Devrim Coğrafyasında NATO ve Alt Birimi Avrupa Ordusu

 

“Zaman zaman gözleri sıkıntıya, yorgunluğa benzer bir şeyle bulanıyordu; ama yalnız çehresinin değil bütün varlığının hakim ve devamlı ifadesi olan rehaveti, ne yorgunluk, ne de sıkıntı bir an olsun bozabiliyordu. Gözlerinde, gülüşünde, başının, ellerinin her hareketinde rahat, açık, temiz bir ruhun ifadesi parlıyordu. Kayıtsız ve sathi bir göz Oblomov’a şöyle bir bakar ve ‘iyi yürekli, kuzu gibi bir adamcağız olsa gerek’ derdi. Ona daha yakından, daha anlayışlı bir gözle bakan biriyse yüzünü bir müddet süzer, sonra garip bir tereddüt içinde gülümser, geçerdi” 1 . [GONÇAROV IVAN]

90’lı yılları dünya solu bu şekilde karşılamıştı işte. Emperyalizmin saldırılarla dolu geçecek olan ve hazırlıklı başladığı bir on yıla dünya solu ve başsız kalmış işçi sınıfı hareketleri “iyi yürekli, kuzu gibi bir adamcağız” olarak başladılar. Zaman büyük bir hızla geçti, emperyalizm saldırganlığını kurumsallaştırmada büyük adımlar atarken solun buna ürettiği tepkiler refleksif karakterin dışına pek çıkamadı. Daha kurumsallaşmış bir emperyalist saldırganlığa karşı, kendisini büyük ölçüde toparlamış bir sol ama yine hareketsiz işçi sınıfı mücadeleleriyle girdik yeni bin yıla. Zaman gerçekten çok hızlı akıyor, zamanın akışına dünya ölçeğinde sol fazla müdahil olamıyor. Ama bir taraftan da emperyalizmi yeni krizler bekliyor, dibe vurma noktasından ayağa kalkan devrimci güçler, buna karşı daha hazırlıklı bir karşı koyuşu örgütlemeye soyunuyor.

Yukarıdaki gibi bir girişle başlamamın nedeni, biraz da kızgınlıktan kaynaklanıyor. “NATO’nun genişlemesine hayır!” afişlerini yurdun dört bir yanına asan ve o dönemde anlaşılamayan bir hareketin militanı olarak, özellikle Avrupa solunun uyuşuk hali beni kızdırıyor. NATO’nun genişleme sürecinin tartışıldığı günlerde, bu tartışmalar Avrupa ülkelerinin meclislerinden birer ikişer geçiyordu. İlginçtir, ABD’de çok daha yoğun tartışmalar yapılıyor, ancak bunların üzerinde pek durulmuyordu.

ABD Senatosu’nda NATO’nun genişlemesine ilişkin sunulan tasarının çarpıcı noktaları şunlardır:

“NATO genişlemesinin başlıca gerekçesi ‘Avrupanın karşısında yer alacak ve Polonya Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni işgal etme ayartısına kapılacak hegemonik bir gücün yeniden oluşma potansiyelidir; NATO kararları ve eylemleri diğer bütün hükümetler arası kuruluşlardan (BM AGİT Avrupa-Atlantik Ortaklığı vb.) bağımsızdır; Rusya Ortaklık Sözleşmesi uyarınca kurulan NATO-Rusya Daimi Ortaklık Konseyinde bile İttifak kararlarını veto etme hakkına sahip değildir. İttifak ortakları kendi çıkarlarına yönelik bir tehdidin varlığı konusunda mutabakata varmaları halinde kendi bölgesinin dışında askeri harekat yapabilir; ABD’nin NATO liderliği ve ana komuta noktalarında ABD subaylarının yer alması bir kez daha onaylanır; askeri ve mali yükler daha eşit olarak dağıtılacak genişlemeyle birlikte teşkilatın bütçesindeki ABD payı artırılmayacaktır. ABDnin payı küçültülmeli ve asla 1998 düzeyini aşmamalıdır; gelecekte NATOya her yeni katılımdan önce ABD başkanı Senatoya danışacaktır!.

Aslında ABD’de yapılan tartışmaların (her ne kadar yerleşik düzenin yüksek çevreleriyle sınırlı kalsa da) yoğunluğu ile önergenin Avrupadaki yasama meclisleri tarafından genellikle sinsi bir acelecilikle onaylanması arasındaki kontrast çarpıcıydı” 2 . [ARRIGHI Giovanni]

NATO’nun genişlemesine ilişkin tartışmalar aslında, ABD’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ne (AGSK) dönük niyetlerinin de net bir şekilde ortaya konmasıydı. Yükünü Avrupa’nın çekeceği, ama ABD denetiminde bir ordu! Tüm bu tartışmalar es geçildi, “iyi yürekli kuzu gibi bir adamcağız” durumundaki Avrupa solu maalesef etkin bir karşı koyuş, en azından bir tartışma zemini üretemedi.

Küreselleşme denilen olgunun “doğal” bir süreç, olduğu söylenir kısmen de olsa doğrudur. Ekonomik anlamda dünya kapitalizmi bir sistem haline gelme, bloklaşma veya farklı bir tabirle “topaklaşma” eğilimindedir. Bu topağın merkezindeki ülkelerin konumlarında fazla bir değişiklik olmazken yeni katılımların olması doğal gibi görünmektedir. Bu sistemle bütünleşme eğilimine sürekli vurgu yapan burjuva ideologların en çok vurguladıkları ise, sistemin dışında yaşamanın mümkün olmadığı olgusudur. Sistemle bütünleşmemek ölüm getirir! Ancak gözden kaçırılmaya çalışılan bu bütünleşme sürecinin zorla gerçekleştirildiği olgusudur. Çünkü ekonomik bir bütünleşme artık siyasal, askeri bir bütünleşmeyi de gerektirmekte, bütünleşme rotasına giren her ülke, ulusal onurunu bir kenara bırakmak zorunda kalmakta, emperyalizmin kanlı planlarını mutlaka bir parçası olmak durumunda kalmaktadır. Buna karşı çıktığında ise, onu zorlayan en büyük aktör, karşı devrim örgütü NATO, işin içine girmektedir. Bugün NATO’nun en büyük rolü, sürünün dışında kalan kuzuları arkadan tekmeleyerek dünya kapitalist sisteminde bir yerlere oturtmak, eline yapacaklarını belirten bir kağıt vermek ve onları zorla uygulatmaktır. Sürünün dışında kalmak isteyenler ise “tehdit unsuru” olarak değerlendirilecektir.

NATO’nun günümüzdeki işlevlerini üstlenmesi, konseptlerinde ve kendi içinde gerçekleştirdiği dönüşümlerle gerçekleşti. Değişim gereksinimi Sovyetler’in ve diğer sosyalist ülkelerin çözülüşüyle başladı ve süreç hâlâ devam ediyor. Bu değişim gereksinimi, aslında emperyalizm açısından bir panik havasıyla başladı. Çünkü artık şekil verilmesi gereken, ne olacağı belli olmayan, farklı noktalara savrulabilecek bir dünya nesnelliği mevcuttu ve NATO daha önce hiç yapmadığı kadar dünya nesnelliğine müdahale etmek zorunda kalacaktı. Daha önceki süreçlerde işi çok zor değildi, çünkü;

“Soğuk Savaş döneminde bloklar arası bir askeri çatışmanın Doğu ve Batı Almanya Cumhuriyetleri arasındaki sınır boyunca patlak vermesi beklenmekteydi. Halbuki Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonucu Avrupanın merkezine yönelim belirgin Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla birlikte kıtanın merkezi ve çevresi ile ilgili eski stratejik ayrımın bir şey ifade etmemesi olgusu ile karşılaşılmıştır. 1989 sonrası Avrupanın güvenliği ile ilgili olarak artık hesaplanabilir belirgin bir tehditten bahsetmek mümkün değildir ancak bugün kıtanın güvenliğine yönelik çeşitli belirsizlikler ve risklerin eski Sovyet tehdidinin yerini aldığı görülmektedir” 3 .[ÇAYHAN Güvenç]

Kim ne derse desin, Soğuk Savaş’ın mekanı Avrupa’ydı. Hatta Orta Avrupa, hatta daha da basitleştirirsek Berlin Duvarı’nın iki yanı. Emperyalist güçler böylesi “istikrarlı bir güvensizlik” ortamında çok daha rahat hareket edebiliyorlardı. Rahatlık derken istikrardan, neyin ne olacağının önceden belli olmasından söz ediyoruz; kriz dinamiklerinin ise azlığından. Alınacak kararlar SSCB’ye endeksliydi ve onun hareketlerine göre refleks gösteren bir yapı söz konusuydu. Keza, bu bakış açısı askeri yapılanmalara da yansımıştı. Avrupa’nın güvenliği demek, Sovyetler’in orta menzilli füzelerine karşı, büyük ağabey ABD’nin sağlayacağı şemsiye ve Sosyalist Sistem’in devasa kara gücü ve tank envanterine karşı kara savaşı yürütecek, ABD komutasında NATO birlikleriydi. NATO’nun esas olarak odaklandığı coğrafya Avrupa ve daha özelinde Federal Almanya idi. Konvansiyonel silah dengeleri Avrupa üzerinden hesaplanıyor, tüm mücadele bu coğrafyada cereyan ediyordu.

