Burjuvazinin Seçeneksiz Seçimi

Türkiye kapitalizmi seçimlerden ne bekliyor? Temel sorusu bu şekilde konulmuş bir yazıda kesin doğrulanması beklenecek önermeler ileri sürmek yerine Türkiye’nin siyasal panoramasına bir gözatıp, olası yanıtları belirlemeye çalışmak yararlı olacaktır. Siyasal panoramaya gözatmak dedik. İlk söylenmesi gereken -bunu söylemek bize acı verse de- siyasal arenada sosyalizmin yokluğudur. Acı veriyor, çünkü Türkiye’de sosyalistler varken Türkiye siyasetinde sosyalizm yoktur. Kimse sosyalizmin dünya ölçeğindeki gerilemesinden vs. sözetmesin, bu gerileme gözönüne alındığında bile Türkiye’de sosyalist hareketin olması gerekenden, olabileceğinden çok geri bir noktada bulunduğunu düşünüyorum. Yukarıda sözedilen acı, ya haklı bir gurur ve sevince, ya da bir utanca dönüşecektir. Hangisi sorusunun yanıtını Türkiye’de sosyalistlerin yapacakları ve aynı anlama gelmek üzere yapmadıkları belirleyecektir.

Buradan başlanabilir. Türkiye’de düzen kendisi için oldukça pahalıya malolabilecek bir krizi, sosyalist hareketin kendisine sunduğu lüksle birlikte yaşıyor. Bu nedenle krizin bugünkü görünümlerinin yanında, geleceğe bırakacaklarını da kestirmeye çalışmak gerekiyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan geri dönüşü, sevinç naralarıyla karşılayan ve artık piçleçmiş bir kavram haline dönüşmüş olan demokrasinin “zaferi” üzerine güzellemeler döktüren burjuvazi kendi gerçekliğine baktıkça bu “zaferi” Türkiye’de nakite çeviremeyişinin sıkıntısını yaşıyor. Öte yandan, sözkonusu “zafer” nedeniyle ortaya çıkan yeni dünya konjonktürü az önce sözedilen sıkıntıyı önemsizleştirecek boyutta yeni sorunları dayatıyor. Globalizasyon hemen herkesin duyduğu ve kullandığı bir kavram haline geldi. Kapitalizmin bir dünya sistemi olarak tekleşme çabasının ideolojik kılıfıdır. Kavramın çağrıştırdığının aksine kapitalist sistemin ekonomik ve siyasal olarak merkezileşmesini ifade ediyor. Türkiye’de burjuvazi globalizasyon eğilimini realize edebilecek olanaklarının yokluğunda, kendisine yer arıyor. “Üçüncü Dünya Ülkeleri artık eski; daha doğrusu İkinci Dünya Savaşı’nın sonrası dönemdeki önemlerini yitiriyorlar. Bildiğiniz gibi soğuk savaş dünyasında Üçüncü Dünya önem kazandı; çünkü soğuk savaşın ikili yapısı içinde gerek Doğu Bloku, gerek Batı Bloku kendi etki alanını genişletmek için Üçüncü Dünyaya her bakımdan taviz vermeye giriştiler ve karşılıklı rekabette Üçüncü Dünya üzerindeki etkilerin önemi büyük boyutlara vardı. Fakat soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, Üçüncü Dünyanın önemi de ortadan kalktı, çünkü bir rekabet konusu olmaktan çıktılar ve kolayca bir yana itilebilecek duruma geldiler.” 1

Burjuvazinin kaygısı budur. Gülten Kazgan bir başka neden olarak Üçüncü Dünya olarak adlandırdığı ülkelerin sahip oldukları enerji kaynaklarının önemsizleşmesini de ekliyor. Rekabet konusu olmadıkları kuşkusuz yanlış. Pazar olmaları anlamında rekabet konusudurlar, fakat bu durumu kendileri için bir avantaj olarak kullanabilme olanakları yoktur. “Mümkün olduğunca Üçüncü Dünya Ülkesi olmaktan çıkmak lazım. Çünkü kimsenin artık Üçüncü Dünya’ya ihtiyacı kalmadı, hiç bir açıdan. Ne vasıfsız insanına ihtiyacı var; bir vakitler alıyorlardı, emek ihtiyacı dolayısıyla, ne emek yoğun malına ihtiyacı var. Onu da teknolojiyle halletti.” 2  Problem burada başlıyor. Türkiye burjuvazisi globalizasyon sürecinden kârlı çıkmasını sağlayabilecek olanaklardan yoksundur. Üzerinde uzun boylu durmak gerekmiyor hatırlatmak amacıyla söylenebilir; globalizasyon sürecinin kazananlar safında yeralabilmesi için yüksek teknoloji gerekiyor, sadece tekstil sektöründe bu iş için 6 milyar dolar gerektiği ortaya çıkıyor. Vasıflı işgücü deniliyor, bunun için GSMH’nın yüzde 32’sinin eğitime tahsis edilmesi gerektiğini görüyorlar. İleriye yönelik strateji geliştirebilecek lükse sahip olmadıklarını görüyorlar. Sanayileşmekten vazgeçmiş durumdalar. Dünya piyasalarında şanslı olduklarını düşündükleri sektörler tekstildir, turizmdir, cam ve seramiktir, çimentodur. Yarattıkları katma değer oranlarının düşüklüğü ile dikkat çeken bu sektörlerle Üçüncü Dünya Ülkesi olmaktan kurtulma şansları yoktur. Geriye, stratejik önemlerini pazarlamak kalıyor.

