Bitmeyen Tartışma 27 Mayıs

27 Mayıs’ın her yıldönümü genellikle tarih yorumu tartışmalarına, eski “ihtilalcilerin” anılarının gazetelerde tefrika edilmesine vesile olur. Ülke tarihinin en tartışmalı kesitlerinden biri olan 27 Mayıs bu yıl geleneksel boyutlarda bir ilgiye mazhar olamadı. Türkiye’de gündemi fazlasıyla dolduran başka başlıklar yüzünden olsa gerek…

Yine de 27 Mayıs, üzerinden 36 yıl geçmekle birlikte, kapanmış bir defter değil. Ve tartışılmayı hala hak ediyor.

    Türkiye işçi sınıfı hareketinin sendikal önderliği başta olmak üzere genel olarak “sol kamuoyu”, 1960’ların göreli demokratik ve özgürlükçü atmosferini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükselişini, sosyalizmin aynı yıllarda başlayan açılımlarını 27 Mayıs ile birlikte anar. Türkiye solunda 27 Mayıs’ı faşist darbe sayanlar da vardır ama, esas olarak, ülkemizde sağ 27 Mayıs karşıtı, sol ise 27 Mayısçı diye bilinir.

    Bu çarpık bir tablodur.

    Bu yazıda baştan belirtilmesi gereken bakış açısını hemen yazmak istiyorum: Gerek Türkiye siyasetinin bütününe, gerekse sola dayatılan “27 Mayıs yandaş ya da karşıtlığı” problematiği kabul edilmemelidir. 27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin 1950’lerin ikinci yarısında içine girdiği ciddi krize karşı, düzenin kritik bir kurumu olarak ordunun bulduğu bir çözümdür. 27 Mayıs’ın yanında ya da karşısında konumlanmak ise 1996’nın devrimcileri için geçersiz bir sorundur.

    Ordu, öyle “önünde sonunda” ya da daha bilimsel deyişle “son tahlilde” değil, basbayağı mevcut düzenin kurumudur. Ve bilinmelidir ki, düzenin kurumları yalnızca ve yalnızca egemen sınıflar için çözüm üretirler.

    Ancak ne 27 Mayıs, ne de ülke tarihindeki diğer kritik momentler karşısında, bu ülkenin politik özneleri arasına adını yazdırma arayışındaki sosyalist hareket kayıtsız kalamaz. Türkiye solu bu zorunluluğu yerine getireceğim derken ciddi hatalara düşmüştür. Bu yanlışların düzeltilmesi hala gerektiği için, 27 Mayıs tartışması sol için güncelliğini korumaktadır.

    27 Mayıs’ın basbayağı bir darbe olması ile sonrasında emekçi sınıf hareketine ve sola alan açan bir toplumsal sürecin zeminine katkı koyması, Türkiye solcusunun handikapını oluşturuyor. Kriterleri dönem dönem muğlâklaşmış ve savrulmalar yaşamış olan Türkiye solu açısından oldukça ciddi bir handikap…

    Ortada bir darbe vardır ve darbeler, kimi sol yorumlara göre emekçi sınıfların önlerini mutlak olarak tıkayacaktır. Demokrasinin, egemen sınıf ile arasındaki mücadele ve dengede, işçi sınıfı için mutlaka pozitif bir mevzi anlamına geldiğini önsel olarak kabul eden demokrat-sol yaklaşım istisnasız her darbeye karşı konum alacaktır. Ancak öte yandan 27 Mayıs’ın devirdiği iktidar her boyutuyla gericidir, ve darbe bu siyasi gericiliğin belirli yönlerinin tasfiyesini de sağlamıştır. 12 Eylül cuntacılarının 27 Mayıs Anayasası ile “27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı”nın üzerine çizik atarken pek keyiflendikleri hatırlardadır. Bu yanıyla 1960 darbesinin, 12 Mart ve 12 Eylül örnekleriyle aynı sepete tıkıştırılması kolay olmamaktadır.

    Olguya biraz daha yakından bakıldığında, 27 Mayıs’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin bilgisi dahilinde gerçekleşmiş olduğu, Menderes hükümetinin Sovyetler’le ilişkisinde ABD’den özerk planlar yaptığı bir konjonktüre denk geldiği saptanmaktadır. İktisadi-sınıfsal süreçlere bakıldığında mülk sahibi sınıfların iç yapılanmasındaki devinimlerin rolü devreye girmektedir… Zihinlerin iktisadi-sınıfsal süreçlere takılıp kalması, bu temel altyapı değişkenlerinin sorunu temellendirmek açısından mutlak bir önceliğe sahip olmalarına karşın, sorunludur: Bir üstyapı olgusunun bütünüyle ekonominin diliyle çözümlenmesi tatminkâr sonuçlar vermeyecektir. Benzeri olguların tek yanlı değerlendirmelere tabi tutulmaları, her durumda komplocu teorilere de kapıyı açacaktır.

    Komploculuk esas olarak inceleme nesnesinin bütünlüğünü kavrayamamak ve tek taraflı/eksikli analizlerin sonucunda belirli faktörlere mutlak ağırlıklar tanımak biçiminde tezahür eder. Örneğin ABD eksenli bir tek yanlılık 27 Mayıs’ı Washington’a havale ederek, ekonomi belirlenimli bir tek yanlılık belirli burjuva sınıf fraksiyonlarının komplosunu senaryolaştırarak, ordunun kendi mekanizmalarına bağımlı bir siyasal tek yanlılık ise bir dizi subay ya da subay öbeğinin öznelliğini mutlaklaştırarak aynı yöntemsel yanlışı üretir.

    Her durumda 27 Mayıs yalın ilerici-gerici değerlendirmelerine yar olamamakta, değerlendirmenin hangi yönüne öncelik verilirse verilsin, tersi tarafa çekiştirilmeye açık veriler sunmaya devam etmektedir. Mesele bir tercih konusu olmaktan da, tek yönlü faktörlere mutlak ağırlık vermekten kaynaklanan komplo teorilerinden de kurtarılmalıdır.

    36 yıldır hakkında yorumlar yapılıp durulan 27 Mayıs üzerinde ne bilinmeyen gerçekleri açığa çıkartmak iddiasındayım, ne de hiç dillendirilmemiş tezler ortaya atmak. Ancak 27 Mayıs değerlendirmelerinde farklı yorumcuların, doğruları kendi perspektiflerine uygun kurgu ve vurgularla donattıklarını düşünüyorum. Aşağıda yer yer olumlayarak değineceğim donanımlardan herhangi birinin, bütünlüklü bir perspektif haliyle, sosyalist hareket tarafından sahiplenebileceğine inanmıyorum. Sonuçta benim burada gerçekleştirmeyi deneyeceğim de kendi vurgularımı yapmak olacak…

    Burjuvazinin iç evrimi

    Kapitalizmin doğal ve önüne geçilmez evrimi giderek kent merkezli hale gelmek, paralel biçimde sanayi burjuvazisinin ağırlığını arttırmak yönündedir. DP iktidarı bu evrimin bir ara dönemine denk düşmüştür. DP iktidarının sanayileşen ve modernleşen kapitalizm açısından bir gerici restorasyonu temsil ettiği yorumu, 27 Mayıs mazeretçisi solun vazgeçemediği bir tez olmuştur. Buna göre, sanayileşme ve modernleşme sürecinin önündeki engellerin süpürülmesi, yeni Anayasa ile demokratikleşme ögesinin de katılmasıyla birlikte, 27 Mayıs’ın marifetidir.

