Birlik Süreci İçin Durum Saptaması
Bir an için kendinizi dışarıdan bir gözlemcinin yerine koyup Türkiye’nin son yıllarına bakmayı denediniz mi hiç? Sosyalist hareketin içinde sürüp giden tartışmaları, çalkantıları bir an aklınızdan çıkartıp şu ülkenin yaşadığı gelişmeler çerçevesinde, solun toplumsal koordinatlarını saptamayı denediniz mi? Eğer tüm ufkunuz solun iç sorunları, yani kendi dünyanızla sınırlı değilse, mutlaka böyle bir gözlemde bulunmak aklınıza gelmiştir.
Gözlemin sonucu ise hiç tartışmasız şudur: Doğu illerindeki olaylar, TBKP’nin en üst iki yöneticisinin hapiste olmaları ve “polisiye vakalar” dışında Türkiye’de bir sol “hareket”in varlığına ilişkin veri yoktur. İstenirse durumu, yukarıdaki vurguyu biraz daha incelterek başka türlü formüle etmek de mümkün: Türk solu ile ülkenin sınıfsal-siyasal dinamikleri arasında çok ciddi bir gündem farkı oluşmuş bulunuyor.
Ama öte yandan sol hareketin oldukça yüklü ve tüm maddeleri kendinde başlayıp kendinde biten bir gündemi var. Bu gündem çerçevesinde önemli adımlar atıldığı bile söylenebilir. Bu çevrimsel gündem elbette gerek ülke, gerekse dünyadaki gelişmelerden bağımsız değil. Ancak ortada kırılma oranı çok yüksek ve neredeyse tek yanlı bir yansıma ilişkisi var. Toplumsal dinamikler solun gündemine gerçekte olduklarından farklılaşarak girebiliyorlar; bu etkinin bir özne eliyle yoğurulup müdahaleye dönüştürülmesi ise son derece kısmi ve kesintili olabiliyor.
Gelenek‘in sadık okurları hatırlarlar; bu dizinin ilk kitaplarında marjinallik terimiyle ifade edilen de aşağı yukarı bu durumdu. Ancak en azından kendi adıma bu konumun pek değişmeksizin üç (toplam olarak ise dokuz) yılı aşkın bir zaman sonra da geçerli olabileceğini düşünmemiş olduğumu söylemeliyim.
12 Eylül sonrasında olağan ve nesnel bir durum sayılması gereken solun marjinalliği, yine de orta vadede aşılabilmeliydi. En azından geçmiş on yılların deneyimi marjinalliğin geçici olduğuna işaret ediyordu. Üstelik Türk solunda çözüm bekleyen teorik gelişme, ideolojik hesaplaşma ve kadroların hazırlığı gibi sorunlar düşünüldüğünde, marjinallik kayda değer bir kesim için anlamlı bir nefes alma, zamanı ve önemli bir enerjiyi bu sorunlarının çözümüne ayırma rahatlığı vb. olanaklar sunabilirdi de. Ama gelinen noktada iki saptamada bulunmak bana mümkün görünüyor.
Bir; solun bütünü gözönüne alındığında yukarıda sözettiğim birikmiş sorunların çözümü doğrultusunda pek az mesafe alınmıştır. Elde edilen ürünlerin dağılımı da farklı hareketler arasında, tekil hareketlerin bizzat kendi içlerinde, örgütlü kadrolar ile bağımsız aydınlar arasında oldukça eşitsiz gerçekleşmiştir. Kısaca sorunlar boyutları farklılaşarak sürmektedir.
İki; marjinallik konumunun aşılamaması, bu konumun “önce kendi özel işlerini yoluna koymak” yönünü artık bir dejenerasyona dönüştürmekte, bizzat bu dejenerasyon çıkışsızlığı besleyerek marjinalliği süreklileştirmektedir.
Bu iki saptama birlikte ele alınırsa, şunu söylemiş oluyorum: Marjinallik Türk solcusuna birikmiş sorunlarıyla uğraşmak için zaman ve enerji sunmuştur. Ancak bu sorunların ne denli bilincinde olunduğu ayrı bir tartışma konusu olsa da, çözüme ulaşmanın bir koşulu da sürecin bir ara noktasında marjinalliğin aşılmasıdır. Bu sıçrama sağlanamadığı için bugün eldeki görüntü, sorunları sürüp giden öte yandan toplumsal anlamda siyasallaşamayarak dejenere olan ve daha da marjinalleşen bir hareketliliktir.
Türk solunun şu an geçirdiği evrimlerin dinamikleri solun kendinde menkuldür ve genel siyasal gündeme tercüme edilemeyecek “özgüllük”lerin damgasını taşımaktadır. Her şeyin yolunda olduğunu sananlara sözüm yok. Ama bu durumu bir “çıkış”ın ya da olgunlaşmanın arifesi olarak tasarlayanlar ya da tersine felaket tellâllığı yapacaklar olabilir. Bu uçlarda dolaşmaya gerek olmadığını sanıyorum. İkisinin ortasında, ama üzerinde bir başka tablo çizilebileceğine inanıyorum. Bu yazının sonunda akılda böylesi bir tablo bırakabilmeyi hedefliyorum.