Sosyalizmin yokluğunda stratejik önemin içi yeniden doldurulmaya çalışılıyor. Burjuvazi geleceğini göremiyor. Gördüğü oranda görüntüsünü beğenmiyor. Mevcut biçimiyle bugününü de beğenmiyor. Kronikleşmiş enflasyon, iç ve dış borçlar, durmuş yatırımlar, artmayan ihracat, öte yandan ve en çok da patlamasından korktukları, işçi hareketleriyle kendisini gösteren sosyal huzursuzluk. Tabloya bir de Kürdistan’daki ulusal hareketi eklemek gerekiyor. Hem bir sosyal patlamadan çekiniyorlar hem de bir yıl daha seçim ekonomisi ortamı içerisinde nefes almaya tahammülleri ve güçleri yoktur. Düzenin hiç değilse görüntüde kendisini yenilemesi gerekiyor. Bu nedenle demokrasicilik oyunu tekrar sahnededir.

Bu seçimlerin, daha önceki seçimlere göre bir farklılığı var. Seçimin nesnesi olan kitlelerin, seçimlerin kendisine ve sonuçlarına karşı duyarsızlığının had safhada olduğu bir seçim dönemi yaşanıyor. İncelenecek olursa daha önceki seçimlerde sandığa gitmeyen yaklaşık yüzde 20’lik bir seçmen kitlesinin varolduğu görülüyor. Söylemek istediğim bundan ayrı bir şey. Kitlelerin siyasete duyarsızlığından sözediyorum. Demirel bunun 12 Eylül sonrası yaratılan depolitizasyondan kaynaklandığını düşünüyor. Bir yönüyle doğru olsa da, örneğin 1987 seçimleriyle kıyaslandığında bile görülebilen bir duyarsızlık sözkonusudur. Bunun kitlelerin siyasal bilincinde bir sıçrama vs. gibi nedenlerden kaynaklanmadığı da açık.

Peki neden? Bugün Türkiye’de burjuvazinin ekonomik sıkıntılarının ötesinde burjuvaziyi kaygılandıran bir yeni bunalım sözkonusudur: Burjuva partilerinin misyon bunalımı. Ekonomik program olarak birbirlerinden farkı bulunmayan düzen partileri, siyasal olarak farklılıklarını ortaya koyamıyorlar. Hedef gösteremiyorlar. Siyasal bir kurum olarak, partilerin temsilci olma nitelikleri ortadan kalkıyor. Alanları daralıyor. Siyasal kurum ve araçların ağırlıkları değişiyor. Alışılagelmiş sınıflar-siyasal temsilcileri ilişkisi daha dolayımsız yollardan kurulur hale geliyor. Misyon bunalımı ile kastettiğim budur. Koç işadamlarına aktif siyasete girmelerini öneriyor. TÜSİAD, siyasetçilerin oyun alanının daraltılması anlamına gelen “ekonomik anayasa” lar hazırlıyor. Siyasetçilerin, burjuvazinin göstereceği politikaları uygulayan teknokratlar olması isteniyor. Böyle bir çerçeve içerisinde devinmek zorunda kalan partilerin, düzeni kitleler nezdinde meşrulaştırmaları gittikçe zorlaşıyor. Siyaset bir çadır tiyatrosuna dönüşüyor. Böylesi bir ortamda partilerin seçim bildirgelerinin değil, reklam ajanslarının daha fazla ilgi çekiyor olması normaldir. Kitleleri düzene bağlayacak ideolojik motiflerin işlevini ikinci sınıf pavyon şarkıcılarından bekliyorlar. Kitlelerin bundan pek şikayetçi oldukları söylenemez. Çünkü şikayet de bir tepkidir. Tepkisizliği kırabilmek için önlerine gelen ilçeye il olma sözü veriyorlar. Seçime katılmayanlara uygulanacak para cezasından medet umuyorlar. Demirel’in “Halkın parlamentoya ilgisi düşüyor, onları parlamentoya bağlayacağım” derken tespit ettiği bu tepkisizliğe Rahmi Koç da işaret etme gereği duyuyor. Fakat bunu nasıl aşacakları sorusu ortada duruyor. Burjuvazinin günlük ihtiyaçları nedeniyle siyasal kurum ve araçları böylesine etkisizleştirmesi ileride başına önemli problemler açacağa benziyor. Bir sosyalist hareketin olmayışı nedeniyle şu anda fazla dert etmedikleri söylenebilir.

