Birlik İçin Sesli Düşünceler: Ayrılık Sevdaya Dahil II
Gelenek’in bir önceki sayısında yeniden basılan aynı başlıklı yazı, on beş yıl önce alaycı bir tepkiyle karşılanmış ve oldukça tuhaf yanıtlara, yorumlara konu olmuştu. Tuhaf diyorum, çünkü kapsam ve gerekçelendirme kısmı değil, yazının üslubu ve öngörü kısımları öne çıkarılmış, “Yaşanılan ayrışma temelinde birlik ve ayrılığa dair fikirlerini dile getiren bir parti üyesinden ziyade eski zamanlardan günümüze sıçramış bir müneccim gibi konuştuğum; gidenlere, gidenlerin encamlarına, kalanlara, kalanların serüvenlerine dair birtakım kehanetler savurduğum” iddia edilmişti.
Kehanet eleştirileri sadece ayrı düştüğümüz arkadaşlarımızdan değil, ya-kın çevremizden de gelmişti. Görünüşte haklıydılar. Sosyalist İktidar Partisi’ni (SİP) oluşturan “iki avuç insan” tanımının pek de ayıp kaçmayacağı bir topluluk ortadan ikiye yarılmış, parti çatısı altında gerçekten de bir avuç insan kalmıştı. Hâl böyleyken, Gelenek’te yayınlanan yazının her bir satırına sinmiş sivri kestirimlerin, iddialı çıkarımların ‘kehanet’ haricinde bir açıklaması olabilir miydi?..
Yanıt vermek yerine susmayı, önümüzdeki sürece odaklanmayı tercih ettim. Haklı bulduğumdan değil, yanıtın sonucu değiştirmeyeceğini düşündüğümden…
Ancak bugün suskunluğumu bozacak, gecikmiş de olsa bir yanıt vereceğim.
Ve sondan, yani kehanet kısmından başlayacağım.
Bilinmelidir ki, o yazıda yer alan tüm “kehanetler” gerçekleşmiştir. Ayrılanlar kendi aralarında tekrar tekrar ayrışmış, hızla örgütlü siyaset sahnesinden çekilmiş, kalanlar ise bu ülkenin komünist partisini, hem de iki yıl gibi kısa bir sürede, inşa etmişlerdir.
Türkiye Komünist Partisi, öncelikle bu kadro öbeğinin eseridir ve kim ne söylerse söylesin, kim hangi kulpu takarsa taksın, hayat ve kavga ayrılanları yahut başkalarını değil, bir avuç insanı doğrulamıştır. Bu doğrulamanın temelinde, ayrılanlar açısından, beceriksizliğin, zayıflığın, iş bilmezliğin, kişisel hırsların ve benzeri olumsuzlukların yattığını söylemek çok büyük bir haksızlık, haksızlığın da ötesinde ağır bir küfür olacaktır. Kimse buna kalkışmamalıdır, eşitlik ve özgürlük kavgasına katkı koymuş eski yol arkadaşlarımızın hatıralarına kara çalmamalıdır. Aynı şekilde, komünist partiyi inşa etme başarısının altında şansın, zarların denk gelmesinin, elverişli koşulların yahut bunlara benzer dışsal unsurların yattığını düşünme saflığına da kimse kendini kaptırmamalıdır.
Her iki öbek için de aynı tarihsel, toplumsal yasallık işlemiş, gidenlerin de kalanların da serüvenlerine “parti ve mücadele algısı” olarak özetleyebileceğimiz kavram ve kavrayışlar damgasını vurmuştur. Bir öbek hüzünle, akametle, atomize olmakla, yani “yanlış yahut eksik parti ve mücadele algısıyla” yüzleşirken, diğer öbek serüvenini başarıyla taçlandırıp, parti ve mücadele algısının doğruluğunu pratikte de sınamıştır.
Mesele, “Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” meselesi değildir; parti ve mücadele algısının doğruluğu ile yanlışlığı, bunların pratik karşılıklarıdır her iki sonucu da doğuran…
Elbette muazzam emekler, saygı duyulması gereken fedakârlıklar söz konusudur her iki öbek için de. Ancak sonuç değişmemiştir, bugün olsa yine değişmeyecektir. Başarı için emek ve fedakârlık şarttır ama bin misli de harcansa, hiçbir emek sarfiyatının, hiçbir feda eyleminin yanlış parti ve mücadele algısını başarıya ulaştırma şansı bulunmamaktadır.
Tarihsel, toplumsal yasallık budur, iki yanlış bir doğruyu doğurmamaktadır. Kehanetlerin temelinde işte bu formül yatmaktadır. Yalındır ve küçücük bir soru kümesini içermektedir: Nedir parti, nedir mücadele? Doğru parti ve mücadele algısı ile yanlış parti ve mücadele algısı arasındaki farklar, birini doğru diğerini yanlış kılan kıstaslar nelerdir? Kim yahut ne karar verir doğru yahut yanlış olduklarına? Bireyler mi, sınıflar mı, tarih mi, güncellik mi?
Yanıt basittir, çok boyutlu bir düşünme, karmaşık bir analiz süreci gerektirmemektedir: Mücadele amaç değil, amaca doğru ilerleyişin olmazsa olmaz koşuludur; parti ‘marangozun masa, duvarcının sıva, demircinin tava yaparken kullandığı alet edevatlara’ benzer alelade bir araç değil, belirli bir amaca dönük olarak yürütülen çok yönlü mücadelelerin yaşamsal ve canlı organizasyonudur.
Kapitalist-emperyalist sistemin herhangi bir bölmesinde yaşayan her insan hayatını şu yahut bu amaç için mücadele ederek geçirir, geçirmek zorundadır. Ekmek aslanın ağzındadır; doğulan yer değil, doyulan yer vatandır; mal canın yongasıdır; samanlık seyran edilmeli, torun torbaya dünyalık bırakılmalıdır; kefen parası yastık altına konulmalı, son nefeste bile ele güne muhtaç olunmamalıdır… Bunlar ve daha niceleri emek istemekte, mücadele gerektirmekte ve milyonlarca insan için ömür söndürmek anlamına gelmektedir. Mücadelenin daniskasıdırlar ama bir sonraki kuşağa daha da zorlaşarak devrolmak haricinde bir farklılık yaratmamaktadırlar.
Her mücadele kutsal ve doğru değildir, sayısız mücadele başlığının içinden hepsine yön verecek temel dinamiği bulup çıkarmak, ömrünü ona vakfetmek zaruridir. Doğru mücadele algısı böyle başlar, komünizm ülküsüyle yürütülen mücadelenin yaşamsal ve canlı bir organizasyonu da kapsadığı, kapsayacağı bilgisiyle tekamüle erer.