Daha fazla ilerlemeden bir de not düşmeliyim: Bu yazı ile Metin Çulhaoğlu’nun yine bu kitaptaki çalışması aynı konuları ele alıyorlar. Ben söz konusu çalışmayla birlikte okunduğunda, bir bütünlüğün daha sağlam kurulabilmesini amaçladım. Muhtemel tekrarları sıkıcı bulanlardan şimdiden özür dilemekle, birlikte işin bütünlük yönünü kendilerine hatırlatmak isterim.
* * *
Türk solu bir süredir sorunlarını ele aldığı yalıtılmış düzlemleri birleştirmek gibi önemli bir reformu deniyor. Sosyalistlere deklarasyonunun hazırlık çalışmalarıyla başlayarak Birlik Tartışmaları Düzenleme Kurulu’nun etkinlikleriyle devam etmekte olan süreç hiç olmazsa tekil gündemlerin bir potaya akıtılmasını kotarmış görünüyor. Yukarıda sözettiğim çıkışsızlık durumu ile birlik sorununun organik ilişkisi aradaki halkayı aydınlatıyor. Bu noktada okur için bir uyarıda daha bulunmak istiyorum. Dinamik bir süreç yaşıyoruz. Burada yaptığım bir durum saptaması denemesidir; ve sürecin doğası gereği güncellikle içiçe değerlendirmelere dayanır. Dolayısıyla buradaki görüşlerin kimilerinin geçerlilik vadesi pekala sınırlı da olabilir. İkinci olarak sürecin şu an için ağırlığı tartışmaların taraflarının arasındaki özel bir düzlemdedir; yani henüz sloganlaştırılabilecek hedef formülasyonlarından ziyade, bunların birlikte oluşturulmasının denendiği bir diyalog evresinde bulunuluyor. Bunun sonucu varabileceğim sonuçlar çok net olmayabilir. Ancak bu eksiklik benden değil, sürecin doğasından kaynaklanıyor. Her evrede netlik ayarıyla “gerektiği” kadar oynanmalıdır.
Birlik Sürecinde Üç Yol
Tartışmaların tarafları arasında bugüne dek ana çizgileriyle üç tasarı şekillendiğini düşünüyorum. Kimseye haksızlık etmemek için, birincisi, bu saptamayı sürecin şu anki evresinin sonuçlarına ilişkin perspektifler üzerinden yaptığımı; ikincisi, ayrıntı farklılaşmalarına değil, bence yönteme değin özelliklere öncelik verdiğimi; üçüncüsü, herkesin net olarak bu kümelerden birine sokulamayacağını, tasarı kümeleri arasında hem kesişimler, hem de geçişler bulunduğunu eklemeliyim. Sonuç olarak her bir çevre ya da bireyin yapacağım sınıflandırmada kendisini mutlaka bulabileceğini iddia etmiyorum.
Birinci tasarı teorik tartışmanın iç dinamizmine tanıdığı ağırlıklı rol ile tanımlanabilir. Tartışmanın sonuçlandığı noktada soldaki değişik eğilimlerin kendi konumlarına ve atacakları adımlara ilişkin bugünkünden daha fazla veri sahibi olacakları da, herkesin farklı ölçülerde, bizzat tartışma sürecinde bir değişim yaşayacağı da doğrudur. Ancak tartışmanın kendinde menkul bir güce sahip olmadığı da unutulmamalıdır. Tartışmanın kendi yarattığı bir dinamizm kadar, tarafların kimlikleri de bir etken olarak ortadadır. Sürecin sonuna gelindiğinde, tartışmada formüle edilen argümanlar kadar, a priori konumlar da etkili olacaktır. Tartışmanın kendisinde bir tür deus ex machina arayan yaklaşım için yapılması gereken uyarı bence şudur: Tartışma düzlemi sağlıklı ürün alınacağının güvencelerini bizzat içeremez; başka etkenlere ve öznel belirlenimlere bağlı olarak, tartışma malzemesinin bileşenlerinden önemli birini oluşturacağı bir sentez-sonuç elde edilecektir. Tek bileşene bel bağlandığında -hele bu bileşen “tartışma” olduğunda tehlikeli bir skolastisizm içine yuvarlanmak da mümkündür.
İkinci tasarı, teorik tartışmanın yerine siyasal pratiği koymaktadır. Bu düşünce tarzı nezdinde, şu anki tartışma süreci, herhalde, hasbelkader varılmış ve halledilip kaldırılması gereken bir yasak savma işidir. Elbette bu kadar köşeli değil; ama birliğin yolunun sokaktan geçtiği, programın masa başında yazılamayacağı vb. görüşleri dile getirenlerin böyle tarif ve tasvir edilebileceklerini düşünüyorum. Bu noktada siyasal pratiğin ancak uzun bir süreçte teorik-ideolojik yapılanmaları etkileyeceğini anlatmaya gerek duymuyorum. Marx’ın Alman İdeolojisi‘ndeki o sevimli ve ütopik bütünsel insan tasvirinin, bugüne, sokakta koşarken elindeki bloknota program için tezler çiziktiren militan tipiyle tercüme edilmesine aklım ermiyor.
