Cumhuriyetin ölümü kimin çıkarınaydı?

Nevzat Evrim Önal

Orhan Gökdemir’in birden fazla yazısında kullandığı bir benzetme var: “Siyasal İslamcılar Cumhuriyet’i ölü ele geçirdiler.” Dramatik bir saptama, ama dramatik olması doğruluğunu azaltmıyor ya da sulandırmıyor. 1923’te kurulan (dilerseniz “Birinci”) Cumhuriyeti katletme işinin faili kesinlikle dinci gericiliktir.

Ne var ki, bu cinayete dair çok yaygın bir yanlış tahlil, failin suçu salt kendi çıkarları doğrultusunda işlediği, bu cinayetten faydalanan başkaca bir azmettiricinin olmadığıdır. Bu öyküye göre siyasal islam devrimden bu yana cumhuriyetle (ve cumhuriyet de onunla) kavgalıdır. Bu kavganın bir noktasından itibaren, sinsi yöntemlerle içinde örgütlenerek devleti ele geçirmiş ve ele geçirdiği bu güçle cumhuriyetin ilerici değerlerini ortadan kaldırmıştır. Şimdi ise canının istediği gibi çalmakta, çırpmakta ve şeriatı getirmeye hazırlanmaktadır.

Katilin suçu kendi çıkarları doğrultusunda işlediği cinayet romanlarını andıran bu öykü, Türkiye’nin siyasi gerçekliği açısından fazlasıyla sığ kalıyor, meselenin toplumsal niteliğine, yani sınıfsallığına dair hiçbir açıklama getirmiyor. Gökdemir’in “ölü ele geçirme” vurgusu ise katilin arkasında emri veren ama elini kirletmeyen birilerinin, bir azmettiricinin varlığına işaret ettiği için çok daha isabetli.

Suçluyu söyleyelim ve ispata girişelim: Cinayetin azmettiricisi, en küçüğünden en büyüğüne, işçilerini toplayıp hep birlikte Cuma namazına giden organize sanayi bölgesi patronlarından; her 29 Ekim’de ve 10 Kasım’da, cumhuriyet değerlerine sahip çıkan naif insanların gözlerini dolduran reklamlar yayınlayan “laik” TÜSİAD tekellerine kadar, Türkiye sermaye sınıfıdır. Bu sınıf serpilip geliştikçe, cumhuriyetin üç kurucu değeri olan bağımsızlık, devletçilik ve laiklik onun için giderek ayak bağına dönüşmüş; bu değerleri ortadan kaldıran, sermaye sınıfı tarafından açık ya da örtülü biçimde desteklenen politik hamleler ise cumhuriyetin ölümüne neden olmuştur.

Cumhuriyetin kuruluşundaki maraz

İlk olarak, cumhuriyetin kuruluşundaki nesnelliği, bu nesnelliğin barındırdığı kısıtlar ve zorunluluklar setini incelemeliyiz. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sonuçlanacak burjuva devriminin temel ve belirleyici özelliklerinden biri, bu devrimin, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya hariç tamamı Avrupa’da yaşanan birinci kuşak kapitalistleşme deneyimlerine referansla “geç kalmış” olmasıdır. Avrupa’da, feodal düzenin kentli orta sınıfları olan burjuvazinin, hem yönetici sınıfları yenilgiye uğratıp kendi sınıf egemenliğini kurmasıyla hem de zamanla bir dünya sistemine dönüşecek olan kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla sonuçlanacak olan yükselişini sağlayan şey; onun 1300’lerin başından itibaren ayrıcalıklarını korumak için, zenginleşme olanaklarını sekteye uğratan tarihsel ve doğal bir dizi değişime karşı verdiği mücadeledir. Politik, askeri ve ekonomik bir güç olarak kendi doruğuna İstanbul’un düştüğü 1453 ile Viyana’nın düşmediği 1529 arasında ulaşan, bu dönemde Avrupa ile Asya arasındaki kara ticaret yollarını kontrol altına alıp, koyduğu vergilerle bu yolları kârlı birer ticaret rotası olmaktan çıkartan Osmanlı, bu süreçte Avrupa burjuvazisi tarafından, coğrafi keşifler yoluyla etrafından dolaşılan bir engel olmuştur. Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkışında Avrupa burjuvazisinin başlıca ilkel sermaye birikim kaynağını oluşturan sömürgecilik ve merkantilist ticaret sistemi oluşurken, Osmanlı önce ekonomik olarak tecrit edilmiş ve bu sistemden dışlanmış, ardından kapitülasyonlar yoluyla eşitsiz biçimde sisteme eklemlenerek bir yarı sömürgeye dönüştürülmüştür. Bu nedenle, bilhassa İstanbul ve İzmir’de kümelenen, çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan Osmanlı ticaret burjuvazisi de zenginliğini Avrupa burjuvazisine tabi olarak, ona aracılık yaparak biriktirmiştir. Bu burjuvalar, imparatorluk 19. yüzyılda giderek emperyalist bir karakter kazanan Avrupa devletleri karşısında Baltalimanı Ticaret Konvansiyonu (ve onu takip eden diğer benzer serbest ticaret anlaşmaları) ile neredeyse bir açık pazara dönüşürken, Avrupa sermayesinin beratlı uzantıları haline gelmiştir.

