Barış ve Sınıf Mücadelesi
Dünya sosyalist hareketi Gorbaçov’un SBKP liderliğine gelmesinden sonra ilan edilen glasnost ve perestroyka açılımlarıyla bir sürpriz yaşadı. Başlangıçta bu açılımlar yalnızca Sovyetler Birliği’yle sınırlı gibi görünüyor, Sovyet teorisyenleri sınıf mücadelesi, devlet, devrim, ittifaklar vb. sorunlara ilişkin kavramlar ortaya atmıyorlardı. Derken 88 yılının ortalarında SBKP MK’ya bağlı Toplumsal Bilimler Akademisi “Günümüz Dünyasında Toplumsal İlerleme” başlıklı tezleri dünya sosyalist hareketinin tartışmasına açtı. Bugün, dünya solu bu tezleri tartışmakta, yeni saflaşmalar ortaya çıkmaktadır. Bu yazıda tezlerin odak noktalarından birini oluşturduğunu düşündüğüm “savaş ve barış” sorununu ele alacağım.
* * *
Tezlerin hareket noktası global bir termonükleer savaşın yaşanabileceği ve böyle bir savaş çıkarsa dünyanın ve insan soyunun, dolayısıyla sosyalizmin mekanının ve öznesinin yok olabileceği düşüncesidir. Bu soruna, Üçüncü Dünya ülkelerinde milyonca insanın açlık çekmesi ve ekolojik dengenin bozulması gibi sorunlar da eklenmekte, hepsi birden “global sorunlar” başlığı altında toplanmaktadır. İnsanlığın bu sorunlar karşısındaki durumu ise, “uygarlık krizi” kavramıyla açıklanmaktadır.
“Bu krizin özü genel biçimiyle açıktır: İnsanlık, askeri, ekonomik, ekolojik vb. nitelikteki felaketlerin önlenmesi bakımından güvenilir araçları henüz bulamamıştır. Üstelik bu felaketlerin getirdiği tehditler, daha önceki tarihsel aşamalarda oluşmuş bulunan askeri-politik, ekonomik, sosyal mekanizma ve yasaların işlemesiyle sürekli olarak yeniden üretiliyor. İnsanlığın ortak sorunlarını çözmek için tüm ülke ve halkların çabalarını birleştirecek, yeterince güvenilir mekanizmalar henüz yaratılmamıştır.” 1
Bu satırların ardından “uygarlık krizi”nin kapitalizmin kriziyle özdeşleştirilemeyeceği ve hatta, yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak düşünülemeyeceği, bu durumdan sosyalizmin de bir ölçüde sorumlu olduğu anlatılmaktadır.
Tezlerin ikinci önemli hareket noktası, barış sorununun nihai olarak halledilmesinin sosyalizmin kurulmasına ertelenemeyeceği ve emperyalist sistem henüz varlığını korurken de sağlam bir barışın kurulabileceği:
“Global nükleer felaketin her gün kendini hissettirdiği günümüzde, sağlam bir barışın kurulmasını sosyalizmin ‘kurulmasına’ bağımlı kılmak düşünülemez.” 2
Peki, o halde “bize” düşen nedir?