Özetle iki köşede, sırasıyla, sürecin farklı evreleri arasında duvarlar örerek birliğin biçimlenişini olduğu gibi tartışmanın sonuçlarına belirletenlerle, birliğin düşünsel arka planının sınıf, kitle ya da sokakta içkin olduğuna inananlar bulunuyor. Tekrar ediyorum, büyük olasılıkla birincisi saf bir modele dönüştüğünde hiçbir siyasal ürün veremeyen skolastik bir tartışma ve kimi işlevsiz aforizmalar doğuracaktır. Yine ikincisi saf bir modele dönüşürse, birliğin ya da siyasal mücadelenin düşünsel arka planı grev çadırı içinde ya da kaldırım taşlarının altında gizli olamayacağına göre, olsa olsa bugün mevcut teorik malzeme kullanıma sunulabilecektir. Her iki durumda da bir adım ileri gidilmiş olmaz. Hatta geçen zaman ve yitirilmiş enerji hesaba katıldığında reel bir kayıptan sözedilmelidir. Bereket bugün bu uç yaklaşımlar, pek az sayıda ilginç örnek dışında, oldukları gibi vücut bulmuş değiller. Hayatın bu kadar arı olmaması bir umudun canlı kalmasına elveriyor.
Bir üçüncü tasarının bu iki uçtan devralacağı bir sürü nokta elbette söz konusudur. Bu yazıda benim olumladığım yolu formüle ederken diğer yaklaşımların negatif yönlerinin sergilenmesinden hareket edeceğim. Bu şekilde kimi ipuçlarını karşılaştırmalı olarak sunabileceğimi umuyorum.
Bence de sürdürülen tartışmanın reddedilmez ve küçümsenemez bir önemi var. Ancak bu önem, ortaya yepyeni sentezlerin çıkması olmak zorunda değil. Bu da elbette bir olasılıktır. Ama düğüm noktası başka yerdedir.
Bir; tartışma, daha önce söylediğim gibi yalıtılmış gündemleri birleştirmektedir.
İki; eğer solun bir çıkışsızlık sorunu olduğu açık ise, bu sorunun eldeki malzeme yeniden yoğurulmadan aşılamayacağı da açık olmalıdır. Öyleyse her çevre ya da birey kendi ideolojik-politik formasyonunu bu ortak yoğurulma işlemine uygun olarak yeniden ölçüp biçmelidir. Tartışma bu işin ölçütlerini gözler önüne sermektedir. Örneğin bu ülkede reformizmin, illegalite fetişizminin ya da devrimci demokrat aktivizmin, arzulanan bir çıkışa damga vurmaya muktedir olmadığına hâlâ ikna olmayanlara bu sonuçtan önemli paylar düşer. Başkaları için daha marjinal örneklemeler bulmak pekala mümkündür.
Üç; grupların yalıtılmış özel sorunlardan toplumsal planda politika üretmeye geçebilmeleri için bir “ara gündem”, hiç olmazsa solun geniş bir toplamının paylaştığı bir gündem oluşmalıdır.
Dört; birliğin somut biçimlenişini ve dolaysız bir programatik inşayı önceleyen tartışmalarda, sonuçlarda ortaklaşmak değilse de, bir genel çerçevenin çizilmesi ve sorunların bir sıraya sokulması gerekli ve mümkündür.
Tartışmaların böyle somut işlevselliklerle donatılabildiği noktada aslında iki uç, saf tartışmacılık ve aktivizm de varlık zeminlerini yitiriveriyorlar. Tartışma ve siyasal etkinliğin birbirlerini besledikleri yeni bir düzleme geçilmiş oluyor.
Ama yine de ben ilk iki alternatifin “reel” olamayacaklarını söylemek istemiyorum. Hayır; pekala bu ikisinden biri seçilebilir ve kimi adımlar da atılabilir. Ancak bu adımların tıkanma momentleri bugünden kestirilebilir bir mesafededir. İkisinin aşılacağı bir diğer modelin basit bir orta yol olmadığına inanıyorum. Burada değişecek olan yalnızca siyasal etkinlik ve tartışmanın birer bileşen olarak taşıdıkları ağırlıklar değil. Gerekli olan yeni bir faktörün devreye sokulmasıdır. Bu faktör örgütten başka birey değildir. Birlik sorunu açısından örgütün en makul biçimi bir yasal parti olarak görülmektedir. Örgüt faktörünün somut bir hedef olarak gündeme alınması ile tartışma skolastisizm tehlikesinden, tanım gereği kurtulur, ve önce bir ülke perspektifinin ardından bir programın inşasıyla özdeşleşir. Siyasal pratik ise, yine tanımı gereği ancak örgütsel bir çerçeve içinde işlevsel ve kalıcı olacaktır.
Sürecin Doğal Eksiği: Perspektif
Birlik tartışmalarının geniş bir katılımla yapılabilmesini, bir anlamda sürecin sonuçlarına yönelik öngörü ve perspektiflerin daraltıcı etkilerinin devredışı tutulmasına borçluyuz. Süreç adım adım ilerlemektedir; ve her bir adımın kendine özgü dinamikleri ön plandadır. Öyle ki, daha ileri evrelerde çözüm sırası gelecek sorunların öne alınmasını zorlamak ilerletici değil yıkıcı etkide bulunmaya adaydır. Oldukça genel düzeydeki tartışmanın tarafları şu ana kadar sorumlu bir tutum sergileyerek, diyelim yasal parti konusundaki karşıt görüşlerinin birbirlerine set çekmesinden kaçınmışlar, bu konunun “sırasının” gelmesini beklemişlerdir. Buraya kadar güzel…
Ama bir noktadan sonra, tartışma giderek somut programatik bir düzleme indikçe birlik perspektifleri bizzat tartışmaların argümanlarını belirler hale gelmelidir. Kaçınılmaz olarak da gelecektir.