Türk burjuva devriminin başlıca nesnel kısıtlarından biri budur: Devrim coğrafyasının en önemli burjuva zenginlik birikimi komprador niteliktedir ve bu birikimin imparatorluktan cumhuriyete geçişte ulusal bir karakter taşımak zorunda olan devrimle kendiliğinden bir siyasi ittifaka girmesi mümkün olmamıştır. Sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna uzanacak olan burjuva devrimi, maddi açıdan, önemli bir bölümü toprak sahibi olan, çoğu Türk ve Müslüman taşra zenginlerine yaslanmıştır. Kendisi de bir dönüşüm sürecinde olan bu sınıfsal yapı en azından son iki yüz yıldır sarayla gerilimli, zaman zaman da çatışmalı ilişkiler içerisindedir ve işgale karşı olan maddi çıkarları onu devrimle ittifaka zorlamıştır. Ne var ki, aynı yapının maddi çıkarlarının önemli ölçüde toprağa dayalı olması ona bir burjuva devrimi açısından gerici bir nitelik de kazandırmaktadır. Dolayısıyla, İngiliz ve Alman burjuva devrimlerinde doğrudan doğruya eski egemen sınıfla kurulan uzlaşma, Türk burjuva devriminde geri, ancak egemen nitelikte olmayan bir mülkiyet birikimiyle kurulmuştur.1

Bu bağlamda, dikkate değer bir sanayi birikimi olmayan, ayrıca Osmanlı’dan önemli miktarda dış borç devralan Cumhuriyetin kuruluş süreci, geri ve ileri arasındaki politik mücadele ile şekillenecek; Kemalistlerin olağan bir burjuva devrim sürecinden beklenmeyecek radikallikteki kimi adımları da, toprak reformu gibi kimi adımların atılamaması da daima bu mücadeleyle ilintili olacaktır.

Burjuvazinin cumhuriyetin rahmindeki gelişimi

Kapitalistleşme yarışında geriden gelen Türkiye burjuvazisi açısından devlet, salt onun sınıf egemenliğini koruyan bir yönetim aygıtı değil, daima aynı zamanda önemli bir kazanç kapısı, bir sermaye birikim kaynağı olmuştur. 

Bu konuyu ele almaya başlarken hayli sembolik nitelikteki bir olayı aktarmak faydalı olabilir: 1920’de, isminde henüz “Türkiye” geçmeyen ilk Büyük Millet Meclisi açılacağı zaman, binanın çatısı için kiremit bulma meselesi ortaya çıkar. Genç bir tüccar, civardaki köylerden ucuza kiremit toplayıp, makul bir kârla bu kiremitleri yeni kurulmakta olan devlete satarak sorunu çözer.2 Aynı tüccar daha sonra, Ankara imar planında binaların kiremit çatılı olması kuralı getirildiğinde ve bu boyutta bir ihtiyacı karşılayacak fabrikaların yokluğunda Marsilya’dan kiremit ithal edip yine çok kâr edecektir. Bu tüccar, Koçzade Vehbi Bey’dir.3

Bu olayda devletle kurulan ilişki, Türkiye burjuvazisi açısından tipiktir. Yeni kurulan cumhuriyette yaşanacak kapitalist gelişim sürecine, çöktükleri tehcir edilmiş Ermeni ve mübadele edilmiş Rum mallarından başka bir ilkel birikimle girmeyen Türkiye burjuvazisi, kapitalist üretim biçiminin temel toplumsal ilerlemesi olan sanayileşme konusunda kuruluş döneminde risk ve sorumluluk üstlenmekten kaçınmış, Türkiye’nin 1930’larda yaşanan birinci sanayileşme atılımı neredeyse tamamen devlet eliyle (ve Sovyetler Birliği’nin desteğiyle) gerçekleşmiştir.4 Bu hamlenin gerekçesinin “bireylerin girişimi esastır, ancak bunun karşılayamadığı ihtiyaçların devlet eliyle çözülmesi gerekiyordu” biçiminde sunuluyor olmasının5 pek bir önemi yoktur: Cumhuriyetin maddi kuruluşunda burjuvazinin eli taşın altında değildir.