Mücadeleyi yüceltip partinin bir araç olduğu önermesini sözlük karşılığına daraltmak, sadece yanlış parti algısı değil, aynı zamanda yanlış ve mutlaka hüsranla sonuçlanacak bir mücadele algısı demektir. Bu algıda tarihe ve güncele, tarihsel birikim ile nesnel koşullara yer yoktur, küstahça bir iradecilik, hatta kibir, küfür düzeyinde bir egoizm vardır. Bu algıda insan, insanların kurduğu, yine insanlardan oluşan canlı bir organizasyon yoktur, yerine örgütsel mekanizmalardan müteşekkil kupkuru bir hiyerarşik düzen geçirilmiştir.
Parti, sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı tarihsel birikimin ürünüdür ve onu var eden yahut belirli bir uğrakta kullanan insan öğesinin siyasi, ideolojik, moral ve pratik gelişkinliğiyle, beceri ve yetileriyle sıkı sıkıya bağlı, hatta sınırlıdır. Tıpkı nesnelliğin kendisiyle kuşatıldığı ve sınırlandığı gibi. Üstelik tarihsellikle güncellik, soyutlukla somutluk; başka bir ifadeyle, dün ile bugün, bilgi birikimi ile insan, ilintili olmakla beraber, birbirlerinden farklı şeylerdir ve takasları, birbirleriyle ikameleri bir yana, birinin diğerini otomatikman içerip şekillendirmesi ihtimal dışıdır.
Eğer bu mümkün olsaydı, yani bu bileşenler her durum ve şartta birbirlerini içerse yahut eşitleyerek var etselerdi, yeryüzünün gördüğü en başarılı devrimin öznesi olan, muazzam bir teorik-pratik birikim yaratan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), Hruşçov-Gorbaçov benzeri isimlerin elinde heder olup maziye karışmazdı. Bu mümkün olsaydı, yeryüzünün dört bucağında komünist partiler, yeni devrimci kuşaklar yetiştirme derdine düşmez, zaman ve enerjilerini daha ‘mühim’ meselelere harcarlardı.
Hiçbir zaman böyle olmamıştır, böyle olmayacaktır. Mücadele koşuldur, parti program ve tüzüğünü benimseyen, aidat ödemeyi, bir parti organında görev almayı kabul eden her birey, ister ahlaki ister akli, ister sınıf mücadelesinin sıcaklığından etkilenip coşarak ister donduruculuğundan korkup sığınak arayarak gelmiş olsun, kendisini günün koşullarının gerektirdiği konumlanıştan, partinin siyasal tutum ve yönelimlerinden, örgütsel durum ve ihtiyaçlardan, ülke bazındaki birikim ve seyirden; özetle, her türlü nesnel ve öznel veriden öteye taşımak, bunlara değil, insanlık kavgası adlı mücadele geleneğine örgütlemek zorundadır. Sonuncusu diğerlerini içinde barındırır, bu eşiği aşamayan her üye zorunlu misafirlik riskiyle karşı karşıyadır.
Zorunlu misafirlerin kadir kıymet bildikleri, “Vakit erişti, bana müsaade’ dedikleri ender görülmüştür, siyasal düzlemde, evi beğenmemeleri, kendilerine uydurmak üzere tadilata girişmeleri adettendir. Bunun için nesnel yahut öznel kimi sarsıntılar, hatta küçük değişiklikler yeterlidir. Kıvılcım çakar, fitil alev alır ve verili bir nesnellikte devrimci mücadeleye girdiğini unutan birey, partiyi tarihsel birikiminden soyarak, kendi kişisel donanımının çapına daraltamaya, kendi algıları, kendi anlayışı, kendi öngörüsü ve aktüel amaçları doğrultusunda ve onları pratiğe dökmek üzere, ‘marangozun masa, duvarcının sıva, demircinin tava yaparken kullandığı alet edevatlar’ derekesine indirgemeye girişir. Arzusu istediği kadar ateşli, benliği istediği kadar fedakâr, gövdesi istediği kadar çalışkan, iradesi istediği kadar çelikten olsun, başarısızlıkla karşılaşması, bozguna uğraması kaçınılmazdır.
Hüsran, öfkenin, kuru inadın, saldırganlığın, koyu bir öznelliğin habercisidir, hemen peşinden reddiyeler, tarihsel birikim ve nesnel şartlarla uyumlu olmayan önermeler gelir.
Sonuç, siyaseten ölümdür.
Bir başka ölüm şekli, partiyi tarihsel birikime hapsetmek, güncelle, güncelliğin bir parçası olan insanla bağı sınırlı kitabi ve içe kapalı bir kulüp inşa etmeye kalkışmaktır. Bu, bir öncekinden daha ağrılı, daha yavaş bir ölümdür ve hangi nedenle olursa olsun asla tercih edilmemelidir.
Yaşamsal olan, her iki yönelimin dışına çıkmak, tarihsel birikimle güncelliği, güncelliğin bir parçası olan insan faktörünü birbirlerini besleyen, geliştiren bir düzleme taşımaktır.
Bu çaba olağanüstü gerilimler barındırmaktadır. Tarihsel birikim muazzam ölçektedir, adeta uçsuz bucaksız ummandır, bireyin aklı ise deryada damladır. Tarih telaşsızdır, zor kımıldanıp ağır akar, ömrünün sınırlı olduğunu bilen bireyin ise acelesi vardır. Tarihsel birikimi oluşturan kazanımlar binlerce yıla, milyonlarca insan ömrüne denk düşer, bireyin derdi ise kısacık ömrüne her güzelliği, her başarıyı sığdırmaktır.
Kehanet, bu sınavın geçilip geçilememesiyle, şahsi ve kolektif donanımın hangisine elverdiğiyle ilintilidir. Birey, partili mücadelenin anahtar unsuru, tarihsel birikimle verili güncelliğin kesişim noktasıdır. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlar, edilgen olmayan canlı ve biçimlendirici bir köprü işlevi görür. Deryada damlalığı, telaşı, derdi bir yerden sonra ihmal edilebilir, edilmelidir. Kolektif yapı bireyi, birey kolektif yapıyı mutlaka doğru parti ve mücadele al-gısına kavuşturmalı, özdeşleşme yönünde dinamik bir etkileşim süreci yaratılmalıdır. Hangisinin başat unsur olduğu önemli değildir, çeşitli uğraklarda çeşitli sıralama değişiklikleri olabilir. Bizim örneğimizde de sıklıkla olmuştur. Sosyalist sistemin çözüldüğü, muazzam ölçekte bir siyasi, ideolojik, felsefi saldırganlığın sahneyi işgal edip, insan aklını, sınıfsal ve toplumsal hafızayı bombardımana tuttuğu, her türden tahrifatın, likidasyonun, yozlaşma ve çürümenin kol gezdiği bir dönemde kendini inşa etmek mecburiyetinde kalan bir öbeğin serüveninde aksi düşünülemezdi, düşünülmedi. Teorik ihtilalcilik bu öbeğin kılavuzu oldu, izleğin dışına çıkanlardan farklı olarak, bu sınavı hakkıyla verenler kurucu bir irade oluşturdu.
