Devlet Otoritesi mi, İdeolojik Hegemonya mı?

Türkiye’de burjuva cephesinde kullanılagelen çok çeşitli ideolojik motiflerden soyut ve saf haliyle bir model olarak, “ideolojik hegemonya” türetmek pek mümkün olmamıştır. Milliyetçilikten laisizme, ılımlı ve avam bir İslamcılığa, batıcı-modernist bir hattan “asker millet” söylemine kadar değişik ideolojiler Türkiye’de düzenin ideolojik örtüsünün yan yana getirilmiş yamalarıdır. Yamalar sağladıkları çeşitlilik yönüyle işlevseldir, ama ne toplumsal ayıpların üzerilerini doğru dürüst örtmeyi sağlayabilirler ne de birbirlerini “kararlı” biçimde bir arada tutabilirler. Dolayısıyla kısaca tasvir etmeye çalıştığımız bu yapının en vazgeçilmez öğesi, bizzat zor ve zorun salgıladığı bir dizi ideolojik motif olmuştur.

Düzenin ideolojik öğeleriyle şiddete dayalı öğelerini birbirlerinden ayırmak aslında mümkün değildir. Ama bu iki küme arasında bir gerilimin bulunmadığı da söylenemez. Böyle bir yapıda eksik kalan “uyum”, sürekli var olacak görüntü ise gerilimdir. Kelimelerin uyandıracağı düzenlilik duygusuna aldanmazsak şu söylenebilir: Türkiye’de burjuva hegemonyası “güç” ile “ideoloji” arasında gidip gelen bir sarkacı hatırlatıyor.

Türkiye burjuvazisi çıkışsız kalıp kılıç atmak durumunda kaldığı dönemler dışında, bu sarkacın “ideolojik hegemonya” yönünü abartan bir söylemi tercih etmektedir. ANAP döneminin köşe dönme, çağ atlama vurguları bu anlama geliyordu. Koalisyon hükümeti, arkasına aldığı toplumsal destek sayesinde aynı yöndeki vurguları güçlendirme avantajına sahip olarak işe koyuldu. Ancak bilinmesi gereken bir şey daha var: Bu avantajı, bu kez ambalajı değil doğrudan eşyanın içeriğini değiştirmek, Türkiye’yi gerçekten “modernleştirmek” doğrultusunda kullanma hedefi de, hükümetin gündemindedir.

Nedir bu hedefin önündeki handikaplar? Biri Kürt sorunu. İkincisi adı “terör” olarak değiştirilmek istenen iç istikrar… Çünkü ideolojik hegemonya ancak devlet otoritesi anlamında elde edilecek kazanımların üzerinde yükselebilir.

Bir diğer handikap, Türkiye’nin modernleşme arzusunu taleplere dönüştürdüğü anda “modern” dünyanın gösterdiği tersliktir. Bu sorunların her birinin altyapısı, Türkiye kapitalizminin iktisadi zaafları ve yetersizlikleri tarafından döşenmiştir. O halde sorunun bu anlamdaki temellerini ne kısa ne uzun vadede kolay kolay halletmek mümkün değil. Hükümetin gerçekleştirmeye çalıştığı operasyonları bu kısıtı, hiç unutmaksızın değerlendirmek gerekiyor.

Otoritenin bir ayağı, Türki’ler

İç istikrar ve dış politika atağı: Otoriteyi tesis etmenin de uluslararası lütuflara mazhar olmanın da ilk adımı bunlar.

Türkiye burjuva basını, egemen sınıf eğilimlerinin barometresi olmanın ötesinde önemli bir taşıyıcısı ve uygulayıcısıdır da. Kafkaslardan Orta Asya’ya uzanan Türki cumhuriyetlere yönelik atağı şişirdikçe şişirmek basınımıza görev olarak tevdi edilmiştir ve bu görev çatlaksız yerine getirilmektedir. Gerçi Türkiye burjuvazisi Amerikan sermayesinin taşeronluğundan öte bir işleve sahip olamayacaktır. Olsa olsa taşeronluk yapılacak güçlere, Avrupa’dan kimi güçler eklemek mümkün olabilecektir. Söz konusu ülkelerin “liberalleşmelerinin” önünde sosyalizmin toplumsal hafızada bıraktığı izlerden ve dirilen geleneksel doğulu kimlikten kaynaklanan bir dizi engel vardır. Türkiye ile aralarındaki kültür-dil-ideoloji bağları iddia edilenin -ya da uydurulanın- yanında aslında son derece cılızdır. Çoğu örnekte bu ülkelerin teknolojik yapısı Türkiye kapitalizminin ilerisindedir… Varsın olsun, uluslararası liderlik demagojisinin altından Türkiye sermayesi için biraz nefes alma kanalı çıksa bile nasılsa o da yeter!