İkinci Dünya Savaşıyla birlikte, Türkiye’nin mülk sahiplerinde de bir ileri-geri ayrışması yaşanır. Bir yanda savaş döneminde buğday karaborsacılığından zenginleşmiş, ekonomik çıkarları ülkenin pek sanayileşmemesi, tarımsal ve rantiye gelirlerin belirleyiciliğini korumasından yana olan bir öbek bulunmaktadır. Bunlar Demokrat Parti’yi destekleyerek, kısmen de burada örgütlenerek hükümet olmuş durumdadır. Diğer yanda ise, emperyalist dünya ekonomisinin Türkiye ve benzer durumdaki ülkelerde ikinci bir sanayileşme kuşağı öngören dönemsel yönelimlerine daha iyi hizalanan, bazıları önemli emperyalist tekellerle ortaklıklar kurmuş ya da onların Türkiye bayiliklerini almış, sanayileşmeden yana olan ve kamu kaynaklarının da bu yönde kullanılmasını isteyen, kentlerde ücretlerin düşmesi için kırdan kente kaynak ve işgücü aktarılmasını talep eden ikinci bir öbek mevcuttur. 

Bu iki öbeği basitçe “birinciler feodal ikinciler burjuva” diye iki ayrı sınıf olarak nitelemek hem kolaya kaçmaktır hem de yanlıştır. Zira, örneğin, Demokrat Parti tarafının en önemli karakteri asılan Adnan Menderes değil asılamayan Celal Bayar’dır ve Celal Bayar, 1923’ten itibaren Cumhuriyet’in kurucu kadroları içerisinde liberalizmin en önemli temsilcisi, İş Bankası’nın kurucu genel müdürü6, onun etrafında öbeklenen (bankanın isminden yola çıkarak “aferist” diye adlandırılan) rantiye çıkarların trafikeri, 1930’lar devletçiliğinin ölçüsünün kaçmamasını sağlayan frenidir.7 Dolayısıyla fay hattı sınıfın içinden, sanayi sermayesi ile rantiye sermaye arasından geçmektedir. Gelecekte TÜSİAD’ı oluşturacak olan sanayici taraf gerek kapitalist gelişmenin olağan seyri gerekse mevcut tarihsel koşullar açısından daha “doğru” bir yerde durmaktadır; ancak ayrışmanın her iki tarafı da burjuva karakterlidir. Bu taraflardan birinin diğerine göre daha “geri” ya da “ileri” olarak nitelenebilmesini sağlayan tek şey, işçi sınıfının henüz devrimci niteliğiyle siyaset sahnesine çıkmamış olmasıdır. Bunun gerçekleştiği 1960’lardan itibaren de bir daha Türkiye’de burjuva ilericiliğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. 

Öte yandan, bu dönemde dahi burjuva ilericiliği bazı açılardan cumhuriyetin kuruluş değerlerini geri çeken niteliktedir. Bunların en kritik olanlarından biri sanayi sermayesinin birikim eğilimleridir. 1950’lerde önemli bir ölçeğe ulaşan özel sektör sanayileşmesi hem yabancı tekellerle kurulan ortaklıklar8 hem de gerek makinelerin gerekse kimi ara malların ithalatına, yani dış kaynak ihtiyacına dayalı olması nedeniyle iktisadi bağımsızlığa zarar verecek niteliktedir. 

Bunun karşısında kuşkusuz Türkiye’nin yalnızca öz kaynaklarıyla sanayileşemeyeceği tartışılabilir. Ne var ki, pekâlâ daha devletçi bir sanayileşme modeli izlenebilir; böylelikle ülkenin muhtaç olduğu dış kaynağın üzerine bir de burjuvazinin kârlılık ihtiyacının ve riskten kaçınmak için yaptığı daha dışa bağımlı, düşük katma değerli sanayileşme tercihlerinin ağırlığı bindirilmeyebilirdi.

Sonuç olarak 1960’larda girilen planlı kalkınma döneminde bütünlüklü bir kamu sanayileşmesi hedeflenmemiş; yapılan kamu yatırımları 1930’lardaki gibi temel toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönelik değil bu ihtiyaçları karşılayacak metalar üretecek özel sanayiye ara mal sağlayacak nitelikte olmuştur.9 Üzerine Türkiye burjuvazisinin her türlü riskten kaçınma kolaycılığı eklendiğinde Türkiye sanayisinin dışa bağımlılığını perçinleyen bu yönelim, uzun erimde özelleştirmelerle birlikte mantıki sonucuna ulaşmıştır. Bu sonuç, ülkenin tüm üretim olanaklarının, halkın ihtiyaçlarına yabancılaşmış biçimde burjuvazinin elinde toplanmasıdır.