Bu örneğin sürekli tekrarı zorunludur. Deryada damla olan, kısacık ömrüne her başarıyı, her güzelliği sığdırma derdi güden birey, mutlaka, tarihsel birikimden güç ve ilham alan; akılla, bilimle, vicdanla, insanlığın yarattığı tüm ilerici değerlerle ve bunların hem araçsal hem de bilişsel tezahürlerinden biri olan partiyle verili nesnelliğe müdahale eden; yıkıcı, kurucu, dönüştürücü bir mücadele pratiği sergilemenin yanı sıra, sayısız ve de isimsiz milyonlarca halkadan biri olmayı tereddütsüz biçimde seçebilen bir öncüye dönüşmeli, dönüştürülmelidir.
Tevazu, öncünün alametifarikasıdır, kısacık ömrümüze her türden başarıyı sığdırmak, adımızı tarihe altın harflerle yazdırmak gibi bir zorunluluğumuz bulunmamaktadır.
Geriye kalan, bu temel yaklaşımla uyumlu örgütsel mekanizmalar ve hukuk inşa etmek, parti içi yaşamı bu değer, yaklaşım ve hukuku yeniden üreten gelişkin, zengin, ivmelendirici bir sürekliliğe kavuşturmaktır. Kurumsallık ve kurumsal yapı bu demektir, Lenin’in bizatihi kendisi bile olsa, komünist partide “kader ve gidişat” sadece bireylerin inisiyatiflerine terk edilmemelidir. Aynı zamanda bunun bir süreç ve sürekli inşa hâli olduğu hatırlanmalı, atılımlar kadar durgunlukların, hatta çölleşmelerin de olabileceği hesaba katılmalıdır. Hiçbir koşulda içe ve dışa dönük siyasi ve ideolojik önderlik görevi ihmal edilmemeli, çölleşmeden üreyen zaaflar, çarpıklıklar, çirkinlikler ve tüm bunların toplamı olarak örgütsel, siyasal patinaj çekmeler, geleneksel yapının, tarihsel birikime denk düşen siyasal öznenin parçalanmasına, partili mücadeleden, en iyi ihtimalle, hareket kökenli bir özneye dönüşülmesine taşınmamalıdır. Çünkü ucunda siyasi intihar ve -mecazi yahut değil- iki sancılı ölüm şekli vardır.
Artık anlaşılmalıdır: İki ölüm şekli ile yegâne yaşam şeklinin uğrayacağı çeşitli çölleşme halleri, barındırdıkları gerilimlerle birlikte, siyasi, ideolojik, programatik olmayan, sadece örgütsel sorunlarla, siyaset yapma tarzındaki farklılıklarla açıklanan tüm ayrışmalara, birleşmelere yataklık, kaynaklık ederler. Elbet başka belirleyenler de vardır ama galebe çalan, galebe çalmakla birlikte hep geri plana itilen, gözlerden kaçırılan esas unsur budur ve on beş yıl önceki yazı, komünist birey açısından çıkarılması gereken sonuçları ele almıştır. İçerik, tüm niyet ve söylemlerin ötesindedir, tekrar pahasına, sadece ve sadece doğru parti ve mücadele algısı üzerinedir.
Yine tekrar pahasına: Sosyalist sistemin çözüldüğü, komünist partilerin birer birer feshedildiği, ülkemiz sosyalist hareketinin Kuruçeşme toplantılarından başlayarak, birlik adı altında travmadan travmaya, likidasyondan likidasyona koştuğu kahredici serüveni yaşayan, bu serüvenin yönlendiricisi konumundaki ‘nasıl bir parti’ sorusuna verilen yanıtları unutmamayı başaran herhangi bir birey, ayrılır ayrılmaz “nasıl bir parti” sorusunu gündeme alanlara ve değişik ifadeler altında aynı yanıtları üretenlere benzer akıbet uyarısını yapar ve başkalarının kehanet olarak niteledikleri uyarılarını, “durmuş saat bile günde iki kez doğruyu gösterir” vecizesinin edebi tezahürü olan Mehmet Akif Ersoy’un dizeleriyle dahi gerekçelendirebilirdi:
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?..
Kişisel olarak bunu yapmadım, kehanetler toplamı olarak tanımlanan yazımı, Attila İlhan şiiriyle başladığı için hayli uygunluk taşıdığı halde, bir başka şairle bağlama kestirmeciliğine başvurmadım. Bunun yerine, ayrılıktan itibaren iki öbeğin de serüvenlerine yön vereceğini düşündüğüm esas noktaya, temelde yatan ana unsura vurgu yapmayı tercih ederek, aklım erdiği, dilim döndüğünce ‘parti ve siyasal mücadele algısına’ içkin olması icap eden olmazsa olmaz kimi kriterleri sıraladım.
Sadece ayrı düştüğümüz yoldaşlarımıza olan vefa borcumu bir nebze de olsa ödemek derdiyle değil, en az bunun kadar, safında kalmayı seçtiğim öbeğin yolunu açmasına yardım etmek ve gidenlerin de kalanların da eşitlik-özgürlük kavgasında birer değer olma hallerini sürdürmelerine katkı vermek amacıyla…
On beş yıl önce de biliyordum, şimdi de eminim: Komünist birey iradecidir, inatçıdır, inançlıdır, fedakârdır, cesurdur, çalışkandır ama aklını kullanmayı, tarih bilinciyle, bilgisiyle donanmayı hiçbir koşulda atlamamalıdır. Tarihsel Türkite Komünist Partisi’ni unutmak sıtmadır. Onunla birleşerek Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni oluşturan Türkiye İşçi Partisi’ni unutmak sıtmadır. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ni unutmak sıtmadır. Çoktan unutulmuşlar listesine adını yazdıran partileri, örgütleri unutmak sıtmadır. Gorbaçov’lu SBKP’yi unutmak sıtmadır. Tümünün ortak serüvenlerini ve bu serüvenin sonuçlarını unutmak sıtmadır.
Eğer bunlar sıtmaysa, aynı yoldan gitmeye kalkışmak ölüme razı olmaktır.
Razı olunmamalıdır. Bu dünyada en değerli şey hayattır ve her komünist, tabiatın kendine bahşettiği hayatı isabetli kararlarla, isabetli tercihlerle, iyi bir yaşam sürmekle, iyi bir isim bırakmakla değerlendirmeyi başarmalıdır.
Bunun biricik yolu, birikimden ve nesnelliği ihmal etmeyen iradecilikten geçmekte, önünde sonunda, doğru bir mücadele algısına, uygun bir araca sahip olma kriterine bağlanmaktadır.
Sadece doğru parti ve mücadele algısı değil, başarının temelinde, komünist iyimserlik, siyasi ve ideolojik gelişkinlik, planlama, inanç ve tüm bunlara eşlik eden muazzam bir emekle insanüstü bir gayret yatmaktadır. Bizim örneğimizde de bu olmuştur ve kökleri 1999 – 2001 döneminin öncesine uzanmaktadır.