    Birkaç açıdan anti-marksisttir bu yorum. Bir kere kapitalizm yanlısıdır. Kemalizm ve onun mirasına geri dönmeyi düstur edinen 27 Mayısçılık, kalkınma ve çağdaşlaşma motifleri altında ülkeyi kapitalistleştirmekte olduğu için sahiplenmektedir. Kapitalizm tarihin eski üretim biçimlerinden ileri olabilir ama, işçi sınıfı bir kez sahneye çıktıktan sonra sınıf mücadelesi açısından, yani siyaseten gerici hale gelir. İşçi sınıfının varlığını tartışmaya kalkacak kimse ise herhalde yoktur.

    İkincisi, demokratikleşme ile kapitalizmin ilerlemesi arasında bir bağ icat edilmektedir. Oysa gerici Kemalist dönem de, gerici DP dönemi de, darbeci Milli Birlik Komitesi de, görece demokratik 1960’lar da, sonraki gericilik ve kriz dönemleri de basbayağı kapitalizmi yönetmişlerdir. Bu evrelerin her birinde sanayi burjuvazisi ile toprak sahibi sıratlar arasında değişkenlik arzeden ilişkiler olmuş, ancak sürecin bütünü hiçbir zaman feodalizmin lehine dönmemiştir. Tarım burjuvazisinin kapitalizme ekonomik ve siyasi direnç göstermek zorunda olduğu tezinin de Marksizmle bir ilintisi yoktur.

    1950’ler boyunca Türkiye’de kapitalizmin ve burjuvazinin gelişimine, dolayısıyla “çağdaşlaşma”ya köstek olan bir restorasyon değil, tam tersi bir süreç yaşanmıştır.

    “Türkiye gibi başlıca avantajı tarımsal ürünler üretim ve ihracı ile askeri güç sağlamak olan ve bunun karşılığında döviz olarak tarımsal satış gelirleri ve kredi elde ederek dünya pazarına eklemlenen ülkelerin karşısına, dünya kapitalist sistemi, açık finansmanı sınırlayan bir hesaplı ve planlı kalkınma modeli koydu. DP’nin popülist politikaları ise herhangi bir hesaba dayanmaksızın yalnızca anti-komünist bir kale olma karşılığında Batıdan durmaksızın kredi akacağı varsayımına dayanıyordu. 1950-60 arasında DP’nin ekonomi politikaları sayesinde sermaye birikim sürecinin ilk evresini tamamlayan büyük sanayi burjuvazisi kaynakların popülist politikalarla israfına karşı “ithal ikameciliği’ne dayanan bu uluslararası stratejiye derhal yaklaşmıştı” 1 .

    Söz konusu sıkıntı, mülk sahibi sınıfların çeşitli fraksiyonları arasındaki dişe diş bir mücadele verilmesi anlamında yorumlanamaz. Türkiye kapitalizminin gelişme evresi ile siyasal üstyapı arasında tam bir denklik kurulamaması olarak tarif edilebilecek bir uygunsuzluk vardır: “DP, izlediği kredi politikası, ithalatta genel olarak benimsediği liberasyon ilkesi (bu ilke zaman zaman döviz kıtlığı nedeniyle çiğnenecektir), sanayiye (60’lı yıllarda sistematik hale gelecek olan) özel teşvik önlemleri uygulamaktan kaçınışı, ekonominin bütününün sanayi çıkarlarını temel alan bir planlama yoluyla düzenlemesine karşı direnişi vb. dolayısıyla, sanayi sermayesinin çıkarlarını, sınıfın öteki dilimlerinin çıkarlarının önüne almaktan uzak durmuştur” 2 .

    “Kapitalist sistemin ithal ikamesine (özellikle tüketim malları dallarında) dayalı bir sanayileşmeyi geliştirmek için tarımsal/ticari sermaye birikiminden sınaî sermaye birikimine geçişin şartlarını hazırlayan (1958 tarihli) planın amacı, özellikle iç çelişkileri yoğunlaşan Türkiye’de GSMH’dan çok büyük bir pay alan arazi sahiplerine bir set oluşturmak oluyor…”3

    Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle bütünleşme biçimini geliştirmek ihtiyacı, ve bununla paralel olarak sanayi burjuvazisinin üstyapıda ağırlığını arttırma arzusu bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çelişki çerçevesinde DP iktidarının kitlesel desteğini kırlarda, gelişen çok ayaklı muhalefetin ise kentlerde bulması doğaldır. Muhalefet alanında Ordu, CHP, aydınlar, kentli orta sınıflar, krizin hareketlendirdiği ve aslında orta sınıf muhalefetini yansıtan gençlik sıralanmaktadır. Bu durum kitle tabanı kavramıyla tarif edilebilir. Ancak bu kavramın denk düştüğü işlev daha açık formüle edilmelidir.

    Sorun, mevcut siyasal iktidarın egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kentlerde yitirmekte olmasıdır. Egemen sınıfların güvenilir temsilcisi olarak iktidara gelen DP, özel olarak kentlerde, orta sınıflar ve sanayi burjuvazisi nezdinde güvenilirliğini giderek yitirmiştir. Düzen ideolojik hegemonyasını, mevcut geleneksel iktisadi araçları, ideolojik söylemi ve siyasal girdileriyle en rahat kırlarda varedebilmektedir. Muhalefet alanı dediğimiz heterojen toplam, düzenin ideolojik hegemonyasının delindiği, krizin kristalize olduğu toplumsal kesimleri anlatmaktadır.

    Kır-kent ikileminin mutlaklaştırılması hiçbir biçimde doğru olmayacaktır. Bu yaklaşım iki kesimi birbirlerinden yalıtmak, daha tuhafı, kırları kriz dinamiklerinden arındırmak anlamına gelecektir. Bu ikileme dayalı bir cepheleşme tablosunu delen veriler de mevcuttur: Ekonomik kriz ve kaynak sıkıntıları, Ağustos 1959’da büyük ölçekli bir devalüasyonu zorunlu kılmıştı. Menderes hükümetinin önünde toplumsal krizi derinleştirmesi mukadder bir “istikrar paketi” duruyordu. “Menderes hükümeti bu istikrar tedbirlerini uygulamak istese bile, Parlamento çoğunluğunun bu duruma karşı çıkacağı baştan belliydi”4 . Bu veri, mevcut yönetim eliyle Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu önlemleri bütün toplum nezdinde meşrulaştırmakta zorlandığını anlatıyor. Burjuvazinin yönetim krizinin, aslında kırları da adım adım kapsamaya başladığı, sürecin devamı halinde kentlerle birlikte tarif edilen muhalefet dinamiklerinin köylü kitlelerine de hitap etme şansı bulacağı kesindir. Kısaca, ideolojik krizin gelişen dinamikleri barındıran kentlerle sınırlı olduğu doğru değildir; kriz kırlara gecikerek taşınmaktadır.