Birincisi sınıf mücadelesinden şiddeti dışlamak: “… İnsanlığın toplumsal pratiğinden şiddetin kovulmasını talep eden Marksist ideal, insanlığın köklü isteklerini dile getiriyor. Bu idealin en hızlı şekilde gerçekleştirilmesinin zorunluluğu evrensel gelişimin bugünkü aşamasının koşullarınca da dayatılmaktadır. Akıl almaz yıkım silahlarının ortaya çıkışı ve bunların kullanılma olasılığı, şiddeti, tarihin ebesi olmaktan çıkarıp ‘mezar kazıcısına’ dönüştürmekle tehdit etmektedir. Yeni toplumun toplumsal doğuşu toplumsal ölüme dönüşebilir. İşte tam da bu yüzden Marx tarafından (ve Lenin’ce de) uzak geleceğe bırakılan şey (ilerlemenin zora dayanmayan biçimlerine geçiş) bugünden itibaren güncel görev haline gelmiştir.” 3
Aynı tez Toplumsal Bilimler Akademisi’nce şu şekilde formüle ediliyor:
“Bu durumdan (uygarlık krizinden-C.G.) çıkış, mekanizmaların sökülmesinde ve bütünsel olarak dünyanın toplumsal ilerlemesinin alternatif yollarının bulunmasındadır… Ancak bu yolun kavranması, tarihte benzerine rastlanmamış olduğu için zordur. İnsanlığın devrimci dönüşümü yolunda geçmişteki dalgalarla ve her şeyden önce de Büyük Ekim ile kalıtımsal bakımdan bağlı olan bu yol, modeli bakımından onlardan farklılık gösteriyor.” 4
İkincisi, kapitalizmden sosyalizme geçişi yavaşlatmak:
“Zamanımızın mevcut buyrukları, insanlığın sosyal yenilenmesinin önceden varolan biçim ve yollarını büyük ölçüde değişikliğe uğratıyor, yenilerini yaratıyor. Ulusal devrimci patlamalar sonucu ülkelerin bir sistemden diğerine doğru yer değiştirmeleri insanlığın sosyal yenilenmesinin biçim ve yollarının yalnızca ‘özel bir olayı’ durumuna dönüşüyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal formasyonların yer değişimi çok çeşitli geçiş biçimleriyle ve önceden tahmin edilenden daha geniş bir tarihsel dönemde gerçekleşmekle kalmayacak, aynı zamanda bu süreç, toplumsal yaşamın yeni biçimlerinin üstünlüğünün dünya topluluğunun gözü önünde kanıtlanması yoluyla, uluslararası topluluğun yaşamının her alanındaki bir sıra dönüşümler kanalıyla, global bir düzeyde de yaşanacaktır.”5
“Daha geniş bir tarihsel dönemde gerçekleşmek”ten neyin kastedildiğinin ve dünya sosyalist hareketine düşen üçüncü görevin ne olduğunun yanıtı ise, en net şekilde, Krasin’de buluyoruz:
“Öte yandan kimi partilerin programatik belgelerinde formüle edilmiş olan anti-tekel demokrasi stratejisi konsepti ve belgisi şu andaki koşullarda, bu dünya çapındaki birlikte davranma gerçeğine yeteri kadar dikkat gösterilmediği için, yeterince etkili olamamaktadır. Hayat işçi sınıfından ve öncüsünden, tüm güçlerini en gerici emperyalist çevrelerin, askersel-sanayi kompleksinin izole edilmesinde, emperyalizmin saldırgan eğilimlerinin gemlenmesinde yoğunlaştırmasını talep ediyor.
Anti-tekel demokrasiden önce gelen, onun için elverişli koşulları yaratan kapitalist gelişmenin militarist olmayan bir ‘model’i uğruna mücadele stratejik konseptinin ana doğruları burada belirginleşiyor.” 6
Böylece, “anti-tekel demokrasi”, “ileri demokrasi” vb. kavramlarla ifade edilen “ara aşama”nın bile fazla ileri bulunduğunu öğreniyoruz.
* * *
Tezlerde ve Sovyet teorisyenlerinin yazılarında nükleer savaşın çıkma olasılığı konusunda karamsar bir hava esmektedir. Tezlerin temel dayanağı da budur. Aynı hava Yeni Açılım‘ın “yerli” yazarlarında, herhalde kendi tezlerini daha rahat kabul ettirebilmek kaygısıyla, tam bir felaket tellallığına dönüşmektedir. Ne var ki, global bir termonükleer savaş çıkma tehlikesi “reel” bir tehlike değildir. Bu silahların sahip olduğu yakıcılık ve dünya kapitalist sistemiyle sosyalist sistem arasında oluşmuş bulunan “dehşet dengesi” bu silahların kullanılmasını olanaksızlaştırmaktadır. Nitekim, Sovyetler Birliği de nükleer silahlara sahip olduktan sonra, dünya Küba bunalımı gibi sayısız gerginliklere sahne olmuş, fakat nükleer silahlar kullanılmamıştır.
Tezlerin önemli bir varsayımı da nükleer bir savaş çıkmaması için, sınıf mücadelesinden şiddetin dışlanması gerektiğidir. Ancak bu varsayım Marksizmin saptadığı temel bir gerçeği göz ardı etmektedir: Sınıf mücadelesinde şiddet kullanılması sosyalistlerin serbestçe yaptığı bir tercih değildir. Burjuvazi -ve daha önceki egemen sınıflar devletin ideolojik aygıtlarının yetersiz kaldığı her yerde şiddet araçlarına başvurmuştur ve burjuvazi burjuvazi olarak kaldığı sürece başvuracaktır da. Başka bir deyişle, burjuvazinin şiddete başvurmasına yol açan şey, karşı tarafın da şiddete başvurması değildir. Tarihin öngördüğü en kanlı darbelerden birini yaşayan Şili bunun en açık örneğidir. Buna eklenmesi gereken bir olgu daha var. Özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde, devrimci güçler yalnızca sosyalistlerden ibaret olmayıp, devrimci demokrasi de önemli bir rol oynamaktadır. Sosyalistlerin kendilerini “dizginlediklerini” varsaysak bile, ortaya çıkacak olan boşluk devrimci-demokratlar tarafından doldurulacaktır. Küba ve Nikaragua da bunun açık örnekleridir.
Emperyalizm varlığını koruduğu halde sağlam bir barışın kurulabileceği düşüncesi, büyük ölçüde militarizmi emperyalizmin yapısal bir özelliği saymayıp, egemen sınıfın içinde dar bir kesimin çıkarlarına bağlamaya dayanmaktadır: “… Kuşkusuz karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin, genel olarak tekelci burjuvazi olarak değil, onun militarist askersel-endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor.” 7 Ne var ki, bu bakış açısı diyalektik değil, ekonomisttir. Dünya kapitalist sisteminin silahlanmayı bu ölçüde tırmandırmasının asıl nedeni, dünya sosyalist sistemini siyasi, ekonomik ve askeri bakımdan sıkıştırmaktır. Dünyamızda bugün varolan durum kapitalist ve sosyalist sistemler arasındaki uzlaşmaz çelişkiden kaynaklanmaktadır. Bu çelişkiyi ve toplumsal yaşamın siyaset, ideoloji, ekonomi vb. çeşitli unsurlarının zengin ve diyalektik etkileşimini basitleştiren bu yaklaşım, örneğin çiklet üreticilerini baştan anti-militarist saymayı gerektirecek ya da “en militarist kesimler”in sözcüsü olmaması gereken “doğal müttefik” sosyal-demokrasinin, örneğin İspanya’da NATO konusunda yapılan referandumda, niçin NATO’da kalınması doğrultusunda tavır aldığını açıklamakta aciz kalacaktır. Yine aynı yaklaşım Rambo türü filmleri üreten Hollywood tekellerini, savaş oyunlarını üreten bilgisayar şirketlerini nereye koyacağını da bilemeyecektir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, üretim güçlerinin yakıcı niteliğe bürünmesi salt emperyalizme ait bir olgu değil, sömürü toplumlarının genel eğilimidir. Marx bundan yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce şunları yazmıştı: “Bu üretici güçler, özel mülkiyette, ancak tek yanlı bir gelişme tanırlar, çoğunlukla yıkıcı güçler haline gelirler ve bunlardan pek çoğu özel mülkiyet rejiminde en ufak bir kullanma alanı bulamazlar.” 8 Emperyalizm ise, bilimsel-teknolojik devrimin de sağladığı olanaklarla bu eğilimi had safhaya çıkarmıştır. Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça, bilimsel-teknolojik devrimin yeni meyvelerinin silahlanma alanına aktarılmaması düşünülemez. Bundan yüzyıl önce atom, hidrojen ve nötron bombaları hayal bile edilemezdi. Bundan, değil birkaç yüzyıl, yirmi-otuz yıl sonra -hem de birkaç gün içinde- yapılabilecek silahları hayal etmek çok daha zordur. Hiç kimse işçi sınıfında boş umutlar yaratmamalıdır. Lenin, Komintern tüzüğüne konulmak üzere şu formülasyonu ileri sürmüştü:
“III. Enternasyonal’e girmek isteyen her parti, hem açık sosyal yurtseverliği, hem de sosyal-pasifizmin yanlışlığını ve ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Kapitalizmin devrim yoluyla yıkılması sağlanmaksızın hiçbir uluslararası hakem mahkemesinin, savaş hazırlıklarının sınırlandırılmasına ilişkin hiçbir sözün, Uluslar Birliği’nin hiçbir türden ‘demokratik’ yeni biçiminin, insanlığı yeni emperyalist savaşlardan kurtaramayacağını işçilerin gözü önünde sistematik olarak koymalıdır.” 9
Kuşkusuz, Lenin’in bu formülü bir global termonükleer savaşa -böyle bir savaşta kazanan taraf olmayacağı için- uygulanamaz. Ama, emperyalizmin silahlanmayı kışkırtması bağlamında, sınıf mücadelelerine karşı şiddet kullanılması bağlamında bu formül hâlâ geçerlidir. Hiçbir “uluslararası genel güvenlik sistemi”, hiçbir türden “yeni ekonomik düzen”, “insanlığın genel çıkarları”na dair hiçbir söz ve hiçbir diplomatik manevra nesnel toplumsal yasaları değiştiremez.
* * *
Türkiye’ye gelince… Toplumsal Bilimler Akademisi’nin yeni tezlerinin Türkiye acentalığını üstlenen Yeni Açılım, zaten sağ bir içerik taşıyan tezlerin daha da sağ yorumlarını yaymayı kendisine görev edinmiş durumda: “Dünyada uluslararası kamuoyunun çoğunluğunun, Türkiye’ de nüfusun çoğunluğunun meşru kabul etmediği, haklı görmediği bir yoldan bir geçiş hiçbir zaman günümüzde gerçekleştirilemez.” 10
Türkiye’de sosyalist devrimi, tabiri caizse, “çıkmaz ayın son çarşambasına” erteleyen bu satırlar Yeni Açılım‘ın ilk sayısındaki, ilk yazıda yer alıyor ve bu yönüyle de dergi için bir kartvizit niteliği taşıyor.
Aynı derginin ikinci makalesinde Cavlı Çulfaz ise şunları yazıyor:
“Bu savaşla (İran-Irak Savaşı -C.G.) ilgili olarak, ABD’nin her bir oldu bittisi, ülkemizi ateşlerin içine atabilir. Topraklarımızdaki ‘Ortak Savunma Tesisleri’nin (eğer bunlar gerçekte öyleyse) çok sıkı denetlenmesi gerekir. Bu denetlemede herhangi bir gevşeklik ülkemizin güvenliğini tehlikeye düşürebilir. Bu bakımdan, başta İncirlik ve Pirinçlik olmak üzere, topraklarımızdaki Amerikan askeri varlığının bulunduğu her yer Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin sımsıkı denetimi altında olmalıdır.
“Böyle bir denetim eğer tümüyle olanaklı değilse, bu tesislerin varlığı, ülkemizin güvenliğine yarardan çok zarar getiriyor demektir.” 11
Demek ki, topraklarımızdaki Amerikan üsleri T.C. hükümeti (bugünkü koşullarda ANAP hükümeti) tarafından “sımsıkı” denetlenebilirse, bu üsler ülkemizin güvenliğine yarar getirebilecek! Yazının başlığından düşüncelerini paylaşmayı pek sevdiği anlaşılan C. Çulfaz’ın bu isteği ne denli yerine gelir bilinmez, ama kendisi ve temsil ettiği çizgi adına bir uzlaşmacılık anıtı dikileceği kesin! Bir zamanlar NATO’dan çıkmayı savunduğu halde sonradan -müttefikleri ürkütmemek için- Amerikan üslerinin sökülmesini yeterli bulan bir çizginin, bugün Amerikan üslerinin varlığına bile itiraz etmeme noktasına geldiği görülüyor. Barış mücadelesini merkeze alan bir anlayışın, barış mücadelesinde bile tutarlı olamayacağı anlaşılıyor.
Aynı Çulfaz, bu kez “global” düzeyde olmak üzere şunları yazıyor:
“Oysa kırk yıldır bir dünya savaşının çıkmamasının nedenini nükleer silahların varlığına, caydırıcılığına, böyle olumsuz ve canice bir düşünceye değil, başka insani çabalara bağlamak daha doğru değil mi?” 12
Hiçbir “insani” çaba milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşını, Kore’yi, Vietnam’ı, Şili’yi, Filistin halkına uygulanan kıyımı engelleyememişken, üçüncü bir dünya savaşının çıkmamasını “insani çabalara bağlamak” safdillik değil mi?
Biraz önce bir yazısından satırlar aktardığım Zeki Dilmen ise, bir başka yazısında daha “temelden” gidiyor.
“Farklı düşünen, farklı çıkarlara sahip olan bireyler, onların oluşturduğu politik ve sosyal hareketler söz konusudur. O nedenle, demokrasi ancak bu farklılıkların bir mutabakatı, uzlaşması olmak zorundadır.
“Farklılıkların varlığı bizzat hareketin gelişmenin kaynağıdır. Farklılıkların demokratik bir tarzda yan yana ya da karşı karşıya gelmeleri, toplumsal gelişmenin demokratik bir biçimde gerçekleşmesini sağlar.
“Gelişme boyunca farklılıklar da değişeceği için, her aşamada yeni bir mutabakat zorunlu olur, böylece demokrasi değişir ve gelişir. Gerçek çoğulculuk varsa, toplumsal gelişmeye katkı yapabilecek güçler katkılarını yapar, yapma yeteneği olmayanlar ise, ya varolma nedenlerini yitirir ya da kendini değiştirir ve geliştirir.” 13
Yazar açıkça belirtmemekle birlikte, bazı benzerliklerden, bu satırların diyalektiğin “karşıtların birliği ve çatışması yasası”na ilişkin olduğu anlaşılıyor. Her ne kadar yazılanlar Politzer’in bile okunmadığını düşündürecek bir cehaletin göstergesiymiş gibi görünse de, yazar aslında bir şeyi çok iyi başarmıştır: Marksizmin yöntemini de terk etmeden yeni tezler savunulamaz…
* * *
Kapitalizmin daha çok uzun yıllar yaşayacağı varsayımlarının aksine, nükleer silahlarıyla, uyuşturucularıyla, doğada yaptığı tahribatlarıyla, pornografisiyle, Rambolarıyla, üçüncü dünya ülkelerini ittiği uçurumla bu toplumsal düzenin çürümüşlüğün zirvesine çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Bazı kapitalist ülkelerde görünüşte ortaya çıkan istikrar, tıpkı 1800’lerin sonları gibi, ancak geçici olabilir. Sosyalizm ise, uluslararası planda yaptığı barış ataklarıyla prestij kazanmaktadır… Bu koşullarda, emperyalizm teşhir edileceği yerde “suçu paylaşmak” ve Marksizmin özünden kopmak, genel silahsızlanma yerine işçi sınıfını teorik, siyasal ve örgütsel bakımdan silahsızlandırmak anlamına geleceği gibi, önemli bir tarihsel fırsat da heba edilmiş olacaktır. Sosyalistlerin yapması gereken, barış sorununa “Ekim modeli” ile yaklaşmak, yani gerçek bir barışın ancak sosyalizmde sağlanabileceğini işçi sınıfına göstermektir…
Dipnotlar
- “Günümüz Dünyasında Toplumsal İlerleme” (Tartışma İçin Tezler); Yeni Açılım 4, ss. 36-37
- a.g.m., s.39
- Plimak Y. G.; “Yeni Düşünce ve Dünyanın Sosyal Yenilenmesinin Perspektifleri”, Yeni Açılım 1; s.50
- “Günümüz Dünyasında…” s.37
- a.g.y.; s.43
- Krasin Y. A.; “Barış Savaşımında Genel İnsani Olan ile Sınıfsal Olan”; YeniAçılım 4, s.62
- “Günümüz Dünyasında…” S.37
- Marks Karl; Alman İdeolojisi; Sol Yay., s.101
- Lenin; İşçi Sınıfı Partisi Üzerine; Sol Yay. s.397
- Dilmen Zeki; “Yeni Sorunlar, Yeni Yaklaşımlar”, Yeni Açılım 1, s.12
- Çulfaz Cavlı; “Tartışılmak, Daha Çok da Paylaşılmak İçin Bazı Sesli Düşünceler”; Yeni Açılım 1, s.15
- Çulfaz; a.g.m., s.15
- Dilmen; “Çağdaş, Demokratik, Kitlesel Parti”, Yeni Açılım 5, s.17