Gelenek hareketi, Kuruçeşme Toplantıları’na katılmıştır. Gorbaçovcu rüzgârlardan, likidasyona uzanan büyük birlik hayallerinden uzak durmuş, açık ve devrimci bir parti inşa etmenin yollarını aramıştır. Sarsıntılı, inişli çıkışlı bir süreç yaşamış, 1992 yılında Sosyalist Türkiye Partisi’ni (STP) kurmuştur.
Bu sürece dair birçok başlık ele alınabilir ama STP’nin bir beklenti ve öngörü üzerinden de şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. En azından tam da o tarihte partiye üye olan benim için olmayacaktır.
Özetle, gördüğüm ve “beklenti-öngörü” olarak adlandırdığım olgu şudur: Başta geleneksel sol olmak üzere sosyalist hareketin neredeyse tamamına yakını likide olmuş, çok büyük kadro öbekleri boşa düşerek, örgütsüzlükle karşı karşıya kalmışlardır. Bir yanda ihtiyatla, çekimserlikle, öfkeyle yad edilen büyük birlik projesi durmaktadır, diğer yanda ise çaresizlik. STP, bu kadro öbeklerinin sıtma yahut ölüm arasında bir tercihe değil de sosyalizm programına, geleneksel örgütlenme modeline yöneleceklerini öngörmüş, böylesi bir toplaşmanın yeni bir mayalanma ortaya çıkaracağını, likidasyon dalgasına set çekeceğini ve bu toprakların öncü partisini yeniden inşa etme zorunluluğunun ilk merhalesini tamama erdireceğini ummuştur. Teorik ihtilalcilik önemli bir cephanedir ve nesnellik, bu öngörü ve beklentiye sahicilik yüklemektedir.
Ama kısmi, oldukça ihmal edilebilir bir akış haricinde herhangi bir toplaşma olmamıştır. STP, sosyalizm programının önemli bölümlerinden olan Kürt sorununa bakış açısı nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, yoluna Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ismiyle devam etme kararı alan dar kadro öbeğinin önüne kendi göbeğini kesme zorunluluğu gelmiştir.
Yola nasıl devam edilecektir? Nasıl bir parti yapısı kurulacaktır? Hangi yöntemler izlenecek, nasıl bir mücadele algısıyla hareket edilecektir? Akış öngörüsü ve bekleme hali sürdürülecek midir, yoksa kendi kadro kaynaklarını yaratmaya dönük bir seyrüsefer mi izlenecektir?
Bu tartışmalar ayrılıkla sonuçlanmıştır. Açık alanda yaşanan ilk ayrışmadır ve ayrılanların yolu büyük birlik projesine uzanmıştır.
Kalanlar için, onların tavır ve yönelimleri için sadece kısacık bir not düşmekle yetineceğim: Ayrışmanın arkasından bolşevizasyon kararı gelmiş, bu yönde hızlı adımlar atılmış, bir MK toplantısında, görevimizin işçi sınıfının siyasal öncüsünü, komünist partiyi inşa etmek olduğu, 1993 yılının koşullarında bir araya gelen ve kökeni çok farklı siyasi hareketlere dayanan küçük toplamımızın kurucu bir kuşağa dönüşmek amacıyla devineceği kayıt altına alınmıştır.
1993 yılının koşullarına vâkıf olanlar, üstünkörü de olsa ülke gündemi ile muazzam ölçekteki sorunları dikkate alanlar, süregitmekte olan içsavaşı, sosyalist solun hali pürmelalini göz ucuyla süzenler, o küçük toplamın kararlarını pekâlâ kahkahayla karşılayabilirlerdi. Yahut hayalperestliğe yorup, bizi beklediğini varsaydıkları karanlık akıbetten dolayı gözyaşı dökebilirlerdi.
Ne kahkaha ne gözyaşı ne büyük birlikçilik; teorik ihtilalcilik, sosyalizm programı ve leninizm kazandı.
12 Eylül faşizminden bu yana bu ülkenin sol adına, sosyalizm adına, işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluş umudu adına elde edilmiş en önemli mevzilerinden biri olan Türkiye Komünist Partisi’ni (TKP) yeniden şekillendirmeyi başaran iradenin kolektif emeği ve birikimi kazandı.
Ne yazık ki bugün, ortak emeğimiz tekrar ufalandı, tekrar ateşe itildi. Ve yine ne yazık ki, tekrar kaynağa yönelmek haricinde bir seçenek kalmadı.
Okurdan ricam, sadece Gelenek’in bir önceki sayısında yayınlanan on beş yıl önceki yazıyı değil, devam niteliğindeki bu yazının buraya kadar olan kısımlarını da bu gözle okuması, arkasından aynı minval üzere akıp gidecek aşağıdaki satırlara geçmesidir.
Kaynak, insandır, tarihsellikle güncelliğin kesişim noktasıdır. Nasıl ki tarihsel birikimin ürünü olan siyasal özne verili nesnellikle kuşatılmış, beşeri niteliklerle sınırlanmışsa ve nasıl ki bunların tamamını aşacak potansiyel bir kudrete sahipse, öznenin de öznesi olan, hem tarihselliğin hem güncelliğin tezahürü pozisyonunda duran insan da aynı unsurlarla kuşatılmış ve sınırlanmıştır. Siyasal öznenin tüm kuşatma ve sınırlamaları aşmasını sağlayan potansiyel kudret, özünde insana bağlanır, bilimin, teknolojinin, felsefenin, sanatın, bilumum değerin yaratıcısı insandır. İnsanın kuşatma ve sınırlamaları aşmasını sağlayan kudret ise tüm bunların bileşkesi konumundaki tarihsel birikim ile bu birikimin ürünlerinden olan, sınıfın aklı olarak da tanımlanan siyasal öznenin kendisidir. Doğru mücadele algısı bu ikisinin etkileşim ve birlikteliğinden doğar (partili mücadele bunun için şarttır, partisiz komünist olmaz önermesinin temelinde bu hayati gözlem yatmaktadır) ve insana, sadece güncelliğin, belirli bir nesnellikte dünyaya gelmiş, bu dünya tarafından hem akli hem moral açıdan şekillendirilmiş olmanın değil, kendini kapsayan siyasal özneye dair dönemsel hal ve tezahürlerin de ötesine geçme gücü, cüreti, tamamını kapsayarak aşmayı gözeten bir bakış açısı kazandırır. Komünist birey budur, öncü kadro bu şekilde oluşur.
Öncü yoğurur, zorunlu misafir tabi olur. Öncü inşa eder, zorunlu misafir barınır. Öncü dönüştürür, zorunlu misafir kullanır. Öncü sıçratır, zorunlu misafir uyarlar.