    Sorunun merkezine mülk sahibi sınıflar arası çelişkileri ve hesaplaşmaları koymak yerine, krizin hangi toplumsal kesimlerde kendisini dışa vurduğuna dikkat edilmelidir. Bu yöntemsel tercih şu nedenle gerekiyor: Mülk sahibi sınıflar arasındaki sorunların darbe vb. araçlarla, yani şiddetli çatışmalarla çözümlenmesi kural değildir. Bu tür “çözüm” yolları ancak devrimci kriz koşullarında göze alınabilir. 27 Mayıs bir yanıyla, kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıkan, egemen sınıfın iç kompozisyonu ile siyasal-ideolojik üstyapı arasındaki denksizlik durumunu halletmiştir. Ancak darbenin asıl anlamı bir sınıf fraksiyonunun diğerine karşı harekâtı değildir. 27 Mayıs, düzenin toptan krizini hangi düzen güçlerinin çözeceği sorusuna verilmiş bir yanıttır.

    Tarım, ticaret ve sanayi burjuvazileri arasındaki sorunlar bir gerçektir. Ancak bu kesimlerin ordu ve siyasi partileri kullanarak bir hesaplaşmaya girdikleri yorumu doğru değildir. Böylesi bir kestirmecilik siyasal süreçleri perde arkasındaki patronların komplosu olarak kavramaya yol açar. Üstelik siyasal süreçlerde gizli başka ve çok önemli zenginlikler de bu komploya kurban edilecektir.

    Dış dinamik veya CIA

    Türkiye, 1960 arifesinde de dünya kapitalizminin bir parçasıydı. Bir dünya sisteminden söz ettiğimiz yerde, bu toplamın bütününde hüküm süren global dinamikleri varsaydığımız açıktır. Bu dinamiklerin sistemin parçası olan “birim-ülkelerde” etkinlik kurmaları için dışsallıktan kurtulmuş ve yerelliğin ayrılmaz birer ögesi haline gelmiş olmaları gerekir. Zaten sistem ve sistemin parçası gibi kavramlar da böylesi bir girift ilişkiyi anlatır.

    27 Mayıs Türkiye egemen sınıflarının iç ilişkilerinde belirli bir nesnel duruma denk düştüğü gibi, Türkiye ile parçası olduğu dünya kapitalizmi arasındaki ilişkinin kimi ihtiyaçlarına da oturmaktadır. Bu nesnellik şöyle tanımlanabilir:

    “II.Dünya Savaşından sonra değişen şartlarda Dünya kapitalist sisteminin yeni bir birikim tarzına uygun ve sistemin gereklilikleri doğrultusunda, Türkiye’de artan çelişkileri çözebilmek için, ekonomik yapının değişmesine olanak sağlayacak gerekli devlet yapısının reorganizasyonudur 27 Mayıs”5 .

    Somut olarak 27 Mayıs harekâtının Washington’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiği bir veridir: “(…) CIA’nin 27 Mayıs’tan önceden haberdar bulunduğu, Menderes hükümetini bilgilendirmediği ve hatta hareketi Ankara’daki sefirinden bile gizlediği, Amerika’da yapılan yayınlardan öğrenilmiştir. CIA’nin 27 Mayıs’a seyirci kalışı, Menderes’in aniden Moskova’ya gitme kararı alması ve Kruşçev’i Türkiye’ye çağırmasıyla açıklanabilir. CIA, bu bağımsızlık gösterisini Menderes’i kendi kaderiyle başbaşa bırakarak cezalandırmıştır” 6 .

    Amerikan yayınları bir yana, 27 Mayıs’ın sözcüsü Alpaslan Türkeş, Genel Kurmay NATO Dairesinde hizmet vermiş Amerikancı ve faşist bir subay olarak bağlantı halkalarına ilişkin dedektiflik yapmayı gereksiz kılıyor. Dedektifliğe gerek olmadığını gösteren tek isim Türkeş de değildir. Ordu içindeki gizli örgütlerde yer alan Sadi Koçaş ve Dündar Seyhan’ın Londra ve Washington’a askeri ateşe olmaları araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır 7 .

    27 Mayıs Amerika’nın en azından hoşgörüsüyle gerçekleştirilmiş, ilk adımda emperyalist sisteme sadakat deklarasyonu ile yola koyulmuş, emperyalizmle kurulu bağları tehdit edecek herhangi bir uygulama subayların aklından bile geçmemiştir.

    Tüm bunlardan Washington merkezli bir komplo senaryosu çıkarsanması ise doğru olmayacaktır. Yukarıda Avcıoğlu’ndan aktarılan pasajın hemen girişinde yazar “(27 Mayıs’ta) Amerika’nın parmağı elbette yoktur…” ifadesini kullanıyor. Avcıoğlu’nun rahatlığının paylaşılmasında bir mahzur görmüyorum. Türkiye’nin kendi egemen sınıfları düzenin dengelerini altüst etme pahasına aralarındaki çelişkileri çözümlemeye kalkışmayacakları gibi, emperyalist sistemin büyük ağabeyi ABD de, önem verdiği bir ülkede adımlarını mümkün olduğunca risksiz atacaktır. Yalnızca yerli egemen sınıfların değil emperyalizmin de güvenilir temsilcisi olarak iktidara gelen DP, uluslararası ilişkiler açısından da bir “kriz dinamiği”ni temsil etmeye başlamıştı. ABD’nin, Sovyetler’e karşı mücadelesinde her müttefikinden daha fazla istikrar ve itaat, daha dar özerk hareket alanı, daha az inisiyatif talep ettiği soğuk savaş Ortadoğusu’nda bu denli sallantılı ve istikrarsız bir iktidar arzu edilir bir şey değildir. İktidarın kimliği ne kadar Amerikancı olursa olsun…

    DP iktidarı, kriz ortamının iç çekişmeleri ortamında, Amerika’yla bile didişmeye kalkacak, Avcıoğlu’nun deyimiyle “bağımsızlık şovu” yapacak kadar kontrolsüzdür 27 Mayıs’ın arifesinde.