Devletçiliğin burjuvaziye diğer faydası

Bir diğer konu, gelişme dönemi boyunca devletin sınıf mücadelesinde üstlendiği roldür. Türkiye Cumhuriyeti tarihin en büyük ve belirleyici nitelikteki sosyalist ülkesi olan Sovyetler Birliği ile yan yana ve aynı dönemde kurulmuş, aralarında uzun yıllar boyunca hayli karmaşık ilişkiler bulunmuştur.  Bu yakınlığın bir ölçüde şiddetlendirdiği tehdit algısı nedeniyle Cumhuriyetin kuruluş döneminde devlet, sınıf mücadelesinin keskinleşmemesi konusunda hep çok hassas ve tedirgin davranmış; toplumun “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış” bir kitle olduğu iddiası uluş inşasının temel mitolojilerinden biri olmuştur. Öte yandan bu, kimileri tarafından kolaylıkla iddia edildiği gibi faşist ülkelerdeki korporatizmin basit bir taklidi değildir. Devletçiliği bir sınıf uzlaşması modeli olarak teorize etme işini üstlenmiş olan sosyalizm kaçkını Kadrocuların haklı olduğu bir konu, Türkiye’de henüz sınıf mücadelesinin şiddetle yaşandığı bir özel sanayi ve bu sanayinin tekelleşmesi sonucu ortaya çıkmış bir finans kapitalin olmamasıdır.10 Dolayısıyla sanayi proletaryasının başlıca işvereni devlettir ve 1930’larda Sovyetler Birliği’nden alınan destekle, kamusal alanlarıyla birlikte tasarlanan devlet fabrikalarında çalışmak, bir işçi için en arzulanacak durumdur. 

Devlet işçiliğinin bu ayrıcalıklı durumu, 1950’ler itibariyle dikkate değer ölçekte bir özel sanayinin kurulmasından sonra da devam etmiş, kamu işletmeleri ücretler ve sosyal haklar açısından hep çok daha ileride olmuştur. Bu durum burjuvazi açısından “kötü örnek” teşkil ediyor olduğu gerekçesiyle daimî bir homurdanma konusudur; ama işçi sınıfının bütünlüğü açısından hem sınıfın yeniden üretimini kolaylaştıran hem de mücadeleyi geri çeken bir refah unsurudur. Nitekim ülkenin devrimin eşiğine geldiği 1970’lerde kamu işletmelerinde çalışmakta olan, ellerinin altında sadece kendi fabrikalarının değil değer zincirleri yoluyla Türkiye sanayisinin şalterini tutan işçiler özel sektördeki sınıfdaşlarına göre gözle görünür biçimde uysal davranmıştır.11 Bunun sınıf mücadelesini frenleyen bir faktör olduğu kuşku götürmezdir.

12 Eylül’den günümüze bir uzun cinayet

İkinci Dünya Savaşının ardından devletin tüm kapitalist dünyada, birinci kuşak kapitalist ülkelerde Keynesçi politikalar, ikinci sanayileşme kuşağını oluşturacak ülkelerde ise bunun uyarlanmış hali olan kalkınmacı devlet politikaları çerçevesinde üstlendiği rol, 1970’lerin başından itibaren, yaşanan kriz ve neoliberal politikalara geçiş çerçevesinde tasfiye edildi. Bu tasfiyenin Türkiye’deki çerçevesi 24 Ocak Kararlarıydı ve ikinci sanayileşme kuşağında yer alan, işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesinin güçlü olduğu başka ülkelere benzer biçimde, bu dönüşümün güvenliği 12 Eylül Darbesiyle sağlandı.

Bu darbenin dış destekli ve iltisaklı olduğu ne kadar kuşku götürmezse, Türkiye burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda olduğu da o denli kuşku götürmezdir. Bunun, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı “emrinizdeyim” diye biten mektubundan12 Halit Narin’in “hep işçiler güldü, artık biz güleceğiz” sözlerine kadar (ki, Narin bu sözü dile getirdiğinde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanıydı, yani bir bakıma tüm patronların temsilcisiydi) sayısız delili mevcuttur.13

Bu dönüşümün konumuz açısından taşıdığı özel önem ise, taşıdığı sınıf karakteri ve ideolojik içeriğiyle Birinci Cumhuriyeti tasfiye yoluna sokmuş olmasıdır. Zamana yayılan bir biçimde devletin, halka sunduğu kamusal eğitim ve kamusal sağlık hizmetleri ile üstlendiği sosyal fonksiyonlar ve devlet işletmeleri yoluyla meta üretim süreçlerinde sahip olduğu rol sermayeye devredilmiş; devlet, liberallerin asla açıkça dile getirmedikleri ama hep arzu ettikleri model çerçevesinde, işçi sınıfına düşman bir güvenlik ve ideoloji aygıtı olarak yeniden kurulmuştur.