Çok açık değil mi? Farklı çevrelerin kendi tezlerini, özel ağırlık noktalarını belirli bir hedefe göre bir transformasyondan geçirmeleri gerekir. Dar bir leninist örgütün programatik inşası için bu transformasyon çerçevesinde gözetilecek ölçütler ile, geniş bir yasal parti söz konusu olduğunda geçerli olacak kıstaslar farklı olmak durumundadır. Sözgelimi bir cephe birliği ya da ortak kampanyalar organizasyonu için gereken programlar başka örgütsel mekanların temeli olamayacaktır.
O halde şu herkes tarafından kabul edilmelidir: Somut ürün alma günü yaklaştıkça, o ana dek ertelenebilmiş olan perspektif tartışması belirleyici bir konu olarak gündeme girecektir. Yeni adımların atılabilmesi için üzerinde mutabakata varılması gereken sorun her evrede farklılaşmak durumundadır.
Dolayısıyla yukarıda sözünü etmeye başladığım “üçüncü yol” her şeyden önce böylesi bir perspektif mutabakatının üzerinde şekillenebilir.
Şimdi ayrıntılandırılmasını yazının bütününe yaymayı öngördüğüm birkaç noktayı daha açık olarak ifade edebilirim. Türkiye solunun mevcut birikimleri kısa bir zaman içinde eritilmesi olanaksız farklılaşmalar içermektedir. Bu farklılaşmaların bir teorik tartışma süzgecinden geçirildiğinde herkesin içine sinecek bir özen elde edilmesi de mümkün görünmemektedir. Mutabakata varılması için her odağın kendi özgünlüklerinden kimi tasarruflarda bulunması gerekir. Bu transformasyonun ölçütünü mutabakatın örgütsel çerçevesi büyük ölçüde belirler.
Türkiye solu toplumsal planda politika yapmanın araçlarını mevcut yapılanmasıyla elde edememektedir. Mevcut yapılanmanın aşağı yukarı korunduğu bir çerçevede tedrici açılımlar elbette olanaklıdır, ama bu açılımlar kelimenin tam anlamıyla tedrici, dahası geçici olacağa benzemektedir. Bu açıdan bakıldığında da tartışma ya da aktivitenin tek başlarına sağlayamayacakları işi bir örgütsel sıçramayla elde etmek tek çıkar yol olarak şekillenmektedir.
Hareket mi Örgüt mü?
Yasal bir partiye Türkiye solunun neden ihtiyaç duyduğu bugüne dek gerek bu kitap dizisinde gerek başka yayın organlarında çokça tartışıldı. Dönüp dolaşıp toplumsal meşruiyet, siyasal-kültürel gündeme girebilmek, sosyalist düşünce ve örgütlenmenin hitap alanını genişletmek vb. gerekçeleri tekrar etmeye ihtiyaç duymuyorum.
Ama geçerken yasal partiye neden (ya da şimdilik) gerek olmadığına ilişkin görüşlerin kısırlığına değinmek istiyorum. Yasal bir partinin nerede ve hangi koşullarda olursa olsun mevcut hukuki çerçeveye kendini uydurması kaçınılmaz bir gereklilik. Bu böyle iken, ulusal sorun ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin görüşlerin yasal bir programda radikal bir içerikle ifade edilemeyeceği gerçeğini, bizzat yasal partiye karşı bir argüman haline getirmeyi doğrusu anlayamıyorum. Eğer bu görüş sahipleri, dar pragmatik motivasyonlarla değil de, gerçekten inançla bunu iddia ediyorlarsa geriye iki ihtimal kalıyor. Ya legal bir partiye spektrumlarında hiçbir misyon ve yer tanımıyorlardır, ki bunun adı “sol” doktrinerlik olur; ya da yasal parti çalışması için bir demokratik aşamanın gerçekleşmesini, o da değilse bir devrimci durumu gerekli sayıyorlardır. Kendi adıma, ne denli “sol” ve “radikal” olursa olsun, böylesi bir “aşamacılığı” legalizme yeğleyemediğimi söylemeliyim. Son olasılık devrimci durumda zaten hukuki çerçevenin fiilen aşılmasıyla anlamsızlaşır. Böylesi bir durumda yasallık tam anlamıyla meşruiyetin gölgesinde kalır; tanımı gereği bu momentte legal partinin tartışılması bile anlamsızdır.
