Aydın’ın Entellektüel ve Siyasal Konumlanış Dinamikleri

Toplumsal olayların, toplumun hareket yasalarının, ideolojinin, sınıf mücadelesine dair yasallıkların sezilmesi, algılanması ve giderek soyutlanmasına olanak veren bir zenginlik var.

Bir inceleme başlığı olarak aydın da sözü edilen zenginliğin bir bölümünü oluşturuyor. 20. yüzyılın sonuna doğru dünyada aydının hareket yasalarının soyutlanmasında Türkiye en elverişli coğrafyalardan birini oluşturuyor.

1) İşçi sınıfının tarih ve siyaset sahnesine çıkışından itibaren deklare ve özerk varlık alanı bulabilen aydın dönemi kapanmıştır. Hegel ve Adam Smith, biri felsefede diğeri ekonomi politikte bu yüzden bir eşiğe gelip durmuşlardır. Bu yüzden burada kullanılan anlamı ile aydın olma durumları tartışılır konumudur.

2)Aydını aydına anlatmak herhangi biri ne anlatmaktan daha zor görünüyor. Ama bir o kadar da gerekli. Neden?

Birincisi konum bilincine sahip olmak özne olmanın birinci koşuludur. Deklare ve özerk varlık alanı aranışında olan aydın başka mekanlar bir yana Türkiye’de siyasetten uzak kalamaz. Bu bir davetiye olmanın dışında ampirik olarak da doğrulanabilecek bir eğilimin nesnel dayanağıdır. Siyasallaşmış aydın sürüklenmek değil sürüklemek istiyorsa, özne olmak istiyorsa konum bilincine sahip olmak zorundadır.

3) Aydının konum bilincine sahip olması ne anlama geliyor? Kendisini ve kuşağını etkileyen kuvvetlerin bilgisine sahip olması anlamına geliyor, bu kuvvetler ile kendisi ve genel olarak kuşağının ilişkisinin bilgisine sahip olması anlamına geliyor. Kendi hakkında yanılsamaya tahammülsüzlük siyasallaşmanın olgun evrelerinde gündeme gelir.

İşte bu çalışmada da göreceğiz; aydınımız ve sol siyaset olgunluk dönemine bir süredir girmiş durumda. Elbette çoğu durumda olduğu gibi, bu olgunluk dönemine giriş bütün muhataplar düşünüldüğünde eş yoğunlukta ve eş hızda yaşanmadı yaşanmıyor.

Sözü edilen olgunluk dönemine giriş hemen hemen günümüzün olgusu. Şimdi bu olgunlaşma dönemine uzanan yolu taşıdığı iç eşitsizlik ve gerilimler ile geçmişten bu güne döşemeye çalışalım.

TEORİK GELENEK VAR MI YOK MU?

Önce şu “teorik geleneğin yokluğu” saptamasını tartışalım. Teorik geleneğinin varlığı tartışılmayan bir iki örneğe daha yakından bakarak başlayalım.

Engels Anti-Dühring’de “biz Almanlar” şeklinde başladığı cümlede, teorik bir önerme hele hele bir sistem ortaya atandan bu sistemin hiç değilse tartışılabilir dayanaklarını sağlamca ortaya koymasını beklediklerini yazıyordu. Ya Marx? Marx Kapital’in Avrupa’nın en entellektüel işçi sınıfı olan Alman işçi sınıfına yazıldığını söylüyordu. Bir de eğlenceli bir örnek; Terry Eagleton Azizler ve Alimler adlı keyifli kitabında Witgenstein’a şunları söyletmişti: “Alman kafasının ne olduğunu bilirim, bir tane de bende var. Alman kafası nedir biliyor musun? Dünyayı içine almak isteyen aç bir ağızdır o.” Görülüyor, teorik gelenek Almanya’da var. Peki nereden geliyor bu gelenek?

Kant öncesinde 1780 öncesinde Almanya’da bu alana dair ele avuca gelir bir birikimden söz edilemiyor. Ama 1790-1850 döneminde, bu altmış yılda Kan,t Hegel, Fichte, Schelling, Feuerbach ve Marx gibi alanlarına damga vurmuş düşünürler görüyoruz. Daha da tuhaf bir olgu 1830’larda Almanya’da günlük felsefe gazetesi çıkıyor. Fichte ve Schelling bir kenara konduğunda bile Kant, Hegel, Feuerbach dörtlüsü ile çap, derinlik vb. açılardan kıyaslanabilecek dönemin Fransa ya da İngilteresi’nde tek bir isime dahi rastlamıyoruz. Tarih eşitsiz gelişme yasasına vakıf olmayanları şaşırtan “beklenen” sürprizlerinden birini yapmış görünüyor: Vermeyince hiç vermiyor, verince hepsini birden veriyor. Bunun başka örneklerine bu çalışmada gerektiğinde değinilecek.

1830’ların Almanyasında aydın felsefe ile yatıp kalkıyor. Gene rastlantı değil, Marx soluduğu entellektüel atmosferin etkisi ile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nden başlayarak ilk çalışmalarında felsefeye özel bir ağırlık veriyor.

Nasıl bir mekanizma Almanya’da bu altmış yıl içinde aydınların felsefeye akışını sağladı? Bu soruyu burada cevapsız bırakıp kimi ortak noktaları yakalamak için Fransa’ya bakalım. Kendilerinden Fransız filozofları, aydınlanmacılar, ansiklopediciler şeklinde söz edilen aydın kuşağa bakalım.