Güvenlik ve ideoloji kısmı bu yazının kapsamının dışında kalıyor. Bunlardan birincisinin, kolluk kuvvetlerinin kendilerine sağlanan yasal ve yasadışı ayrıcalıklara halka tamamen yabancılaştırılmış bir bekçiler güruhu olarak yeniden kurgulanması yoluyla; ikincisinin ise milliyetçi-mukaddesatçı ideolojinin 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezciliğinden başlayarak resmî ideoloji haline getirilmesiyle sağlandığını söyleyip geçebiliriz.

Devletin özelleştirmeler yoluyla sınai üretiminden tamamen çekilmesi ve buralardaki yatırımlarını yok pahasına özel sermayeye devretmesi ise konumuz açısından birincil önemdedir. Devletçiliğin ve iktisadi planlamanın tamamen terk edilmesi anlamına gelen bu süreç 24 Ocak kararlarıyla başlamış ve ancak AKP döneminde tamamlanabilmiştir. Sınıf mücadelesinin en şiddetli olduğu 1970’lerde mücadele açısından geriden gelen kamu işletmelerinin, mücadelenin geriye çekildiği bu dönemde en büyük eylemlere sahne olması14 ise tesadüf değildir. İşçi sınıfı açısından daha yüksek bir refah ve güvenceli istihdamın kaynağı olan devlet işletmelerinin bu kapsayıcı özelliğini yitirmesi ve nihayetinde özelleştirilmesine yalnızca bu işletmelerde istihdam edilen işçiler tarafından karşı çıkılmamış; Tekel Direnişi örneğinde görüldüğü üzere, süreci durdurma konusunda etkisiz kalmakla beraber yaygın bir toplumsal tepki ortaya çıkmıştır.

AKP döneminde 24 Ocak kararlarında öngörülen özelleştirme programı (alıcı bulunamayan işletmeler haricinde) tamamlanmış, ayrıca her türlü kamusal proje (örneğin ulaştırma projeleri) ihaleler yoluyla özel sektör tarafından yapılır (ve çoğunlukla işletilir) hale gelmiştir. Buna ek olarak, özel sermayeyi ölçüsüz biçimde kayıran ekonomi politikalarına AKP’li yıllar boyunca neredeyse kesintisiz yaşanan, borçlanmaya dayalı, dolayısıyla sürekli ve büyük cari açıklara yol açan ekonomik büyüme eklendiğinde, sağında solunda delikler bulunan bir çarşafın gerilmesine benzer bir durum yaşanmış; çarpık gelişmiş Türkiye sanayisinin dışa bağımlılığı çok daha belirgin hale gelmiş ve bu, yeni çelişkiler doğurmuştur. AKP’nin en fazla toplumsal tepki çeken uygulamalarının hemen hepsi, örneğin geri döndürülemez çevre tahribatları yaratan HES projeleri ve yabancı şirketlere dağıtılan maden arama ruhsatları ya da metropollerde, kıyılarda ve diğer doğal güzelliklerin civarında yabancılara mülk satışı, burjuvazinin dışa bağımlı sermaye birikiminin oluşturduğu deliği tıkayabilmek için miktarına bakmaksızın dış kaynak arama-bulma çabalarının sonucudur.

Bugün gelinen noktada ise, bu kısır döngüden kurtulma iddiasıyla mevcut sanayinin ihracata yönlendirilmesi; bu doğrultuda, yerli sanayinin uluslararası pazarlarda rekabet edebilmesi için kalıcı olarak emeğin ucuzlatılması yani ücretlerin düşürülmesi hedeflenmektedir. Üstelik bu, bir ölçüde başarılsa dahi, yalnızca daha fazla bağımlılık anlamına gelecek; Türkiye’nin sanayi proletaryasını, turizm sektöründe çalışan emekçilerin zengin yabancılara hizmet ettirilmesine benzer biçimde, kendi ülkesi ve halkının ihtiyaçları için değil esasen dünyanın zenginleri için üretir hale getirecektir. 