Bu iki kategori dünyanın her yerinde, her komünist partide vardır, aralarındaki gerilimli ilişki örgütsel yaşamın ayrılmaz parçasıdır. İçe dönük siyasi ve ideolojik önderlik bu gerçeği veri alır, dönüştürme, homojenlik yaratma, parti içi eşitsizlikleri giderme amacı taşır. Başarıya ulaştığı kadar başarısızlıkla da sonuçlanması muhtemeldir. Muradın gerçekleşmesi yetkinleşmeyi, başarısızlık ise durgunluğu, çölleşmeyi, etkisizleşmeyi, sürtünmeyi ve nihayetinde çatışmayı getirir.
Türkiye Komünist Partisi’nde olan bu mudur?
Kimse celallenmemeli, kimse yerinden hoplamamalıdır. Bu soru, mutlaka irdelenmesi gereken, hem geçmişe hem geleceğe ışık tutması muhtemel yanıtlara gebe önemli bir sorudur ve tatmin edici bir tartışmayı sonuna kadar hak etmektedir.
2001 yılından itibaren Türkiye Komünist Partisi bir evreyi geride bırakmaya, toplumsallaşma diye özetlenebilecek bir sıçramaya doğru yol almaya başlamıştır. Bu yıllar Türkiye için kritik yıllardır, çözülmenin çöküşle, ikinci cumhuriyet tezinin dinci gericilikle hemhâl olacağı bir serüvene doludizgin koşulmaktadır. 12 Eylül’den sonra üzeri koyu bir liberalizm şalıyla örtülmüş, SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle hepten silikleşmiş emek-sermaye çelişkisinin tepesine asit misali darbecilik, demokrasicilik, AB’cilik, ulusalcılık, laikçilik, özgürlükçülük, milliyetçilik, kimlikçilik bulamacı boca edilecek; çözülen birinci cumhuriyetin gaspından kurtulan onlarca ilerici değer, onun sahte temsilinden arınmaya başlayan geniş bir kentli nüfus, sosyalist siyasetin önüne bir dizi teorik, ideolojik sorunsalla birlikte zorlu mu zorlu bir ay-rıştırma / kapsama, işçi sınıfına bağlama / sosyalist cumhuriyete kazanma pratiği sergileme zarureti getirecektir.
Ve tüm bunlar, TKP’nin serpilip gelişme çağına damga vuracaktır.
Parti, teorik, ideolojik sorunsallara cesur ve gelişkin hamleleri içeren bir üretimle karşılık verecek, pratik zarurete dönük olarak Yurtsever Cephe’ye kadar uzanan bir dizi oluşuma, örgütlenmeye imza atacak, eşine az rastlanır bir performansla kendi örgütsel gücünü katbekat aşan bir etki yaratıp, solda bir hegemonya odağına dönüşecektir.
Ancak tüm bu başarılar yeterli gelmeyecek, zaruret hâli lâyık olduğu yanıta kavuşturulamayacaktır. Bu perspektifle, bu amaç için girişilen tüm çabalar eşikte tıkanacak, genel ve yerel seçimler de dâhil kapıyı aralamaya elverişli bir kuvvet açığa çıkarmayacaktır.
Bu dönem, partinin en çok yorulduğu, en çok yıprandığı, öncüsünden sempatizanına kadar tüm bileşenlerinin, tüm kademelerinin en çok moral yitimine uğradığı, kan kaybettiği dönemdir. Ülke uçuruma doğru kaymaktadır, tarihinin en yüksek enerjisiyle devinen siyasal özne ise bunu yavaşlatacak, durdurup tersi istikamette ilerletilmesi çabasına dayanak noktası oluşturacak belirli bir toplumsal güce ulaşamamaktadır.
Bocalama, şaşkınlık, tereddüt bu döneme özgüdür, peşinden, “Bu halk adam olmaz” ukalalığı ile adamsendecilik değil, kısacık bir nefeslenme, daha yoğun yüklenmeyi gözeten bir iç organizasyon hamlesi gelmiştir.
Gençleştirme bu dönemin ürünüdür, partiyi yaygınlaştıracak, genişletecek, toplumsal dokunun en dinamik kesimiyle temasını hızlandırmak suretiyle tekrar enerjiyle dolmasını sağlayacak adımlar bu dönemde atılmıştır.
‘Halka yalan söylemek suçtur’ üst başlığıyla yayınlanan günlük Sol gazetesi bu yönelimin ayrılmaz parçasıdır, seslenme, etkileme, toparlama açısından önemli işlevler görmeye başlamıştır.
Bu dönem, hem yeniden biriktirme dönemidir hem de risk alma dönemi. Bu dönemde parti, nefeslenme anının bir öncesine kıyasla daha geniş bir temas yüzeyine, diriliğe, hareket ve eylem kabiliyetine ulaşır görünmüş, buna mukabil, belki de bu nedenlerle, içe doğru öncülük en çok bu dönemde ihmal edilmiştir.
Başka bir ifadeyle, amaç hâsıl olurken riskler de yeşerip boy verecekleri zemine kavuşur olmuşlardır.
Ancak Haziran Direnişi tablonun olumlu tarafını öne çıkarmıştır. Bahar sonunu yaz mevsimine bağlayan gün ve saatler, sadece Türkiye Komünist Partisi’nin değil, sosyalist solun en küçük bölmesinin dahi bu topraklar için ne denli ön açıcı olabileceğini kanıtlamış, Taksim’i özgürleştirme eyleminin, Taksim’den başlayarak ülkenin tüm meydanlarını özgürleştirme eylemine dönüşmesini sağlamıştır. AKM’den sallandırılan pankart derin bir siyasi, ideolojik etki yaratmış, “Boyun eğme” ibaresi yıllardır susan, susturulan geniş yığınların çığlığı, sembolü, gururla taşıdıkları yeni kimlikleri haline gelmiştir.
Boyun eğmeyenlerin büyük kalkışması, ülkenin tamamını özgürleştirme şansından ihanetle alıkonmuş, insanımız kana, gözyaşına, ıstıraba, koyu bir karanlığa boğulmuştur. Sırt dönenler, kendi küçük hesaplarına kapananlar, diktatörle avenesini kurtarmaya soyunanlar ve hainler bellidir, bu sonuçta Türkiye Komünist Partisi’nin de sosyalist solun da en küçük vebali bulunmamaktadır.
TKP, ilk günden başlayarak direnişin başarısı için kendi varlığını tam boy orta yere koymuş, ihanet günlerinin ümitsizlik yayan karanlığını yarmak amacıyla da göze alınması zor yüklerin altına koşmuştur.
Ancak coşku selinin çekildiği, geriye kumun kaldığı karanlık günlerin yeknesaklığında, tablonun negatif yönleri ağır basmaya başlamış, alınan risklerin, ihmal edilen içe dönük siyasi ve ideolojik önderliğin bedelleri birer birer sökün ederken daha yoğun çabalar harcanması zorunluluğu kapıyı zorlar olmuştur.
“Battı gitti” denilerek burun kıvrılan günlük Sol’un yayın hayatına son vermek zorunda kalması, bu bedellerden sadece birisidir.