1750-1790 bu kuşağın en üretken dönemi. Rousseau, Diderot, Montesqieu, Voltaire, D’alambert adı geçen kuşağın en yetkin temsilcileri. Bu kez de bu kırk yıllık zaman diliminde Avrupa’nın bir başka yerinde bu ayarda kafalara rastlamak mümkün olmuyor. Tarih gene bilindik tarzı ile davranmış görünüyor: Vermeyince hiç vermiyor verince hepsini birden veriyor.

Açıklığa kavuşturulması gereken şu: 1790’lardan itibaren Fransa’dan da bu ayarda aydınlar çıkmaz oluyor. Evet! Tam da Fransız Devrimi nedeniyle; Fransız Devrimi Fransa’da aydın profilini kökünden değiştiriyor. Monarşiye dair hemen hiçbir politik misyona sahip olamayan bu aydın kuşak, politikanın yokluğunda ve özerk varlık alanı bulabilmesine olanak veren işçi sınıfının “yokluğunda” felsefe ile ilgilenebileceği koşullara sahip olabiliyor. Ama devrim aydını devlet yönetimine çekiyor; Robespierre, Marat, Danton, St. Juste gibi aydın devlet adamları ortaya çıkıyor.

Politik misyona sahip olamama ile felsefeye alan açılması arasındaki ilişkiyi bu kez Almanya için test edelim. Almanya’nın 1830’lardan, felsefenin en revaçta olduğu döneminden üç yüzyıl kadar geri gidip politik misyon yüklenilmesine politik yaşamın ne kadar olanak tanıdığına bakalım.

Eğer bu üç yüzyıl için bir politik liderler ansiklopedisi hazırlanacak olsaydı, içinde pek az Alman adına rastlardık. 1525-1840 dönemi Almanya için politik hareketlilik açısından olağanüstü fukara gözüküyor: 1525 köylü savaşları ve Martin Luther. O kadar! Ve bir de küçük prenslikler arasında küçük savaşlar; bir kahraman, bir politikacı-asker ve benzeri yaratamayacak kadar güdük savaşlar.

1848 deneyimini değerlendirdiği çalışmalarında Engels, tam da bu fukaralık nedeniyle kimi analoji malzemelerini yaklaşık 325 yıl gerilerden 1525 köylü savaşlarından arayıp çıkarmak zorunda kalmıştı.

Almanya için yaptığımız test tezi doğrular görünüyor: Politik misyona sahip olamama ve işçi sınıfının yokluğu aydına teorik derinleşme için, özerk varlık alanına sahip olabilmesi için gereken koşulları sunuyor.

Şimdi artık bu kalkış noktalarından hareketle Türkiye’ye bakabiliriz.

TÜRKİYE: FELSEFİ GELENEK Mİ, POLİTİK GELENEK Mİ?

Türkiye’de burjuva devrimi sürecini inceleyen bir tarihçi 1919-23 dönemiyle, bu dönemin kimi öne çıkmış isimleriyle ilgili olarak bu topraklardan analoji malzemesi aradığında, ya da tarihsel köken, uzantı ve benzeri arandığında üç yüzyıl gerilere gitmek zorunda kalır mıydı? Üçüncü Selim, İkinci Mahmut’tan itibaren 1830’lardan başlayıp hemen hemen kesintisiz olarak 1919-23 dönemine dek yaklaşık yüzelli yıllık dönem politikanın mutlak egemenliğinde geçti. Sonuç: Osmanlı aydını ve genç cumhuriyet aydını politik ve pratik yanları oldukça gelişmiş aydınlar oldular. “Teorik gelenek” eğer bu toprakların kapısını çalmadıysa nedeni budur.

Bu durumu başlı başına olumsuzluk olarak değerlendirmek hiç doğru değil; oldukça önemli kimi avantajları barındırdığını görmek gerek.

Avantajlardan doya doya söz edilecek ama önce bu politik ve pratik formasyonu gelişkin aydınlarımızın formasyonlarının bu güne de kısmen uzanan kimi efektlerine daha yakından bakalım.

Osmanlı aydını bağımsızlık mücadeleleri ile mücadele etti. Dağılmanın karşısında “birlik”i savundu. Kurucu, tamir edici ve hatta geçiştirici, idare edici özelliklerini bu dönemde edindi. Görünen problemi reddetmenin özgürleştirici havasını pek solumadı. Görünen problem Osmanlı’nın dağıl-masıydı. Bu problemi reddetmek dağılana sağlıklı darbeler vurup adlı adıyla yıkıp yerine yenisini kurmak idi.

Bu aydın kuşak sosyal bilimlere eğildiğinde yoğunlaştığı alanları kurmaya, tamir etmeye hizmet etmesi muradıyla seçti: Sosyoloji, pedagoji (eğitim psikilojisi) ve halk bilim (folklor). 1880-1950 dönemini aydınlarımız bu alanlarla yoğun temas içinde geçirdiler.

Hele sosyolojide Comte’nin “Order et Progress”i kelime kelime çevrilirse, “Birlik/düzen ve ilerleme”si, Osmanlıcaya çevrilirse “İttihat ve Terakki”si Osmanlı aydınını pek çok “etkiledi” 1 . Ziya Gökalp, Prens Sabahattin, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Melih Cevdet Anday, Halide Edip Adıvar, Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler, Mustafa Suphi, Ethem Nejat vb.vb. Behice Boran’lara kadar son dönem Osmanlı ve ilk dönem cumhuriyet aydınları sosyolojiyi başucu konusu yaptılar.

Aydınımız kurucu, tamir edici vb. formasyonu ile sosyalizmi bağdaştıramamanın sıkıntısını yaşadı. Adlı adıyla söylemek gerek sosyalizmin nesnellikle ilişkisi yıkıcıdır, anılan formasyonla bağdaşması mümkün değildi.