NATO’nun bu süreçte işlevi, Sovyet saldırısına karşı bir kalkan oluşturmak değildi kesinlikle. Kuşkusuz bu da bir işlevdi, ancak oldukça ardıl bir işlev. Soğuk Savaş ağırlıklı olarak ideolojik ve siyasal bir mücadeleydi. Bu mücadele Avrupa’da şekillendi, bu savaşı emperyalizm kazandı. NATO’nun ana işlevi, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerin içine dönük müdahaleyi merkezi ve kurumsal bir yapıya kavuşturmaktı. Gladio örgütlenmesi Fransa, İtalya, Federal Almanya, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Bir taraftan kapitalist devletin içinde önemli bir yer tuttu, bir taraftan da özellikle 70li yıllardan itibaren “barış ve insan hakları” söylemini iç politikaya enjekte etmeye çalıştı. Bu ideolojik bombardıman ile Avrupalı komünist partiler sıkıştırılmaya, Sovyetler ile ilişkileri konusunda sürekli inkar ve özür politikası üretme noktasına getirilmeye çalışıldı. Komünist partilerin toplumsallaşma kanalları, kimi zaman sözgelimi İtalya gibi ülkeler kan gölüne çevrilerek, kimi zaman siyasal ve ideolojik kampanyalarla kesilmeye çalışıldı. Kimi zaman küçük anarşizan gruplar desteklendi, troçkizmin altın dönem yaşamasının önü açıldı, maocu akımlar hararetle desteklendi, kimi zaman komünist partiler içinde ajan çalışmalarına girişildi. Kimse bu faaliyetlerin tek başına CIA tarafından yapıldığını iddia etmemelidir. Bu faaliyetlerin ana merkezi NATO’ya bağlı birimlerdi, tüm kapitalist Avrupa’nın sinerjik bir işbirliğiydi söz konusu olan.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun ağırlığı sıcak savaş değil, ideolojik ve siyasal (hatta kimi zaman sanat alanında da, biçimselciliğin desteklenmesi, soyut sanat yapan sergilere CIA ve NATO kanalıyla paralar aktarılması gibi) bir “soğuk savaştı”. Bu dönemde NATO herhangi bir silah kullanımına gitmedi, hiç bir ülkeye açıktan saldırma girişiminde bulunamadı, askeri birliklerini istediği gibi, istediği ülkeye konuşlandıramadı. Ancak Avrupa’nın ideolojik haritasında maalesef istediği gibi manevra alanı buldu.

Tüm bunlar gerçekleşirken dünya devrimci hareketinin üçüncü dünya ülkelerinde çıkışlar yapması, Sovyetlerin de buralardaki çoğu komünist partilerin öncülüğünde olmayan, ulusalcı devrimci hareketleri desteklemesi ve sosyalizmin dünya ölçeğinde farklı renklerle yayılması stratejisi hiçbir işe yaramadı. Nasıl ki, bir ülkede devrime giden yolda kent merkezlerinin önemi, köyler ve kasabalarla kıyaslanamayacak boyuttaysa, bu komünizme giden yolda da böyleydi ve dünyanın komünizme doğru rotasını kırması için Avrupa elzemdi. Avrupa kaybedildi, sosyalizm çözüldü. Dahası yalnızca Avrupa’daki, gelişkin kapitalist ülkelerde olmadı komünist partilerin ve sosyalizmin güç yitimi; özellikle Çekoslovakya, Macaristan, Polonya çok ama çok önceden kaybedildi. Üçüncü dünyaya verilen önem bu üç ülkede sosyalizmin kurumsallaşmasına ve toplumsallaşmasına verilmedi.

70’lerle birlikte özellikle bu üç ülkede Batı hayranı, Avrupalı komşularına özenen, yabancı ortaklı devlet şirketlerinin üst düzey yönetiminde olan, ülkeye kredi bulmak için Avrupa’da kulis faaliyeti yapan ve ne yazık ki iktidardaki komünist partilerde büyük nüfuzu olan bir kuşak türedi. Bu kuşak sermaye birikimini sosyalizmin çözülüşü sonrası yaptı. Ve bu üç ülke oldukça kritikti, Demokratik Almanya’nın kuşatılmasını ve onurlu komünist Eric Honecker’in tasfiyesi sürecini Garbaçov hainiyle birlikte organize etti. Emperyalistler de, 1999 yılında bu üç ülkeyi NATO’ya alarak ödüllendirdiler. Bu üç ülkenin genişlemesiyle başlayan süreç AB açısından kendi arka bahçesini, yani eski sosyalist ülkeleri daha rahat denetleme gibi bir anlam taşıyor, yeni bir Avrupa’ya doğru giden yolda önlerini açıyordu. Bu üç ülkenin AB’ye girecek olan ülkelerin en başında yer alması da bu planın bir parçasıydı. Keza Batı Avrupanın Orta Avrupanın doğusuna yayılmasıyla oluşan AB-Rusya dengesi.

Bu projenin iki varyantı ve zafere ulaşması için izleyebileceği iki yol vardı. Birincisi, AB’yi az çok gelişmiş bir devlete dönüştürmeyi amaçlayan Alman anlayışı; ikincisi, AB’yi sağlam bir siyasal blok ya da devletler ittifakına dönüştürmeyi amaçlayan Fransız yaklaşımıydı. Her iki durumda da NATO, hegemonik ABD hırslarıyla birlikte geri planda kalacaktı. AB’nin geleceği üzerine yapılan tartışmaların büyük oranda bu söylenenler ekseninde geliştiğini vurgulamak gerek.

ABD açısından ise, bu üç ülkenin NATO’ya katılmasının farklı işlevleri olacaktı: Sözgelimi Rusya ve Batı Avrupa (özellikle Almanya) arasında ABDnin kapı bekçisi olarak NATO.

“NATO’nun Polonya’yı Çek Cumhuriyeti’ni ve Macaristan’ı kapsayacak şekilde genişlemesinin temel anlamı budur. Bunun nedenini anlamak önemlidir. İlk planda, ABD’nin Polonya’da olması ve Polonya’nın NATO aracılığıyla ABD’nin siyasal üssü haline gelmesi Almanya’nın Polonya ve kendi doğu kanadının geri kalan kısmı üzerinde tek taraflı bir nüfuz oluşturma imkanını engeller” 4 . [GOWAN Peter]

Son bir iki ay içinde Avrupa Ordusu’na ilişkin tartışmaları, bu söylenenleri hesaba katarak yorumlamak gerekiyor. Gerek AB’nin gerekse de ABD’nin üzerinde anlaştığı Avrupa Ordusu; AB, özellikle de Fransa ve geri planda durmaya özen gösteren Almanya açısından el güçlendirmek kaygısından besleniyor. ABD ise, yüklerinin büyük bir kısmını devretme gayreti içinde, AB’yi kendi isteklerine göre yeniden yapılandırmaya çalışıyor.

“Böylece ABDnin Avrupa stratejisi NATOyu yeniden örgütleme kampanyası aracılığıyla Avrupa üzerinde ABD önderliğini yeniden inşa etme dürtüsünü ABnin siyasal ekonomisini yeniden örgütlemeyi amaçlayan paralel bir kampanya ile birleştirecekti. Clinton yönetiminin 1993te iktidara gelmesiyle birlikte bu strateji daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Kampanyaya ilişkin tam bir çözümleme her iki ucu da izlemeyi gerektirecektir: Sadece NATOnun ve Avrupa güvenliğinin askeri ve siyasal bakımdan yeniden örgütlenmesi için verilen siyasal savaşları değil ama aynı zamanda ABnin ve onun iç siyasal ekonomisinin yeniden örgütlenmesi için verilen savaşları da. İkincisini çözümlemek bizi Maastricht; Uruguay Roundu; Trans-Atlantik Ticaret Diyaloğu aracılığıyla ABD ve Avrupa büyük sermayesi arasında ittifakların oluşumu en büyük Alman banka ve şirketlerinin Amerikalı müttefiklere doğru yön değiştirmesi; Avrupadaki finans sektörleri merkez bankaları ve AB Avrupa Komisyonunun çeşitli bölümleri içinde radikal bir neo-liberal koalisyonun giderek güçlenmesi konusunda sürdürülmekte olan ABD diplomasisine götürecektir” 5 . [GOWAN Peter]

Değişen dünyaya değişen NATO: Yeni misyonlar

Sosyalizmin çözülüşü sonrası NATO’nun işlevi üzerine büyük tartışmalar yaşandı. Kimi iyi niyetli solcular, “Varşova Paktı dağıldı, şimdi NATO da dağılacak” yanılmasıyla oyalanırken 1991 yılında NATO, yeni stratejik konseptini tartışarak kabul ediyordu.