Durgunluk, çölleşme, etkisizleşme ve sürtünme bu bedellerden sadece birkaçıdır.
Ortak bedel ve maliyetlerin daha yoğun çabalar harcanması zorunluluğuyla birleşmesi, kaçınılmaz bir iç muhasebe, kendini çekidüzene sokma, yeniden yapılandırma ihtiyacı doğurmuş, tüm bunların toplamı olarak da çatışma gündeme gelmiştir.
Olumsuz değildir, çatışma, tüm bedelleri toptan ve tek seferde ödemenin, kurtulup arınmanın, kendini tekrar inşa etmenin aracıdır. Bu sonucu verip vermemesi, seyrinden ziyade ortaya çıkardığı, çıkaracağı iradeye, siyasi neticeye, tarafların bu irade ve netice karşısında takınacakları tutuma bağlıdır; durgunluğu, çölleşmeyi, etkisizleşmeyi, sürtünmeyi ortadan kaldırarak tarafları tekrar bütünlemesi, parti organizasyonunu daha güçlü temellerde yeniden şekillendirmesi mümkün olduğu gibi, ihraç, tasfiye, ayrışma, likidasyon türü vahim savrulmalarla da sonuçlanması muhtemeldir.
Belirleyicilik insan öğesine aittir, akla getirdiği vahim çağrışımlara rağmen alelade bir kavram olmanın ötesine geçemeyen çatışmanın menfilikle yahut pozitiflikle yüklenmesi, yukarıdaki iki önermeden birine, yani ilerlemeye ya-hut kötürümleşmeye neden olması, insan öğesinin siyasi, ideolojik, beşeri gelişkinliğiyle, olgunluğuyla ilintilidir.
Bu, aynı zamanda, kimin öncü kimin zorunlu misafir olduğunun tespitinde turnusol işlevi görecek önemli yüzey ve düzlemlerden biridir, çatışma anları bu soruya çok şaşırtıcı yanıtlar üretebilir. Bazen öncü bilinen çuvallar, bazen zorunlu misafir sayılan akıl almaz bir sıçrama kaydeder. Öncünün zorunlu misafire, zorunlu misafirin öncüye dönüşmesi de mümkündür. Çünkü bunlar olmuş bitmiş, ilanihaye sabit konumlanışlar değil, tıpkı iyi olma / kötü olma hallerinin somut olaylara verilen somut tepkiler çerçevesinde anlam kazanması, bu tepkiler üzerinden her olayda iyi yahut kötü olunması gibi, bunlar da dinamik ve kendilerini her somutlukta yeniden üreten varoluşlardır…
Buradan Türkiye Komünist Partisi’nin yaşadığı son sürece geçilebilir.
Önce bir not: “Ey, birader! Yukarıda sıraladığın başlıkların hiçbiri etkilemedi, 2001’den krizin patladığı güne kadar süregelen maceranın çeşitli uğrakları, özetini verdiğin birikme ve sıkışma halleri tetiklemedi, biz durduk yere tar-tışmaya, gerilmeye, “Gözünün üstünde kaşın var” yollu söylemlerle sürtüşüp çatışmaya başladık” diyecekler varsa, yazının bundan sonraki kısımlarını okumasın, acilen tası tarağı toplayıp, psikopatlığı, egoizmi, dengesiz ruh halleriyle mahvına sebep olacakları hiçbir insan evlâdıyla karşılaşmaları mümkün olmayan bir yabana taşınarak inzivaya çekilsinler.
Geberip çürüyünceye kadar da yatıp kalsınlar gittikleri yerde!..
Haziran Direnişi’nin yıldönümünde, 2014 yılının haziran ayında patladı TKP’de kriz ve çatışma. Merkez Komite (MK) düzeyinde kendini dışa vurdu, tüm partinin sürece dâhil olmasını gerektiren bir seyir izledi. Çatışmanın doğal ve ilerletici çözümü kongredeydi, sağlıklı bir kongre için derhal kollar sıvanmalıydı.
Ancak MK’nın kongre örgütleyecek kadar bütünlüğe sahip olmadığı görüldü. Sürtünme ve gerilimler arttı, partililerin birliğini bozacak, onları saçma kamplaşmalara sürükleyecek girişimler sağdan soldan uç vermeye başladı. Kongre tek çözümdü, giderek ufka doğru ıraklaşıyordu.
Felaketle sonuçlanması kaçınılmaz olan bu gidişatı durdurmak üzere, geçmişten bu yana merkezi kurullarda görev almış kadrolar harekete geçtiler ve duruma müdahale ederek, MK’ya, kongreye ilişkin yetkilerini devredeceği bir kurul seçmesini, süreci bu kurul eliyle işletmesini önerdiler. Girişim sonuç verdi, MK’nın onayıyla Kongre Hazırlık Komitesi (KHK) adı altında merkezi bir organ tesis edildi. KHK, tüm partiyi kapsayan çeşitli genelgeler yayınladı, süreci olağan seyrine döndürmeye çalıştı. Parti, nihayet ufukta kaybolmaya yüz tutan çareyi yakınlaştırmış, tüm üyelerin katılacağı bir kongreyle sorunlarını çözme şansı, zemini yakalamıştı.
En azından böyle görünüyordu, bu görüntünün dağılması uzun sürmedi. Kongre Hazırlık Komitesi’nin ortaya çıkardığı zemin ve şans sahiplenilmedi, Merkez Komite’nin hangi saiklerle yetkilerini devrettiği değil de Kongre Hazırlık Komitesi’nin kurulmasını sağlayan kadroların hangi hukuk ve cüretle böyle bir öneriyi MK’ya götürebildiği tartışıldı. Süreç her yönüyle didiklendi, çok imzalı bildirgelerle, türlü tuhaf girişimlerle beslenerek, “Kongre Hazırlık Komitesini tanımıyoruz, eski MK’nın derhal görev başı yapmasını ve bizi kongreye götürmesini istiyoruz” noktasına taşındı.
Sonuç hasıl oldu, bugün karşı karşıya kaldığımız vakıayı ortaya çıkaracak iki ayrı kongre serüvenine yataklık etti.