Tam da bu yüzden son dönem Osmanlı ve kuruluş yıllarının cumhuriyet aydınının sosyalizm ile arası hiç iyi olmadı. Osmanlıda sosyalizmin, bağımsızlık hareketlerinin çekiminde kalan azınlıklar arasında sınırlı bir cazibesi vardı. Bu yüzden birinci kuşak sosyalistler arasında azınlıkların önemli bir ağırlığı vardı.

Pozitivizmin tercih ediliş nedenlerine bu ölçekte bir çalışmanın olanaklı kıldığı kadar bir iki ek yapmak gerekirse anti-sosyalist yapısı ve Hıristiyanlığa bulaşmamış oluşu sayılabilir.

Dönemin ayrıntıları çalışmanın sınırlarını aşıyor. 1890-1950 dönemini geçip aydın formasyonunda kimi önemli değişikliklere neden olan 1950-1960 dönemine ve sonrasına bakalım.

SOSYOLOG AYDIN-“EKONOMİST” AYDIN

Demokrat Parti, yalnızca aydın muhalefetini değil toplumsal muhalefetin kimi henüz güdük kanallarını da beslemişti. Nasıl?

Burjuvazinin siyasi temsilcileri en çok ve en yetkin şekli ile iktidarda yetişirler. CHP, bu yönü ile 1950’ye dek yaklaşık otuz yıllık devlet yönetme deneyiminden başka İttihat ve Terakki’nin de deneyimini taşıyordu. Ancak devlet yalnızca hükümet ile yürümüyor; bürokrasi de çok önemli. CHP iktidarı döneminde gene ittihat ve Terakki döneminin “Milli Teşkilatlar” döneminin bürokratları bu deneyimlerini 1950 yılma dek görece sorunsuz bir şekilde pekiştirip genç meslektaşlarına aktardılar. Bu yüzden olsa gerek genç cumhuriyet kendi çıkarları açısından iç ve dış politikada çok ciddi, fahiş hatalar yapmadı.

1950 yılına gelindiğinde otuz yıldır uyumlu bir şekilde çalışan bürokrasi ve hükümet gitti. Demokrat Parti İktidarı yalnızca, bir iki isim dışında, devlet yönetme sanatından habersiz, deneyimsiz bir hükümet ile değil, benzer nitelikleri taşıyan bir bürokrasi ile de yaşandı; Demokrat Parti, CHP’li bildiği mevcut bürokrasiyi büyük ölçüde “yeni”lemişti.

İşte aydın muhalefetinden başka toplumsal muhalefetin kimi henüz güdük kanalları, anılan hükümet ve bürokrasinin iç ve dış politikada devirdikleri çamlardan ziyadesi ile beslendi.

Demokrat partinin ekonomik politikaları, kendisine dönük muhalefeti önemli oranda besledi. Gerçi muhalefet genel olarak “Bayar-Menderes istibdadı”na karşı yönelmişti, “onurlu dış politika”, ”yargının bağımsızlığı” vb. vb. tamlamalar simgeleşmeye başlamıştı. İki meclisli parlamenter sistem ve seçim sisteminin değişmesi türünden talepler yaygınlık kazanmış, DP dışındaki pek çok partinin programına bile girmişti.

Ama gene de “Bayar-Menderes istibdadı” na karşı mücadele eden aydınlarımız DP dönemini izleyen dönemde entellektüel donanım alanlarını ekonomi olarak seçmişlerdi. .

İlk kalkınma planının hazırlandığı 1933 yılından beri ilk kez plan bir kenara konmuştu. Koyu liberal ekonomi plan tanımıyordu. Dış borca dayanan ekonomi olumsuz sonuçlarını l957’den itibaren göstermeye başladı. Gelir dağılımı bir önceki dönemle kıyaslandığında bile oldukça bozulmuş durumdaydı. “Her mahallede bir milyoner yaratma” söylemi oldukça tepki çekmişti. Bir dolar 1957 yılında bir günde iki buçuk liradan dokuz liraya çıkmıştı.

1960-76 dönemi aydınlarımızın ekonomi ile yoğun mesaisinin önemli gerekçeleri bu dinamikten geldi.

Ancak gerekçeler bunlarla sınırlı değil. İkinci Dünya savaşı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da mevcut dengeleri bozmuş ama yenisini kuramamıştı. Bu dengesizliğin ve Sovyetler Birliği’nin dış politikasının da desteği ile bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde nerede ise bir patlama yaşanmıştı. Artık aydınların ilgi alanına ve aydın adayları gençlerin kelime dağarcıklarına azgelişmişlik, geri bıraktırılmışlık, bağımsızlık, yeni sömürgecilik vb.vb. kelimeler dahil oluyordu. Kalkınma kalkınma iktisadı gündemin nerede ise başına oturmuştu. Ekonomiye eğilmenin ne gerekçeleri ne de eğilme biçimi bunlarla sınırlı değil.

Marksizm ile sosyalizm ile 1965 sonrasında ve anılan koşullarda yeniden tanışan solcularımız “alt yapı üst yapıyı belirler” dersini “ekonomi her şeyi belirler” şeklinde, çoğunlukla bu şekilde bellediler. Şüphesiz bir kural değil ama gördük ki bünye ve koşullar bu çocukluk hastalığını davet etti.