Esas olarak bu tabloya anlam katan öğe uluslararası işbölümünde, eski Sovyetler ülkesinin kimi yörelerinde, restorasyonun uygulayıcılığı misyonunun Türkiye’ye uygun görülmüş olmasıdır. Türkiye için Avrupa kapıları açılmayacak, yalnızca aralık tutulmaya devam edilecek ise, Ortadoğu’da jandarmalıkla yetinilecek ise, bir nebze gün ışığı da Orta Asya’dan sızdırılmalıdır…

Bunlardan çıkan sonuç şu: Türkiye kapitalizmi iyi taşeron olduğunu dünyaya kanıtlamaya çalışacaktır ve bu yüzden Türki cumhuriyetler çıkartması önemlidir. Ama bir de, Türkiye devleti bu çıkartmayı iç politikaya prestij, otorite dayanağı ve ideolojik kimlik olarak tahvil edecektir ve bu yön, meyveleri gün be gün alınmakta olduğu için güncel olarak daha da önemlidir.

Sol hareket ve Kürt direnişi gündem dışına

Geçtiğimiz yılın sonlarından başlayarak Kürt hareketine ilişkin basın ve devlet eliyle çizilen görüntü, PKK’nın gücünün olduğunun ötesinde gösterilmesi, ayaklanma ve bölünme tehlikesinin eşikte olduğu yönündeydi. Newroz sonrasında, bir kaç yıl öncesinin oto sansürüne geri dönülmüş “ölü ele geçirilenler” ve “tövbe edenler”, en fazlası da devletin hemen başarıyla misillemede bulunduğu vur-kaç eylemlerinden söz edilmeye başlanmıştır. Kürt ulusal hareketinin kaydettiği yükselişi de küçümsemeksizin şu söylenebilir: Kürt sorunu neredeyse bizzat düzen tarafından süratle ve abartılarak gündeme sokulmuş, sonra “zafer kazanılıyor” imajı güçlendirilmeye yönelinmiştir. Suriye ile Amerikan şemsiyesi altında sağlanan mutabakat abartılmaktadır. Kürtçe televizyon yayını tartışması, siyasi güçler arasında belirli ölçülerde gerilim yaratsa da Kürt sorunu için öngörülen meşru gündem sınırlarını işaret etmektedir; Kürtçe çıkan dergiler, Kürt Enstitüsü burjuvazisinin hedef tahtası haline getirilmemekte, yalnızlığa itilmektedir… Devlet terörünün fiili kazanımları bir yana bırakılsa bile, yalnızca yerleştirilen bu imaj üstünlüğün, devlete geçtiği anlamına gelir. Türkiye burjuvazisi Kürt sorununu izole ederek gündemden düşürmeye yönelmiştir.

Elbette Kürt ulusal hareketi, Bekaa kampını başkasıyla ikame edecektir, uluslararası olanaklarını tümden yitirmeyecektir, kitleselliğini bir çırpıda kaybetmeyecektir ama gündemi belirleme gücünü şimdilik kaptırmıştır. Açıkçacı burjuvazi bu haliyle askeri bir zaferden daha önemlisini, bir ideolojik zaferi kazanmaya yönelmiştir.

Aynı gerileme sosyalist ve devrimci hareket için de geçerli. Türkiye solunun topluma verdiği ses şiddet eylemciliğine indirgenmek isteniyor. “Devrimci şiddet”, devlet terörünün doğrudan muhatabı olan solun önemli hatalarının da katkısıyla, ideolojik içeriği boşaltılmış bir kan davasına çevriliyor. Zorun, devrimci mücadele açısından da bir “ideolojik” salgısı olması gerekir; oysa şimdi az ya da çok, etkili ya da etkisiz bugüne kadar solun elinde tuttuğu “zor ideolojisi”nin ideolojisi gitmekte, geriye zor’u kalmaktadır. Bu ortamda devlet yıllardan beri ilk kez İstanbul’da yasal 1 Mayıs kutlamasına izin vermekte bir beis görmemiştir. Ortaya da ancak 5000 kişilik bir onur kavgası çıkmıştır.