    Ordu içinde subayların oluşturduğu gizli örgüt kümelerinin CIA bağlantıları araştırılmaya mutlaka değerdir. Ancak bu bağlantıların önemi ABD’nin içini rahat tutmaya hizmet etmeleri ölçüsündedir. Washington, bu çatışmaların sonucunda Türkiye kapitalizminin yara almayacağına kani olmuştur. Ayrıca nasılsa, darbenin ertesinde şekillenecek olan yem üstyapının dünya kapitalizmiyle daha uyumlu ilişkilere yönelmesi, yine ABD’nin devrede olduğu bir sürecin işi olacaktır.

    Gerçekten de sonuç böyle olmuştur. Türkiye, dünya kapitalizminin II. Paylaşım Savaşı sonrasındaki demokratik cilalı Pax Americana döneminin daha eşit bir ferdi durumuna, ancak iktisadi büyümenin hız kazandığı ve toplumsal örgünün batılı standartlara biraz daha uydurulduğu 1960’larda yükselmiştir.

    Bu arada unutulmaması gereken başka “Amerikan ayrıntıları” da vardır. Mayıs 1960’da Türkiye’den kalktıktan sonra Sovyetler Birliği tarafından düşürülen U-2 Amerikan casus uçağı skandalı hatırlanmalıdır. Bu olay üzerine ABD istihbarat uçuşlarını durdurmak zorunda kalmıştır. Amerikan uçuşlarına yeniden izin verilmesi Milli Birlik Komitesi iktidarına denk gelir 8 .

    27 Mayıs aracılığıyla esas olarak halledilen, 1950’lerin ikinci yarısına damga vuran siyasal kriz, toplumsal huzursuzluklar, ideolojik sarsıntılardır. Türkiye 1960’ların ikinci yarısına kadar krizini ertelemeyi başaracak, bu arada iç pazarı temel alan, sanayi burjuvazisinin ağırlığını net biçimde koyduğu bir kabuk değişimi yaşayacaktı. 1960’ların Adalet Partisi de DP’nin mirasçısı olmakla birlikte, egemen sınıf içi trendlere daha duyarlı bir kimliğe sahip çıkma gereğini yeterince kavrayacaktı 9 .

    Değişim dünya kapitalizminin de, Türkiye içi dengelerin de gerekli kıldığı tercihlere uygun yöndedir.

    Bu ara başlığın sonunda bir tekrarda yarar olacak: 27 Mayıs emperyalizmin, birikim tarzı ve uluslararası işbölümü anlamında yeni yönelimleri ile uyumlu sonuçlar üretmiştir. Ancak bu saptama, darbenin bu uyumdan maddi çıkarı olan kesimlerin tezgâhı olarak kavranmasına yol açtığında ciddi bir yanılgıya düşülür. “Tezgahçıların” her zaman devrede olması doğal. Ancak 27 Mayısçıların esas ilgilendiği burjuvazinin ve emperyalizmin şu ya da bu kesiminin çıkarlarına, diğerleri pahasına sözcülük ve tetikçilik yapmak olmamıştır. 27 Mayıs Ordunun, Türkiye’nin sadece iç toplumsal süreçler değil, dünya üzerindeki yeri, konumu ve işlevi açısından da içine düştüğü krizi çözmek için kendisini ortaya atmasıdır.

    27 Mayısçı sol açısından ise darbecilerin ABD ile olan bu ilişkisi ciddi bir handikap oluşturuyor. 27 Mayısçı sol, aynı zamanda ulusal bağımsızlıkçıdır. Bu sıfat ile ABD hoşgörüsünün yanyana gelmesi olacak iş değildir aslında. Çözüm yolu yıllar boyunca bu ilintinin görmezden gelinmesinde bulunmuştur. Görülmek zorunda kalındığında ise 27 Mayısı gerçekleştiren kadronun iç çelişkilerle malul olduğu, sınıfsal yapısı itibariyle “zaten” tutarlı olamayacağı vb. anlatılmıştır.

    Handikaptan kurtuluşun yoluna ise toplumsal süreçlere işçi sınıfı merceğinden bakarak girmek mümkündür ve sanıldığı kadar zor değildir. 27 Mayıs’ın da, bir ölçüde restore ettiği kemalizmin de içerdiği siyasal zenginlikleri görebilmek için, 27 Mayısçı ya da kemalist olmak gerekmiyor.

    Ordunun son devrimci demokratları

    1960 darbecilerinin buraya kadar değinmediğim bir özellikleri devrimci demokrasi başlığı altında ele alınmalıdır. 27 Mayıs harekâtı Türkiye’de devrimci demokrasinin evrimi açısından kritik bir dönemeçtir. Orta sınıfların kapitalizmin eşitsizliklerine ve yarattığı toplumsal sorunlara karşı siyasal tepkisi anlamında devrimci demokrat damar, Cumhuriyet döneminde 1960’lara kadar en fazla Ordu kadroları arasında zemin bulmuştur. Devrimci demokrasinin bir düzen kurumunda kendisine alan açması Türkiye’ye özgü değil, benzeri her toplumsal yapıda karşılaşılan bir durum. Klasik burjuva devrimlerinde bizzat burjuva önderliğinin içinde boy atan devrimci demokrasi, yeni egemen sınıfın toplumsal hegemonyasını pürüzsüz hale getirememesinin kural olduğu geç kapitalistleşen ülkelerde düzen kurumlarının zemininde kendisine yatak bulmuştur. Burjuvazinin kendi kurumlarını tahkim etmesinin bir fonksiyonu olarak devrimci demokrasi başka toplumsal kaynaklarla bu kurumlar arasında bir gel-git yaşar. Sürecin belirleyici trendi ise bellidir: Burjuvazi devrimci demokrasiyi kendi kurumlarından tasfiye edecektir.

    İşte 27 Mayıs, Türkiye tarihinde, devrimci demokrasinin, ordu içinde bir operasyona tepeden dahil olabildiği, ağırlık koyabildiği son siyasal olgudur. Ancak devrimci demokrasinin bu girişimi, hareketin evrensel ve yapısal zaaflarıyla malul olmuştur. Türkiye kapitalizmi, Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ve sınıfsal yapıları aşırı ölçüde gedikler içeren ülkeler kategorisinden, esasen Kemalist devrimle kopmuş ve dünya kapitalizmine kaydını yaparak devrimci demokrat girişimlerin alanını daraltmıştı.

    Bu zenginliği biraz daha açmak için, önce 27 Mayıs’ın bu niteliğini kavrama şansı olmayan perspektifleri örneklendirmek yerinde olacak:

    “27 Mayıs bir orta sınıflar hareketidir. 27 Mayıs nesnel bir gerçek olarak sanayinin yolunu düzlemişse de tamamen işbirlikçi sermayenin inisiyatifi dışında ve onun içinde yer aldığı ittifaka rağmen ve zor kullanmak pahasına gerçekleştirilmiş bir ara sınıf darbesidir” 10 .