Yasal partiye karşı bu ürkekliği, teorik düzeyde, algılayamıyorum. Üstelik bu kesimlerin büyük bir bölümünde örneğin söz mevcut hukuki çerçeveden açıldığında 1961 Anayasasına gizli-açık özlemlerin ortaya çıktığını, ya da kimilerinin SHP’de çalışırken hiç sıkılmadıklarını hatırlayınca, radikalizmin bu kadar içeriksizleştirilmesine ne denebileceğini düşünmek bile zorlaşıyor. Örneğin sosyalist demokrasi ya da kitle katılımı vb. konularda kusursuz ve dümdüz tezler silsilesi geliştirmeye çalışan çevrelerin burjuva hukuku-parti-güncel politika alanlarında basiretlerinin bağlanması da garip kaçıyor.
Oysa yasal partiye ilişkin söz konusu eleştiri, siyasi mücadelenin zaten tek bir aracı mutlaklaştırmaması gerektiği, yasal mücadelenin hukuki çerçeveyi zorlayan meşrulukların elde edilmesindeki önemi türünden yanıtlarla hemen geçersiz kılınabilir. Sorun legalizmle legal çalışmayı birbirlerinden ayırdedebilmekten ibarettir.
Türkiye’de bir yasal sol partinin inşası mümkün olsun olmasın tartışılması gereken bir perspektif sorunudur. Legal partiye uzak duranların sol hareket içinde “partisiz” bir gelenekten geliyor olmaları rastlantı sayılmamalıdır.
Gelenek‘te daha önceki bir çalışmada siyasi hareket ve örgüt kavramlarını tanımlamayı denerken, devrimci demokrasinin düşünüş ve modelinde hareketin örgüte baskın olduğunu vurgulamıştık (Giritli/Hekimoğlu; “Sosyalist Örgütlenmede Olanaklar ve Olasılıklar” Gelenek 26). Bu yazı çerçevesinde bu teorik bölmeye fazla girmeye ihtiyaç duymuyorum. Şu kadarı sanırım yeterli: Devrimci demokraside hareket temeldir ve örgütün yaratıcı gücüdür. Hareket temelinde örgütün “gerektiği zaman” inşa edilmesi ayrı bir sorun olarak ele alınmaz. Bence marksist değilse de leninist yaklaşım bundan ayırdedilmelidir: Bizzat bir mücadelenin sürekliliğinin güvencesi bir parti hareketinin varlığıdır. Toplumsal bir hareketin parçası olan parti, bütünün yaratıcısı değildir; ama partinin yokluğunda hareketin yönlendirilmesi ve önderliği boşlukta kalacaktır. Elbette bu söylenen de zamandan ve mekandan bağımsız sayılmamalı. Örneğin güçlü bir kitlesel hareket geleneğinin bulunduğu aşırı dengesiz toplumsal yapılarda parti misyonu “sonradan” ve kritik dönemeçlerde yakıcılık kazanabilir. Bu mümkündür, ama Türkiye için değil. Hele 1990’lar Türkiye’si için hiç değil…
Türk solunun yeni sol/devrimci demokrat kökenli çevrelerinin elinde pek iyi tanımlanmamış bir “partileşme süreci” düşüncesi, bunun yanısıra legal bir partinin misyonunu gündemin ikincil maddeleri arasına iten bir gelişim modeli bulunuyor. İşin teorik boyutunu bir yana bırakıyorum ve somut projelere gelmek istiyorum.
Türkiye’nin bugününde bir yasal parti çalışmasının üzerinde şekilleneceği bir toplumsal hareketin doğması ne kadar olasıdır?
Bugüne dek edinilen olumsuz, umutsuz derslerin anlamlı bir bütünlükten yoksun, geçici ve dezorganize çalışmaların sonucu olduğu elbette doğrudur. Ancak bu zaafların kimi düzeltmelerle üstesinden gelineceğine dair nasıl bir veri sunulabilir? Kitlesel duyarlılık mı, zam alınınca sönen ve sol inisiyatifin sıfır olduğu 1989 işçi direnişleri mi, üye sayısı 100’ü bulmayan öğrenci dernekleri mi, yoksa taşra SHP örgütlerinin “sol” kanatları mı?
Bunların hiçbirini tümden yadsıma eğiliminde değilim. Ancak bu verilerin solun mevcut güçlerinin alt alta konup toplanmasıyla bir toplumsal harekete dönüşebileceklerine inanamıyorum. Her biri önemlidir, ama solda yeni bir bütünsel öznenin varlığı halinde.
Elbette cılız da olsa varolan bir kitle duyarlılığının kışkırtılması mevcut koşullarda mümkündür, birleşik bir eylem hattıyla kısmi başarılar da kazanılabilir. Ama bir toplumsal hareket, toplumsal meşruiyet, bir legal partinin şu an için mevcut olmayan zemininin ortaya çıkması… Bunlardan söz etmekte hiç acele edilmemelidir.
Nedenleri var: Türkiye 1960 ve 70’lerin konjonktürünü yaşamıyor. Bu ülkede yeni bir ideolojik-siyasal-kültürel yapılanma denendi ve bunun kitlesel düzeyde ciddi etkileri oldu. Tabana dayalı gelişme modelleri -kısa vadeli tasarılar çerçevesinde gerçekçilikten oldukça uzaklaştı.