Basının performansına burada da tanık olundu. Tüm gazeteler 1 Mayıs’ın “bayram havası”nda geçtiği vurgusunu manşet yaptılar. “Çıkıntılıklar” İzmir’de denize dökülen edepsiz solcuların, karikatürize edilmek istenen ıslak görüntüleriyle gazetelerin sayfalarına yansıdı. Gaziosmanpaşa’da açılan kızıl bayraklar, illegal örgüt pankartları, PKK bayrağı, Kürtçe sloganlar bu kez her nedense gazetecilerin ilgisini çekmedi! 1 Mayıs öncesi polis genelgeleri, okullarda ve işyerlerinde uygulanan baskılar görmezden gelindi. 1 Mayıs’ı isteyen bayram gibi kutlayacaktı, ama 1 Mayıs artık olağanüstü müdahaleleri ve önlemleri hak eden bir gün değil, toplumdan izole edilmiş bir “meşruluğa” sahip olmalıydı…

Türk milletine kişilik

Uygulananlar klasik havuç-sopa politikasının devamıdır bir yönüyle. Havuç paketine sorguda avukat bulundurma hakkı, yeni Anayasa tartışması, telefon ve televizyonla körüklenen lotaryacılık, Kürt Enstitüsü 68’lilere itibar iadesi, DİSK’in mal varlığı, 1 Mayıs izni… konuluyor. Sopalar ise 055 no.lu telefon hattı, ev baskınları, artan milliyetçilik… Ancak birincisi, havuçların arkası pek sağlam değil. Kamuoyundan kredi istemeye devam eden hükümet, örneğin yaklaşan kamu sözleşmeleri döneminde, memur maaş zammında pek fazla alternatife sahip değil: “Paramız var da vermedik mi” Bu söylemi nihai olarak terk etme şansı yok Demirel’in.

İkinci ve daha önemlisi ise şu: Havuç ve sopa birbirlerinden kolay kolay ayırt edilemeyecek bir tarzda içice sokularak piyasaya sürülüyor. Kaynaştırma işlemi ise tekil politikaları aşan bir ideolojik biçimlendirme ile gerçekleştirilmek isteniyor. Yeni ideolojik biçimlendirme örneğin şiddet unsurunu devlet aygıtından topluma yaymayı öngörmektedir. Ama klasik faşist örgütlenmeler eliyle ya da kitleleri sağ politizasyona çeken manipülasyon ve provokasyonlarla değil, Türk halkına sıradan insanı mevcut düzenle sıkı sıkıya bütünleştiren bir kimlik kazandırarak… Türk insanı kültürel etkinlik olarak 8-10 televizyon kanalını birinden diğerine durmadan geçerek izleyecek, eğlence olarak yarışma ve pornografi programlarını seyredecek, gelecek umudunu telefonlu lotaryalara yatıracak, bu uyuşturucu yaşantının dışında gürültü patırtı eden teröristler olduğunda polisine telefonla haber verip vatandaşlık görevini ifa edecek, sokağında bir operasyon varsa bu ilginç ve üzücü olayı izlerken huzuru sağlamak için hayatlarını tehlikeye atan polisi heyecan içinde alkışlayacak, Kürtleri sevmeyecek, dünyanın dört bir yanında zor durumdaki Türk ve Müslümanlara elini uzatan uygar devletiyle gurur duyacak, ülke sorunlarını trafik ve enflasyondan ibaret sayacak, örneğin trafik sorununun polisin resmi araçlara da ceza kesme cesaretini göstermesiyle çözüleceğine inanacak, başka sıkıntılarını kendisinin ya da babasının beceriksizliğine bağlayacak… Kişiliksiz ve başı eğik olmayacak kısacası. Bir anlamda havuçla tatmin olmayacak, sopa yemeye razı gelmeyecek. Yeni Türk insanı kendisine sunulan kurgusal toplumsallığın aktif öznesi olacak. Yani kişilik kazanacak!