    “Türkiye’de kapitalizmin emperyalizmle bütünleşme sürecine girmesiyle birlikte, bu bütünleşmenin zeminini hazırlayan asker-sivil bürokrasi, iktidarı, DP çatısı altında örgütlenen ticaret burjuvazisi ve diğer büyük mülk sahibi sınıflara bırakmıştır (…) Kemalizm (1950’lerde) asker-sivil-aydın küçük burjuvazinin dönemin koşulları içinde ileri sayılabilecek politik tutumudur (…) 1960’lı yılların başında, siyasi gelişmelere yön veren dinamik, egemen sınıf ittifakıyla küçük burjuva aydınların desteğine sahip asker-sivil bürokrasi arasındaki mücadeledir” 11 .

    Orduyu ara sınıf ,aydın, bürokrasi vb. adlandırmalarla işbirlikçi sermayenin, emperyalizmin ve egemen sınıf ittifakının karşısına çıkaran bu yazarları, marksizm adına attıkları taklalar için kutlayabiliriz. Bu yorumculara göre, örneğin subayların, ya da bir kurum olarak ordunun kapitalizm tarafından ele geçirilmesi, herhalde general emeklilerinin holding yönetim kurulu üyesi olabilme oranları, subay maaşları gibi göstergelere bakılarak incelenecektir… Aslında OYAK’ın ve bu tür adımların ordudaki devrimci demokrat damarların bağlanmasını hedefleyen bir planın parçası oldukları doğrudur. Ancak bu ekonomik etkenleri esas alan analizin, tam da geleneksel solu, “ideolojik parametreleri önemsememek, ekonomizm ve indirgemecelik” eleştirileri ile suçlamayı adet etmiş kesimlerden gelmesi ilginçtir.

    27 Mayısçı kadrolara atfedilen nitelikler bütünüyle uydurmadır ve herhangi bir kanıt gösterilmesi olanaksızdır. Çok merak eden varsa, dönemin başka yayınlarını inceleyebilir. Örneğin darbenin ilk anından itibaren kararlı destekçisi olan, dönemin etkili dergilerinden Forum, 1 Haziran tarihli sayısında askerleri özellikle dış ilişkiler konusunda attıkları adımlar nedeniyle kutlamaktaydı 12 .

    27 Mayıs’ın devrimci demokrat karakterini temel alan Yön Dergisinin başyazarı, harekâtın “bir bocalama devresinden ibaret” kaldığını, “korkulu günlerden sonra muhafazakâr kuvvetler(in) duruma hâkim” olduklarını yazacaktı 13 . Kısacası harekâtına o günlerde destek veren ya da umut bağlayanların telaffuz etmediklerini kimi solcular kalkıp 1980’lerin sonlarında yazabilmişlerdir. Açıkçası, bu tür abartılı yorumlar olsa olsa 27 Mayıs’a yakın günlerin sıcaklığına bağlanarak mazur görülebilir.

    Erdoğan ve Bostancıoğlu’ndan aktardığım pasajlarda oldukça mükemmeliyetçi devrimci demokrasi panoramaları çizilmektedir. Benim sözünü ettiğim “ordu içindeki devrimci demokrat damarlar” ise kesinlikle dört dörtlük siyasal hareketler olarak kavranmamalıdır. Kaldı ki, Türkiye’de devrimci demokrasi asla başka örneklerde görüldüğü türden gelişkinliklere ulaşamamıştır.

    Devrimci demokrasinin Türkiye’deki “yavan” niteliği, belirli bir tarihe kadar egemen sınıfların fazla boşluk bırakmamasından, sonrasında da emekçi kitlelerin kendi kimliklerini edinmeye başlamalarından kaynaklanır. Osmanlıdan devralan reform hareketi zemininde serpilen yenilenmeci dalganın önderliği, kapitalistleşme yolunu ve burjuva sınıf karakterim kısa sürede tercih etmiştir. Bu durumda devrimci demokrat damarlar esas olarak burjuva kuruluş hareketinin eteklerine tutunarak yaşadılar. Bu nedenle de ayrı bir siyasal hareket ve idelojik çizgi haline gelemeden, ayrışmamış damarlar olarak kaldılar. Kemalist iktidar, kendisinden bağımsızlaşma yönelimi gösteren unsurlara karşı her zaman acımasız oldu.

    Kemalizmin devrimci demokrasiye karşı tutumu, ideolojik ve organik olarak tam anlamıyla kendi çatısı altına alıp massetmek biçimindedir. Devrimci demokrasiyi, düzene tepesinden tutunmaktan ve merkezdeki mutedil modernleşme hareketinin az ses veren bir rengi olmaktan çıkartan gelişme, kemalist tek partili yapılanmanın Il.Savaş sonrasında terkedilmesidir. Merkezi iktidarın bir parçası olarak varlığını sürdüren, ama böyle olduğu için de sönümlenmekte olan devrimci demokrat dinamik, sahipsiz kalmış ve ordu içine sığınmıştır.

    Kemalizmin bağımsızlıkçı ve modernleşmeci ideoloji ve söyleminin, kriz koşullarında, üstelik kemalizm sonrası bir hükümet döneminde muhalif konumlarda yemden üretilmesi doğaldır.

    Kriz kemalist devrimden 1950’lere kadar burjuva iktidarının içinde massedilen devrimci demokrasiyi serbest bırakmıştır. Zaten DP döneminde düzenin bu dinamiği kontrol edebilecek herhangi bir araca sahip olmadığı da açıktır. Üstelik Mustafa Kemal döneminde resmen, daha sonra fiilen iktidarın en önemli organı olan asker, şimdi kendisini bir tasfiye içinde hissetmekteydi. Başta Menderes olmak üzere DP kurmay takımının ordu ile ilişkisinde de bu negatif psikolojiyi tamir etmeye yönelik hiçbir inceliğe yer verilmemiştir. l950’lerin ikinci yarısında devrimci demokrasinin kendisine bulduğu yeni yuva Ordu oldu.

    Ordu, “ne olacak bu memleketin hali” sorusuyla yatıp kalkan, ideolojik olarak bir kurtuluş fikrine tam anlamıyla bağlanmış, genç jakobenler üretmektedir. Bu devrimci demokrat kuşak yüksek rütbelilerin alınmadığı gizli örgütler yaratmaktadır.

    Süreç 1960 sonrasında dinginleşir. Yön yazarlarının kızdığı nokta, askeri devrimci demokrasinin başladığı işi bitirememesidir. Forum Dergisinin dikkat çektiği ise hep Ordu içindeki kontrolsüz dinamiklerin barındırdığı tehlike olmuştur 14 .

    27 Mayıs’ın sonrasında ortaya atılan “II.Cumhuriyet” lafzının burjuvazi tarafından tutulmaması, 27 Mayıs’ın kritik bir tarihsel dönemeç olarak kavranmasına karşı burjuva karşı-devrimcilerinin verdiği mücadele burada değinilen konudan bağımsız değil. Karşı-devrim Türkiye’de, aslında süreç içinde orasından burasından budanan 27 Mayıs Anayasası’nı günah keçisi ilan etti. ‘Terörün”, krizlerin sorumlusu 27 Mayıs sonrası kurulan yapı olarak gösterildi.