Oldukça yetkin eserler de verebilen bu aydın kuşağın renkli simaları kimlerdi? Sadun Aren, Gülten Kazgan, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Korkut Boratav, Kenan Bulutoğlu, Yalçın Küçük edebiyatçılarımız Fethi Naci ve Demirtaş Ceyhun’a kadar pek çok aydınımız ekonomiyi başucu konusu yaptı. Artık “sosyolog aydın” dönemi kapanmıştı.

Ve geldik 1975 ve sonrasına. Yaklaşık bu tarihlerde aydın profilinde ve aydınlarımızın eğildikleri entellektüel donanım alanlarında gene bir değişiklik ortaya çıktı.

BİLİMLERİN KRALİÇESİ TARİH

Politika tarihi davet eder. Güncel içinde geçici olan ile kalıcı olanı ayırma ihtiyacını en fazla politikacı hisseder. Politika tarihi bu yüzden davet eder.

“Ne oldu” sorusuna herkesin verecek bir cevabı vardır doğru ya da yanlış. Ama “ne oluyor” sorusu aynı rahatlıkla cevaplanamaz. Bu soru içinde bulunulan olgu kalabalıklığını tasnif etmeyi, aralarından gelecekteki tarihçilerin anılmaya değer bulacağı aynı anlama gelmek üzere geçici olan ile kalıcı olan olguları ayıklamak görevini gündeme getirir. Bunun altından ancak sağlam bir tarih bilinci ile kalkılabilir.

Bu tarihe dönük ilginin en yetkin biçimlerinden birini oluşturuyor. Ancak 1975 sonrasında aydınlarımızın daha naif gerekçelerle de tarihe yöneldiğine tanık oluyoruz; örneğin “geçmişten ders almak” bu hali ile daha naif bir gerekçedir, ama aydınlarımızı tarihe çekti. Tarihe yönelme biçimlerinin çeşitliliği bir yana gerekçelerden söz ederken atlanmaması gereken bir nokta var: Nerede ise son iki yüz yıl bu topraklarda politikanın mutlak egemenliğinde geçti. Bu topraklarda tarihin pek çok düğümü politika ile çözüldü.

1975’lerden başlayarak olgunlaşma işaretleri veren sol siyaset ve aydınlarımız, yoğunluğu artan siyasallaşmalarına, nesnel durumu kavramak ve giderek dönüştürmekte kullanacakları daha yetkin araçların eşliğini gereksindiler.

Bu kez sanırım isim saymak gerekmeyecek; hemen hemen “tedavüldeki” bütün aydınlarımızın tarihe dönük somut ürünleri de olan ilgileri kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar net. Burada bir parça soluklanalım ve geldiğimiz noktanın işaret ettiği kimi sonuçlara daha yakından bakalım.

TARİHE EĞİLMEK, AYDINDA BAŞKA NELERİ DEĞİŞTİRECEK

Tarihe eğilmenin neden olacağı değişikliklerin daha iyi anlaşılması için ve açıkçası kontrastı sergilemek için önce sosyoloji ve ekonomiye eğilen aydınlarımıza bakalım.

Sosyoloji tümü ile görünen probleme endeksli bir donanım sağlıyordu; düzen değil ama ne demek ise “sosyal yapı” sosyoloji ile düzeltilebilirdi. Bu tamir eden yenileyen içinde bulunulan nesnelliği ise ancak bunları yapmaya yetecek kadar tanıma olanağı veren bir donanımdı.

Ekonomi nesnel durumun bilgisine sahip olma açısından sosyolojiden çok daha yetkin araçlar sağlıyordu. Ama gene de ekonomiden, görünen probleme endeksli olarak kimi yararlar beklemek oldukça yaygındı; yani “sorunlar ekonomik nedenlere dayanıyor, çözüm ekonomiden gelecek”ti. Kalkınmayı da sağlayacak oluşu, sosyalizmin bir kalkınma programı olarak algılanmasına başka koşullarda bu kadar kolay neden olmazdı.

Kritik soru şu: Tarihe eğilindiğinde ne olacak? Öncelikle şunu bilmek gerek: Tarih, sosyoloji ve ekonomi gibi pratiğe dolayım-sız bir müdahale aracı değil, böyle bir donanım sağlamıyor. Sosyoloji öğrenmekten “sosyal yapı”yı, ekonomi öğrenmekten ekonomiyi “düzeltmek”te kullanacağınız bir donanım bekleyebilirsiniz. İşte tarih bilincinin pratiğe tahvili bu kadar dolayımsız olamıyor. Ve bu kuvvetli bir iyimserliğin nesnel temeli anlamına geliyor: aydınımız tarihi boyunca ilk kez çıplak göz ile görünen problemi çözmekte kullanacağı araçları sağlayan entellektüel donanım alanlarının uzağına düşmüştür. Görünen probleme sadakat verili çerçevenin sorgulanmaması anlamına geliyordu. Diğer nedenlerden söz edilecek ama tek başına bu bile aydınlarımızın artık verili çerçevenin esaretinden kurtulmalarına olanak veriyor. Görünen problem ile verili çerçeve arasındaki ilişkiye daha yakından bakalım.

Osmanlı aydını için görünen problem Osmanlı’nın dağılması ve geriliği idi. Bu probleme sadık aydınlarımız için çözüm, yenilik hareketlerinden, Osmanlıcılıktan, Türkçülükten, islamcılıktan gelecekti. Görünen probleme sadakat “osmanlı dağılırsa dağılsın yenisini kurarız.” demeyi engeller, engelledi. Bir yerden sonra dağılmanın önüne geçmenin olanaksızlığı artık çıplak gözle görünür hale geldikten sonra yıkmanın o kadar da korkunç olmadığını aydınlarımız görmeye başladılar.