Demirel hükümeti Özal kadrosunun hayalini, elinin altında bulduğu geniş toplumsal kredi olanaklarıyla gerçek kılmaya doğru adım atıyor. Ve esen rüzgarlara bakılırsa ciddi değişimler yaşanıyor. Örneğin Demirel’in son dış gezilerindeki resmi söylemin 1970’lerde Türkeş’in resmi faşist söyleminden hiçbir farkı yoktur. Bozkurt işlemeli hediyeleri MÇP Genel Başkanına gönderen Azerbaycan Halk Cephesi lideri dışında bu durumu fark eden de yoktur. Ancak Azeri lider yanılmaktadır; eski faşist söylem bugün sokaktaki kişilikli ve kendine güvenli Türk imajının olağan parçası kılınmaya çalışılıyor. Sivil faşist bir örgütlenmenin bugünün Türkiye’sindeki yeri marjinaldir.

Aynı şekilde Kürtlere karşı, eskiden devrimcilerin üzerine salınan “Esir Türkleri Kurtarma Ordusu” türü kadro örgütleri oluşturmak da gündemde değil. Kimlikli, kişilikli Türk insanı, gerektiğinde Kürt mahallesini -bir futbol maçının çıkışında- basabilecek bilince sahip!

Türk halkını aşağılık kompleksinden kurtarıp kişilik kazandırma operasyonunun motifleri ve genel görünümü böyle. Ancak yukarıda da söylendiği gibi  yüzde 70 enflasyona karşılık yüzde 30-40 zam verilen, büyük kentlerde sosyal hizmetleri yürümeyen, televizyonda seks filmi gösterecek denli modern olunmasına karşılık grev hak ve uygulamasının kısıtlanmasından vazgeçilemeyen bir ülkede bu operasyonu zafere ulaştırmak oldukça zor.

Öyle ki, ideolojik biçimlendirme taarruzunun ilk adımlarında kaydedilen gözle görünür başarılar, yani sokaklarda Türk bayrağı ile saldırarak, devrimcilerin katledilmesini kutlayanlar, terörist diye mahallenin sucusunu kovalayanlar bir yana bırakılırsa ciddi bir engel fark edilebilir: Tek-tiplilik.

Tek-tiplilik belki model alınan Amerika’da sorun oluşturmayabilir, ama Türkiye için ciddi bir açmaza işaret ediyor. Çünkü bu ülkede toplumu bir kalıba sokabilmek başka yerlerde olduğundan daha zor. Bu işleme engel olan, sınıflar arası uçurumlar değil tek başına. Bunun dışında sınıflara, -tabii ki özellikle emekçi sınıflara- sınıflar arasında belirli bir geçişkenlik olduğu düşüncesinin aşılanması gerekir. Bu, sınıfların davranış biçimlerinden, ekonomik olanaklarına, yaşam standartlarına kadar bir dizi etkene bağlıdır. Sonra sınıf atlamanın mümkün hatta muhtemel olduğu düşüncesinin de güçlü olması gerekir.

Ekonomik temelli bu etkenler de yetmez. Toplumun mevcut ideolojik eğilimlerinin daha derli toplu olmalarına, ortak paydalarının güçlü olmasına ihtiyaç duyulacaktır. Türkiye’de 1980 sonrasında toplumun ideolojik tek merkezileşmesinde, önceki on yıllara oranla ciddi mesafe kat edilmiştir, ama gelinen nokta yeterince olgun sayılmamalıdır. Bu olgu seçim sonuçlarına yansıyan seçmen tutumlarında da kendini gösteriyor. Türkiye merkez sağ ile merkez sol arasına sıkışmaya razı gelmiş değil.

Bu duruma karşılık, düzenin yakın dönemdeki önemli ideolojik biçimlendirme aygıtları olarak gazeteler, özel ve resmi televizyon kanalları vb. adeta tek bir cepheden tekdüze bir top ateşi başlatmış bulunuyorlar. Ellerindeki tüm barutu belirli bir yönde belirli hedeflere saldırıda kullanıyorlar. Saldırı altındaki tarafların zayıf, cılız konumları başka cephelerdeki gediklerin, büyük boşlukların gözden kaçmasına el veriyor. Açıkçası burjuvazi Türk halkına bir üniforma giydirme operasyonunda solun güçsüzlüğünden doğan rantla besleniyor.