Burjuvaziyi seçimleri kimin kazanacağı sorusu kaygılandırmıyor ve yanıtı önemli değildir. Seçimlerden tek bir partinin mi yoksa koalisyon mu çıkacağı sorusu da çok önemli değil. İtalya gibi sık sık koalisyon hükümetleri yaşayan ama bu dönemleri bunalımlara düşmeden atlatan ve çok büyük ekonomik sorunlar yaşamayan ülke modelleri Eczacıbaşı’nın dilinden düşmüyor. TÜSİAD Koalisyondan çekinmiyor. Eczacıbaşı “Koalisyon siyasi bir gerçektir. Bu ekonominin kurallarını değiştirmez. Koalisyondan korkmuyoruz. Başarısız olması için bir neden yok!” diyor. TÜSİAD eşitlerin koalisyonundan korkmuyor.

Mesut Yılmaz seçim kampanyasını koalisyondan sözederek açarken Demirel olaya sadece 1992 ya da 1994 yılı seçimleri açısından bakıyor. “Güçlü bir hükümet olmazsa seçime giderim”. Kendisi için koalisyonun ikinci adımda giderilebilir olduğunu düşünüyor, bütün bunlar ise en çok Rahmi Koç tarafından alkışlanıyor. Eşitler yer değiştirirken, geçici bir dönem birarada olmaları kimseyi korkutmuyor. Olsa olsa Sosyal Demokratların geleneksel beceriksizliklerinden bir parça rahatsızlık duyabilirler o kadar. Hepsi aynı ekürinin atlarıdır, seçimi kazanma olasılığı bulunan partilerin hiçbiri ekonomik program olarak bir diğerinden farklı değil. Koç DYP’yi Sabancı ANAP’ı destekliyormuş. Birisi birisine Toyota bağlantılarında yardımcı olmuş, öbürünün Taunus pazarı kapanmış vs. Alaton Ecevit’i dinleyelim diyormuş diğerleri kabul etmiyormuş vs. Güçlü bir düzen dışı muhalefetin tehdidi yokluğunda bunlar burjuvazinin günlük işleridir. Seçimlerde hangi burjuva partisinin destekleneceği tartışması bu nedenle burjuvaları fazla ilgilendirmiyor. Bunu tartışmak ve tartışmanın sonuçlarından birşeyler beklemek, -gülmeli mi ağlamalı mı- bazı aklı evvel sosyalistlerimize kalıyor.

Peki yazının başında sözedilen kriz nerede? Parlamentonun işlevsizleşmesine, siyasal partilerin işlevsizleşmesi ekleniyor. Kitleleri düzene bağlayan ideolojik motiflerin kapsayıcılığı ve etkisi giderek yokoluyor. Siyasi kadrolar önemlerini yitiriyorlar. Basın ve televizyonun inanırlılığı kalmamış durumda. Bunlardan boşalan yerin neyle doldurulacağı sorusu ortada duruyor. Bu soruya vermeyi deneyecekleri muhtemel yanıtları bir başka yazıda tartışmaya çalışacağım. Ekonomik düzlemdeki göstergeler bundan aşağı kalır durumda değil. Enflasyon, işsizlik, dış pazarlarda rekabet şansı olmayan bir ekonomik yapı, gittikçe büyüyen kaynak problemi, dünya ekonomisi ile entegrasyonun, Türkiye burjuvazisinin yararına olacak şekilde nasıl sağlanacağı ortada duran diğer sorular ve sorunlar. Türkiye birilerinin “Neden Kapitalizm “sorusunu bir siyasal hareket olarak çıkıp soranların yokluğunda, sonuçlarının hiç bir şeyi değiştirmeyeceği, bir seçime hazırlanıyor. 

Dipnotlar

  1. Gülten Kazgan, “İktisat Dergisi”, Haziran-Eylül 1991, s. 37.
  2. a.g.e