Laikliğin ilgası tüm bu süreçten bağımsız düşünülemez. Burjuvazinin çıkarları doğrultusunda ekonomik bağımsızlığın yitirilmesi ve ülkenin dış borca batırılması, kamu kaynaklarıyla kurulmuş ve işçi sınıfına görece iyi koşullarda istihdam sağlayan devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, devletin eğitim ve sağlık alanında sunduğu kamusal hizmetlerin kalitesizleştirilmesi ve bu alanın bir ölçüde sermayeye terk edilmesi, hatta ordunun profesyonelleştirilmesi ile eş zamanlı olarak askerliğin sadece bedelli yapamayacak yoksullar tarafından ifa edilen bir “vatan görevi” haline getirilmesi gibi dönüşümler, 1923 Cumhuriyetinin ideolojik dayanakları yıkılmaksızın gerçekleştirilmeleri durumda işçi sınıfı nezdinde büyük bir meşruiyet krizine neden olurdu. Dolayısıyla, devletin laik niteliğinin terk edilmesi ve yerine milliyetçi-mukaddesatçı bir devlet ideolojisinin benimsenmesi, yalnızca daha kaderci ve kanaatkâr, dolayısıyla itaatkâr bir işçi sınıfı yaratılması için değildi. AKP döneminde işçi sınıfının, benzersiz boyutlara ulaşan gelir ve servet eşitsizliğinde kendisini gösteren ekonomik kayıpları karşısında dinselleşme kuşkusuz iyi bir ideolojik telafi mekanizmasıydı. Öte yandan, devletin sadece yurt içinde değil yurt dışında da burjuvazinin çıkarları için seferber olup maceralara kalkışması, bu maceralarda asker ve sivil can kayıpları yaşanması, Türkiye’nin yine aynı çıkarlar doğrultusunda (ve maceralar sonucunda) büyük miktarda göçmene ev sahipliği yapar hale gelmesi, yabancı kaynak bulunması için Katar gibi ülkelerle tuhaf ikili ilişkiler geliştirilmesi gibi olay ve durumlar, ancak bunların karşısında yurtsever ve emekçi karakterli bir tepki yükselmemesi sağlandıktan sonra alınabilecek risklerdi. AKP’nin bu pervasızlıkları için gerekli ideolojik alan temizliği ve meşruiyet inşası, Birinci Cumhuriyet tarafından kesintiye uğratılmış şanlı bir imparatorluk geçmişi anlatısıyla hem işçi sınıfı içerisinde yurtseverliği ve cumhuriyetçiliği baltalayan hem de onun bilhassa yoksul ve eğitimsiz bölmelerine benimseyip hayatlarını anlamlandıracakları yeni bir üstün millet miti sunan Yeni Osmanlıcılık yoluyla gerçekleştirildi. 

Bu ideolojik dönüşüm de genel anlamda Birinci Cumhuriyetin değerleri, özel anlamda ise laiklik tasfiye edilmeden gerçekleştirilemezdi. Dolayısıyla laiklik de sermaye sınıfı maddi çıkarlarını daha fazla ilerletebilsin diye yıkıldı.

Sonuç: Cinayetin anatomisi ve yapılması gereken

Başta söylediğimiz üzere, bağımsızlık, devletçilik ve laiklik, Türk burjuva devrimi ve onun sonucu olan Birinci Cumhuriyetin kurucu değerleridir. Bu değerler, kapsamlı bir rejim değişikliği olmaksızın değiştirilemezdi. AKP eliyle gerçekleştirilen dönüşüm, bu karşı devrimin siyasal, yani söz konusu değerlerin devlet ve siyasetten dışlanma aşamasıdır ve artık bu aşamanın tamamlanmış olduğunun teslim edilmesi gerekmektedir. Türkiye siyasetinde, iktidarı ve muhalefetiyle, Birinci Cumhuriyetin kurucu, ilerici değerlerinden yana bir burjuva siyasi özne kalmamıştır.

Artık sıra karşı devrimin ikinci, toplumsal aşamasına gelmiştir. Bu aşamada sermaye düzeni bahis konusu değerleri toplumun, emekçi sınıfların hafızasından kalıcı biçimde silmeye ve marjinalleştirmeye, geniş kitlelere bunlar yerine yeni rejimin gerici değerler hiyerarşisi benimsetmeye çalışacaktır. Bu süreç, diyalektik bir biçimde, siyasal karşı devrimle iç içe zaten bir ölçüde yol almıştır. Ne var ki, kendileri de 1923’e düşman olan bozguncu liberallerin ve ülkeye küskün, batı hayranı tuzu kuru orta sınıfların iddia ettiğinin aksine ne yaşananlar geri döndürülemez niteliktedir ne de emekçi sınıflar Birinci Cumhuriyetin kurucu değerlerini “zaten” hep değersiz görmüş ve hiç benimsenmemiştir. 

Türkiye’de kapitalist düzenin ve onun tek kutsalı olan özel mülkiyetin dokunulmazlığını asla sorgulayamayacak olan siyasi öznelerin ve ideolojik öbeklerin AKP karşısında da tutunamaması şaşırtıcı değildir. Birinci Cumhuriyetin katili olan AKP, bu suçu kendi dar ideolojik “davası” değil, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda işlemiştir. Bu siyasi parti, kendi evrim sürecinde, sadece doğrultusu değil ilkelerini her gün yeniden sermaye çıkarlarına uyarlayacak bir esneklik kazanmış, hatta büyük ölçüde bu “ilkesizlik ilkesi” etrafında tasarlanmıştır. Yedeğinde türlü çeşitli şeriatçı, cihatçı unsurlar bulunmakla beraber kendisi kesinlikle yeri geldiğinde sermaye çıkarlarına aykırı işler de yapabilecek kontrolsüz ve akılsız bir özne değildir. Onun her siyasi krizi atlatmasını sağlayan, Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını en iyi temsil eden özne olma özelliğini kimseye kaptırmamasıdır.