Türkiye’de sosyal-demokrasinin bunalımını kim hangi araçlarla örtecek? İslami hareketin özellikle politizasyon dönemlerindeki radikalleşmesinin yaratacağı gerilimlerin önüne nasıl geçilecek? Bu ülkede yeni grizu ve deprem “felaketleri”ne karşı nasıl bir garanti yaratılabilir? Ya da, Ortadoğu gibi bir bölgede Amerikan barışının mutlak egemenliğini sağlamak bile olağanüstü zorluklarla karşılaşırken, Kürt sorunundan Türkiye burjuvazisi kolay kolay kurtulabilecek mi? İşçi sınıfı batıda yıllar süren çok yönlü bir mücadelenin karmaşık bir sonucu olarak pasifize edilmişti; buna karşın birçok ülkenin burjuvazileri işçi sınıfının göstereceği refleksleri bir kenara atarak davranabilme rahatlığına kesinlikle sahip değiller. Türkiye nasıl böyle bir durumu hayal edebilir? Bu ülkede “çağdaş sendikacılık” denilen garabetin işçi sınıfının nezdinde sendikacıların yeni bir ihaneti anlamına gelmemesinin bir garantisi olabilir mi?..

Bu sorular uzatılabilir. Hele bir de yanı başına burjuvazinin ve devletin değirmenine acemilikleriyle su taşımaya son vermiş, ne yaptığını bilen bir sosyalist hareket eklendiğinde düzen cephesi gediklerini biraz zor kapatacaktır.

Türkiye’de burjuvazinin “ideolojik hegemonyasını” yenilemesinden söz edilecekse, bir bölümüne yukarıdaki soruların denk düştüğü bir açmazlar yığınına üstyapı düzeyinde uyumlu yanıtlar üretilmesi, bu yanıtları üretebilmek için de düzenin ideolojik ve siyasi yelpazesinin bugün denenen modelden farklı bir çeşitliliğe ulaşması tek yoldur. Denenen model bu yapısal açmazı nedeniyle, ideolojik hegemonya kurulmasından çok devlet otoritesinin tesisi misyonuna tekabül edeceğe benziyor.

Ancak bu misyonun gerçekleşmesi hiç de hafife alınacak bir olgu sayılamaz. Bu, kendi başına Türkiye’de işçi sınıfının ve sosyalist hareketin ciddi bir yenilgiye uğraması anlamına gelecektir. Geçici de olsa…

Sonuç Türkiye toplumunda batı tipi bir sınıflar barışının tesisi olamasa bile, Türkiye sosyalist hareketi, ülkenin içinden geçmekte olduğu önemli bir dengesizlikler konjonktürünü kaçırmak tehlikesiyle yüz yüzedir bugün. Sosyalist hareket burjuvazinin son dönemde güçlü biçimde kullanıma sunduğu, basın ve televizyonda simgelenen araçları ciddiye almak, mukabil araçları geliştirmek zorundadır. Türk insanına kişilik kazandırma operasyonu özünde sosyalizme karşı bir kampanyadır. Bu kampanya cepheden karşılanamadığı takdirde, yukarıdaki tüm tartışmalar yeni parametrelerle birlikte yeniden gözden geçirilmek zorunda kalınacaktır. Burjuvazinin tarihsel anlamda yıkıma mahkum olduğu tezi, siyasal mücadelenin güncelliğinde, yalnızca bir kalkış noktası olabilir. Sonrası için hiç kimse burjuvazinin her projesinde, bu arada devrimci dinamiklerin üzerilerinin ölü toprağıyla kapatılmasında başarısızlığa mahkum olduğunu iddia edemez.

Sol için 

Türkiye sosyalist hareketinin yaşanan süreçlerden dönemsel olarak çıkartması gereken dersler var. Sosyalist solun bir bölmesiyle daraltılmış alanda zararsız bir meşruiyete, bir diğer bölmesiyle de terörist imajına razı olmaması gerekiyor.

Derslerden birincisi, artık alışılmaya başlanılan marjinal ve toplumsal meşruiyeti zaaflı örgütsel konumlanışların daralan çemberi kırmak açısından pek bir anlamı kalmadığıdır. Türkiye sosyalist hareketi tüm sektörleriyle birlikte, marjinal düşünme tarzından uzaklaşmak zorunda. Bugünkü konumlarında ısrar edenler mutlaka olacak. Ancak söylem radikalizmi giderek içi boşalan bir hal alacak. Türkiye’de bir ara TBKP’nin, sonra SBP’nin oynadığı “uslu sol çocuk” alanında önümüzdeki dönem perspektifleri itibariyle bunlara hiç benzemeyen radikal gruplar yerlerini alabilirler. Bunlar devrimci retoriklerine ve ruhlarına karşılık marksizm içi tartışma düzlemine sıkıştıkları, mücadeleyi sol içerisinden çıkartıp toplum sathına taşıyamadıkları, açıkçası siyasal mücadeleye kılıç atamadıkları ölçüde ve bu nedenle düzen için “zararsız” addedilecekler, ve hiç haketmedikleri bir misyona objektif olarak oturabileceklerdir. Üstelik bu kesimler TBKP çizgisinin, devrimcileri kendinden süratle uzaklaştıran kimliğinden farklı niteliklere sahip olduklarından, düzen dışına gözlerini çeviren toplumsal kesimleri ve sosyalist kadro adaylarını bir ölçüde massedeceklerdir. Bu durum burjuvazi için, reformist hareketlere göre çok daha fazla tercihe ve takdire şayandır. Burjuvazinin, yolunu ve yordamını bulamayan devrimci kesimler için kurduğu bir tuzak budur.

Öteki yol, yani “terörist” imajına razı olmak, bir siyasi mücadele yöntemi olarak terörizmin yetersizliklerinin ötesinde sorunlar taşıyor. Bu yola yatkın olan sol kesimler bir kez zor’u ideolojisizleştirme hatasına düştüler. Siyasi mücadelede her hata birikimin bir parçası oluverir. Zora yeniden “devrimci” sıfatını kazandırmak başlı başına söz konusu imajdan kurtulmayı gerektirir.

Çözüm aşağı yukarı ortaya çıkıyor: Düzenin sunduğu daraltılmış meşruluk alanını devrimcileştirerek genişletmektir çıkış yolu. Ancak bu yoldan da ancak bir nokta iyi bellendiği ve hakkı verildiği takdirde geçilebilir: Türkiye sosyalist hareketi için tek kanallıbir siyasal toplumsal çıkış şansı artık bitmiştir. Kimi dönemlerde tek başına karşı-şiddet, ya da teorik derinleşme, bazen yalnızca kadrolaşma, bazen ise gözünü işçi kitlelerinin gündelik mücadelesine dikmek… yeterli ve işlevsel olabilir. Tüm bu etkinlikler bölünmüş durumdaki solun değişik sektörlerine eşitsiz bir dağılım da gösterebilir. Evet kimi dönemlerde bu eşitsizlikler, eksiklikler sonradan kapatılmak üzere “sorun” sayılmaksızın “yol alınabilir.” Bugün, tüm bu anlamlarda tek kanallı çıkış olanağı kalmamıştır. Türkiye sosyalist hareketi bu ülkede burjuvazinin ideolojik, siyasi, kültürel, ekonomik… tüm saldırılarına bir karşı saldırıyla yanıt üretmek durumundadır. Bu görev uygun araçlarla, uygun program ve kadrolarla yerine getirilmedikçe, Türkiye sosyalist hareketinin mikro ölçekte tekil alanlarda kazanımlar elde etmesi güçtür.

Parti için mücadelenin en kısa sürede partili mücadeleye dönüştürülmesi, tüm bu nedenlerle gerekiyor. Şu an ne yöne evrileceği belirsiz kimi süreçler yaşanıyor. Örneğin solun hangi sektörlerinin önümüzdeki dönemde terörist imajıyla onurlu, hangi sektörlerinin ise burjuvazi tarafından daraltılarak teslim alınmış alanlarda ihanet içinde, ama son tahlilde her biri düzen içi olan rollere oturacaklarına ilişkin, bugünden yalnızca spekülasyon yapılabilir. Ancak bu rollerin bilinçsiz/bilinçli sahiplenicileri olacağı kesindir. Partili mücadele Türkiye sosyalist birikimi açısından birleştirici, yeniden değer kazandırıcı bir motivasyonu mutlaka sağlayacaktır, sağlamalıdır. Ama yine partili mücadele, örgütlendiğinde, Türkiye solu bu anlamda tarihinin en ciddi ve anlamlı bölünmelerinden birini de yaşamaya adaydır.