Görünen problemlerin çözümüne dönük kendilerinden yarar beklenen bu iki entellektüel donanım alanı, sosyoloji ve ekonomi, bir tür geri besleme ile problemlerin algılanmasında da etkili oldular; tıpkı elinde yalnızca ceviz kıracağı olan birinin bütün problemleri ceviz zannetmesi gibi. Anılan geri besleme mekanizmasından tarihe eğilen aydınlarımız da muaf değil. Ancak bu kez “bütün gelişmelerin, değişimlerin nedeni tarihte aranmalıdır” bakışı bir olumsuzluk anlamına gelmeyecek.

Tarihe yönelen aydın siyasi tarihe “terfi” ettiğinde politikanın gücünü görecek. Bu coğrafyaya son iki yüzyıl boyunca politikanın ve politikacının damga vurduğunu görecek. Siyasetin gücünü gördüğünde ise hem problemleri çıplak gözle görmekten kurtulacak, daha bütünsel bakacak, hem de bulduğu çözümler siyasetin gücüne yaraşır çözümler olacak; “soğanın cücüğü” ile ilgilenmeyecek, ufku genişleyecek.

“Soğanın cücüğü” hikayesini bilirsiniz; “çok zengin olsaydın ne yerdin?” sorusuna bir köylünün verdiği cevaptır. İstekler ve gelecek tasarımı ufukla sınırlıdır.

BATILI MARKSİST AYDINLAR DA AYNI YASALARA TABİ Mİ?

Aydının bu topraklardaki entellektüel donanım alanları seçiminin kısa tarihi böyle. Burada anlatılan kurguyu, aydınların formasyonları ile üzerinde bulundukları siyasi coğrafya arasında kurulan ilişkiyi destekleyen iki örneği gene batıdan ama bu kez daha yakın zamanlardan seçerek devam edelim.

İlk örnek 1900’lerden olsun. 1900’lerin marksistlerine bir göz atalım. Batıda kimler var? Öncelikle Kautsky var; Engels’in yayına hazırlaması için Marx’ın notlarını devrettiği marksizmin mirasını taşıyıp yaşattığına yaygın olarak inanılan Kautsky var. Bir teorisyen olmamakla beraber dürüst Bebel var. Hepimizin malumu Bernstein var. Bernstein etkisinde kalmakla malül Vollmar var. Bebel’in Vollmar ile yakınlığından duyduğu rahatsızlığı “sizi böyle bir arkadaşlar topluluğu içinde görmek beni derinden yaralıyor” 2 şeklinde ifade eden Clara Zetkin var. Kuşkusuz en önemlileri Rosa Luxemburg var. Luxemburg ve Zetkin dışındaki isimlerin efektleri biliniyor.

Bir de Slav toprağının marksistlerine bakalım: Lenin, Plehanov, Trotskiy, Martov (toplu eserleri Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar basıldı). Bu isimler ile yukarıda andığımız isimleri karşılaştırın. Yalnızca entellektüel donanım alanları değil açıkça siyasallaşma düzeyleri de oldukça farklı. Aykırı bir batılı olan Rosa Luxemburg ise bir ayağı slav toprağında olduğu için hem entellektüel donanım alanını hem de siyasal formasyonunu oldukça farklılaştırabilmişti.

Hemen hemen çağdaş olan bu iki aydın kuşak arasındaki farkların kaynağı, üzerinde bulundukları toprak siyasi coğrafya değilse nedir? Lenin 1905 devriminin Avrupa’da nerede ise hiç tartışılmadığını bir iki istisna dışında pek ilgi çekmediğini yazmıştı3 . Bu ilgisizlik bunca anlatılandan sonra artık şaşırtabilir mi? Andığımız ilgisizliği, bu türden bir ilgi beklemenin bundan sonra da doğru olmayacağı düşüncesinden hareketle bir tarafa not edelim.

İkinci örneğimiz 1940’lardan bu güne gene batılı marksistler olsun. Kimler var? Sayalım; Adomo, Goldman, Luckas, Lefebvre, Sartre, Althusser, Poulantzas… Bütün bu isimlerin bir ortak noktası var: Çoğu meslekten felsefeci ve hepsi felsefe ile ilgili eserler verdiler.

Çalışmanın başlarında aydınların felsefe ile ilgilenmelerinin koşullarına değinilmişti: politik misyon yüklenilmesine olanak vermeyen dingin bir siyasi yaşam ve işçi sınıfının yokluğu. Bu koşulların birincisi bu örnekte mevcuttur, ikincisi için “gerekli düzeltmelerle” kaydı konmalıdır; batılı aydın “elveda proletarya” demeden önce işçi sınıfının nesnel varlığını sorgulamadan önce siyasal varlığını sorgulamıştı.

Bir kez bunun farkına varıldığında anılan isimlerin efektlerinin de bilincinde olarak daha sağlıklı değerlendirilmeleri mümkün olur. Üstelik marksist aydın olmayı felsefe ile ilgili eserler veren aydın olarak görme tuhaflığı da yok olur.

Artık bu güne gelelim. Aydınımızın entellektüel donanım alanı tercihini gördük, buna entellektüel konumlanış adını verelim. Peki aydınımızın siyasal konumlanışı ne durumda? Daha açık bir soru: Aydınımız siyasal konumlanış sürecini belirleyen dinamiklerin ne kadar farkında?

AYDINIMIZIN SİYASAL KONUMLANIŞ DİNAMİKLERİ

Gene bir parça gerilere gidelim. 1965-1971 döneminin, solun yükseliş döneminin konumuzla ilgili kimi yönlerine daha yakından bakalım.