Dolayısıyla laikliğin, devletçiliğin ve bağımsızlığın yeni kurulan düzenden dışlanıyor, insanlığın tarihsel birikimiyle karşılaştırıldığında çok yoz, geri ve karanlık değerler etrafında yeni bir rejim kuruluyor olmasının tüm suçu karşı devrimin siyasi öznesine yüklendikçe, asıl büyük suçlu olan Türkiye burjuvazisi aklanmaktadır. Bunun en açık hali seçimlere doğru muhalefet tarafından uydurulan “beşli çete” heyulasıdır. Ancak Türkiye’nin TÜSİAD’da örgütlü “geleneksel” (yani bugüne dek en fazla sermaye biriktirmiş, dolayısıyla işçi sınıfını en fazla sömürmüş) burjuvalarının da yaşanan dönüşümden laik hassasiyetlerle rahatsız olduğu, Türkiye’de sermaye sınıfının içinde laik ve islamcı sermaye arasında 27 Mayıs’a benzer bir fay hattının oluştuğu, hatta bir “iç savaş yaşandığı” yönünde temelsiz tezlerin tümü burjuvazinin aklanmasına hizmet etmektedir. Bu hedef saptıran iddialar karşısında Lenin’in uyarısının hatırlatılmasında fayda vardır:

“Kimi önerilerin, uygulamaların vesairenin hangi siyasi ya da toplumsal öbekler, güçler ya da eğilimler tarafından savunulduğunun açık olmadığı durumlarda daima ‘Kimin çıkarına?’ sorusu sorulmalıdır.

Bir politikanın doğrudan kim tarafından savunulduğunun bir önemi yoktur; zira mevcut soylu kapitalist düzen altında herhangi bir ensesi kalın, dilediği sayıda avukatı, yazarı, hatta parlamenteri, profesörü, papazı ve benzerlerini herhangi bir görüşü savunmaları için ‘kiralayabilir’, satın alabilir ya da seferber edebilir. İçinde yaşadığımız çağ ticaret çağıdır ve burjuvazinin onur ya da vicdan ticareti yapma konusunda en ufak bir çekincesi bulunmamaktadır.”15   

Bu yazıda, yaşanan karşı devrimin kimin, hangi sınıfın maddi çıkarına olduğunu açmaya çalıştık. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, benzemeye çalıştığı örneklere göre geç kalmış olan burjuva devriminin birinci ve ikinci kuşak kadroları, iktisat alanında bu geç kalmışlığı aşmak için zaman zaman hayli ilerici nitelikte politikalar benimsemiş ve uygulamıştır. Bu politikalarda daima burjuvazinin çıkarlarının önceliği gözetilmiş ancak burjuvazi açısından doğal olarak bu kazanımlar yetinilecek değil alıp, cebe konup fazlası istenecek nitelikte olmuştur. Bilhassa 1960 ve 1970’lerdeki planlı kalkınma dönemi plancılarının hayal kırıklığı, bu tek taraflılığın göstergesidir.16 Oysa sorun, burjuvazinin bir sınıf olarak nasıl davranacağı konusunda gerçekçi olmayan beklentiler geliştirilmiş olmasıdır. Burjuvazi düşünebileceği tek şeyi, sermaye birikimini düşünmüş ve ona göre davranmış, cumhuriyetin ilericiliği bu birikim için bir varlıktan çıkıp bir yükümlülüğe dönüştüğünde onu tasfiye etmiştir.

Bu yaşananlardan çıkartılacak dersler vardır ve yapılması gereken, çözümün nostaljide ya da bu dönüşümden çıkarı olan sermaye sınıfının şu ya da bu bölmesinde değil dönüşümden zarar gören sınıfta aranmasıdır. Türkiye’nin sermaye düzeni tarafından terk edilen bağımsızlık, devletçilik ve laiklik değerleri, işçi sınıfının devrimci siyaseti açısından yaşamsaldır ve bu, muhtelif işçi öbeklerinin günümüzde ne düşündüğü ya da burjuva siyasetinde hangi öznelerin peşine takıldığından bağımsız, tarihsel bir doğrudur. Bu değerlerin toplumsal hayatta ve ülkenin geleceğinde bir kez daha belirleyici nitelik kazanmasını isteyen herkes, bu değerler etrafında sosyalist devrimci bir cephe inşa edilmesine destek vermelidir. 