Türk solunda parti nosyonundan uzak yarı politik-yarı psikolojik bir miras gerçekten mevcut. Ve bunu daha da besleyecek modellerin uzun vadede yaratacakları zararlar unutulmamalıdır. Birincisi, bu mirasın etkisindeki ara kadrolar hareket çekildiğinde devrimci mücadelenin sürekliliğini güvence altına alamamakta, “hareket”in kendinde çekiciliği bu unsurları sosyal demokrasiye yöneltmektedir. İkincisi, hareketten partiye geçmek büyük bir transformasyondur. Bu ara kadroların söz konusu miraslarını güçlendirecek bir model, gelecekteki bir transformasyonu da zorlaştıracaktır. Geçmişte devrimci demokrat hareketlerin ne denli toplumsal meşruluk elde etseler de, bu temelde parti inisiyatifini örgütleyememeleri bunun ürünü olmuştur.
Ve son olarak bir önemli nokta daha: Türkiye solunda sadece kitle-aydın ikileminde değil, bizzat ara ve üst kadrolar arasında ciddi bir kültürel farklılaşma yaşanmıştır. Sosyalist hareketler yaşanan dezorganize süreç boyunca toplumdaki dinamiklerden nasiplerini bir iç eşitsiz gelişmeyle aldılar. Şunu söylemek istiyorum: Bugün sol hareketin eli kolu olan insanlar ancak halk kitlelerinde doğal karşılanabilecek bir plebyen kültürü içselleştirmektedirler. Üst kadroların müdahalesiyle bu mesafenin kapatılması gerekliliktir. Kurulacak model böylesi bir iç eğitimi de sağlamaya uygun olmalıdır.
Yine aynı ara sonuca dönüyorum. Türkiye solu, eğer bir etkin siyasal hareket haline gelmek istiyorsa, bunun yolu teorik tartışma ve gündelik siyasal aktiviteden olduğu kadar, bu ögeleri bir yeni mekana taşıyan ve orada yeniden biçimlendiren bir sıçramadan geçmek durumundadır.
Kimi kesimler sürecin içinde yaşanacağı örgütlenmenin gerçek bir sıçrama oluşturacağının farkında değiller. Kimilerince çözüm yalnızca ve hemen program yazımında aranmaktadır. Yine çözümü basit kariyer hesaplaşmaları ve mevki paylaşımlarıyla arayanlar olmuştur. “Hadi kuralım” türü gayrı ciddi önerilere rastlanmıştır. Oysa sıçramanın önkoşulları vardır. Bugün bu önkoşulların, birincisi, çevrelerin özgünlüklerinden taviz vermeleri; ikincisi, program yazımını önceleyen bir somut hedef netliğine ulaşılması; üç, sosyalist teori ile programın ara basamaklarında yeralan somut faaliyet perspektifleri ve bu arada işleyiş mekanizmalarında uzlaşılmasından oluştuğunu düşünüyorum. Bunlar da yetmeyecektir. Tüm uzlaşmalardan geriye elene elene kalanlar solun “sıçrayabilecek”, sıçradığında ses getirebilecek bir potansiyelini yansıtabilmelidir. Bu sadece nicel bir kıstas da değildir. Yalnızca, geleneksel solun “ana” yapılarını, radikal kesimini, yeni sol ve devrimci demokrat kökenli hareketleri kapsamına alabilen (ve kaçınılmaz olarak, kapsarken bölen) bir topluluk işlevsel ve anlamlı bir bütünlük olabilir. Hele bu öbeklerin bir tekiyle sınırlı bir oluşumun, nicel bir tatmin sağlasa bile işlevsel olma şansı hiç yoktur.
Solda Gelişmeler
Tüm bunlardan sonra solun genel panoramasında kimlerin hangi alanlarda göreli avantajlara sahip olduğuna bir göz atmak istiyorum. Burada amaç, elbette muhtemel gelişmelerde kimlerin hangi rollere aday olduklarına dair ipuçları elde etmek.
Solun değişik kesimlerinin -Kürt hareketlerini ve aktivist devrimci demokrasiyi dışta tutarsak- ortak paydaları birbirlerini ve kimi dışsal etkenleri beklemek olarak şekilleniyor. Bu ilk belirleme yukarıdaki soruya da bir ön yanıt sağlıyor: Göreli avantajların toplamda bir kesimi özel olarak öne çıkarttığı, bence iddia edilemez.
Üç alan ayrımı yapmak yanlış olmayacaktır, sanıyorum: Teorik, pratik alanlar ve çevrelerin iç dinamiklerince tanımlanan bir üçüncü alan.
Uluslararası sosyalist hareketin yaşadığı altüst oluşlar da gözönüne alındığında teorik avantajın geleneksel solda olamayacağı kesindir. Son yılların pratik ve teorik gelişmeleri geleneksel solun hem sağ hem sol kanatlarının yerleşik cephaneliğini tüketmiştir. Burada bir düşünsel sığlığı bugün, herkesçe kabul edildiğine göre, önkabul olarak almakta sakınca görmüyorum. Geleneksel solun yerleşik cephaneliği özellikle uluslararası hareketin 1917-80 döneminden tedarik edilmişti. İçindeki baskın öge ister halk cepheleri, ister halk demokrasileri olsun, ya da anti-troçkist bir söylemi temel alsın, veya sosyalist sistemin gül bahçesi olduğuna inanılsın, “halkın devleti” vb. tezlerle beslenilsin, bu malzemeden bugün savunulacak “teori” kalmamıştır. Elbette gelenekselliği görüntüsel bir yorumla algılamış olanlar için… Ve bu silahsızlanma yalnızca kişiliksiz glasnost ve yeni düşünce ithalatçılarını değil, ortodoks söylemlileri de kapsamaktadır. Bugün geleneksel solun teorik yapılanışı, bir yandan burjuva demokratizmine, bir yandan yeni solun ve troçkizmin yıllanmış argümanlarına doğru kaymaktadır. Elbette bu kaymanın bin bir dengeyi dikkate alan makul, ortalama bir formülde durdurulma olasılığı mevcuttur. Ama bu eklektisizmin ne kadar teorik avantaj ve prestij getireceği çok tartışmalıdır.
Burada bir parantez açmak durumundayım. Geleneksel solun içinde yer alıp 1917-80 döneminin gündelik aletlerinin ötesinde bir tarihsel bütünlükten hareketle teorik donanım sağlamak geçmişte pekala mümkün olduğu gibi, bugün de mümkündür. Ancak bu çabaların prestiji ile teorik başarısı özdeş değildir. Teorik olarak derin ve başarılı bir oluşumun mevcut konjonktürde bir prestij sıçramasına elvermesi çok güçtür. Bu gerçek geleneksel sol kimliğin terkedilmesini ise hiç mi hiç gerektirmez.
Bir kesim böyle de, yeni solun hali çok mu iç açıcı? Hiç değil. En başta, yeni sol eleştirinin bol bol vurguladığı kitle inisiyatifi, demokrasi vb. motiflerin kimi sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyonun taşıyıcısı olduğu görülüyor. Dayanışma’nın “yoldaş” diye hitap edilen önder ve danışmanları katolik, devrimci sanılan radikal glasnostçular kapitalizm yolcusu çıktılar. Yeni sol ve besinini buradan alan devrimci demokrat kökenli kadrolar oturup bu taşları ayıklamak zorundadırlar.
Pratik avantajlarına gelince, hemen birkaç ay önceki bir söyleşiyi hatırlatmak istiyorum. Nail Satlıgan, Siyaset gazetesince yöneltilen bir soruya yanıt olarak Dev-Yol kökenli kesimlerin taşıdığı önemi anlatırken, “içinde bulunduğumuz aşamada nicelik niteliktir” diyordu. Niceliğin, bir sıçrama ve ardından açılım döneminde taşıdığı önemi kabul ediyorum. Ama bir ölçüde Satlıgan’dan ayrılıyorum. Farklılığı iki örnekle gösterebilirim.
Bugün Türkiye’de, 10 yıl öncesinin devrimci demokrat yapılarının taşıyıcısı ya da tabanı olmuş önemli bir nicelik gerçekten vardır. Ama bu insanlar SHP örgütleri ve insan hakları-demokrasi mücadelesinden başka nasıl bir perspektife sahiptirler? Bir kısmı ait olduğu zemindedir, bir kısmı ise sıçramanın zemini olamayacak kadar atıl, sıçrama sonrası bir çekim merkezinin gücünü beklemektedir.
İkinci örnek geleneksel soldur. Bu kesimde varolan nicelik -bu kez örgütlü olmasına rağmen bir güç olamamaktadır. Tersine, perspektif yoksunluğu bizzat örgütlülüğü de, kemiren, deforme eden bir etkendir.
Burada diğer bir ara sonuç belirmiş oluyor: Türkiye solunun bir yeni açılımı mevcut niceliklerden dolaysız bir güç almayacaktır. Niceliğin pratik avantaja dönüşmesi için perspektif ve örgüt açılarından bir sıçrama önkoşuldur.
Çevrelerin iç dinamiklerine ilişkin olarak kimi noktalara da değinmiş oldum. Bu alanda her şeyi kapsamadığını bildiğim birkaç saptamayla yetineceğim.
Geleneksel solun ana yapıları için giderek belli bir tür çıkış yapma gereği siyasal-örgütsel varoluşun koşulu haline gelmektedir. Belki de zamanı çoktan dolmuş olan bu çıkış, bu hareketler açısından yalnızca bir yasal partiyle yapılabilir. Yasal partinin zorunluluk haline gelmiş olması pervasız bir legalizme kapıları ardına dek açabilir. Bu tehlike var olmakla birlikte, TBKP’nin eskiyen program tasarısının ve yeni politik düşüncesinin ana çizgisi başka bir yolu da mümkün kılmaktadır. Legalizm bugün dünden daha fazla sol içi bir meşruiyet bunalımı ile yüzyüze kalacaktır; düzen içi meşruiyetin ise -reformizm için bile garantisi yoktur. Söz konusu program tasarısına gösterilen tepkiler, yeni düşüncenin birleştirici olmadığını kanıtlamıştır. Sonuçta legalizme yönelten dinamiği dengeleyen kimi reflekslerin doğması mümkündür. Bu refleksler devrimci bir marksizm yorumuna dönüş anlamına gelmeyeceklerse de, solu bir bütün olarak ve tüm bölmeleriyle güçsüzleştirecek bir yola girilmesini engelleyebilir.