Bu dönemde ne genel olarak sol ne de özel olarak aydınlarımız öngördükleri hitap kitlesine ulaşmakta çok fazla zorlandılar. Doğrusu bu ya, bu kadar kolay “kitlesel”leşilmemiş olunsaydı hem genel olarak solun hem de özel olarak aydınlarımızın ayrışma süreçleri çok daha sağlıklı yaşanabilirdi. Elbette sözü edilen “kolaylık”ın nesnel nedenleri vardı, burada yalnızca bir bedel hatırlatılıyor. Bu kolaylık solun ve aydınlarımızın derinleşmelerinin, netleşmelerinin, derinleşme ve netleşme süreçlerini tamamla-yamamak ise ayrışmaların olgun ve sağlıklı yaşanmasının engeli oldu.

Araya giren 12 Mart günleri yaşanırken çoğunluk bu dönemin tarihe görece kısa bir kesinti olarak geçeceğini kestirememişti ama sonuçta öyle oldu; 12 Mart bir kesinti oldu. Ve 1974’ten itibaren nerede ise kalınan yerden değil daha “ileri” den devam edilmişti. Üstelik belki de yukarıda anılandan daha kolay bir şekilde. Bu. dönemde de sol ve aydınlarımız kendilerine çeki düzen verme, derinleşme olanağını bulamadılar.

Toplumsallaşmayı kitleselleşmeyi sağlayan neydi? Bu hep ve her yerde böyle mi olurdu? Ne yazık ki bu soruları sormanın koşulları yoktu, çünkü böyle bir problem yoktu.

Bu kolaylığın bedeli oldukça ağır oldu. 12 Eylül geldiğinde sosyalistlerimiz, devrimcilerimiz, aydınlarımız hemen 12 Mart’ı hatırladılar: “Biz neler görmüş”tük, “bunu da atlatır”dık. 1985-86’ya dek 12 Eylül’den “silkinerek” çıkılacağı beklentisi ayakta kalabilmenin kimileri için en önemli dayanağı idi. 1977-79 döneminde alanları dolduran yüz-binler tümden ölmemişlerdi ya, “silkiniş”in ardından sol 1965-71 ve 1974-80 dönemlerinde ulaştığı toplumsallaşma düzeyini bu iki deneyimin de katkılarıyla yakalamak bir yana aşacaktı.

12 Eylül’ü izleyen ilk yıllarda içinde bulunulan baskı koşullarının ayrıca diri tutan etkilerini de hesaba katmak gerek. Cezaevi, sürgün ya da kaçak olma durumu çoğu örnekte siyasallaşma düzeyinde bir gerilemeye neden olmadı. Ne yazık! “Özal’lı günler”, o “doğası gereği dinamik ve atılgan” gençliğin 1985’lerden sonraki hali, yalnızca gençliğe değil düpedüz toplumun geneline yayılmış depolitizasyon; işte onca baskıların, sürgünlerin, işkencelerin yapamadığını bunlar yaptı. 4

Geleneksel solda da, yeni solda da, devrimci demokraside de kemale erme tarihleri eğer randevulaşmadılarsa bu yüzden aynıdır. Kutlu-Sargın, Taner Akçam, Murat Belge üç öbeği temsilen anılabilecek isimler.

Bu döneklerin, kimse gücenmesin “avam dönekler”den önemli farkları var. Nasıl farklar?

Önce “avam dönekler”i yaratan sürece kitlenin politika ile arasına mesafe koyduğu döneme bakalım. Bilinmesi gereken şu: Kitlenin politizasyonunun maksimum yoğunluğuna ulaştığı anda bu yoğunluk düzeyine kilitlenmesi mümkün değildir. Yani kitlede giderek artan yoğunlukta politizasyon gözlemenin somut sınırları vardır.

Eğer umut yeniden üretilemiyorsa, eğer kitlenin siyasal enerjisi, adlı adıyla siyasallaşma düzeyi düşük eylemliliklerle tüketilip köreltiliyorsa, eğer kitlenin okuma ve dinleme sabrı yavan, sığ kalem ve dillere emanet edilmişse politizasyonun artmak bir yana yerinde sayması bile olanaklı değildir. “Yürümekle yollar aşınmaz” sözleri böyle bir dönemde ve böyle bir güvenle söylenebilmiştir. İşte 12 Eylül’ün ilk kayıpları bu dinamikten geldi.

Bunu hemen izleyen kayıplarımız olup biteni değerlendirebileceği düşünsel araçlara sahip olmayan deyim yerinde ise solun tabanından geldi. Bunlar “bu işler”i sessiz sedasız bıraktılar, günlük hayata eklemlendiler.

Geriye görece gelişmiş kadrolar ve aydınlarımız kaldı. Bu kesimin akıbetini ise yukarıda inceledik; 1985’lerden başlayarak bu kesimden kemale ermelere rastladık.

İşte bu kesim pek sessiz sedasız dönmedi; “nerede hata yaptık”, “birey olamadık”, “üst yapının önemini bilemedik”, “evet evet hatta alt yapı o kadar da önemli değilmiş meğer”, “globalleşme”, “yeni politik kültür”, “sivil kurum ve geleneklerin yokluğundan oldu bütün bunlar”, “değişim”, “her şey değişti, zaten işçi sınıfı da artık eskisi gibi değil”, “o da bir şey mi? Artık işçi sınıfı yok!”, “robotizasyon”, “iletişim çağı”… Bu argümanlar demetine 1989’dan sonra “duvarlar yıkıldı” vb. eklendi. Bulanık, serseme dönmüş sarsak beyinlerinin ürünlerini birbirleri ve meraklıları ile paylaştılar 5 .

Verdikleri zarar ne yazık ki kendileri ile sınırlı olmadı. Aydınlarımızın entellektüel ve siyasal konumlanışları açısından önemli sonuçlar doğurmuş olması tahribatın en tartışılmaz kanıtıdır. Görelim…

Gençler bir yönü ile aydınların tam tersi gibi görünürler. Politizasyon ateşi en önce onları yakar, en önce onlar harekete geçerler. Ama en önce de onlar depolitize olurlar. Neden böyledir? Teorik bakamadıkları için! İşte bu yüzden aydının tam tersine benzerler.

Peki aydın teorik bakar da ne olur? Teorik bakabilen, baskıya, sürgüne, yalnızlığa görece rahat direnir, ayakta kalır. Dahası, yalnızca yenilgi ve baskı dönemlerinde değil geçici gerileme ve durgunluk dönemlerinde de sahip olduğu gelecek tasarımından ödün vermeden ayakta kalabilir 6 .

Ayakta kalamayan ama “teorik bakmaya” devam edenler ne yaparlar? Yukarıda anılan argümanlar demetini oluşturur, zenginleştirirler. Bunu da yapamıyorsa oluşmuş olan argümanlara şu ya da bu düzeyde bağlanırlar. Sonuçta bu bağlanmanın yoğunluğuna göre ortaya, siyasete, sola, sosyalizme, kavgaya yabancı bir “aydın” çıkar. Böyle bir “aydın” en son depolitize olma ve en son politize olma anlamında gençlerin tam tersidir.

Böyle bir “aydın” için 1989’lardan itibaren gündeme gelen öğrenci eylemleri uyarıcı olamaz. İlk grevler, değil “ülke ekonomisini” yapıldığı fabrikanın patronunu bile sarsmayan ilk grevler de uyaramaz. Zaten bu grevler de henüz pek seyrek gündeme gelir durumdadır. Kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadeleleri mi? Onlar da pek önemli değildir andığımız “aydınımız” için. Ama giderek öğrenci eylemlerinin periyodu sıklaşırsa, artık grevler yalnızca patronu değil bizzat düzeni sarsıyorsa, üstelik işçi sınıfının eylemlerinde de sıklaşma ve giderek artan siyasallaşma gündeme geliyorsa, onaltı yıl aradan sonra kamu çalışanları ve işçiler polis copunu hatırlamak zorunda kalırlarsa, ondört yıl sonra öğretim üyeleri ilk kez YÖK’e karşı boykot yaparsa, genelev kadınları sendikalaşmayı tartışır ve sendikalaşır muhtarlar özlük hakları için gösteriler yaparsa, cezaevlerinde, dışarıdan nerede ise hiç desteğin gelmediği dönemlerde gündeme gelen direnişler yerini hemen bütün cezaevlerinde eş anlı olarak gündeme gelen isyanlara bırakırsa varoşlar kaynar onlarca insan ölür ve günlerce barikatlar kurulu kalırsa, ordu, bürokrasi ve parlamentonun kısaca düzenin çivisi çıkma işaretleri veriyorsa, aydın artık teorik baksa da kar etmez. Şu ya da bu yoğunlukla bağlandıkları argümanlar demeti de kar etmez; kıpırdamak zorunda kalır. Çünkü artık politizasyonun harekete geçiremediği bir o kalmıştır ve bu uzun süre var olabilecek bir tuhaflık da değildir.

Uzun da sürmedi zaten; “oyum İşçi Partisi’ne” diyenler politizasyonu, en sakıncasız ve en emniyetli şekilde kabullenmek eğiliminde olanlardı. Emek, Barış ve Özgürlük Bloku ise aydınlarımızın en diri, en üretken, ayakta kalıp başkalarını da ayakta tutabilen kesimini bir araya getirebilmişti.

Yazının başlarında konum bilincine sahip olmanın anlamından söz ederken özne olmak ile ilişkisi kurulmuştu. Aydınımız için konum bilincinin anlamından öte bir de güncel bir önemi var.

BİR AYRIŞMA DAHA VAR

1965-71 ve 1974-80 dönemlerinde solun ve aydınların öngördükleri hitap kitlesine ulaşmada çok fazla zorlanmamış olmalarının ayrışma sürecine olumsuz etkilerinden söz etmiştik. 1980-85 döneminde ise sağlıklı ayrışmalar bir kaç nedenle yaşanamamıştı:

Bu dönem yaraların sarıldığı, ortak düşmanın, baskı koşullarının birleştirici etkisinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemdi. Sonuçta sağlıklı ayrışmalar için uygun bir dönem değildi.

12 Eylül’den silkinerek çıkılacağı politizasyonun, kalabalıkların çok da uzak olmadığı yolunda sahip olunan beklentiler de ayrışmaların mantıki sonuçlarına varmasını engelledi.

12 Eylül’ün ne olduğu sorusuna verilen cevapların farklılığı da ne yazık ki çoğu örnekte siyaset teorisi açısından olgun ve gelişmiş olarak nitelenemeyecek ayrışmaları beslemişti. Gündemin başına oturuveren faşizm tartışmaları, az sayıda örnekte burjuva devlete dair çalışmalara uzanmıştı.

1985’lerden itibaren ise önceki sayfalarda anılan, “nerede hata yaptık”çıların, liberter sivil toplumcu vb. dalganın tahribatı gündeme gelmişti. Yalnızca marksizmin leninizmin değil sosyalizmin hatta solun bütün değerlerinin pazara çıktığı bu döneme gelişkin ayrışmaların damga vurması gene mümkün olamadı.