Bu noktada şunu söylemekte yarar var. NATO’nun varlığının tartışıldığı bir ortamda NATO, varlığının ne kadar da gerekli olduğunu ispat etmek için yoğun bir çaba sarf etti. Düşünün ki, yıllardır her türlü pisliğin içinde olan bir teşkilat, kendisini dışa karşı “komünizm tehdidine karşı Avrupa’yı koruyoruz” diye lanse etsin, ama komünizm tehdidi ortadan kalkınca hâlâ “yeni dönem bizi bekliyor” şeklinde beyanat versin. Kuşkusuz kolay olmadı, yeni düşmanlar, yeni tehdit odakları, yeni şeytanlar keşfedilmeliydi. Bu noktada Irak’ın Kuvey’te saldırısının büyük bir yardımı olduğunu söylemekte fayda var. Sonrasında ise, NATO tarafından krizler yaratıldı; krizleri çözmek için NATO devreye girdi. Yugoslavya’nın dağılması süreci burada oldukça kritiktir. Ağırlıklı olarak Almanya ve ABD ortak yapımı olan yüzyılın en acı dolu parçalanma öyküsü, NATO’yu Avrupa’da vazgeçilmez hale getirecekti…

“Savaş kararının nasıl alındığını özetleyelim:

1. Clinton yönetiminin, Cilinton’ın desteğine sahip olan siyasal/diplomatik kanadı Yugoslavyaya karşı savaş hazırlıklarını tam bir yıldır dik-katle yürütüyordu. Bu kesim savaşın ABD’nin NATO müttefiklerini kendi önderliği altında toplamasını sağlayacak şekilde verilmesini istiyordu. Bunu 1999 Nisanının sonunda Washington’da toplanması planlanan NATO zirvesinden önce yapmak istiyordu. Diplomatik ortam Sırplar’ın Rambouillet anlaşmasını reddetmeleri ve bunun üzerine Alman İtalyan ve Yunan hükümetlerinin BM’nin onayı alınmaksızın ve Ruslar’ın düşmanca yaklaşımına rağmen savaşa çekilmeleri sağlanacak şekilde dikkatle oluşturuldu. Başka deyişle Yugoslav savaş sahnesi esas olarak NATO bölgesi içindeki siyasal hedeflere ulaşmak için kullanılan bir araç idi. Clinton bile savaşın her bakımdan önemli olduğunu söylüyordu.

2. Büyük kazanım Avrupa ile ABD arasında güçlü ortaklık olacaktı. ABD resmi çevrelerinde güçlü ortaklık sözü yasa hükmündedir. Diplomatik dilde bunun anlamı Avrupa kıtası üzerinde güçlü ABD önderliğidir. Daha açık biçimde ifade etmek gerekirsek bu söz Batı Avrupa üzerinde ABD’nin hegemonik önderliği anlamına gelir. Bu güçlü ortaklık terimi Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkmış ve Körfez Savaşı sırasında kullanılmıştır.

3. Batı Avrupa üzerinde ABD’nin hegemonik önderliğine dönüş doğrultusunda atılmış bir adım olarak bu savaş ABDnin dünya ekonomisiyle güçlü bir ilişki kurmasının anahtarı olduğu ve ABDnin bütün dünyaya satış yapmasını sağladığı için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Başka şekilde ifade edilirse bu savaşın temel mantığı dünya ekonomisinin süre giden yeniden organizasyonu ve yönetimi için Batı Avrupaya ABD hedeflerini dayatarak ABD kapitalizminin uluslararası hakimiyetinin sağlanmasıdır” 6 . [GOWAN Peter]

Bu acımasız emperyalist saldırganlık öncesi, dünya kapitalizminin düşünce kuruluşlarının Miloseviç’ten nasıl bir canavar yarattıkları, UÇK’yı nasıl mazlum haline getirdiklerini ayrıntılarıyla okudukça insan ürperiyor. Dustin Hoffman ve de Niro’nun başrolünü oynadıkları “Başkanın Adamları” filmindeki gibi, olaylar, gelişmeler önceden yaratılıyor ve dünya kamuoyuna dayatılıyordu. Sonuçta ABD’nin istediği oldu, NATO’nun vazgeçilmezliği kanıtlandı, AB ile ABD arasında bir “güçlü ortaklık” görüşü ağırlık kazandı. Bundan böyle Avrupa Ordusu tartışmaları da bu eksende yürüyecekti.

Parçaladılar, insanları birbirine kırdırdılar, böldüler ve sonra utanmadan bu eski sosyalist ülkenin her karışına yerleştiler. Yugoslavya meselesi önemlidir; zira ABD ilk olarak 1994-95 yıllarında Bosna’da 1999’da ise, Kosova’da Avrupa için vazgeçilmez olduğunu kanıtlamıştır. Bu konuda kafasında soru işareti olan ABD’ye karşı elini güçlendirmeye çalışan Avrupa2nın kafasına ABDnin vazgeçilmezliği kakılmıştır. Avrupa’nın ortasında yüzyılın en büyük katliamlarından ve göçlerinden biri yaşanmış; bir bakıma Avrupa’ya gözdağı verilmiştir.

“AB bugün bırakın NATO’yu bir ABD faktörünü bile reddetme imkanını kendinde bulamıyor. Ama aynı zamanda ABD’nin üstünlüğünü de istemi-yor.

ABD’yi ortak olarak yanında bulmak isteyen AB için NATO gerçekten de çok önemli bir örgütlenmedir. Avrupa kendi içindeki tehditleri dahi bertaraf edebilmek için belirli bir sistem oturtmuş değil” 7 . [OKMAN Cengiz]

“ABD hızla yeni askeri hizmetler oluşturmaya başladı: ABD Hava Kuvvetlerinin Tomahawkları akıllı silahlar ve çeşitli unsurlardan oluşan bir bütün. Bu hizmetler satılık değil tam aksine ABDye özeldi. Batı Avrupalılar bunlara sahip olsalardı ABD önderliğine gerek kalmazdı” 8 .[GOWAN Peter]

Bir de burada yararlı olacağına inandığım bir tabloyu vermek istiyorum. Hâlâ dünya üzerindeki gerçek tehditin Sosyalist Blok olarak görüldüğü, Soğuk Savaş’ın kimi son gerginliklerinin yaşandığı, Reagan döneminin pervasızlıklarının, Yıldız Savaşları projelerinin ortalığı sardığı 1985 yılı ve Yeni Dünya Düzeni’nin kendisini yavaş yavaş tesis ettiği 1996 yılı. ABD, NATO ve diğer emperyalist ülkelerin silahlanma oranlarına bakmak ilgi çekici olacaktır. Dikkat edilirse, 1996 yılı artık NATOnun anlamının sorgulanmasının bir tarafa bırakıldığı geniş kitlelere yeni “insani” misyonların yutturulmuş olduğu bir yıldır. Silahlanma, emperyalist ülkeler için vazgeçilmez bir ilkedir gerek siyasal ve ideolojik hakimiyet gerekse de kapitalist ekonomiler için…

Tablo 1

Bu tabloya bazı verileri eklemek gerekmektedir.

Dünyanın geriye kalan büyük bir bölümü de Batı ülkelerinin müttefiklerinden oluşmakta ya da bu ülkelerin koruması altında bulunmaktadır. ABD’nin sadece Suudi Arabistan’ı korumak için yaptığı askeri harcamalar, İran ve Irak’ın toplam savunma harcamalarının yaklaşık dört katı, ABD tarafından Güney Kore için yapılan harcamalar ise, Kore Demokratik Halk Cumhuriyetinin (KDHC) savunma harcamalarının yaklaşık 3 katıdır.