    Bu kampanyayı yürüten karşı-devrim zaman zaman demokratikleşme, batılılaşma girişimlerinin de sözcülüğünü üstlenebiliyordu. Burjuva siyasal geleneklerinden biri olarak merkez sağın, bir dönem kadro kaynaklarını budamaya kalkışan bir diğer hareketle “özel hesabı” olması anlaşılır bir şey. Üstelik 27 Mayıs sonrası yükselişe geçen emekçi sınıfların ve sol dinamiklerin faturasının, bir diğer burjuva akıma çıkartılabilmesi düzenin iç rekabeti açısından yararsız bir silah olmamıştır. Ancak tüm bunların yanında, ve kanımca tüm bunların üzerinde burjuvazinin ve karşı-devrimin asıl sorunu, devrimci demokrat bir damarın yeniden Ordu içinde yer etmesine engel olmak, Orduyu firesiz biçimde kendi safında sabitlemektir.

    Sözünü ettiğim militer devrimci demokrasi, belki de türünün en perspektifsiz, en formasyonsuz örneği olarak tarihe geçmelidir. Bir tarafta MİT bağlantıları, öte yanda ABD; vazgeçilmesi olanaksız CHP… 27 Mayıs 1960’ın ordusu faşist, kemalist, sosyalizan yüzlere sahip bir dizi unsuru kapsıyordu. Bu topluluğu üst belirleyen fikirler, olsa olsa düzenin idamesi ve krizin sorumlusu sayılan güçlere yönelik son derece yüzeysel eleştirilerdir. 27 Mayıs’ın programı yoktur. Dolayısıyla program kurgulayacak özneler de barındırmamıştır: “(…) Subaylar, yaptıkları hareketin anlamını kendi kendilerine bile itiraf edememişlerdi; ne yapmak istediklerini derinlemesine düşünmüş değillerdi. İşbirliği yapmak istedikleri ‘uyanık’ kadro da kendilerinden farksızdı; bilim çevreleri, memurlar olup bitenler hakkında hep yanlış hükümlere varmışlardı. Öncü kadroya yanaşanlar arasında halka gerçekten inanan, kütleleri seven ve oradaki güce dayanan insanlar azdı” 15 .

    Mümtaz Soysal’ın bu gözlemleri elbette tartışma götürür. Ancak bu değerlendirmeler bir sonraki dönemin devrimci demokrasisinin hareket tarzıyla tam bir uyum arzediyor: Yön’cüler, daha doğrusu THKO ve THKP-C öncesi devrimci demokrasi, formasyonsuz ve programsız bulduğu “zinde kuvvetlerin” açığını Ordu dışı birikimlerle kapatmak, asli olarak da bunlara akıl hocalığı yapmak misyonunu üstlenecekti. Devrimci demokrasinin bir sonraki evresindeki geçerli stratejiyi belirleyecek olan bu gözlemler genel hatlarıyla doğrudur. Soysal’ı haklı çıkartan bir diğer unsur ise şudur: 27 Mayısçılar arasında hiç kimse, yapılan eylem ile Türkiye’nin sınıfsal yapısı, dengeleri, uluslararası değişkenler arasında güçlü bağlantılar kuran bir sistematik geliştirmemiştir.

    l960’ların yeni devrimci demokrasisini akıl hocalığı misyonuna teşvik eden biraz da bu deneyimdir. Darbecilerin program ve perspektif yoksunluğu bir veri ise, her bir özne kendince bir programı dayatmaya hakkı olduğunu, sonuç almanın olanaklı olabileceğini, bu müdahalenin de meşru olduğunu düşünebilmiştir. Bu önericiler kervanına komünistler adına Dr. Hikmet Kıvılcımlı da katılmadan edememiştir.

    Ancak 27 Mayısçıların perspektif ve program yoksulu olsalar da, eylemlerinin bir boş kâğıt üzerine yazıldığı zannedilmemelidir. Türkiye kapitalizmi bu kadar sahipsiz değildir. Önderliğin perspektifsizliğini telafi eden ya da mazur gösteren faktör, kimsenin kapitalizm zeminini sorgulamayacağı konusunda egemen sınıfın rahat olmasıdır. Yine kimsenin, yukarıda kısmen ele alınan, egemen sınıflar içi süreçlere müdahale etmeyeceği konusunda da askere güven duyulmuştur. Ordu bu güvene ihanet etmemiş, içerdiği devrimci demokrat damar ise ihanet etmeyi becerememiştir. 27 Mayıs,ne kapitalizmi eleştirmeye yeltenmiş ne de egemen sınıflar içi çelişkilerde zorlayıcı misyonlar üstlenmeye kalkmıştır.

    Devrimci demokrasinin kendisini ordu içinde varettiği ve bir ağırlık koyabildiği süreç, MBK’nin hükümeti sivillere terketmesiyle inişe geçer. 27 Mayıs’ı izleyen süreç Ordu içinde, hiyerarşiyi altüst eden, siyasete fazla eğilimli devrimci demokrat nüvelerin güçsüzleştirilmesi yaşanmıştır. 1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye solunda hala ilerici darbe bekleyenlerin bulunabilmesi ilginçtir. Sivil devrimci demokrasinin zinde kuvvetlere akıl hocalığı misyonu ve bu doğrultuda beklentiler, 12 Mart 197l’de duvara çarptı. Türkiye solu, burjuvazinin militer devrimci demokrasi damarını budadığını bir faşist darbe olana kadar farkedemedi. Akıl hocalarının birşeyler öğretmeyi tasarladıkları unsurlardan daha birikimli olmadıkları açığa çıkıyordu. Yavanlık devrimci demokrasinin yalnızca askeri kanadına özgü bir nitelik değildi. 1960’da bir gerçeklik olan militer devrimci demokrat damarlar, onyılın sonuna gelindiğinde bütünüyle ütopik ve maceracı hal almışlardır.

    27 Mayıs, kemalizm ve sol

    Devrimci demokrasinin bir dönem ordu içinde yuva bulması 27 Mayıs askeri darbesinin bir yüzüdür. Türkiye kapitalizminin krizi bir kurtarıcıya, müdahaleye ihtiyaç duymuş, bu kılıcı sallayacak olan güç ise ülkenin kurtuluşunu arayan devrimci demokrat tepkisellikle içiçe sahneye çıkmıştır. Darbecilerin program ve perspektif yoksunluklarına, örneğin daha sonraki müdahalelerde kesinlikle rastlanmayacaktır. Ne 12 Mart 1971’de, ne de 12 Eylül 1980’de… 71 ve 80’in karşı-devrimci generalleri büyük burjuvazi ile aynı başvuru kitaplarına ve danışman kadrosuna sahip oldular.