  1.  Bu meseleyi detaylı biçimde şurada incelemiştim: Nevzat Evrim Önal, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Geçişte Büyük Toprak Sahiplerinin Rolü ve Dönüşümü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 39 (Nisan), 2012, 137-169.
  2.  Erol Toy, İmparator, İstanbul: Yaz Yayınları, 1997, s.11-15.
  3.  Benzer bir öykü de şapka devriminin hemen ardından İtalya’dan şapka ithal eden, sonunda Vakko’yu kuracak olan Vitali Hakko’nunkidir.
  4.  Bu işbirliğinin sürekli olarak geçiştirilen boyutları konusunda bilgi sahibi olmak için şuraya bakılabilir: Özge Can, “Türkiye’de Sovyetler Birliği Tarafından Kurulan Üretim Birimleri”, Sosyalist Gelecek ve Planlama (der. Erhan Nalçacı), İstanbul: Yazılama, 2020, s.59-70.
  5.  Mustafa Kemal, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın girişinde şunları yazıyor: “Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almak. (…) Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmağa muvaffak oldu.” (akt. Atatürk Ansiklopedisi, “Nazilli Basma Fabrikası”, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/nazilli-basma-fabrikasi/?pdf=3438).
  6.  Emre Kongar ve Zülal Kalkandelen, Devrimin ve Karşı Devrimin Yüz Yılı Cilt 1: Savaş, Devrim ve Tepkiler, 2. Basım, İstanbul: Remzi, 2022, s.71.  
  7.  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, 9. Baskı, Ankara: İmge, 2005, s.41, 68-69.,
  8.  Örneğin sanayileşmenin öncüsü niteliğindeki Koç sermayesi, 1928’de Ford ve Standard Oil temsilciliklerini almış, 1946’da General Electric ile ortak olarak ampul fabrikası, 1959’da Ford ile ortak olarak Türkiye’nin ilk otomotiv fabrikasını kurmuştur. Devamında yapacağı pek çok sanayi yatırımında da benzer bir yol izleyecektir (https://www.vehbikoc.com.tr/tr-tr/ilklere-atilan-imza/).
  9.  Düşünün ki, bu dönem boyunca en uzun süre başbakanlık koltuğunda oturan kişi, Türkiye burjuvazisinin siyaset katındaki varlığının cisimleştiği sembolik kişi niteliğinde olan Süleyman Demirel’dir. Adnan Menderes tarafından DSİ Genel Müdürü yapılmış, Eisenhower Vakfı bursiyeri olarak ABD’ye gitmiştir. “Baba” ve “Çoban Sülü” lakaplarından önceki lakabı, temsilcisi olduğu Amerikan şirketinden kaynaklı “Morisson Süleyman”dır. Planlama konusundaki meşhur sözü ise “Bize plan değil pilav lazım”dır. Turgut Özal’ı Türkiye’ye getiren, ona 24 Ocak kararlarını yazdıran kişidir. Kısacası, bu günlere gelinmesine en fazla katkı koyan gericilerden birisidir. Bir dönem düzen içi AKP karşıtlığının, düzenin işleyişi tarafından emekli edilen Demirel’den bile medet ummuş olması, ibret alınacak bir sefalet göstergesidir.
  10.  Vedat Nedim (Tör), “Sınıflaşmamak ve İktisat Siyaseti”, Kadro, 11, s.17.
  11.  Sayım Yorgun, Meltem Delen ve Hakan Bektaş, “1963-1994 Yılları Arasında Türkiye’de Gerçekleşen Grevleri Etkileyen Faktörlere İlişkin Ekonometrik Bir Model Önerisi”, Çalışma ve Toplum, 2018(4), 1908-1909.
  12.  “12 Eylül’ü en net anlatan mektup: Emrinize amadeyim”, soL Haber, 12.09.2018, https://haber.sol.org.tr/turkiye/12-eylulu-en-net-anlatan-mektup-emrinize-amadeyim-247389
  13.  Aynı Halit Narin başka bir yerde de “Hükümetlerin en zorlayanı ekonomiyle çok uğraşanıdır.” buyuruyor: “Tek rakibi Kanuni!”, Habertürk, 13.04.2010, https://www.haberturk.com/ekonomi/makro-ekonomi/haber/507521-tek-rakibi-kanuni
  14.  Yorgun, Delen ve Bektaş, age.
  15.  V.I. Lenin, “Who Stands to Gain?”, Collected Works Cilt 19, Moskova: Progress Publishers, 1963, s.53-54. 
  16.  Mesut Odman, “Türkiye’de ‘Planlama’ Geri Gelir mi?”, Sosyalist Gelecek ve Planlama (der. Erhan Nalçacı), İstanbul: Yazılama, 2020, s.49-54.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×