Geleneksel solun radikal kesimlerinde birlik tartışmaları içinde iki zaaflı yöneliş kendini dışa vurmaktadır. Teorik derinlik ve ideolojik konsolidasyondan yoksun “radikal” çevrelerden bir bölümü, tartışmayı radikalizm yarışına dökerek kendilerine savunma setleri kurmaya çalışıyorlar. Bunlar süreçten etkilenmemek için azami bir çaba gösteriyorlar.
Diğer eğilim ise işi “değişiyoruz ve değiştiriyoruz” pişkinliğine vurarak bir ideolojik erozyon yaşıyor. Bu durum etkisini, yeni solun sosyalist demokrasi yorumunun ve kadın hareketi gibi toplumsal muhalefet hareketlerine liberter bakışının geleneksel solun radikal bölmesine sızmasında kendini gösteriyor. Bu erozyon sürecinde daha ilerlendiği takdirde, bir ara noktada, ortaya DHD’ci bir yeni sol türü çıkabilir!
Geleneksel solun kimi radikal hareketleri tükenmiş silahların saklandığı cephaneliğin kapısına kilit vurmaya çalışırken, kimileri çaresiz başkalarının silahlarını kuşanmayı deniyor. Bu iki yoldan herhangi birinin daha yeğlenebilir olduğuna inanmıyorum.
Devrimci demokrat kökenli çevrelerin ise bir yandan tartışmalardaki rotasızlıkları, öte yandan perspektif eksiklikleri nedeniyle tehlikeli bir süreç yaşadıklarını düşünüyorum. Elinizdeki kitabın bir diğer yazısında Çulhaoğlu’nun kullandığı deyimle “meleklerin dişi mi erkek mi” olduğuna varan tartışmaların bu çevrelerin bir alt düzey kadrolarınca anlayışla karşılanabileceğini ummak doğru değildir. Legal parti, parlamentarizm, ulusal sorun vb. konularda “devrimci” konumlarından “şaşmayan” bu kesimlerin, paradoksal olarak reformist bir partinin “hareketli” varlığından etkilenmeleri, bence yabana atılmaması gereken bir olasılıktır. Bu kesimin önünde aslında iki çıkış yolu bulunuyor. Sağlam olmayan yol Türkiye’nin bugünkü koşullarında devrimci demokratizme geri dönüştür. Daha sağlıklı olan ise, kimi iç hesaplaşmaların üzerine daha fazla cesaretle gidilerek yukarıda tarif edilen türde bir sıçramanın perspektif donanımını edinmeye çalışmak olsa gerek…
Sonuç Yerine: Birlik İçin Adım Adım
Şu aşamada birlik tartışmaları içindeki solun kaçınması gereken yanlış tek bir adımdan bütüncül çözümler beklemektir. Sosyalizmi meşrulaştıracak, kitle dinamizmine dayanacak, toplumu kültürel ve ideolojik yaşantısında sarsacak, örgütlü bir güce ve yüzde şu kadar oy oranına bir anda sıçrayacak, ve bütün bunları aylarla ölçülen bir zamana sığdıracak bir adımı kimse ümit etmemelidir.
Buna karşın, sürecin her etabının hakkı ciddiyetle verilmelidir. Ama artık tünelin ucunda nereye ulaşılmak istendiği konusunda bir perspektif birliğine daha fazla ihtiyaç vardır. Elbette adımların ve görevlerin diyalektiği basit bir sıralamada ifade edilemez. Teorik tartışma-somut tartışma-ortak siyasal etkinlik-örgütlenme… Tüm bunlar birbirlerinden yalıtılmış zaman ve mekanlarda yapılmayacaktır. Pratikte bu alanların birbirleriyle kesişmeleri zararlı değil, motive edici olur. Ama bunların hepsi bir sıçrama, ve onun işlevsel aracı olan bir örgütlenme hedefinin parçaları olarak görülmelidir. Bu hedef ve perspektifin eksikliği durumunda, sürecin yasak savmaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Burada “o kadarı olmadı, olanla yetinelim” kalenderliği de geçerli olamaz. Bir noktadan sonra ya anlamlı bir hedefe gidildiği netleşir, ya da bağımsız projeler ağırlık kazanmaya başlar.
Şu anda birlik çalışmalarının kendisi değilse de kimi çevreler ciddi bunalım, prestij kaybı ve başarısızlıkların eşiğine yaklaşıyorlar. Sürecin başarısı bu tekil sorunların da çözümünü getirecektir. Bu çözüm olanaksız değildir ama güç olduğu da kabul edilmelidir.
Sol çevrelerde yaşananlara genel olarak göz gezdirildiğinde, hiçbir tekil öznenin belirgin bir avantaja sahip olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ama kimi kesimlerin nicel, kimilerinin örgütlülük avantajları olduğu birer gerçektir. Başka şeyler de var elbette. Örneğin yeni politik kültür sahipleri SHP’nin istif acılarından “sol” sosyal-demokrat/yarı sosyalistler türetmek konusunda, tartışmasız şanslıdırlar. İllegalite fetişizminin taşradan büyük kente yeni gelmiş 17-18 yaşındaki gençlerdeki plebyen bir kültürü tazeleme şansı elbette daha fazladır… İsteyen bu avantajlarına dayanarak olduğu yerde sıçrayıp durabilir.