Tek başına ABD, Atlantik İttifakının yaptığı toplam harcamanın yaklaşık yüzde 60’ını üstlenmektedir. Bu miktar bütün dünyanın savunma harcamalarının üçte biridir. Emperyalizmin dünyanın üzerini saran bu ahtapot gibi hakimiyetini anlamak için biraz geriye gitmek ve NATO’da gerçekleşen dönüşümü kavramak, yavaş yavaş NATO’nun yeni dönem misyonlarına ve stratejik konseptlerine değinmek gerekiyor. NATO’daki değişimi ve dönüşümü kavramak, yoğun olarak tartışılan Avrupa Ordusu konusunda da bizim için ön açıcı olacaktır.

Yeni dönemde “insani misyonlar”, “bölge dışı alanlar”, “istikrarsız bölgelere uluslararası müdahale” vb. kavramlar ön plana çıkacaktı. Bu görüşler kuşkusuz bir anda oluşmamıştır. Açıkçası, “nasıl yuttururuz” üzerinde emperyalizmin tüm düşünce kuruluşları sürekli düşünüp tartışmıştır. Sözgelimi Carnegie Vakfının “Yollarımız Değişirken: Amerika’nın Yeni Dünyadaki Rolü” başlığını taşıyan 1992 raporunda şöyle deniyordu: “Yeni bir uluslararası ilişkiler ilkesi: Devletler içinde insan gruplarının yok edilmesi ya da sürülmesi uluslararası müdahaleyi haklı kılabilir.”

Bu raporun yazıldığı tarihte, dünya kamuoyu, “insani yardım” adına tonlarca bombanın atılabilirliği gibi bir olasılıktan bihaberdi. İlk önce haberdar oldular, sonra ise ikna.

NATOdaki konsept değişikliğini takip etmek için aşağıdaki biraz uzunca

alıntıları okumakta fayda var:

Madde 5

Taraflar Kuzey Amerikada veya Avrupada içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasasının 51. maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.

Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güvenlik Konseyine bildirilecektir. Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman bu önlemlere son verilecektir”(Kuzey Atlantik Anlaşması Washington DC 4 Nisan 1949).

“Vatandaşlarını korumak amacıyla veya dıştan kaynaklanan bir saldırıya karşı koymasında yardım etmek yahut üçüncü bir devlet tarafından yönetilen veya desteklenen ayaklanma hareketlerine karşı yardımda bulunmak maksadıyla ilgili yasal hükümetin talebi üzerine bir devlet veya devletler topluluğu yardım talep eden devleti desteklemek üzere müdahalede bulunabilir. Buna ortaklaşa veya birlikte kendini savunma denmektedir” 9 . [ÇAYCI Sadi]

Artık bu iki bakış açısı da geçerliliğini yitirmiştir. NATO her fırsatta “5. madde dışı operasyonlar”dan söz etmektedir. Ortaklaşa müdahale kavramı saldırıya uğrayan bir ülkenin çağrısını beklememekte, hatta saldırıya uğramaya bile gerek kalmamakta herhangi bir ülkedeki iç karışıklık eğer ittifakı tehdit ediyorsa, müdahale hakkı doğmaktadır.

Artık uluslararası anlaşmalara bağlı kalma zorunluluğu olmadığı gibi, uluslararası anlaşmalar da yeni konsepte göre şekillenmektedir. Artık çok net olarak her ülkenin “içişlerine karışma” meşru hale gelmiş, Birleşmiş Milletler devre dışı kalmış; NATO’nun yeni misyonlarını onaylamak zorunda kalan bir merci konumuna gelmiştir. Burada Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) rolüne de değinmek gerekiyor.

NATO politikaları için yeni meşruiyet kaynağı: AGİT

“AGİT karar organıdır ve NATO da onun uygulayıcısıdır” şeklindeki düşünce kesinlikle yanlıştır. Özellikle 1996 yılından beri, NATO ve AGİT’in en üst düzey yetkililerinin düzenli olarak görüşme kararının ardından tablo netleşmiştir; AGİT NATO’nun kesinlikle üstünde değil altında yer almaktadır. Sözgelimi AGİT yetkilileri NATO’nun çeşitli kurulları ve organları tarafından düzenlenen birtakım toplantılara sürekli katılmak durumundadır. NATO’nun Askeri-Sivil İzleme Komitesi ve Barışı Korumak için İşbirliği Grubu altındaki kurul ve organlara, AGİT yetkililerinin katılması zorunludur. Öte yandan NATO genel sekreteri uygun gördüğü en üst düzey AGİT toplantılarına katılma hakkına sahiptir.

“AGİT sürekli ‘insani boyuttan’, ‘insan hakları’ndan bahsedecek NATO ise bulduğu her fırsatta bu hakları çiğneyecek ve zor kullanacaktır. Bu rol paylaşımının güle oynaya yapıldığı sanılmasın. NATO AGİT’e bu elbiseyi zorla giydirmiştir. AGİT’in öne çıkardığı söylem ise bu elbiseye çok uygundur. Saha çalışmalarında savaş yaralarının sarılması psikolojik bozuklukların rehabilite edilmesi gibi bir artçılık ve çöpçülüğe soyunmuştur” 10 . [SARP Emin]

Kasım 1999’da İstanbul’da gerçekleştirilen AGİT zirvesinde imzalanan ama bir bağlayıcılığı olmayan Avrupa Güvenlik Şartı’nda, “bir ülkenin iç karışıklıklarının ve çatışmalarının diğer ülkeleri de ilgilendireceği” ifadesi yer alıyor. İçişlerine müdahalenin meşru hale gelmesinde, NATO’ya alan açan halkla ilişkiler faaliyetini yürüten AGİT’in bu metninde Çeçenistan’a gözlemci gönderilmesi Yugoslavya2da “demokrasinin tesis edilmesi”, Türki cumhuriyetlerle işbirliği Gürcistan2daki karışıklıkların önlenmesi Dağlık Karabağ sorunu gibi pek çok başlık yer alıyor. Bir anti-emperyalist bu ifadeleri NATO’nun gelecekte müdahale edeceği alanlar olarak okumalıdır.

Uluslararası ölçekte hukuksal zeminini de güçlendiren emperyalist saldırganlık, tehdit kavramının boyutunu da giderek genişletmektedir.

23-25 Nisan 1999 tarihlerinde Washington’da toplanan 19 devlet ve hükümet başkanının biraraya gelmesiyle 50. kuruluş yıldönümünü kutlayan NATO’nun yeni misyonları AGİT zirvesi öncesine denk gelmiş, bir bakıma AGİT’in sonuç bildirgesini dikte ettirmiştir.

Bu yeni misyonlarla birlikte “tehdit” kategorisine girmeyen bir şeyin kalmadığı görülmektedir. Zirvede onaylanan yeni “stratejik konsept”e göre Avrupa ve Atlantik’in barış ve istikrarını tehdit eden “karmaşık yeni riskler” arasında “zulüm”, etnik çatışmalar, bir ülkenin siyasal düzeninin çökmesi, kitle imha silahlarının yayılması ve “ekonomik sıkıntı”lar bile bulunuyordu. Bunlara Avrupa’nın çevresindeki (Orta Asya ve Kafkaslardaki eski Sovyet Cumhuriyetleri Ortadoğu Kuzey Afrika da bu “çevre”ye dahil ediliyor) her türden belirsizlik ve istikrarsızlık, “yaşamsal önem taşıyan kaynakların” akışındaki kesintiler (bu kimi zaman petrol kimi zaman doğal gaz kimi zaman ise su olacaktır) “terörizm”, sabotajlar, “örgütlü suç”lar, insan hakları ihlalleri ve hatta ekonomik reform konusunda başarısızlık yaşayan ülkelerin iç dengeleri de ekleniyor.

Tüm bunlar için NATO’nun reçetesi ise belli: Savaş!.. Tabii ki bu, “kriz yönetimi” olarak formüle ediliyor. “Krize yanıt operasyonları” ile NATOnun anlaşmasının temelini oluşturan 5. madde kapsamında olmayan operasyonların da ilgi alanına girdiği söyleniyor. 65 maddelik stratejik konsept belgesinin 15 maddesinde bu madde dışındaki alanlardan ve operasyonlardan söz ediliyor.

Sürekli vurgulanan ve NATOnun sosyalizmin çözülüşü sonrasında özellikle önem verdiği bir nokta daha var: Çokuluslu Birlikler. Burada işaret edilen şeylerden ilki, çokuluslu operasyonların eskisine oranla daha fazla yapılarak ittifaka üye ülkeler arasındaki işbirliğini her bakımdan geliştirmek, ikincisi ise NATO üyesi pek çok ülkenin yurtdışında konuşlandıracak düzeyde askeri gücünün ve esnekliğinin olmaması.