    Darbe, egemen sınıf için olağandışı bir reçetedir. Krize mahkûm Türkiye kapitalizmi tarihi boyunca bu reçeteye fazla başvurmuş olabilir. Ancak yine de kriz idaresinin özü, aralarındaki çelişkiler de derinleşen mülk sahibi sınıflar adına toplum üzerindeki hegemonyanın zor yoluyla yeniden tesisi ve bu arada sınıf iktidarının iç çatlamalara maruz kalmaması için gerekli denetçiliğin icra edilmesidir. Burjuvazinin çiçeklerle karşılayacağı darbeciler bu öze sadık olanlardır. 27 Mayıs yukarıda sayılan çelişik karakteriyle bu görevi yerine getiremezdi. Nitekim darbe, uzun süreli düzen ve istikrar vaatlerinde sınıfta kaldı.

    27 Mayıs’ın 1961 Anayasası’yla ve diğer düzenlemelerle demokrasiyi getirdiği görüşünün de düzeltilmeye ihtiyacı var.

    27 Mayıs’ın “ilericiliği”, kendisini sağlam kılmak için objektif olarak geniş bir cepheye dayanma ihtiyacından kaynaklanmıştır. Aydınlar, Kemalist hareketi yeniden popülerleştiren öğrenci hareketi, ekonomik bunalımın faturasını ödeyen kentli emekçi sınıflar nezdinde güçlü olan Milli Birlik Komitesi iktidarı, seçeneksizliğini kanıtlamıştı. Üstelik Türkiye’nin uluslararası kapitalizmin yapılanmasına uygun olarak iç pazara yönelik bir sanayileşme sürecini hızlandırması, emekçi sınıfların alım güçlerinin bir dönem için yükselmesi ile de uyumluydu. Bu tablo emekçilerin örgütlenme sürecinin karşısına güçlü engeller çıkartılmaması ve solun önünün de açık kalması anlamına gelecekti. Tüm bunlarsa yeni bir siyasal krizin habercisiydi.

    Düzene kriz ortamında kaybettiği istikran geçici bir süre için geri veren 27 Mayıs’ın, açtığı kanalı ordunun doldurmayı sürdürmesi burjuvazinin tercihi olamaz. Düzen, güçlü bir statüko sübabına ihtiyaç duyar. Ordunun bu misyon yerine burjuvaziye ve topluma yeni ideolojik, politik açılımlar üretmeye yönelmesi, zaten altından kalkabileceği bir misyon olmayışının ötesinde, burjuvazi açısından yanlıştır da.

    Sonuçta DP geleneğinin mirasçıları,yalnızca köylü seçmen kitlelerde baki kalan prestijini topluma yeniden yaygınlaştırırken, bir yandan da CHP aydın, emekçi gençlik zeminlerine kendisini kaydırıyor ve boşluğu dolduruyordu. Ortaya salıverilen düzen dışı, demokrat eğilimler üzerinden ise işçi hareketi ve TİP gelişecekti…

    27 Mayıs’ın demokrasisini, Türkiye kapitalizminin iç pazarı güçlendiren gelişim rotası, burjuvazinin kriz dinamiklerini toplumu sola açarak massetme denemesi, kentli öğrenci ve aydınların zorlaması, ordu içi dengeler, uluslararası kapitalizmin dönemsel tercihleri olmaksızın değerlendirmek boş bir iştir.

    Türkiye solu açısından 27 Mayıs’ın değer taşıyan bir yanı da kemalizmden kopuş problematiğiyle bağlantısıdır. Sosyalist ve devrimci hareketlerin tarihsel olarak devrimci demokrasiyle içiçe yaşanan doğumları Türkiye’ye özgü sayılamaz. Ancak Türkiye sosyalist hareketi, sadece kendisinin değil, önemli bir kaynak olarak değerlendireceği devrimci demokrasinin de uzun süre kemalizmle içli dışlı yaşamış olmasından çok çekmiştir

    Devrimci mirasın bir dizi ögesinin bir burjuva hareketinin içerisinde sıkışıp kalmış olması bir gerçeklikti. Türkiye sosyalist hareketi ancak ve ancak kendisine daha güçlü kaynaklar bulduğu takdirde, bu mirasa muhtaç olmaktan kurtulabilirdi. Türkiye için ise, ne uluslararası sosyalist hareketin kimi ülkeler için sunduğu avantajlar, ne de kendiliğinden bir işçi sınıfı hareketinin bağımsız bir kimlik için zemin hazırlaması söz konusu oldu. Sosyalist ve devrimci hareketin geçmişindeki kemalizm bulaşıklığı bir de bu nesnel yanlarıyla değerlendirilmelidir.

    Türkiye solunun kemalizmin ve onun devrimci demokrat uzanımlarından geç koptuğu doğrudur. Bu kopuş için bir kaynak, 12 Mart hayal kırıklığı olmuştur. Bir diğeri 15-16 Haziran, yani işçi sınıfı gerçekliğinin kendisidir. Üçüncü bir öge özellikle 1970’lerde devreye girmeye başlayan Kürt dinamiğidir.

    Birinci kaynak büyük bir çarpıklığın çok gecikmeli olarak telafisi için önemli bir veri teşkil etti. Ancak, büyük burjuvazinin kendisine organik ve ideolojik olarak tam anlamıyla bağımlı hale getirdiği Ordu’dan, son dakikaya kadar sosyalizme bir pencere açmasını bekleyip de hüsrana uğramak iyi bir ders sayılamaz. Bu tatsız dersin son derece yüzeysel biçimde alındığı açıktır. Sosyalist devrim perspektifinin, yıllar boyu, iler tutar tarafı olmayan demokratik devrim versiyonları karşısında yaşadığı marjinalliğin hatırlanması yeterli olacaktır.

    İşçi sınıfının sosyalist hareket için sunduğu yeni kimlik ve yeni mecra ise 1970’lerde özellikle DİSK’in sosyal-demokratlaştırılması operasyonu ile kısırlaştırılmıştır.

    Kürt dinamiğine yaslanan bir kemalizm kopuşu da başlı başına sorunludur. Türkiye solu, Kürt hareketinin doğal anti-kemalizmini kendisine ait ve sınıf temelli argümanlarla yemden üretmemiş, olduğu gibi devralmıştır. Buradan çıksa çıksa, Yeşilçam’a yakışan “babasının aslında kötü adam olduğunu öğrenen çocuğun ezilmişliği” çıkar. Gerçekleşen de aslında budur. Köycülük, demokratik devrimcilik, hatta antisovyetizm konularında kemalist etkilenimler içindeki sol, Kürtleri ezen bir ulusun parçası olmaktan utanç duyan bir psikoloji geliştirmiştir. Kürt hareketi güçlendikçe Türkiye solunun ezikliği de artmıştır. Bu saçmalığın enternasyonalizmle hiçbir alakası yoktur.