Halbuki Kongre Hazırlık Komitesi’nin kurulmasını sağlayan öneri gayet yerindeydi, sağduyulu bir yöneticilik refleksiydi. Komünist partilerde Merkez Komite, parti üyelerinin amiri değil, bu kurulun dışında kalan ama onunla birlikte çalışan tüm yöneticiler tarafından denetim ve sorgulamaya tabi tutulması zorunlu kolektif bir kuruldu ve parti işleyişi yukarıdan aşağıya olduğu kadar, aynı zamanda aşağıdan yukarıya bir seyir izlemekteydi. Ve bu mekanizma içerisinde yöneticilik görevi üstlenmiş her partilinin birincil ödev ve misyonu, hem aşağı hem yukarı kademeyi siyaseten, ideolojik ve örgütsel olarak beslemek, sorgulamak, denetlemek, görevlerini lâyıkıyla yerine getirir pozisyonda tutmak, bunun dışına çıkan her eğilimi uyarmak, toparlamak, bu sağlanamıyorsa yetkilerinden arındırmaktı. Kongre ciddi bir işti ve komünist partinin her şeyi demekti. Kongre, bir salon toplantısı değildi. Kongre, sadece MK’nın seçileceği sıradan bir organizasyon değildi. Kongre, her isteyenin istediği zaman kürsüye çıkıp ağzına geleni söylediği bir dert dökme seansı değildi. Kongre, ülke, bölge ve dünyaya dair yeni tanımlar yahut mevcut tanımlarda revizyonlar yapılması ihtiyacı etrafında şekillenen; sınıf mücadelesinin ve bu mücadelenin öznesi olan partinin yeni bir evreye girdiğinin kabulü ve buna dönük siyasal, ideolojik, örgütsel dönüşümlere ivme kazandırılması gereği üzerine oturan ve tüm bunların toplamının dosta düşmana ilanını öngören; tepeden tırnağa örgütlenmesi, her kademenin, her üyenin dahil edilmesi gereken yaşamsal bir süreçti. Kongrede çıplak örgütsel sorunlar tartışılamazdı. Kongrede bu sayılanlardan bağımsız bir hesap sorma süreci işletilemez ve tüm sorunları çözecek sihirli bir dokunuş beklenemezdi. Bunlar burjuva partilerinin kongrelerine özgü hayali unsurlardı, ne komünist gelenekle ne de gerçek hayatla hiçbir ilintileri bulunmamaktaydı. Komünist partide kongrenin biricik görevi, bir ülke-dünya değerlendirmesi yapmak, bu değerlendirmeyle uyumlu somut karar önergeleri tesis etmek, bu doğrultuda bir irade birliği yaratmak, çizdiği perspektif ve çerçeveyi hayata geçirmek üzere, bu potansiyele sahip olduğunu varsaydığı partilileri Merkez Komite adı altında bir sonraki kongreye kadar partiyi yönetmek üzere görevlendirmekti. Hesap sorma işi, yanlışlık ve hata ortaya çıktığı an ifa edilmesi gereken bir edimdi ve bu konuda yükümlülük, başta yöneticiler olmak üzere tüm parti üyelerine aitti. Aynı şey her türden örgütsel sorun için de geçerliydi. Şu yahut bu nedenle görevini yapmayan, savsaklayan, geçiştiren yöneticiler ve üyeler topu kongreye atamazlardı, kongrenin bu başlıkları da çözüme kavuşturmasını bekleyemezlerdi. Eğer bu yapılırsa kongre görevini ifa edemez, parti likidasyona uğrardı…
Kimin umurundaydı? “Merkez Komite de Merkez Komite” idi, Doğu toplumlarının ezelden beridir başının belası olduğu için sürekli tetikte olunan, onca yıl kapı dışarı edilmesi mücadelesi verilen kişi-makam kültü bacadan içeri sızmaya başlamıştı. Tam bir zorunlu misafir riyakârlığı / yalakalığıydı, krizin odağını oluşturan Merkez Komiteye İskender’in kılıcı vasfını atfediyordu.
Süreç o kadar şirazesinden çıkarıldı ki, Kongre Hazırlık Komitesi görevden düştü, hızla kamplaşan, kamplaştırmaya çalışan, garip bir kin ve nefret haliyle, marazi bir tutumla hareket etmeyi militanlık zanneden zorunlu misafirler, ayaklı dejenerasyon timsallerine evrilmeye, parti yapısı provokasyonlara açık hâle gelmeye başladı.
Şeyh uçmadı, müritleri uçurdu. Deli deliyi tımarhanede, sermest sermesti meyhanede buldu. Belki tavuk yumurtayı, belki yumurta tavuğu doğurdu… Ne olduysa oldu, Anka kuşu küle dönüşürken İskender’in kılıcı yüzlerce yıllık masaldan günümüze devroldu.
Verilmiş sadakamız vardı, kınından kurtulmayı başaramamıştı. Bir kez indi, gövdemizi biçmek yerine sert bir kafa travması yaşatmakla yetinmek zorunda kaldı: Tüm üyelerin katılacağı, herkesin kürsüden istediğini söyleyeceği, asli görev yerine bu görevden koparılmış çırılçıplak bir yönetmek fiilinin öne çıkacağı bir kongre yapılamazdı; yapılamayan yahut amaca ulaşamayan kongre, partinin münfesih duruma düşmesi demekti. MK, bunu yakın bir tehlike olarak görmekteydi, böylesi bir riski üstlenmektense iki ayrı kongre tercihine yönelmeyi doğru bulmakta, tüm partiye önermekteydi. Bu koşullar altında başka bir şey yapılamazdı, iki ayrı eşdeğer kongre alışılmadık bir tercih olmakla beraber pekâlâ umulan sonuca ulaşabilirdi. İki ayrı gruba bölünen Merkez Komite’den başlayarak tüm yönetici organlar geçici bir süreliğine lağvedilecek, sadece dört kişilik bir Koordinasyon Kurulu görev yapacak, parti içerisinde özgürce bir tartışma yürütülecek, Merkez Komite’nin her iki grubu, ülke, dünya, bölge değerlendirmelerini içeren siyasi raporlar kaleme alacak, çözüm önerilerini, perspektiflerini, partinin geleceğine dair kurgularını sıralayacak, bunları hiçbir sınırlama yahut engelleme olmaksızın tüm üyelere ulaştıracak, toplantılar, çalıştaylar, konferanslar düzenleyecek, iki ayrı eşdeğer kongre tanımını gölgeleyen yahut partinin herhangi bir iç adlandırmasını, simgesini kullanmayı içeren yol, yöntem ve tercihlere başvurmadan, kendine uygun gördüğü isimler ve biçimler altında broşürler, kitapçıklar, dergiler, bildiriler, mektuplar yayınlayacak, tüm bu faaliyetleri takip eden parti üyeleri kendi özgür iradeleriyle hangi grubun kongresine katılacaklarına karar verecek, üzerinde mutabık kalınan bağımsız bir heyet her iki kongreyi de denetleyecek, sonuçları karşılaştıracak, partinin hem nitel hem nicel ağırlığının hangi kongrede olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayan somut verilerle açıklayacak, partinin ağırlıklı temsilini içeren kongre, tüm kararlarıyla birlikte, geçerli kongre sayılacak, diğer kongrenin bileşenleri, ortaya çıkan bu iradeye, kararlara, siyasi raporlara, çizilen çerçeveye tabi olacak, geçerli kongrenin seçtiği merkezi kurul, partililerin birliğini sağlamak üzere görev başı yapacak, dolaylı yahut açık hiçbir cezalandırma yöntemine başvurmayacak, siyasi raporun, alınan kararların gereğini yapmayı gözeten bir çerçevede partiyi bir sonraki kongreye kadar yönetecekti…
Kapsam buydu, kimin ne söylediğinden, ne yaptığından yahut ne söyleyip ne yapacağından bağımsız olarak ve ortaya çıkması muhtemel kimi ihlallere rağmen, süreç bu şekilde işleyecekti.