NATO Askeri Komitesi yeni askeri komuta yapısı ile ilgili önerisini 2 Aralık 1997de savunma bakanlarına sunuyor. Bu yeni komuta yapısını ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz, ancak burada vurgulamak istediğimiz bir nokta şu: NATO tüm birliklerinin bulundukları yerlerden çok hızlı bir şekilde kriz bölgelerine yoğunlaşacak şekilde yapılanmalarını istiyor. Eskiden olduğu gibi belli birliklerin sorumlu olduğu belli alanlar yerine çok daha esnek ve mobil bir anlayış hakim kılınıyor.

“Stratejik konsept”te vurgulanan bir diğer nokta ise, NATO üyesi olmayan ülkelerin de askeri operasyonlara katılabilmesi. Bu ülkeler “Barış İçin Ortaklık” (BİO) kapsamında bulunan ülkeler olacaklar. Hem emperyalist operasyonlarda bulunarak tatbikat yapacaklar, hem de eksikliklerini görüp NATO standartlarına ulaşabilmek için de silah yatırımlarına büyük ağırlık verecekler. Kuşkusuz bu standartlara ulaşabilmek için Rusyadan, Çinden ve hatta İsrailden değil, NATO üyesi emperyalistlerden silah almak zorunda kalacaklar.

1994 Ocak ayında Brükseldeki NATO zirvesinde AGSK, AGİT vb. kuruluşlarla ilgili kararların yanı sıra “Barış İçin Ortaklık inisiyatifi”nin başlatılmasına karar veriliyor. BİO programının somut hedeflerini kısaca incelediğimizde, yeni dönem misyonlarıyla oldukça uyumlu bir yapılanma olduğu görülecektir.

*Ulusal savunmanın planlanması ve bütçelendirilmesinde saydamlık.

*Savunma kuvvetlerinin demokratik bir şekilde kontrol edilmesinin temin edilmesi.

*BM’nin yetkisiyle ve/veya AGİTin sorumluluğu altında NATO ve/veya Batı Avrupa Birliği (BAB) ile birlikte Barışı Destekleme Harekatları’na (Peace Support Operations – PSO) Arama ve Kurtarma Harekatları’na İnsani Harekatlara ve diğerlerine katkı koyma yeterliliğinin korunması.

Bu programa şu anda 45 ülke (19 NATO üyesi ve 26 Ortak) katılmıştır.

NATO ayrıca “Planlama ve Gözden Geçirme İşlemi” (Planning and Review Process – PARP) adında bir işlem başlatmıştır. Bu işlem ortak ülkelere NATOnun kendi Savunma Planlama İşlemine yakın bir model sunmaktadır. BİO programının planlanması, yürütülmesi ve değerlendirilmesi için NATO yeni örgütler kurmuştur, yani Kuzey Atlantik Konseyi (NAC) altında Siyasi Askeri Yönledirme Komitesi (Political Military Steering Comittee – PMSC), Askeri İşbirliği (Military Cooperation – MC) altında İşbirliği Çalışma Grubu (Military Cooperation Working Group – MCWG), Monsta Koordinasyon Hücresi (PfP Coordination Cell – PCC) ve her komuta kademesinde ve/veya komitede Ortaklık Kurmay Organları.

BİO faaliyetleriyle kriz bölgesi olarak tanımlanan eski sosyalist ülkeler ve Sovyet cumhuriyetleri istikrarsızlık yaratıcı bir unsur olmaktan çıkarılmak istenmekte, bir taraftan da Rusyanın NATOnun genişlemesine karşı duyduğu endişeleri yatıştırmak ve bir bakıma zaman kazanmak hedeflenmektedir.

Esasen NATO bu ülkelerin (ülke demek pek doğru değil aslında kabile devletler tanımı daha iyi uymaktadır) ordularını denetim altına alacak, kendi silahlarını satarak hem sömürü mekanizmalarını güçlendirecek, hem de bu ülkelerin savunma sistemlerini tam anlamıyla kontrol altında tutacaktır. Bu bağlamda bu ülkelerin NATO üyesi olmaları pek fazla gerekli değildir, yeter ki borç mekanizmalarıyla bu ülkeler ekonomik bağımlılık ilişkilerinin içine girsinler, orduları da olası bir kalkışmaya karşı NATOnun denetiminde olsun. NATO’nun Özbekistan’da, Gürcistan’da BİO kapsamında yaptığı tatbikatlar bu coğrafyalarda sosyalizmin bayrağını dalgalandırmak isteyen komünistleri düşündürmeli ve ürkütmelidir.

Özellikle eski sosyalist ülkelerde ve NATO’nun güney kanadında gerçekleştirilen NATO tatbikatlarının içeriği ilgi çekicidir. NATO tatbikatlarının özellikleri de değişmiştir. Artık gemi kaçıran “terörist”lere veya kaçakçılara karşı yapılan kurtarma harekatlarından, ayaklanan sivil unsurların sokak gösterilerini önle-meye kadar çeşitli tatbikatlar, çokuluslu bir şekilde yapılmaktadır. Bu tatbikatlara özellikle zayıf halka konumunda olan ve iç karışıklıklara gebe eski sosyalist ülkeler ve Sovyet cumhuriyetleri katılmakta ve sosyalizm döneminden fazla deneyimli olmadıkları; halkı sindirme sokak gösterilerini bastırma, ekonomik istikrar programlarını silah zoruyla uygulama gibi harekatlara alıştırılmaktadırlar.

Bir onur kırıcı unsur da, Türkiyenin BİO içindeki misyonudur. Karşı devrimci bir güç olarak 90’lı yıllardan itibaren emperyalizmin planlarında yer almaya başlayan ve bölge halklarına karşı açık bir tehdit unsuru haline getirilen Türkiye başlangıcından bu yana BİO çerçevesinde yüzlerce personele çeşitli eğitim olanakları sağlanmıştır.

Bugüne kadar çeşitli BİO ülkelerinden binlerce askeri personel BİO faaliyetlerinin çerçevesinde ve “ruhuyla” Türkiye tarafından eğitilmiştir. Bu BİO ülkelerine Türkiye tarafından verilen eğitim desteğinin amacı, onların NATO doktrinlerine, ilkelerine, taktiklerine, işlemlerine ve standartlarına uyum sağlamalarına yardımcı olmaktır. Emperyalizm veya daha da net söyleyelim ABD, Türkiye’ye güvenmektedir. Türkiye burjuvazisi de güvenilecek tek özelliğinin “güvenlik meseleleri”nde emperyalizme tam boy bağımlılık olduğunu bilinciyle hareket etmektedir. Bu onursuzluk acı vermektedir bu onursuzluk kavgaya davet etmektedir…

Şunu da belirtmekte fayda var; tüm bu söylediklerimiz bizde bir korku yaratmamalı. Bizi düşündürmeli; ama NATOnun kadir-i mutlak gücüne duyulan bir inançla değil, bu coğrafyalara sosyalizmi getirecek işçi sınıfı mücadelelerine ve komünist hareketlere duyulan bir inançla beslenmelidir. Zira bölgede bir devrimci kalkışmanın lokal olarak kalmayacağı, tüm bölgeyi etkisi altına alacağı emperyalizm tarafından bilinmektedir. NATO’nun genişlemesi BİO, AGİT, AGSK gibi tüm düşünce ve kurumsallaşmalar bu korkunun eseridir aslında. Bizim ise, bu noktada yapacağımız iki şey var; bu ülke topraklarında devrimi bir olasılık olmanın ötesine geçirmek, “kriz unsuru” olmayı bir gerçekliğe dönüştürmek ve bölgesel anlamda enternasyonalizmi kurumsallaştırma mücadelesini daha da yükseltmek. İşte bu söylenenler, yazıda açıklamaya çalıştıklarımız bu mücadeleyi biraz daha vurgulamak anlamına geliyor, hepsi bu. Stratejik analizler ya da “think-tank” faaliyetleri yapmıyor; bu büyük coğrafyada devrimi gerçekliğe dönüştürme çabasında düşmanımızı tanıyoruz. Onun yönelimlerini takip ediyor, bu coğrafyadaki tüm devrimci dostlarımızla enternasyonal dayanışmayı, artık dayanışmacılığın ötesine geçirip ortak mücadele eksenine oturtmanın derinleştirilecek çatlakların hesabını yapmaya çalışıyoruz…

NATO’nun genişleme stratejisi

Yazımızın başlarında biraz söz etmeye çalıştık, NATO’nun genişlemesine AB ve ABD farklı işlevler yüklemektedir. Ancak her ikisi için de, NATO’nun genişleme stratejisinde göz önünde tutulan bazı faktörler bulunmaktadır. Birincisi, NATO bünyesine alacağı ülkelerden “tam bağımlılık” istemektedir. Kendisi için herhangi bir sorun teşkil edebilecek iç dinamikleri en azından kontrol altına almış, belirsizliklerden ve dalgalanmalardan uzak genel politikalara sahip ülkeler istenmektedir. Bu bakımdan sorulabilir; Türkiye belirsizlikler ve dalgalanmalar yumağı değil midir örneğin? Ancak kastedilen bu değildir. Emperyalizme bağımlılık konusunda en ufak bir kararsızlık bile göstermeyecek, olası kutuplaşmalarda emperyalizmin körü körüne yanında olacak, jeopolitik ve askeri açıdan da NATO stratejisinde bir yerlere oturabilecek. Bu bağlamda aceleyle ittifaka dahil edilen Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya üzerinde durulması gereken örneklerdir. Yazının başlarında belirttiğimiz soğuk savaşın “sıcak cephesi” olan Orta Avrupa sağlama alınmalı, Rusya bir adım geriletilmeli, Avrupa’da oluşacak yeni dengelerde NATO lehine bir ilk adım atılmalı ve oyun onun üzerinden oynanmalıydı. Bunun için hiç zaman kaybedilmemeye çalışılmıştır. 1997 Mayıs’ının sonunda NATO-Rusya Ortaklık Sözleşmesi Paris’te imzalanıyor. Birkaç hafta sonra ise, Temmuz’da Madrid’de toplanan NATO zirvesi, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyetini NATO’ya resmen kabul ediyor. Artık yapılması gereken tek şey, Nisan 1999’da, Atlantik İttifakının ellinci yıldönümünde üye devletlerin bu kararı onaylamalarını sağlamaktı ve bu karar büyük bir coşkuyla alındı.

Bu üç ülkenin performansları üzücü ve bir o kadar da düşündürücüdür. ABD’nin en pervasız girişimleri bu üç ülke tarafından hararetle desteklenmektedir. Yalta Konferansı’nda SSCB’nin etki alanına bırakılmak zorunda kalınan Polonya içerisinde sosyalizm adına ne varsa temizlemiş, dış politikada ise emperyalizmin tam anlamıyla yardakçısı konumuna gelmiştir.

Polonya emperyalizm adına önemlidir. Rusya Federasyonu’nun 1994 yılında bu ülkedeki en son askerini çekmesinin ardından, “NATO daha da rahatlamış ve Moskova doğrudan bir askeri tehdit olmaktan çıkmıştır” şeklinde yorumlar yapılmıştır. Çek Cumhuriyeti’ne Slovakya gösterilerek ayağını denk alması söylenmiştir. Macaristan dışında yaşayan ve büyük bir kısmı Romanyada bulunan 3.5 milyon civarında Macar azınlığın bu ülkeye her an mülteci akınına başlama olasılığı bir tehdit olarak ileri sürülmektedir. Ve her şeyden önemlisi bu üç ülkeye muazzam oranlarda kredi akıtılmış ve kapitalist restorasyon büyük ölçüde tamamlanmıştır. Emperyalizme tam bağımlılığın kendilerine kredi olarak döndüğünü gören bu üç ülke ile NATO, Orta Avrupa’da inisiyatif almıştır.

NATO’nun genişleme stratejisindeki bir diğer unsur ise, Rusya’yı ürkütmemektir. Örneğin Baltık cumhuriyetleri ve Ukrayna’nın NATO’ya alınması yerine, bu ülkelerin Barış İçin Ortaklık kapsamında ehlileştirilmesi stratejisi izlenmektedir. Ukrayna bir tampon olarak görülmektedir.

“İşte bu nedenlerle, ‘Finlandiyalılaştırılmış’ bir Ukrayna modeli Batılıların şiddetle arzu ettikleri bir seçenek olmuştur. Söz konusu bu modelin geçerli olması halinde ekonomik ve siyasal bakımdan istikrarlı bir Ukraynanın Rusya ile ekonomik ilişkilerini geliştirmiş olmasına rağmen askeri olarak tarafsız kalması mümkün olabilecektir” 11 . [ÇAYHAN Güney]

Yeni dönemde NATO

10-16 Eylül tarihlerinde Atina ve İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Askeri Komite toplantılarında NATO’nun yeni kuvvet yapısı çerçevesinde yüksek hazırlık düzeyinde üç, düşük hazırlık düzeyinde ise altı karargahın oluşturulması tartışıldı. Askerler için bu toplantı büyük bir fırsattı ve yeni oluşturulacak karargahlara hemen talip oldular. Talepleri biri yüksek, biri ise düşük düzeyli iki kolordu karargahıydı. Bunun için Ankaradaki 4. Kolordu ile Ayazağadaki 3. Kolordu önerilmişti. Avrupa’ya giden yol haritası üzerinde, daha fazla “askeri alan” bulunmasını isteyen askerler açısından bu büyük bir fırsattı, ancak bu toplantılarda net bir karar alınamadı. Zira bu yeni karargahlar, AGSK ve oluşturulması düşünülen Avrupa Ordusu kapsamındaydı ve bu konuda daha AB ile ABD arasında bir anlaşmaya varılmamıştı.

NATO’nun üç ana kategoriye dağılmış askeri yapısından biri olan Acil Müdahale Güçleri (diğerleri Ana Savunma Kuvvetleri ve Arttırım Güçleri) yeni NATO konseptinde çok daha fazla öne çıkıyor belirlemesini burada yineleyelim. Bu Acil Müdahale Güçleri’nin güney kanadının sorumluluğunu almak isteyen askerler, aslında Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliğinde daha fazla yer almak istediklerinden böylesi bir çaba içindedir. Türkiye burjuvazisinin korkusunu oldukça içselleştirmiş olan askerler açısından Avrupa Birliği’ne giriş AGSK’ya girişten sonra gelmektedir. İkincisi gerçekleştiğinde, ilki kendiliğinden olacaktır, bunun farkındadırlar. Bu ülkenin komünistleri de bunun, Türkiye’ye yükleyeceği karşı devrimci misyonların farkındadır. NATO tarafından tarif edilen tüm hassas bölgelerde, TSK’ya bağlı birliklerin bulunması, köleleştirilmek istenen halklara karşı işlenen suçlarda baş aktörler arasında yer alması, yurtsever herkesi tahrik etmelidir. İçinde en ufak bir ulusal onur kırıntısı olan ve ülkesini gerçekten seven herkes bu durumdan rahatsızlık duymalıdır. (Bu rahatsızlık ordu içinde de kendini göstermelidir gösterecektir. Ancak bu gibi durumlar için orta vadede geçilmesi düşünülen “Profesyonel Ordu”, bu ülkede ordu içinden çıkabilecek yurtsever tepkilerin önünü ilelebet kesecektir. Profesyonel ordunun bir işlevinin de bu olduğu iyi bilinmelidir.)

Yeni tehdit kavramı yaratma konusunda başlarda oldukça zorlanan, sonrasında ise oldukça yaratıcı olan NATOya göre, bizim devrim coğrafyası olarak tanımladığımız Balkanlar, Güney Avrupa, Rusya ve bazı eski Sovyet cumhuriyetleri, oldukça hassas noktalardır. Bu hassas noktaları belirtirken, buralardaki devrimci dinamiklerin güçleriyle orantısız bir kalkışmaya imza atabileceklerinin farkındadırlar ve açıkçası korkmaktadırlar. Ancak emperyalizm artık çok rahat davranmakta ve “korkunun ecele faydası yok” diyerek, hemen askeri stratejik yapılanmasını dönüştürme çabası içine girmektedir.

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği Avrupa Ordusu

Gelenek okurları belki sözü sadede getirme konusunda bu kadar ağır davrandığımız için bize kızacaklardır. Ancak Avrupa Ordusu üzerine yapılan tartışmalar ortalama bir solcu açısından “Türkiyeyi almıyorlar, Türkiye de alınmak için her şeyi yapıyor” algılayışının ötesinde değildir. Türkiye kapitalizmi önceki sayfalarda uzun uzadıya anlatmaya çalıştığımız yenilenen bir çarkın ilelebet içine girmek istemektedir. Güvenli liman arayışı, salt ABde değil, tüm dünyayı saran bu ölüm makinesinin bir dişlisi olmakta aranmaktadır. Ne yazık ki, Avrupa Ordusu’nun NATO kadar ölüm kusan bir makina olacağının bu ülke insanları kadar, solcusuna da anlatılması gerekmektedir. Emperyalizm iç dinamikleri düşünüldüğünde NATO ile AB’nin genişlemesi eşgüdümlü gerçekleşmek zorundadır; biz AB’nin genişlemesinde bunu görmekteyiz. AB’nin genişlemesiyle “Emeğin Avrupası” rüyasını görenlerin ise bu eşgüdümlü süreci anlamadığını değil maalesef artık net bir tercih yaptığını kabul etmek durumundayız…

AGSK tartışmalarına girmeden önce, yukarıdaki paragraflarda sıkça sözünü ettiğimiz hassas bölge kavramını açmak gerekiyor. Zira AGSK’nın üzerinde şekillendiği konseptlerin başında bu hassas bölgeler konsepti geliyor. NATO Hassas Bölge’yi “siyasi istikrarsızlığın bulunduğu, sıcak ve silahlı çatışma çıkma ihtimali yüksek olan ülke veya bölge” olarak tanımlıyor ve tanımladığı her yerde emperyalist kışkırtmalar ve bunların sonuçları gözlenebiliyor. Şu ifade belki de daha doğru; emperyalizm kışkırtıyor, karıştırıyor ve sonrasında orasını hassas nokta olarak belirleyip, istikrar sağlamak için müdahale ediyor. NATO konseptine göre, Orta ve Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz ve Ortadoğu olarak beş bölgeye ayrılmış hassas bölgeler coğrafyasında, 16 hassas nokta tarif ediliyor. Bu hassas noktalar;

*Bosna Hersek (Federasyon ve Sırp Cumhuriyeti dahil)

*Sancak

*Kosova

*Karadağ

*Arnavutluk-Makedonya sınırı

*Dağlık Karabağ

*Çeçenistan

*Gürcistan-Abhazya

*Gürcistan-Güney Osetya

*Kuzey Irak

*İran

*Suriye

*Kıbrıs

*Voyvodina

*Prevleka (Güney Sırbistan)

*Belarus

Bu konudaki tartışmalar sürmekte, ancak emperyalizmin genel eğilimlerini saptamak ve atacağı adımları tahmin etmek hiç de zor değil. Yeter ki emperyalizm tahlillerimiz, tahlil yöntemlerimiz doğru olsun, yeter ki eli kanlı ABD ile demokratik Avrupa arasında sürekli bir rekabet ve çatışma hayalleri kurmayalım, yeter ki AB karşıtlığıyla, ABD ve NATO karşıtlığının uyumlu olduğunu bilelim.

Bilimsel bir yöntem, sosyal olguları tahlil ederken bir başlangıç noktasından hareket eder. Bu başlangıç noktası, salt ideolojik boyutla sınırlı kalmamalı, somut olgularla da desteklenmelidir. Bilimsel yöntem olgularla uğraşırken, sürekli “çubuk bükmek” durumundadır. Ancak çubuğu zorlamamak, kırmamak gerekir. Bükülen yön salt bizim irademizin dışında, nesnel olguların da doğal çekimiyle oluşur. Bütünsel bakış açısı ve bunu sağlayan tahlil yöntemi olgularla olaylarla oluşlarla ve bunların sağladığı geniş veri tabanıyla sürekli beslenir tarihsel olarak doğrulanır.

Soğuk Savaş döneminin dengelere dayanan dünya nesnelliğinde, geleceğe dair tahminler yapmak pek zor değildi, dengeler kurulmuştu ve bu dengelere göre şekillenen bir nesnellik vardı. Ancak sosyalizmin çözülüşüyle birlikte dengesini yitirmiş dünya nesnelliğinde emperyalizm, geçmişe oranla daha fazla kafa yoracağı, dengeye kavuşturacağı, şekilsiz bir tabloyla karşılaştı. Belirleyen emperyalizmdi, ancak kendisi için kriz yaratan öğelerin çokluğu ve belirsizliği, emperyalist ülkeleri daha fazla düşünmeye, tartışmaya ve “crisis management” (kriz yönetimi) yapmaya itti. Kararlar artık daha fazla tartışılarak konuşularak alınıyor. Kimse emperyalist ülkeler arasındaki bu tartışmalardan büyük çelişkiler çıkarmaya çalışmamalı. Tamamıyla uyumlu emperyalist ülkeler bütününden söz etmek ne kadar yanlışsa sözgelimi ABD ile AB arasında sürekli bir karşıtlık arayışında olmak da o ölçüde yanlış olacaktır. Tüm bu söylenenler ışığında AGSK üzerinde durmak bütünselliği sağlayacaktır. Çünkü kimse Avrupadaki güvenlik arayışlarının, ABD’den ve NATO’dan bağımsız bir düşünce olduğunu düşünmemelidir.

“ABD tek süper güç olma konumunu garanti altına almalı bunun için de kendine rakip olabilecek kuvvette tek bir devletin ortaya çıkmasına ya da birkaç ülkeden oluşan bir ittifakın kurulmasına izin vermemelidir. Bu amaçla ABD potansiyel rakiplerini dünyada önemli roller üstlenmekten vazgeçirmeli ve ileri sanayi ülkelerinin çıkarlarını yeterince gözeterek onları Washingtonun süper güç konumuna karşı çıkma girişimlerinden caydırmalıdır” [1992de yayınlanan “ABD Savunma Planlama Rehberi”nden].

En son yapılan NATO Askeri Komite toplantısından bir kararla çıkılmaması AGSK konusunun netleşmemesi de yukarıda söylenenler ışığında değerlendirilmelidir. Şu an için genel yönelimleri tahmin etmek ise zor değildir. Yeni tehdit tanımının Avrupa’nın güneyi ve güneydoğusuna kaydığı bir nesnellikte Avrupa periferisindeki ülkelere daha fazla askeri yatırım yapmak gerekecektir. Avrupa savunmasının ağırlığını büyük ölçüde sözgelimi Yunanistan ve Türkiye’ye yıkmak bu ülkelere bol bol silah satmak, AB içinde daha merkezi, “iki vitesli” bir yapı oluştururken güvenlik konularında uygulayıcı olmaktan çok, karar verici konumda olmak Fransa’nın açıkça ifade ettiği, Almanya’nın ise zımnen ortaya koyduğu tercihleridir. İspanya ve Portekiz de, güney kanadında daha çok işin içine girecek eski sosyalist ülkelerle Rusya’ya karşı bir set oluşturulacak, güvenlik problemleri Avrupanın periferisine yıkılacaktır. Bu toplantıda üzerinde durulan konulardan biri de, TSK ve Yunan ordusunda bazı düzenlemeler yapılması ve yeni dönemde bu ordularda gerçekleştirilecek düzenlemelerle, NATO’nun güney kanadının daha güçlü ve uyumlu hale gelmesiydi. (Yunanistan ve Türkiye, NATO üyesi ülkeler arasında savunma harcamaları GSMH’lerine oranla en yüksek ülkelerdir. Yıllardır bunun nedeni’nin iki ülke arasındaki gerilim ve birbirleriyle yürüttükleri silahlanma yarışı olduğu söylenmektedir. Ancak bu son derece ardıl bir nedendir. Bu oranların fazla olmasının nedeni, NATO’nun güneydoğu kanadına verilen önemdir.) Türk-Yunan yakınlaşması olarak lanse edilen her iki ülkedeki deprem ile de birlikte vesile yaratılmış olan yakınlaşmanın ana ekseni budur. İki ülke arasında her türden gerginlik, şu aşamada emperyalizmin çıkarına değildir. Türkiye ile birlikte Yunanistan da orta vadede “5. madde dışı” misyonların peşinde koşacaktır.

Türkiye’nin yanı sıra Yunanista’nın da yukarıda sözünü ettiğimiz Yüksek Hazırlık Düzeyindeki Karargahlar’a ev sahipliği yapmak istediği bilinmektedir. Bu AGSK bağlamında özellikle Türkiyenin elini güçlendirecek bir faktördür.

“Özellikle, yüksek hazırlık seviyesindeki kuvvetler, kriz ve çatışmalara ilk müdahale eden birlikler olacağından, NATO’nun en gözde ve en önemli kuvvetini oluşturacaktır. Dolayısıyla, bu kuvvete ev sahipliği yapan ülkelerin, bu arada Türkiyenin Batılı ülkelerle eşit şartlarda yer aldığı tek kuruluş olan NATO içerisindeki etkinliği önemli ölçüde artacak, Türkiye gerek kararların alınmasında ve gerekse uygulamasında daha fazla söz sahibi olacaktır” 12 [ÇOLAK Salih Zeki]

Meramımızı anlatmak açısından bir alıntı daha:

“Yüksek Hazırlık Seviyesine sahip karargahlardan birisinin Türkiyede konuşlandırılması halinde Türkiyenin NATO içindeki ve dolayısı ile Avrupanın güvenliği ile ilgili etkinliği artacağından AGSK içinde yer almasına katkı sağlayacak ve kolaylaştıracaktır.” 13

Türkiye’nin bu kadar hevesle yer almak istediği AGSK için, topraklarımız emperyalistlerin ordularına peşkeş çekilecektir. Ancak askerlerin mantığını izlemek açısından yukarıdaki alıntıların üzerinde durulmalıdır. Birincisi, NATO Türkiye burjuvazisi ve onun temsilcileri için bir nimettir. Alıntılarda da belirtildiği gibi, her zaman aşağılık kompleksi olan Türkiye egemen sınıfı ve onun temsilcileri için NATO, her zaman ulaşmak istedikleri “muasır medeniyet seviyesi” Avrupa ülkeleri ile eşit muamele gördükleri hatta daha fazla önem verildikleri bir yerdir. Daha da fazla önem verilmek ve büyük ağabey ABDnin daha fazla desteğini hissetmek için, emperyalizmin bölge halklarına dönük her türlü girişimi hevesle sahiplenilmekte ve verilen görevlerden fazlası talep edilmektedir.