    Ama tüm bu eksiklerine ve çarpıklıklara karşılık, hatta 27 Mayıs konusundaki sonsuz kafa karışıklığına rağmen, Türkiye solu kemalizmden kopuşunu 1970’lerde tamamlamıştır. 1980 sonrasında ise liberalizm, sola bu kopuşu aslında gerçekleştiremediğini öğretti! Bu iddianın bir boyutu Kürt hareketinin yükselişiyle bağlantılıdır. İkinci tarafı ise liberalizm ile…

    1980 sonrasında “kemalizmden kopamama” eleştirisi sol cenahta aşırı yaygınlık kazanmıştır. Liberal karşı-devrimin hesaplaşmak istediği aslında kemalizm değil kamucu ideoloji ve politikalardır. Kemalizm kamucu ideolojiyle bulaşık olduğu ve tarihinde burjuvazi adına Türkiye’nin devrimci damarlarını kendi içinde massetme görevini üstlendiği için hedef seçilmiştir.

    27 Mayıs’ın diğer darbelerle aynı kefeye yüklenmesinin de ardında, kemalizmden kopuşun bu yanlış ya da art niyetli yollarının gizlendiği görülmelidir. Bu saldırının karşısına 1990’lı yılların komünist hareketinin, kemalizmi bayrak edinerek çıkmasına hiç mi hiç ihtiyaç yok. Ancak kamuculuk, bağımsızlıkçılık, devrimcilik motifleri, yani aslında kemalizmin yalnızca demagojik biçimde kapsamaya çalıştığı değerleri sahiplenmek mutlak bir gerekliliktir.

    Kim ne derse desin, Türkiyeli komünistler, 27 Mayıs öncesinde gözünü iktidara diken, tüm enerjisini gizli örgütler kurmaya, “bir ihtilal yapmaya” vakfedenlerle bir duygudaşlık kurmalıdır. Eylemlerinin tarihsel anlamına değil, içerdiği toplumsal sorumluluk duygusuna ve devrimci tutkuya sahip çıkılmalıdır. Bu toprakların başka onlarca devrimci değerinin, örneğin devrimci gençlerin yiğitliğinin, Türkiye’de yaprak kımıldamazken bu coğrafyanın bir zayıf halka olduğunu mücadeleleriyle ilan edenlerin, sınıf dayanışmasını ve sınıf kinini keşfeden işçinin yanısıra, bir de bu bulaşık devrimci demokrat damara sahip çıkılmalıdır.

    Bu duygu bir hak dağıtma görevinin yerine getirilmesinden ibaret değildir. Komünist hareketin miras belleyeceği devrimci demokrat damarlar bir tarihte, bu ülkede bir burjuva darbesinin içinde sıkışabilmiştir. Bu konumları nedeniyle, ve bu konumlarına rağmen “verilmesi gereken bir hak” kesinlikle söz konusudur. Ama asıl önemlisi Türkiye komünist hareketin kendi sınıf temelleri üzerinde giderek ayakları üzerinde ve daha sağlam biçimde dikilmekte olmasıdır. Bu süreç ilerledikçe ve kapitalizmin bu krizi derinleştikçe, bu kez komünist hareketimiz, esas olarak kendisine ait olmayan tarlalara bereketli tohumlar atma imkanını bulacaktır, bulmalıdır. Komünist hareketin ilerleyeceği yolun dört bir yanında rüzgârımızla bize doğru eğilen başka filizler olmalıdır. 27 Mayıs darbesinin devrimci-demokratları bu ülkede “biz” olmadığımız için bir dizi hesabı yarıda bıraktılar.

    İşte bu yüzden, geçmişin ayrıntılarda kalmış zenginlikleri geleceğimiz için anlam ve önem taşıyor.

    Bu yüzden, 27 Mayıs henüz bitmemiş bir tartışmadır.

    Dipnotlar

    1. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.6, s. 1969.
    2. Savran; Sungur “1960,1971,1980: Toplumsal Mücadeleler Askeri Müdahaleler”, 11. Tez, sayı 6 içinde, Uluslararası yay., İst., Haziran 1987; s. 137.
    3. Dinler; Ahmet Hamdi, “27 Mayıs”, Gelenek 19, İst., 1988; s.64
    4. a.g.m., s.66
    5. a.g.m., s.76.
    6. Doğan Avcıoğlu’ndan (“Ortanın Solu ve Amerika” Yön sayı 211 (14 Nisan 1967)s.11) aktaran Özdemir; Hikmet, Yön Hareketi, Bilgi yay., Ankara, Aralık 1986; ss.94-95.
    7. Küçük; Yalçın, Türkiye Üzerine Tezler 3, Tekin yay., İst., 1986; s.44
    8. Oral Sander’in bu çıkarsamasını Yalçın Küçük aktarıyor. (Sander; Oral Türk-Amerikan İliskileri 1947-1964, Ankara 1979; s.196’dan aktaran Küçük; Y. Türkiye Üzerine Tezler 3, Tekin yay., İst., Aralık 1986; s.43)
    9. Değisimin AP-DP sürekliliği çerçevesindeki anlamını Savran söyle tanımlıyor: “DP içinde sesini duyuramayan sanayi burjuvazisi, 27 Mayıs darbesinin yarattığı sarsıntı ortamında kırsal sınıflar ittifakının doruğuna tırmanmayı becermiş olmaktadır.” (Savran; S. a.g.m., s.149)
    10. Erdoğan; Zekeriya, “27 Mayıs Nedir Ne Değildir?”, 11.Tez, sayı 8, Uluslararası yay., İst., Haziran 1988; s. 249.
    11. Bostancıoğlu; Adnan, “27 Mayıs: Öncesi ve Sonrası” Türkiye Sorunları Dizisi 1, Alan yay., İst., Haziran 1987; ss.35-36
    12. “İhtilal hareketini yöneten Milli Birlik Komitesi’nin, sabah daha günes doğmadan, ilk isi, bütün müttefiklerimize, ittifaklarımıza sadakat, ve bütün komsularımıza, bize karsı iyi niyetleri ölçüsünde iyi niyet ve dostluk teminatı vermek olmustur.” (Forum 1, Haziran 1960, sayı 148, s.2)
    13. Avcıoğlu; Doğan, “Anlamak Dstemediğimiz 27 Mayıs”, Yön sayı 23, (23 Mayıs 1962)s.3’ten aktaran Özdemir; H, a.g.e., s.93
    14. Forum Dergisi 27 Mayıs sonrasında ısrarla, Ordunun sonuna kadar siyasetin dısında kalmaya çalıstığını, ancak seçim yoluyla kurtulusun olanaksız hale getirildiğini, isyan edenin,Türk halkının bütünü olduğunu isler. Forum 27 Mayıs ve sonrasının bütünüyle Ordu içi hizipler savaşı biçiminde cereyan etmesine karsın, harekat sırasında “Ordunun bütünlüğü”nü koruduğu tezini savunup durmuştur.
    15. Soysal; Mümtaz, “Karsı İhtilal” Yön sayı 41,(26 Eylül 1962) s.20’den aktaran H.Özdemir, a.g.e., s.95.