İşledi de. Partiyi ilerletecek yahut kötürümleştirecek çatışma hali iki ayrı eşdeğer kongre üzerinden yürütüldü, Anadolu yakası ile Avrupa yakasında biriken öbekler, geleceği şekillendirmek amacıyla ağırlık noktaları oluşturmaya çabaladı.
Sonuç açıktı: TKP’nin hem nitel hem nicel ağırlığı -ülke geneline yayılmış örgütsel temsiliyetini de içerecek şekilde- Atılım Kongresi’nin çatısı altında toplanmıştı…
Şimdi başa dönüyor, konuya giriş yapmadan hemen önce ‘çatışma’ olgusuna dair yazdıklarımı yeniden ve olduğu gibi alıntılıyorum:
Olumsuz değildir, çatışma, tüm bedelleri toptan ve tek seferde ödemenin, kurtulup arınmanın, kendini tekrar inşa etmenin aracıdır. Bu sonucu verip vermemesi, seyrinden ziyade ortaya çıkardığı, çıkaracağı iradeye, siyasi neticeye, tarafların bu irade ve netice karşısında takınacakları tutuma bağlıdır; durgunluğu, çölleşmeyi, etkisizleşmeyi, sürtünmeyi ortadan kaldırarak tarafları tekrar bütünlemesi, parti organizasyonunu daha güçlü temellerde yeniden şekillendirmesi mümkün olduğu gibi, ihraç, tasfiye, ayrışma, likidasyon türü vahim savrulmalarla da sonuçlanması muhtemeldir… Belirleyicilik insan öğesine aittir, akla getirdiği vahim çağrışımlara rağmen alelade bir kavram olmanın ötesine geçemeyen çatışmanın menfilikle yahut pozitiflikle yüklenmesi, yukarıdaki iki önermeden birine, yani ilerlemeye yahut kötürümleşmeye neden olması, insan öğesinin siyasi, ideolojik, beşeri gelişkinliğiyle, olgunluğuyla ilintilidir… Bu, aynı zamanda, kimin öncü kimin zorunlu misafir olduğunun tespitinde turnusol işlevi görecek önemli yüzey ve düzlemlerden biridir, çatışma anları bu soruya çok şaşırtıcı yanıtlar üretebilir. Bazen öncü bilinen çuvallar, bazen zorunlu misafir sayılan akıl almaz bir sıçrama kaydeder. Öncünün zorunlu misafire, zorunlu misafirin öncüye dönüşmesi de mümkündür. Çünkü bunlar olmuş bitmiş, ilanihaye sabit konumlanışlar değil, tıpkı iyi olma / kötü olma hallerinin somut olaylara verilen somut tepkiler çerçevesinde anlam kazanması, bu tepkiler üzerinden her olayda iyi yahut kötü olunması gibi, bunlar da dinamik ve kendilerini her somutlukta yeniden üreten varoluşlardır…
Bu tekrardan sonra devam ediyorum: 12. Kongre’nin çatısı altında toplanan öbeğin seçmiş olduğu merkezi organ, iki eşdeğer kongre önerisinin barındırdığı hukuku, partililere verilmiş sözleri çiğneyerek, geçerli kongre olan Atılım Kongresi’nin ortaya çıkardığı siyasi raporu, iradeyi, kararları, perspektifi, partinin geleceğine dönük kurguyu tanımayacağını, çoğunluğun azınlık iradesine tabi olmasını istediğini deklare etmiş, çatışmaya dair yukarıda alıntılanan çerçevenin hangi kısmını sahiplendiğini, hangi parçasını temsil ettiğini olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Gerisi bu yazının yazarını değil, onları seçen öbeği ilgilendirmektedir. Aynı kanaatte midirler, aynı tutum ve konumlanışa mı sahiptirler, yoksa vermedikleri bir yetkinin oldubittisiyle mi karşı karşıyadırlar?
Onların sorunudur, öne sürülecek gerekçeler, ama, çünkü, zira kelimeleriyle başlayacak uzunlu kısalı izahatlar, bu yazının yazarı tarafından aşağıdaki paragrafla karşılanacaktır:
Herhangi bir devrimci birey yahut odak, gerçeği ve doğruyu elinde tuttuğuna inanıyorsa, yalanı ve yanlışı savunduğunu düşündüğü çoğunluğa tabi olmayı reddetmelidir. Bu hem hak hem devrimci bir ödevdir. Böylesi bir durumda yapması gereken, tüm partiyi kilitlemek, ‘Siz bana tabi olacaksınız’ inadıyla mücadeleye devamı çoğunluk için de kendisi için de imkânsız kılmak değil, devrimcilere yakışan bir kopuşa imza atmak, Türkiye İşçi Partisi’nden ayrılan Mahir’in, Deniz’in izinden gitmeyi, bizim tarihimizin başlangıç noktasını oluşturan ve yine Türkiye İşçi Partisi’nden kopuşu içeren Sosyalist İktidar örneğini tekrarlamayı denemektir…
Tersinin yapıldığını, ne gelirim ne giderim türü bir inat havası tutturulduğunu, geride kaldığı varsayılan likidasyon tehlikesinin tekrar belirdiğini gören ve “Ayrılık sevdaya dahildir ama zorla ayrılmaya kalkışmanın bedelini göze almak, örgütlü sosyalizm mücadelesine devam etmek isteyen bizler için, intihara yakın bir seçenektir. İrrasyoneldir, yakışıksızdır, çirkindir, ahmakçadır, tercihi asla gündeme gelmemelidir. Bunun yerine bir ayrışma planı üstünde çalışılmalı, iki öbek arasındaki ilişki biçimlerini düzenleyen bir protokolle kilitlenme hâlinin aşılması yoluna gidilmelidir” diyen; bu uğurda yılların emeği Türkiye Komünist Partisi’ni, geçici bir süreliğine de olsa, güvenilir bir heyete devretmeyi kabul eden; o andan itibaren ortaya iki ayrı parti çıkacağını, hayatın, kavganın ve kadroların bunlardan sadece birini doğrulayacağını bilen Atılım Kongresi’nin, bu kongrenin somutlandığı siyasal irade ve yapının bir bileşeni olan bu satırların yazarı, tıpkı on beş yıl önce yaptığı gibi, yine önünde duran sürecek odaklanacak, bu kez Attila İlhan’ın dizelerini değil, edebiyatımızın Lenin’i olan Nâzım Hikmet’in dizelerini kendisine kılavuz edinecektir:
En güzel dünyaları yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
gözyaşlarımız gittiler
Ve bundan dolayı
unuttuk biz bağışlamayı
Varılacak yere kan içinde varılacaktır
ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır