarını bir kenara bırakıp bireyselleşememenin yarattığı sorunlarla uğraşırmış, iş-yerindeki direnişle ilgilenmezmiş”…

İnsan yanlış düşündüğü için utanmayabilir ama çamur atmak utanılası bir davranıştır.

Türkiye solunda bugün “en geniş kitlelere siyasal ajitasyonuyla ulaştığı” tartışılamayacak olan bir partiyi ve onun üyelerini “dar solculuk”la suçlamak bence insanın bugün değilse yarın utanmasına neden olacaktır.

Bence insanlar “utanacakları işler yapmamalı, utanacakları sözler söylememelidir”.

Bunları bu yazının girişine yazmamın nedeni polemiğe burdan başlamayı uygun görmem değil. Sadece yazıyı kaleme alırken beni en çok zorlayan nokta bunlarla ilgili.

Bazen Çubukçu’ya yanıt verirken “bunları da yazmak ayıp mı oluyor acaba” diye düşündüğüm, “bunları biz de biliyoruz” der mi dediğim yerler oldu. Samimiyetle söylüyorum bu bana dert oldu.

Çubukçu’ya ve yazdığı yazıya hakettiği yanıtı vereceğim ama “Çubukçu bunu haketmiyordu” diye düşündüğümü söylemiş oluyorum.

Sol mu at çöpe

Aydın Çubukçu’nun yazısı sol “teriminin” ülkemizde anlam kazandığı kritik dönemeçlere ilişkin bazı çözümlemelerle başlıyor. Çubukçu, sol terimine özellikle 60’lı yıllarda yürütülen kimi tartışmaların anlam yüklediğini haklı olarak vurguluyor ve bu yüklenen anlamın fazla geniş olmasından yakınıyor.

“Bazı terimler tanımlamak istedikleri olayı, nesneyi olguyu ya da akımı açıkça tanımlamaktan çok karıştırırlar.”

“Örneğin kalkınma sorununda devletçiliği benimsemek, askeri, siyasi, diplomatik bakımdan Amerika’dan bağımsızlığı savunmak, sanat ve edebiyatta halkçı-gerçekçi, kültürel bakımdan Batıcı-Aydınlanmacı olmak, solcu olmanın ölçütleri gibiydi.

Siyasal bakımdan işçi sınıfının örgütlenmesi ve toplumsal hareketin öncü gücü olarak düşünülmesi, sermaye ve emek arasında net, kesin ayrım gözetmek ve emekten yana açık tavır koymak, işçi sınıfının iktidarını hedeflemek solculuğu tanımlamak için o kadar önemli görülmüyor, bunların sözü edilmiyordu” 2

“Öyleyse solcu terimi bir bakıma kapsadığı kavramları temel özellikleri bakımından belirsizleştirirken, kimi ikincil özellikleri öne çıkarmaktadır” 3 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Ne kadar solcu!

“Sol” teriminin sosyal demokrasinin, kemalizmin ya da laisizmin belirlenimi altında anlam kazanmış olmasına dönük bir eleştirellik! Sola anlam kazandıracak bir mücadelenin çağırıcısı olan bir yazının girişi için iyi giderdi. Solculuğun işçi sınıfı devrimciliği çizgisinin hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesi amacını gütseydi anlamlı olurdu.

Aydın Çubukçu’nun amacı ise başka. Sosyalizmi bir işçi sınıfı ekonomizmine indirgemek için önünde engel olarak gördüğü kimi “ideolojik – kültürel” değerleri solculuk sepetine koyup nehire bırakmak niyetinde.

“Sol kavramının bunca karışık, belirsiz ve kirletilmiş olduğu bir ortamda, işçilerin ve emekçilerin hareketini solcu olarak tanımlamak; bu karışıklığa katkıda bulunmaktan öteye geçemeyecektir.”

“Her ideoloji, toplumsal örgütlenme ve sınıf mücadelesinin hedefleri içinde oynadığı rol bakımından anlamlıdır” 4 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Yazının devamında açıkça ortaya çıkan bu hesap üzerinde ilerde fazlasıyla duracağım. Kalkınmacılık, laisizm hatta din karşıtlığı, bağımsızlıkçılık, aydınlanmacılık gibi “ölçütleri” bir kenara koyup “işçi sınıfının toplumsal ekonomik çıkarlarına” indirgenmiş bir mücadeleyi üstelik sendikaların kuyruğunda yürütmek için girilen bu yolun sonunu tartışacağım ama önce “ideoloji” meselesi üzerinde bazı teorik temizlikler yapmak gerekiyor.

“Solcu terimi”nden başlayabiliriz. Başta belirttiğim bir sıkıntımı tekrarlayacağım. Çubukçu’nun yazısında yer alan bazı noktalar “Çubukçu’ya gerçekten yakışmıyor” ve ben bu yazı ile polemik yaparken bunun sıkıntısını hissediyorum.

Solcu bir terim değildir. Solculuk da bir “terim” değildir! “Proletarya Diktatörlüğü” bir terimdir. Çünkü kendisi bir teorik bağlamda ortaya çıkmaktadır. Marksizm “proletarya diktatörlüğü”nü “kendi” oluşturduğu teorik çerçevenin içinde bir kavramlaştırma olarak geliştirmiş ve bu “terim” marksizm içinde teorik-ideolojik-politik konumlanmaların bir ögesi olmuştur.

Solculuk, “belli bir” teorik çerçevenin ya da bu teorik çerçeveye referansla oluşmuş ayrışmaların içinde anlam kazanmamaktadır. “Terimin” kökeni belli bir dönemin belli bir siyasal ayrışmasına ait olmakla birlikte (solda oturan montanyarlar vb.) artık bu kökenin de belirleyiciliği tartışmalıdır.

Solculuğun anlam kazandığı süreçler içinde örgütlü – “teorik” öznelerin, başta marksistlerin önemli katkıları olmakla birlikte solculuk artık “anlamı” üzerine tartışılabilecek bir “terim” değildir.

Söylediğimin tam olarak anlaşılması için ekleyeyim: Bir “terimin” anlamı üze-rine linguistik, etnografik, antropolojik ve hatta skolastik bir tartışma yürütülebilir. Solculuğun anlamı üzerine ise ancak “mücadele” edilebilir.

Mücadele edersiniz ve solculuğun anlamını belirlersiniz! Hatta daha doğrusu yeniden belirlersiniz. Büker, değiştirirsiniz.

“Bu terim çok kirlendi ve artık hiçbir şeyi açıklamaz oldu çöpe atalım, olmadı geriye itelim” demek de bir mücadele biçimidir! Böylesi bir mücadele biçimini biz örneğin “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramlar için benimsemiş durumdayız!

Solculuk için aynı “mücadele yöntemini” benimsemenin ne kadar “mücadeleci” bir tavır olduğu ise çok tartışmalıdır!