1980 öncesinde bağımsız sosyalistlerden küçümseme ile ÇBS (çizgisi belirsiz sosyalist) şeklinde söz edilirken bu yıllarda bağımsız sosyalist olma durumu hiç olmadığı kadar meşrulaşmıştı. Sonuçta aydınlarımızı derinleştirecek bir ayrışma yerine aydınlar-örgütlü sosyalistler ayrışması yaşanmış oldu.

Bütün bunlara, kendisinden, içinde bulunulan bütün sorunları çözmesi beklenen hummalı birlik çalışmalarını ekleyin. Yalnızca aydınlarımız değil solcularımız da sosyalist hareketimizin parçalı yapısının siyasal anlamının bilincinde görünmüyordu 7 .

Tablo yalnızca buraya kadar anılan olumsuzluklardan oluşmuyor. Daha doğrusu buraya kadar ele alınan olumsuzlukların gebe olduğu olumluluklar var. Olumlulukların ilki tahmin edilebileceği gibi ertelenmiş çözümün şiddetli çözüm anlamına gelmesi oluyor. Sosyalist hareket ayrışma sürecinde aydın ayrışmasına göre çok daha olgun ürünler verdi. Dolayısı ile eşiğinde olduğumuz şiddetli ayrışma aydınlarımız ile ilgilidir.

 

Dipnotlar

  1. Pozivitizmin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi aydınları üzerindeki etkisinin “açığa çıkartıldığı” pek çok çalışma yayınlandı. Oysa tarihsel açıdan önemli olan Osmanlı aydının diğer seçenekler bir yana neden pozivitizm üzerinde yoğunlaştığının açıklanmasıydı. Pozivitizmin pek çok öğesinin bu aydınlarımızda da bulunduğunu kanıtlama gayretine artık bir son vermek gerekiyor.
  2. Bu teatral tirat Goethe’nin Faust’undan alınma. Margretha Faust ile Mefistofeles’in yakınlığından duyduğu rahatsızlıkla bunları söylemişti. Rus marksistleri arasında en “aristokrat” olanı, en batılı olanı Plehanov 1904 yılının kongresinde içinde ayı kelimesi geçen bir nükte yaptığı için olay çıkmıştı. İki örnek arasındaki fark çok açık. Zayıf halka sosyalisti, aydını esneye esneye kızamıyor.
  3. İstisnaların birincisi Kautsky; “Rus Devriminin İtici Güçleri ve Muhtemel Sonuçları” adında bir kitap yazmıştı. Diğeri Luxemburg, 1905 günlerinde yerinde duramamış kalkıp Rusya’ya gelmişti.
  4. Cezaevinde yaşamını disipline eden, düzenli olarak okuyan yazan, kendisini çıkacağı günlere hazırlamaya çalışan insanlarımızdan, çıktıktan sonra ne yazık, benzer bir diriliği ya da üretkenliği göremedik. Çoğu yalnızca okumaya değil, örgütlerine halta sosyalizme küstüler.
  5. Yukarıda geleneksel sol, devrimci demokrasi ve yeni solu temsilen sayılan üç isim de bugün, 1986 ile kıyaslandığında tuhaf karşılanması gereken bir tevazu ile köşelerinde “duruyorlar”. “Medyanın gücünü” en erken kavrayan Kutlu-Sargın ikilisi medyatizme açılan alanı artık görmezden gelip, hep altını çizdikleri gibi “normal” insanlar oldular. Taner Akçam’ın da ateşi sönmüs görünüyor dahası, ermeni soykırımı tartışması için resmi “tezimiz”e dayanak hazırlayan araştırmalar yapıyor, Belge ise Sosyalizm Türkiye ve Gelecek gibi oldukça iddialı adı olan kitaplarından sonra İstanbul sokaklarında turist gezdirip gezi kitapları yazıyor.
  6. Bir paradoks gibi görünmesine rağmen görece gelişkin kadronun, aydının baskı dönemlerinde ayakta kalması durağan dönemlere göre çok daha kolaydır. Durgunluğun sabırlı ve inatçı yıpratıcılığı ayakta kalmak isteyenden benzer nitelikleri talep eder.
  7. Hareketli bir siyasi konjonktüre parçalı bir siyasal yapı denk düşer. Sosyalizmin gelecek vaadediği coğrafyalarda “bölünmüş” olmasının nedeni budur. Canlı siyasal yaşamı ile Fransa, Proudhon, St.Simon, Fourier, Blanqui, Blanc gibi adlarına sosyalizm akımları yazılabilen isimleri bu mekanizma ile çıkartmıştı. Bilimsel sosyalizmin üç temel kaynağından biri, Fransız sosyalizmi, sosyalizmin en “bölünmüş” olduğu yerden çıkmıştı. Plehanov Sosyalizm ve Siyasi Mücadele adlı kitabında “Rusya’da işçi sınıfı gelişimini henüz tamamlamadan sosyalizmin bütün varyantlarının denendiği” ni yazmıştı. Stalin’in ve Lenin’in “barışçı dönemlerde oportünizm yükseliyor” gözlemlerine malzeme olan 1871-1914 Almanyası’nda ise dönemin sosyalizm anlayışı yalnızca Alman Sosyal Demokrat Partisi ile temsil ediliyordu. Yeterince açık, bunu geçelim. Aynı mekanizma sanat ve bilim için de geçerli. Canlı bir sanat hayatına birbiri ile mücadele eden pek çok sanat akımı eşlik eder. Dünyada heykeltraşların İtalya’da olduğu kadar birbirleri ile kavgalı oldukları bir başka yer var mıydı?