“İşçinin sağcısı, solcusu olmaz” diyerek başlayan bir söyleminse “bu solculuk terimini bir kenara bırakıp ’emek güçleri’ni birleştirecek bir ayrışma düzlemini benimsemek gerek” gibi bir noktaya ulaşması şaşırtıcı değildir!

Aydın Çubukçu’nun solculuk üzerine tartışırken yaptığı bir hata daha var. Kötü niyetli bir bakış bunu bir hata değilde bir ayak oyunu olarak görebilir.

Çubukçu solculuğun bir sınıfsal tercihe, bir sınıfsal ayrışmaya oturmadığı görüşünü dile getiriyor ve bilimsel sosyalist ideolojinin kendini tanımlamak için oluşturacağı referans çerçevesini buraya, sınıfsal ayrışmaya çekmek gerektiğini ortaya koyuyor.

Önce kendisininde çok iyi bildiğni zannettiğim bir açıklık: Bilimsel sosyalizm bir ideoloji değildir. Bilimsel sosyalizm marksizmin kendisidir. Bilimsel sosyalist “görüş” bir yanıyla “bir miktar ideolojik” olmakla birlikte daha çok bilim, siyaset ve örgüttür. “Solculuk eskidi” diyen bir görüşün “sosyalist ideoloji”yi atlayıp “bilimsel sosyalist ideoloji”ye geçmesi ise çok doğaldır!

Böylece “solculuk” üzerine yürütülecek mücadele “marksizmin siyasal araçlarla” kendini ortaya koymasına indirgenir. Marksizmin ise bir tür “işçiliğe” indirgenmesi bu tercihin mantıksal sonucudur!

Tam olarak anlatmaya çalıştığım, ideoloji dediğmiz zaman (sosyalist ideolojide içinde) objektif çıkarlara ilişkin objektif dünya görüşünün ötesinde şeyler söz konusudur. Bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının daha doğrusu işçi sınıfının öncülüğünde insanlığın kurtuluşunun bilimsel temellerini ortaya koyan bir görüşler bütünüyken, sosyalist ideoloji pek çok geçişmeyi barındıran bir hegemonya alanıdır. Böyle olmak zorundadır, çünkü mücadele ettiği burjuva ideolojiside böyledir!

“Somut olarak işçi sınıfı” işçilerin yarattığı efsanenin aksine kendi objektif (ve dar) sınıf çıkarlarından oluşan bir evrende soluk alıp vermez. Somut olarak tek tek işçiler ideolojilerin,,inançların, bireysel maddi çıkarların, maddi manevi umutların, piyangoların, lotoların, öbür dünyanın, meleklerin, kerhanelerin, ezikliklerin, büyüklük komplekslerinin, “benim babam büyük adamdı”ların, “benim oğlum büyük futbolcu olacak”ların, “İsmet Paşa zamanında musulu bırakmayaydıların evreninde yaşamaktadırlar.

Aslında “işçinin sağcısı solcusu olmaz” diyenlerin buna önce tek tek işçileri inaandırmaları gerekmektedir.

“Kalkınma sorununda devletçiliği benimsemenin” bilimsel sosyalizmi tarif etmek için uygun olmadığını düşünenlerin önce Erbakan’ın ya da Demirel’in “Büyük Türkiye”sinin peşine düşen işçileri yollarından döndürmeleri gerekir.

Bu kafayla döndüremezler!

Burada “işçilerin” pek meraklı oldukları bir çarpıtma üzerinde durmayalım. İşçi sınıfının bazen pek geniş kitlelerinin “sağın” peşine düşmesine dönük vurgularımız “görüyoruz işçi sınıfı da, kendiliğindenliği onu nereye götürüyor” tarzı bir sinizm içermiyor.

Tersine vurgumuz, “sağın” peşine düşen işçilerin buradan ancak “solculukla” kurtarılabileceği yolundadır.

Daha açık belirtelim, burjuva ideolojisine karşı mücadele işçilerin “üretimdeki ekonomik konumlanışlarını ortaya koymak” ve onlara dar sınıf çıkarlarını hatırlatmak yoluyla verilemez! Hele hele bu “objektif birliktek”i bozan her türlü ayrışmanın yapay ve önemsiz olduğunu vurgulayarak hiç verilemez.

Ekonomik kriz ve yoksullaşmadan “devrimci yükseliş” çıkacağına ilişkin tembel beklentinin yanlışlandığı asıl yer de buradadır. Kriz dönemlerinde bilimsel sosyalist politika ve  ajitasyonun “ekonomik” gerçeklerin ortaya konulmasına indirgeneceğini zannetmek toyluktur! Biyolojik yaş anlamında söylemiyorum, Lenin’in kullandığına benzer bir anlamda olsa olsa “çocukluk hastalığı”dır.  Aydın Çubukçu da, ait olduğu siyasi hareket de “çocukluk hastalıkları” için fazla yaşlı, fazla görmüş geçirmiştir.

“İşçilik”in indirgemeciliği davet etmesi EMEP’te yaşanan bir çocukluk hastalığından kaynaklanmıyor. Burada devrimci siyasetin handikaplarından birine değinip geçeceğim. Devrimci mücadelenin, örgütlü devrimci mücadelenin en fazla maharet gerektiren yanlarından biri “pratik kazanımlar”la uzak hedefler arasında doğru bağlantıları kurabilmektir. Bunu yapamadığınızda küçük pratik kazanımla sizi büyük hezimetlere doğru yönlendirir. Yaşanan sürecin daha önce  sola kapalı olan, hatta şu ya da bu nedenle anti-komünist propagandanın esiri olmuş olan emekçi kesimleri en genel haliyle sosyalizme-solculuğa açık hale getirdiği bir gerçektir. “Bunlar din iman düşmanıdır.” diyen emekçilerin, “acaba yanlış mı düşündük şimdiye kadar, bizi kandırıp bunlardan uzakmı tutmaya çalıştılar” demesi Çubukçu’nun “sakallı tekkeli adamlarla aynı yerde bulunmaktan” kaçtığını zannettiği SİP militanlarının da gözlediği, yaşadığı şeylerdir. Buradan “dinle imanla fazla uğraşmadan işçi örgütlemeye hız verelim” sonucu çıkartmak ise yanlıştır. Biz işçinin “diniyle imanıyla” da uğraşarak örgütlenmekten yanayız. Aksi bir panik halidir. Buldumculuktur. Acele etmeye ve sabırlı olmaya ihtiyacımız var. Aslında çok acele etmeye ve çok çalışmaya ihtiyacımız var. Yaşananlar burjuva ideolojisinin dinsel demagojileriyle de uğraşmak için bir fırsattır. Gericilere “Çırağan Oteli’nde düğün yapmamalıydık dedirtmenin yolunun işçinin “diniyle imanıyla” uğraşmak olduğunu zannetmiyorsak elbette.

Politik işçiciliğin teorik indirgemeciliği davet etmesi dedik.

Teorik indirgemeciliğin bazı örnekleri üzerinde duralım.

“Her siyaset, belli bir sınıfın toplumsal-ekonomik çıkarlarını ifade eder. Siyasetin asıl hedefi, siyasi iktidarı ele geçirmektir”5 [ÇUBUKÇU Aydın]

Bütünüyle yanlış. Bütünüyle!

Birincisi, hiçbir siyaset “temelinde yer alan” sınıfın toplumsal – ekonomik çıkarlarını açık olarak ifade etmez. Siyaset ideolojilere benzer bir biçimde ama bu sefer bilinçli ve örgütlü olarak temel aldığı sınıfın çıkarlarını tüm toplumun çıkarları-yla özdeşleştirerek, böyle bir özdeşlik (yanılsaması) yaratarak yol alır.

Bunun tek istisnası “tabanında yer alan” sınıfın çıkarlarını toplumsal-ekonomik olarak ifade etme iddiasındaki partilerdir. “Çalışanların partisi” tipindeki partiler bunun iyi bir örneğidir. Bu partiler de tam da devrimci olmayan işçi partileri oldukları için ve tam da iktidara talip olmadıkları için yalnızca “belli bir sınıfın” toplumsal-ekonomik çıkarlarını ifade etme iddiasındadırlar. Buna bir tür işçi lobisi olarak da bakılabilir. Bu arada böylesi bir siyasetin varlığından söz etmek için “partileşmesi” gerekmemektedir. Yine eklenebilir ki “tabanında yer alan” sınıfın (dar) toplumsal-ekonomik çıkarlarını ifade eden bu tip “emek” siyasetlerinin de son tahlilde amacı işçi sınıfını düzene bağlamaktır. “İfade ettikleri” çıkarlarla, temsil ettikleri çıkarlar farklıdır!

Bunun iyi bir örneği ülkemizdeki sendika bürokrasisinin Emek Platform’u içinde ve ne yazık ki Emek Platform’u “aracılığıyla” yürüttüğü siyasettir.

“Bütünüyle yanlış!” demiştim. İkinci cümle de yanlıştır. Siyasetin asıl hedefi siyasi iktidarı ele geçirmek değildir! Böyle olmak zorunda değildir. Devrimci bir sınıf siyasetinin amacı kesinlikle siyasi iktidarı ele geçirmektir ama burjuva siyasetinde emperyalizm aşamasında önemli farklılaşmalar vardır.

Emperyalizm çağında burjuvazinin farklı partileri burjuvazinin farklı fraksi-yonlarını temsil etmekten çıkmıştır. “Son tahlilde” tekelci burjuvazinin siyasal hedefleri ile belirlenmeyen burjuva partileri büyük ölçüde marjinalize olmuş, siyaset dışına itilmişlerdir.

Bununla paralel olarak burjuva siyasetinde temel işlevi (ve hedefi) iktidar olmak değil de burjuva iktidarını tamamlamak olan kurum ve hareketler ortaya çıkmıştır. Bu da kapitalizmin ve çağdaş sınıf mücadelelerinin yapısıyla çok uyumludur. Burjuvazi içinde bölünmeler vardır ama mülk sahibi sınıflar tekelci burjuvazinin etrafında kümelenmektedir. Hal böyle olunca, işçi lobilerine ben-zer lobiler burjuva siyaseti içinde türemektedir. Bu lobiler temsil ettikleri sınıfın ekonomik olarak da bağımlı olduğu tekelci burjuvaziye rakip olan bir siyasal iktidarı hedefleyememekte ancak onunla pazarlık yapan ve yer yer onu tamamlayan bir işlev görmektedirler.

EMEP’in de “yoksullaşma sürecine paralel olarak emek cephesine doğru kaymakta olduğu” yanılsamasını yaşadığı yakın dönem esnaf hareketi bu mantıkla irdelenebilir.

Elbette burada esnaf lobiciliğinin ötesine geçen bir boyut da vardır! BBP’nin “kirli siyasetinden” söz ediyorum. ABD’nin ayak sürüyen hükümeti terbiye etme görevi ile donattığı bu parti solun da fazla aceleci bir biçimde benimsediği “hükümet istifa” sloganına kendi özgün amaçları ile katılmıştır.

Sonuç olarak belli bir sınıfın toplumsal ekonomik çıkarlarını ifade etmekle yetinen bir siyasetin siyasi iktidarı ele geçirme iddiası ve şansı yoktur ve buna rağmen bu da bir siyasettir!

Bizi özellikle ilgilendiren siyasal iktidarı ele geçirme amacıyla yapılan devrimci sınıf siyaseti olduğuna göre buradan devam edelim.

Siyasal iktidarı hedefleyen bir sınıf siyaseti esasen işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına denk düşen sosyalizmi, işçi iktidarını, toplumsal çıkarın bir gereği olarak ifade etmek durumundadır.

İleride bu sloganla ve daha çok bu sloganda “kitlelerin burjuva siyasetinden kopuşunu” görenlerle ilgili söyleyeceklerim olacak.

Bunun nedeni de işçi sınıfı dışındaki kesimleri kazanma ihtiyacı değildir. İşçi sınıfının tek tek işçilerin kendiliğinden komünistlerin öngördüğü yola gireceği düşünülmüyorsa işçi sınıfı içindeki propagandanın da bütünsel toplumsal çıkarı ifade etmesi bir gerekliliktir.

İşçi sınıfını da harekete geçirecek olan bu bütünsel toplumsal çıkarın bayraktarlığını yapma fikridir. Sınıfsal onur diye bir şey varsa bu toplum içinde ve toplum nezdinde kazanılır.

Üstelik sosyalist ideolojinin hakimiyeti için verdiğimiz mücadele yine sosyalist ideolojinin karşıtından ayrı düşünülemez. İdeolojik mücadele burjuva ideolojisine karşı verilen mücadeledir. Başta işçi sınıfı, geniş emekçi kesimlerin burjuva ideolojisinin etkisinden kurtarılması mücadelesidir.

Çubukçu’nun “sermaye ve emek arasında net, kesin ayrım gözetmek ve emekten yana açık tavır koymak” dışında kalan “kalkınma, aydınlanma, bağımsızlık” gibi başlıkları bir kenara koyarak solculuğu çöpe atarak ideolojik mücadele verilmez! İdeolojik mücadele olmadan sınıf mücadelesi hatta sendikal mücadele bile verilemez.

“Solcu parti özelleştirme sendikasızlaştırma sosyal hakların gaspı gündemdeyken milyonlarca işçi ve emekçiyi ilgilendiren bu temel sorunları görmez komünizm propagandasının en önemli iş olduğunu düşünür Nazım Hikmet’in yurttaşlığı kampanyasını her işin önüne koyar. Bütün bunların kendi çevrelerinde yarattığı heyecanı ve tartışmayı gündemde olmak sanır” 6 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Çubukçu MekDanılds kampanyasını unutmuş. Daha önce “önemsiz” bulduğunu açıklamıştı, bu sefer risk almamış. Hiç değilse bu konuda sonradan utanacağı şeyler söylemekten belli ki kaçınmış.

Birincisi, solcu parti özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal hakların gaspı gibi başlıklarda bütünlüklü bir mücadeleyi örmenin zorunlu bir parçasını doğrudan komünizm propagandası olarak görüyor. Üstelik tersi de doğru, örneğin özelleştirmeye karşı net bir tavır konulmadan, bu konuda güçlü bir ajitasyon ve propaganda yürütmeden komünizm propagandası da yapılamıyor ama Çubukçu’nun asıl sorunu bu değildir. EMEP’in siyasal varlığını tartışmalı hale getiren bir “suskunluk dönemi”ni “biz o sırada özelleştirme, sendikasızlaştırma ve sosyal hakların gaspına karşı sınıf saflarında mücadele veriyorduk” diyerek açıklama sorunudur. Öyle ya SİP’liler sınıftan köşe bucak kaçarken, EMEP’in sınıf içindeki hummalı çalışmasını görememektedirler.

İleride daha belirgin bir biçimde ortaya koyacağım, burjuva siyasetine göbekten bağlı sendikal bürokrasinin göstermelik çıkışlarında ona figüranlık yaparak ne sendikasızlaştırmayla mücadele edilir, ne de özelleştirmelerle.

SİP’in yaptığı ise adlı adınca komünist partinin bağımsız bir özne olarak toplumsal ağırlığını artırmaya yöneliktir çünkü, ‘solcu parti’ işçi sınıfının uğradığı saldırılar karşısında elini kolunu bağlayan etkenlerin (başta sendika bürokrasileri) ortadan kaldırılmasının yolunun buradan geçtiğini görmektedir.

“Hükümet istifa”

Bağımsız bir özne olarak toplumsal ağırlık sahibi olmak dedik. Buradan sendika bürokrasisinin, esnaf odalarının ve burjuva “muhalefetinin” can kurtaran simidi olan ama sosyalist siyasetteki açıkları “kurtarmaya” yetmeyen “hükümet istifa” sloganına geçebiliriz.

Bu sloganın bugün bir tek anlamı vardır. Erken seçim. Gerçekten de bu sloganın hem reel anlamı (yani hükümet gerçekten istifa ederse olacak olan) hem de propagandif anlamı erken seçimdir. Peki bu sloganı atan sol böyle bir sürece hazır mı? HADEP ÖDP ve EMEP Avrupa Birlikçi mi bağımsızlıkçı mı olacağını belirleyemedikleri ve dolayısıyla bir kez daha yuvarlak olarak “emek ve barış”çı olmasına karar verecekleri bir bloğun hazırlıklarını tamamladı mı? Böylesi bir bloğun CHP ya da daha büyük olasılıkla yeni kurulacak bir sol parti ekseninde oluşması durumunda ne yapacağına EMEP karar verdi mi? Yoksa EMEP Emek Platformu’nu seçimlere sokmaya mı hazırlanıyor!

Egemen sınıflar ve ABD emperyalizmi 2002 başından önce bir erken seçim şu anki verilerle (bu vurgu önemli) istemiyor. Burjuva siyasetinin yaşadığı meşruiyet krizini geri plana iten kimi araçlara sahipler. Sendika bürokrasisi işini yapıyor: İşçi sınıfı uğradığı ağır ekonomik yıkıma rağmen çabuk sönen ve üzeri örtülebilen bir tepki verdi. Kemal Derviş bir yandan bu yıkımın yapı taşları olan adımları attırırken, bir yandan “halkın sempatisine sahip olmayı” sürdürüyor.

Diğer yandan açık olan bir şey var ki, yaşanan meşruiyet krizi uzun süre yönetilebilir bir nitelikte değil. Burjuva siyaseti kısa vadeli “ev ödevlerini” yerine getirir getirmez yeniden yapılanmasında radikal adımlar atacaktır. ABD bu yeniden yapılanmanın koordinasyonunu doğrudan üstlenmiş durumda. Üstelik Eylülde beklenen söylenenlerin aksine bir göreli “düze çıkma” değil.

Solda durum nedir?

Sol sözkonusu meşruiyet krizinin yaratacağı olanakları değerlendirebilecek durumdan çok uzaktır. Solun geniş kesimleri “erken seçime” planlı bir hazırlık yapmayı ya bir kenara koymuştur ya da yanlış işler yapmaktadır.

EMEP’in, Emek Platformu politikaları bunun göstergelerindendir. Çubukçu’nun yazısının yer aldığı Özgürlük Dünyası sayısında EMEP’ten çok EP (Emek Platformu) geçiyor. Eğer hükümet istifa ettiğinde “iktidara ben adayım” diyecek olan EP ise sorun yok! Sorun şu ki EP’i bildiği gibi hareket ettiren sendika bürokrasisinin buna hiç niyeti yok! TÜMTİS adını EP olarak değiştirmeyecekse ortada böyle bir ihtimal yok!

“Hükümet istifa” sloganındaki yanlışlık buradadır. Burjuva siyasetinin meşruiyet krizi bir gerçek durumdur. Malumu ilan etmek pek az durumda devrimci siyasettir. Sosyalistlerin iktidar adayı olarak ortaya çıkmaları bunun ötesine geçmenin yegane yoludur.

EMEP’in kaçtığı da budur!

“Emek Platformu’nun kendi eylemlerinde uyguladığı disipline uymak ya da doğrudan doğruya kendilerine bir rica olarak iletilmiş taleplerini kabul etmek işçi-emekçi kuyrukçuluğu olarak adlandırılır” 7 [ÇUBUKÇU Aydın]

Burada kastedilen 14 Nisan mitinglerinde yaşanan skandaldır. Kuyrukçuluk falan gibi sözleri hiç kullanmadık. Sendika bürokrasisinin dayatmalarına (ki bu dayatma konusunda asıl hassasiyetin doğrudan burjuva siyasetinin merkezlerinden geldiğini görmemek mümkün değil) razı gelmeye kuyrukçuluk denmez.

“Seçimlerle iktidar olmayı düşünüyor bunlar” gibi artık çocukluğa verilemeyecek yorumlara cevap vermek bir miktar acı verse de bunu yapmak zorundayım. Devrimci iktidar adayları kendilerinde bu gücü gördükleri sürece seçimlere bu şekilde girerler. “İktidarı istiyoruz” derler. Hele bu seçimler açık bir siyasal krize denk düşüyorsa. Sosyalist iktidarı düşünüyorsak Türkiye’nin gündemine girmiş olan seçimlere “bağımsız bir iktidar adayı” olarak girmeye hazırlanmak zorundayız. “Gerçekten nasıl iktidar olacağımız”ı samimi olarak düşünenler için gereksiz bir not olabilir.

Bazı yerlerde demek lazım. Bu nasıl bir “disipline uymaksa” EMEP de ÖDP de örneğin İstanbul’da kendi pankartlarıyla yürüdüler. Başka bazı yerlerde ise SİP pankartlarını bağıra çağıra kapattırmak EMEP’li-ÖDP’li sendikacı tayfasına düştü.

14 Nisan işçi mitinglerine katılan siyasi partilerin (sol partiler hedefleniyor) ad ve işaretlerini kullanmamaları konusundaki karara uyarken EMEP’in de ÖDP’nin de yaptığı kuyrukçuluk değil kaçkınlıktır! ÖDP’nin bu kaçkınlığının kendine ait nedenleri de var. Örneğin Bursa’da İl Yönetim Kurulu devyolcu hizip tarafından disiplin kuruluna verilmişken ÖDP pankartı arkasında nasıl yürüneceği sorunundan onları kurtaran “Emek Platformu’nun kendi eylemlerinde uyguladığı disiplin (!)” oldu. İstanbul’da düzenlenen 1 Mayıs mitinginde yaşanan tek rezaletin ÖDP kortejinde yaşanan “iç kavga” olduğu hatırlanırsa belki “iyi de oldu”.

EMEP’in bu eylemlerde kendi siyasi kimliğini “gizlemeyi” (geri çekmeyi bile denilemez) tercih etmesi ise düpedüz kaçkınlıktır. SİP’in kendisine “bir rica olarak iletilmiş” talepleri reddetmesi ise siyasal mücadeledeki kararlılığın bir ürünüdür. “Öncü tavrı” “kuyrukçuluk yapmamak” “sınıfın kendiliğinden eylemliliğini yeterli görmemek” falan gibi terimleri hiç kullanmadık! Konunun bununla bir ilgisi yok. Siyasal kimliğini, ekonomik krizle bütünleşmiş bir siyasal krizin yaşandığı bir ülkede gizlemek tavrı için “kuyrukçuluk” sözü görüldüğü gibi çok hafif kaçıyor. Bu kaçkınlıktan başka bir şey değildir. “İşçiciliğin” bundaki payı ise somut olmaktan çok soyuttur: İşçiciliğin varacağı yer siyaset kaçkınlığıdır!

14 Nisan konusunu kapatmadan önce yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Bursa’da düzenlenen mitingde yaşadık. SİP korteji alana giden yol üzerinde oluşturulurken EMEP’li ve ÖDP’li sendikacı güruhunun saldırısına uğradık. Parti di-siplini kavramını pek sevmediğini tahmin ettiğim ÖDP’li “bireyler” oldukça kararlıydı. O ana dek devletin kolluk kuvvetlerinde bile görmediğimiz bir kararlılıkla “bu pankart kapanacak” diye tepinmeye başladılar.

Diğer detayları geçiyorum “Biz siyasal partiyiz, sizin değiştirilmesi gerektiğini söylediğiniz anti-demokratik anayasa bile bize siyaset yapma hakkı veriyor. Bu hakkı kullanacağız” dediğimizde bir EMEP’li sendikacı bize şu soruyu sordu: “Siyaset yapmanın yeri işçi mitingi mi?”

Hayır aslında biz kermes düzenlemeyi düşünüyorduk!

Devrimci siyasetin yeri neresidir? Parti lokalleri mi? Dergi sayfaları mı?

Tekrarlayalım ekonomik krizle içiçe geçmiş bir siyasal krizde siyaset yapmaktan kaçılmaktadır! Bunu rasyonalize eden bir yazı yazmak işini üzerine alan Çubukçu ise işe doğal olarak “ideolojik solculuğu” çöpe atmakla başlamaktadır. Ne incelik! Çubukçu’nun birikimi böylesi inceliklerle harcanmayı mı haketmektedir? Bu sorunun cevabı bizi değil ama Çubukçu’yu ilgilendirmelidir.

Emek Platformu

Emek Platformu ile ilgili söylenecek olanlar elbette şimdiye dek söylediklerimize indirgenemez.

Emek Platformu, sendika şubeleri düzeyine kadar inen bir sendikal “platform”dur. İşçi sınıfının hiç değilse sendikalı kesimini işkolları ve işyerlerinin ötesinde bir birleşik yapı içinde toparlamaktan çok uzaktır. Bileşenleri açısından bakıldığında böyle bir iddiası da yoktur. Dahası sendikal bürokrasinin mutlak kontrolü altında olduğu ve sağcı devlet-patron sendikalarını barındırdığı ölçüde örgütlü bir sınıf tabanı oluşturma hedefi açısından olsa olsa baltalayıcı olabilir.

Burada nicel bir değerlendirme yapmadığım açık olmalı. Bugünkü bileşimi, yönetimi, hareket biçimi ve hakim unsurları ile bakıldığında Emek Platformu’nun niteliğidir söz konusu olan. Kimse “öyle olsa fena mı olurdu” demesin. “Solculuk” sınıfın ekonomik örgütlenmelerine damgasını vurmadan sınıfın yatay ve dikey birliğini sağlayacak ve taban dinamizmine yaslanacak bir örgütlenmenin ortaya çıkabileceğini zannetmek teorik olarak ekonomizmdir. Teoriyi boşverin; pratik sonucu itibariyle ise, sendika bürokrasisinin özürcülüğünü yapmaktır. Düpedüz bir sendikacılar platformu olan Emek Platformu’nda emekçi kitlelerinin inisiya-tifini görenlere gördüklerinin serap olduğu söylenmelidir.

Üstelik Emek Platformu’nun kendisi, mitingleri ve Emek Platformu’nu kısa bir süre için bile olsa gündem oluşturmaya zorlayan durum sosyalistler işçi sınıfı devrimcileri için bir fırsat olabilir ama kendi başına bu sürecin “işçi sınıfına yönelik saldırıya karşı koymak”tan çok sınıfın “gazını almaya” yaradığı açıktır.

Bu apaçık gerçeğe gözlerini kapatmak için Çubukçu’nun yaptığı bir şey var.

“Emek Programı işçilerin ve emekçilerin örgütlü kesimini büyük ölçüde temsil eden sendikaların ve meslek örgütlerinin, ağır kapitalist saldırı karşısında açık bir tavır koyabilmek amacıyla bulup gerçekleştirdikleri bir mücadele biçiminin adı olmuştur.”

“Ne var ki ‘solcu aydın’, geleneksel güvensizlik ve tepeden bakma alışkanlığıyla hem Emek Platformu’na hem de Emek Programı’na karşı içsel bir direnç göstermiştir.”

Yine bazı ‘solcu çevreler’, kendi programlarına göre çok geride olduğunu söyleyerek Emek Programı’nı eleştirdiler. Şu ya da bu unsurları içermediği için şunu bunu da söylemediği için programı desteklemediler. Bir siyasal partiden beklenen her eylemi devrimci bir işçi sınıfı partisinin programında bulunabilecek her özelliği, EP’de ve programında aradılar” 8 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Emek Programı! “Hadi platformda ağalar var. Programa ne diyeceksiniz? Onu kimler kimler hazırladı içinde neler neler var biliyor musunuz?”

Önce şunu söyleyelim, Emek Programı’na destek vermeyen bir günah keçisi arıyorsa, Çubukçu önce platformdaki sendikalara bakmalıdır.

Bildiğim kadarıyla Emek Programı’na dönük olarak solda en eleştirel tavrı takınan SİP oldu. Bu tavır da, “sendikalardan gelebilecek en ileri program olduğu ancak platformun ve platformu oluşturan sendika bürokrasilerinin bu programın arkasında durmayacağı” görüşünü içeriyordu. Programda yer alan kimi başlıklarda “sermayenin emekçileri yanıltmaya dönük propagandasını” karşılamak açısından eksikler bulduğumuzu söyledik. Yine hedefimiz programın kendisi olmadı. Yetersiz bulduğumuz yerlerde söylenmesi gerekeni söyledik.

Yani aslında EP’e ve Emek Programı’na en eleştirel yaklaşımda bulunanların da söylediği “bari programınızın arkasında durun, sahtekarlık yapmayın” oldu!

Bunun karşılığını söyleyelim. Tam da bizim öngördüğümüz gibi Emek Programı’nın ortaya çıkartılmasından sonra yapılan 14 Nisan eylemlerinde program bütünüyle bir süs olarak durdu. Ne platformdaki sağcı sendikacılar, ne de “sol sendika şubeleri” programı ve içeriğini tabanlarına taşımak için bir çaba harcadılar.

Çarpıcı bulduğum bir şeyi aktarmak istiyorum. 14 Nisan günü düzenlenen mitinglerden birinde miting alanında yapılmış video röportajlar var. Burada kendilerine yöneltilen “ne için buradasınız” sorusuna Emek Programı ile bağlantılı bir yanıt veren bir tek işçi yok. Çeşitli işkollarından, çeşitli mesleklerden emekçiler arasında dolaşan kameraya türlü yanıtlar veriliyor ama “onların programına karşı bizim bir programımız var, onun için buradayız” diyen yok. Miting alanlarında gördüğümüz yaşadığımız şeylerin bir kıymeti yoksa herhalde bu kameranın arşivlediklerinin anlattığı bir şey vardır.

Hemen ekleyeyim bunu yalnızca Çubukçu yapmıyor. Çubukçu’nun (bizim gibi) pek hazzetmediği örgütsüz “aydınlar” arasında da son dönemde çok yaygın.

Neden böyle?

Sendika şubelerinde daha sonra hurda kağıt olarak satılmak üzere istiflenen kağıtların üzerinde “Emek Programı” yazıyor olması bir neden olabilir mi?

Daha açık söyleyelim. Sendika bürokrasisi “keskin sözler, sönük eylemler, parlak satışlar” dizisinden vazgeçmiş değil. Üstelik burada da ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmuyorlar. Keskin sözlere ihtiyaç duyduklarında “yazdıracak” birilerini mutlaka buluyorlar.

“Diğer yandan program Türkiye’de ilk kez üniversite-bilim çevreleriyle işçi – emekçi örgütleri arasında dolaysız bir elbirliğinin ürünü olarak ortaya çıkmış programa katkıda bulunan değişik siyasal görüşlerdeki bilim adamlarının niteliklerinden bağımsız olarak programı bir karşı koyuş ve direniş ilanı olmanın da ötesinde kendi iktidar programı gibi benimseyen işçilerin ve emekçilerin niteliğine bürünmüştür” 9 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Olur. Bazen olur. Halim selim bir orta sınıf aile babasının otobanda yola uyup gaza biraz fazla bastığı, o keyifle kendini kaptırıp daldığı olur. Bazen yazı yazarken de insanın başına benzer şeyler gelebilir.

Allah aşkına, Türkiye’de birkaç ay içinde bir karşı devrim mi yaşandı? Emek Programı’nda “kendi iktidar programı”nı bulan işçi kitleleri ve onlarla kaynaşmış üniversite çevreleri bir darbe ile ezildiler de biz mi fark edemedik?

“Yazdıranların” bile sahiplenmediği MekDanılds’ın “ucuz menü broşürleri” kadar bile dağıtılamamış olan programda kendi iktidar programını bulan işçiler ve emekçiler bunu nasıl başardılar?

Emek Programı bugün ortada kalmıştır.

Emek Platformu’ndan ise geriye “Allah bu yasayı çıkartan vekillerden razı olsun” diyen sağcı kamu sendikaları ve bunlarla mücadele etmek yerine miting-lerde pankart kapattırmaya kendini vakfettiği için geç kalmış solculardan başka bir şey kalmadı.

“Söz konusu örgütlerin milyonlarca işçi-emekçiyi barındırdığını aileleriyle birlikte Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu temsil ettiğini görmemek daha kolaylarına gelmiştir” 10 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Birazdan üzerinde duracağım, aynı derginin sayfalarında “sendikaların güç ve etkinlik yitirmesi”nden ve “10 milyon sendikalaşabilir (!) işçiden sadece 800 bininin sendikalı olması”ndan söz ediliyor.

“Söz konusu örgütlerin” üyelerini ne ölçüde temsil ettikleri tartışmalıyken (her ay trilyonlarca lirayı bordro üzerinden cebe indirip, hiçbir şey yapmamak bir temsil biçimiyse o ayrı) ve sendikasızlaşma (sendikasızlaştırma bunun yalnızca bir tarafı) bir sınıf gerçeği haline gelmişken, Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu temsil etmek nasıl mümkün oluyor

Burada Çubukçu’nun Emek Platformu üzerinden yürüttüğü polemik üzerinden başta belirlediğimiz bir noktaya dönebiliriz.

Çubukçu, özellikte 14 Nisan eylemleri ile ilgili değerlendirmeleri ile bizleri “burnu büyük sınıftan kopuk aydınlar” zamirine doğru itelerken kendisine de “işçicilik” eleştirisini uygun görüyor.

EMEP işçici değildir. Kitle kuyrukçusu da değildir. EMEP, sendika bürokrasilerinin özürcülüğünü üstlenmiştir. Yazının başından beri biraz kolayıma geldiğinden biraz da fonetik olarak çok cazip olmadığı için kullanmadığım bir sıfatı uygun görüyorum. Çubukçu’nun yazısında ortaya konulan “sendikacıcılık”tır.

İşçi sınıfı devrimciliği, işçi kitlelerini gözetir. Tepesine çöreklenmiş sendika bürokrasisini değil.

Bugün sınıf mücadelesinin geniş işçi kitlelerinin harekete geçtiği bir nitelik kazanmasının önündeki en büyük engel sendika bürokrasileridir. İşin en acı tarafı bunu EMEP’liler de iyi bilmektedir. Bilmektedirler ve krizin bu durumu değiştireceğine inanmaktadırlar!

“Sendikaların güç ve etkinlik yitirmesi 10 milyon sendikalaşabilir işçiden sadece 800 bininin sendikalı olması önümüzdeki yıllarda bu sayının da hızla düşeceğinin görünmesi; sendikal hareketin hızla mücadeleci bir hatta yönelmesini; milyonlarca işçiyi sendikaların çatısı altında toplama amaçlı bir seferberliğe girişmesini dayatmış bulunmaktadır” 11 .[DURMAZ İ. Sabri]

Sendika bürokrasileri, “mücadele etmeden de örgütlenilebileceğini” zannettikleri (!) için sendikalar küçüldükçe küçülmüştür ve şimdi “mücadele etmeden örgütlenilemeyeceğini” anlamaları için fırsat doğmuştur!

Bu mantıkla özelleştirmelerin üye tabanlarını nasıl erittiğini gören sendikaların özelleştirmelere karşı kararlı bir mücadele içine girmeye başladıkları söylenebilir!

Hani şu “madem özelleştireceksiniz, biz satın alalım” diyen sendikaların!

Bu yaklaşım uzunca bir süredir “sendikal hareketin genel krizi” başlığında yapılan tartışmalarda dile getirilmektedir. Sendikal bürokrasinin “ne onunla ne onsuz” yapamadığı “sendika uzmanı kast” tarafından!

Bu yaklaşım sendikal hareketin yaşadığı tıkanıklığın kendi içinde çözümlenip aşılabileceği yanılsamasına sahiptir. Anlaşılmayan ya da anlaşılmak istenmeyen sınıf sendikacılığının özünde, sendikal mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulan bir denklem olduğudur. Sendikaların yaşadığı tıkanıklık ne “yeterince mücadeleci olmamakla” ilgilidir ne de “kapitalizmin iktisadi eğilimlerinin sendikaları eritmesi” ile. Tıkanıklık, sendikal mücadele ile işçi sınıfının iktidarı için verilen siyasal mücadele arasındaki bağların sabote edilmesinin ürünüdür.

Sendikal bürokrasi, burjuvazinin tetikçiliğini yapmıştır. İşçi sınıfı ve onun sendikal mevzileri içindeki siyasal bağlantı noktalarını birer birer imha etmekle memur edilmiş düzen sendikacılığı şimdi her tetikçinin yaşadığını yaşamaktadır.

Ona tetikçilik veren sermaye sınıfının, hizmetkarını yüzüstü bırakacağı ise bir yanılsamadır.

Buradan “işçinin sağcısı solcusu” meselesine dönebiliriz.

“Gerici işçileri ne yapacağız” değil “gerici sendikaları ne yapacağız”

“EP’nin düzenlediği mitinglerde sakallı takkeli adamlarla aynı yerde olmaktan sıkılmışlardır.”

“Ama işçi – emekçi iktidarı derken kendi bir avuç aydın grubunun iktidarını anlayanlar bundan ötesine siyasal kültürü de örgütlenme anlayışı da yetmeyenler işçi sınıfının gericiler-ilericiler diye bölmeyi yanlış göremezler” 12 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Gericiliğin hafife alınamayacak bir toplumsal örgütlenmeye sahip olduğu açıktır. Sendikalar, işçi örgütleri bir yana yaşamın her alanında örgütlenmiştir gericilik. Bu açıdan ne yazık ki, ülkemizde başka hiçbir siyasal hareketin (düzen içi-düzen dışı) sahip olmadığı bir militan kitle dinamiğine de her şeye rağmen sahiptir.

Diğer yandan bir şey unutulmamalıdır. Gericiliğin “kurumsal yapısı” hala onun en büyük avantajıdır. Toplumsal düzlemde de, siyasal düzlemde de.

Bu nedenle sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir.

Bu ülkede gerici kurumlarla ve gericiliğin “örgütlü gücü” ile mücadele ederken, onun potansiyel tabanını eritmek mümkündür! Başka bir deyişle, gerici ideolojilerle ve onun siyasal-toplumsal kurumları ile karşı karşıya gelip müslüman işçiyi karşıya almamak mümkündür!

Sakallı, takkeli işçilerden hiç korkmadık. Onların varlığı bizi hiç ürkütmedi. Burjuva laisizminden farklı olarak işçi sınıfı ilericiliği, sınıf içinde bir cepheleşmeyi değil, geniş kitlelerin aydınlatılmasını hedef alır.

“Sağcı-gerici sendikalar” mücadele edilmesi gereken gerici kurumsal yapının bir parçasıdır. Özellikle bugün kamu emekçileri hareketinin kazanımlarını yağmalayıp yok etmeye hazırlananlar!

14 Nisan günü “Türkiye Kamu-Sen çok bastırdı. Siyasal partiler temsil edilmeyecek” diyerek karşımıza dikilen EMEP’li-ÖDP’li sendikacı takımı “yumurtanın kapıyı geçtiği” şu günlerde bunu anlamış olmalı!

Kendi siyaset kaçkınlıkları ile gözleri kör olmuş olanlar sosyalistlerle mücadele ettiklerinin yarısı kadar gerici-sağcı sendikalarla mücadele etmemiş olmalarının faturasını emekçilere ödetmektedirler.

Çubukçu, şube yöneticileri ile geçirdiği mesainin bir kısmını “taban çalışması”na ayırmış olsaydı belki bunu anlardı.

Sağlık emekçisi bir yoldaşımızın sözlerini çarpıcı bulduğum için aktarmak istiyorum: “Emek Platformu’nun oluşturulmasından sonra elimiz kolumuz bağlandı” diyordu yoldaşımız. “Çoğu MHP’li ya da ‘Refah’çı’ olan sağcı müdür takımının örgütlediği sendikaya karşı onlar amir sendikası amaçları bizim verdiğimiz mücadeleyi saptırmak diyorduk. Emek Platformu’na bunlar da girdikten sonra ortak eylemler örgütlenmeye başlandı. Bizim onlara tanımadığımız meşruiyeti platform sağladı.”

Sınıfın birliği! Ne birlik ama! Yıllarca “meşru eylem çizgisi” diyerek ileri taşınmış sendikaları bir kurt gibi kemiren ve düzenle bağları tartışılmaz olanlarla birliğiniz hayırlı olsun!

“Parti geriye”

“Bu yüzden, bir tek gerici işçiyi sınıfın birliği davasına kazanmaya çalışmak, on ilerici solcuyu partiye kazanmaktan daha önemlidir” 13 . [ÇUBUKÇU Aydın]

Sosyalist İktidar Partisi’nin “sol birlik” gündemine nasıl baktığı az çok bilini-yor.

Hep iki şey söyledik: Birincisi, siyaset yapmayan, siyasal mücadele içinde yer almayan “solcu” öbeklerini toparlamak hiçbir şey kazandırmaz. İkincisi, solun “elde avuçta var olanı biraraya getirmesi” bir işe yaramaz. Bir defa bu toplam önemli ölçüde kirlenmiş, “piç olmuş” bir kalabalığı ifade etmektedir, ikincisi belli bir siyasal program doğrultusunda topluma seslenme araçları yaratılmadan bu kirlenme aşılamayacaktır. Üstelik bugün “sol camia” içinde bulunamayacak dinamik kaynaklar bu toplumun içinde vardır. Siyasete kazandırılmayı beklemektedir.

Bunu dedik ve gereklerini yerine getirdik. Parti’nin üye bileşimindeki “taze solcular” bunun kanıtıdır.

Bu arada Çubukçu’nun yazısında genişçe bir yer ayırdığı “solcuların birlik merakı” ile ilgili söylenmesi gerekenler var. Çubukçu bu apolitik ve “tekkecilik” kokan meseleyi ÖDP’ye atfederek eleştirmiş. Yazısını da zaten ÖDP’nin yolun sonuna geldiğini anlatarak bitirmiş.

Çubukçu’nun bilgisi var mı bilmiyorum. Geçtiğimiz dönemde yapılan sendika kongrelerinin (özellikle kamu sendikaları) önemlice bir kısmı EMEP’li sendikacılarla ÖDP’li sendikacıların bir konuda anlaşmalarına sahne oldu. “Ne var bunda” derken acele edilmemeli. Anlaşmanın konusu SİP’in sendikalardaki mevzilerinin tasfiye edilmesi idi! “Takkeli sakallı (sendika) emekçiler(iy)le kurulacak birliğin sağlığı düşünülmüş olmalı.

Bu yüzden Çubukçu’nun yazısında özellikle ÖDP ile polemik için yer verdiği “yıpranmış sol tabandan adam ayartma” işleri ile hiç uğraşmadık. SİP ülke siyasetinde yerini buldukça sol birikimin değerli ögeleri parti ile buluştu. Bunun ötesinde “sol içi siyaset” uzun süredir gündemimizin bütünüyle dışındadır. Yıllarını verdiği mücadelesini ileri taşımak isteyen için SİP’in kapısı açıktır. Bu kadar.

Çubukçu’dan alıntıladığım cümledeki sorun da “on ilerici solcu”dan vazgeçme ile ilgili değildir.

Denilebilir ki Özgürlük Dünyası’nın 111. sayısı “sınıfın birliği davasına” ayrılmıştır. Çubukçu’nun yazısında da bu sürmektedir.

Anlaşılan o ki, EMEP partiyi örgütlemekten vazgeçmiştir. EMEP siyasal örgütlenmeyi bir kenara bırakmıştır.

Sınıfın birliği davasından anlaşılan kesinlikle siyaset dışı bir davadır. En fazla ekonomik krizin, ekonomik taleplerle biraraya gelenleri siyasal iktidara doğru iteceği gibi bir varsayıma rastlanmaktadır.

Bugünün Türkiye’sinde bundan daha safça bir beklentiye marksizm içinde kılıf uydurmak mümkün değildir. Başka bir deyişle EMEP’in ekonomizmi marksist kılıfını zorlamaktadır.

“Bir tek gerici işçiyi” olsun partiye kazanmaktan vazgeçilmiştir. Sendikal birlikten başka bir şey olmadığı anlaşılan “sınıfın birliği” davası her sözün başıdır.

İşin kötüsü ekonomik kriz bu birliği siyasallaştırmak şöyle dursun her fırsatta çatlatmaktadır!

Kitlelerle suda balık olayım derken sendika bürokrasisinin oltasına yem olunmaktadır.

Sonu

Siyasetten kaçışın sonu hep yine siyaset içinde gelir.

Sınıfı yapay şekilde bölen ayrımlardan kaçanları bu ayrımlar kovalar:

“Farklı siyasal partilere oy veren farklı mezhepten milliyetten farklı bölgelerden olan işçiler tek ve aynı hak ve çıkarların peşinde kavga verdiklerini fark edebilecekleri koşullardan uzak tutulmuşlar sendikalar özellikle bu ayrılıkları kışkırtacak biçimde örgütlenmişlerdir” 14 .[ÇUBUKÇU Aydın]

Sınıf içindeki siyasal ayrımları (burjuva siyasetinin iç ayrımlarının uzantısı olanların ötesinde) yapay ve önemsiz bulmanın bizim ülkemizde genellikle karşılığı “devrimci sendikacılık-CHP’ciliktir”. Sendikal alanda devrimci görev olan sınıfın birliği sağlanırken siyasal ayrımlar ve siyasal propaganda önem-sizleşir.

Sosyal demokrasi de hep buradan beslenir.

Umalım ki, EMEP’in siyasetten kaçıp, sendikalara sığınmasının bir sonucu da bu olmasın.

Siyasal ayrımları önemsizleştirirken, önemli siyasal hatalar yapmak mümkündür 15

 

Dipnotlar

  1. ÇUBUKÇU Aydın “Solculuk Üzerine”; Özgürlük Dünyası S. 111.
  2. a.g.y. s. 44.
  3. a.g.y. s. 45.
  4. a.g.y. s. 45.
  5. a.g.y. s. 45.
  6. a.g.y. s. 48.
  7. a.g.y. s. 49.
  8. a.g.y. s. 47.
  9. a.g.y. s. 47.
  10. a.g.y. s. 47.
  11. DURMAZ İ. Sabri “Kriz emek hareketinin zaafları ve olanakları” Özgürlük Dünyası S. 111 s. 11.
  12. ÇUBUKÇU Aydın a.g.y. s. 47.
  13. a.g.y. s. 51.
  14. a.g.y. s. 51.
  15. Yazımı böylece sonlandırıyorum. Çubukçunun yazısında yer alan garip SİP’li tasvirleri ve kimi kandıracağını anlamadığım psikolojik tahlillere çok fazla değinmedim. Benim de çok kızdığım bazı cümlelere yanıt vermediğim için belki yoldaşlarım kızacaklar. Doğru olmazdı. Günahı Çubukçu’nun boynuna…
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×