İkincisi ise, tekrar olacak ama, AsParti açısından ABye girmek ile Avrupa güvenliğinde yer almak şu aşamada eşdeğer olmaktadır. AGSK’da karar mekanizmalarında yer aldıktan sonra rahatlanacak AB’ye giriş süreci daha fazla siyasetçilere bırakılacak, açıkçası askerler dış politikada biraz kendilerini geriye çekeceklerdir. Ancak şu aşamada, devlet mekanizması aracılığıyla “hortumlama” peşinde koşan eline yüzüne bulaştıran birbirini aklamaya çalışan kendini yönetmekten aciz siyasal partilere kesinlikle güvenilmemektedir. Dış politika şu anda askerler dışişleri bürokratları, askeri ataşeler vb. aracılığıyla yürütülmektedir.

Dikkat edilirse AGSK konusundan söz ederken sürekli NATO kararlarından, NATO içinde geçen tartışmalardan söz ediyoruz. Çünkü Avrupa Ordusu olarak lanse edilen AGSK tartışmalarının kesinlikle NATO’dan bağımsız olamayacağını biliyoruz.

Peki bu konuda AB ile ABD arasındaki ihtilaf neye dayanıyor? Bunu analiz etmek için AGSK sürecine biraz bakmak gerekiyor.

Aralık 1991 tarihinde Maastrichtte kabul edilip, Şubat 1992’de imzalanan Avrupa Birliği anlaşmasının ikinci başlığı Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası ve bu çerçevede, BAB’ın genişletilerek AB’nin savunma kanadına dönüştürülmesine karar veriliyor. Ancak özellikle 90’ların başlarında NATO’nun gerek 5. madde gerekse de bu madde dışında düşünülen yeni misyonlarda rakipsiz olduğu ve BABın yalnızca 5. madde kapsamında görevleri olan daha çok “barışı destekleme operasyonları”na destek verebilen sınırlı olanak ve yeteneklere sahip bir örgüt özelliğinde olduğu görülüyor. Ancak Avrupa, yeni dünya düzeninde kendi güvenliğini tamamen ABDye bırakmanın, ekonomik anlamda da ABD hakimiyetini kabul etmek anlamına geldiğini kavramış bulunuyor biraz daha fazla inisiyatif almak istiyor.

İnisiyatif almak isteyen ülkelerin başında Fransa geliyor. AB liderliği konusunda Almanya ile yarışan, Fransa daha Avrupalı bir AGSK konusunda ağırlığını koymak istiyor. 1968 yılında NATOnun askeri kanadından çıkan ve 1997 yılındaki Madrid Zirvesinde dönme kararı alan Fransanın askeri harcamaları giderek artıyor ve 1999 yılı itibariyle Almanyanın önüne geçiyor. 1992 verilerine baktığımızda Almanyanın harcamalarının ancak üçte ikisi kadar askeri harcama yapan Fransa geçtiğimiz yıl Almanyanın 15.8 milyar dolar önüne geçmiş durumda. Askeri harcamalarının GSMH’sine oranı da giderek yükseliyor ve AB içinde konumunu güçlendirmenin, Kafkaslar ve Ortadoğu’da daha fazla güç sahibi olmanın yolunun askeri açıdan inisiyatif sahibi olmaktan geçtiğinin bilinciyle hareket ediyor. Özellikle 90ların ikinci yarısında, Almanya da bu saikle hareket ediyor ancak kendisini çok fazla öne çıkarmamaya gayret ediyor. Almanya, Fransa’ya nazaran daha farklı bir politika izliyor. Kendisini geri planda bırakırken, Fransa’nın Avrupalı kimliği öne çıkarmasının karşısında, “Rusyanın da fikirlerini almalı, onu ürkütmemeliyiz” söylemiyle hareket ediyor.

İngiltere ise, tamamen ABD ile hemfikir. İkisi de yeni kurulması düşünülen Avrupa Ordusunun NATO imkanlarından yararlanacak ayrı bir oluşum değil bizzat NATOnun alt birimi olmasını savunuyor.

Sosyalizmin çözülüşü sonrasında, özellikle Clinton yönetimi döneminde ABD’nin denizaşırı ülkelerdeki askeri gücünü azaltarak, elindeki birlikleri belli merkezlerde toplama, buralardan kısa zamanda “kriz” bölgelerine gönderme ve tüm bunları yaparken yüksek teknoloji ürünü elektronik harp sistemlerini kullanma düşüncesi, Avrupa Ordusu’nu ABD açısından da oldukça gerekli hale getirmiştir. Keza NATOnun 1999 yılında onaylanan yeni komuta yapısında karargah sayısı 65’ten 20’ye indirilirken, komutanlıkların yetki alanlarını belirleyen sınırlar daha esnek olarak çizilmiş ve en önemlisi de, çok sayıda yerde askeri birlikler konuşlandırmak yerine, birliklerin kriz bölgelerine acil olarak transfer edilebilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Avrupa Ordusu işte bu yeni komuta ve kuvvet yapısıyla oldukça uyumludur. ABD daha merkezde yer alırken, Avrupa ülkelerinin elini taşın altına koyması istenmekte, ancak inisiyatif tanınmak istenmemektedir.

Aralık 2000’de Brüksel’de AB üyesi ülkelerin savunma bakanları toplantısından sonra yayınlanan bildiriye göre, AB tarafından oluşturulan ve Avrupa Ordusu olarak anılan Acil Müdahale Gücü (Rapid Reaction Force – RRF) için 15 AB üyesi, toplam 100 bin asker, 400 savaş uçağı ve 100 savaş gemisi taahhüt ediyor. Tartışmalarda, Avrupa Ordusunun 60 bin kişiden oluşması üzerinde duruluyor. Asker verecek ülkeler ve asker sayıları ise şu anda şöyle görünüyor:

Tablo 2

Türkiye’nin, karar mekanizmalarında yer alması halinde 3 bin askerden oluşan bir tugay ile katılımı söz konusu olacak. Keza AB adayı ülkeler de bu orduya asker vermeyi düşünüyorlar, örneğin Kıbrıs 200 asker verebileceğini açıklıyor.

Gerek Almanya’nın, gerekse de Fransa’nın NATO’ya alternatif bir yapılanma düşünmediklerini yine vurgulayalım. Bunun kimi gerekçeleri var. Alternatif bir örgütlenme, AB’nin bunun için yoğun harcamalara gitmesine yol açacaktır. Örnek olsun; NATO’nun 1 milyar 850 milyonluk bir bütçesi varken, AB’nin dış politika ve güvenlik başlıklarına ayırdığı bütçe 69.3 milyon dolar, BAB’ın ise 38 milyon dolardır.

“Ancak işin şu boyutu da var. Almanya ve Fransanın Avrupa Ordusunu NATOya bir alternatif olarak düşünmediğini belirtmiştik. Yine vurgulamakta fayda var; bu iki ülke ve AB ülkeleri bölgesel güvenlikte pis işlerini Türkiyeye yaptırmak istiyorlar. Ancak bu taşeronluk vazifesinin tam anlamıyla ABDye angaje olmadan gerçekleştirilmesi yeri geldiğinde kendi müdahale güçlerinin de olması isteniyor. Avrupa kamuoyunda sicili kabarık Türkiye ve ABD orduları ortalığı temizleyecekler Avrupa ülkeleri büyük istekle buna destek olacak ancak demokratik kamuoylarını tatmin etmek ve ABDnin etkinliğini fazlasıyla yerleştirmesine set oluşturmak için barışçı temiz Avrupa Ordusu da müdahale edecek. Bölge halklarına dönük olarak her türlü emperyalist müdahale ve katliam gerçekleştirilecek ancak Avrupa bundan temiz bir şekilde kendini sıyıracak” 14 . [ESEN Aydın Demir]

Tartışma son noktada Türkiye’nin karar mekanizmalarında yer alıp almamasına kilitleniyor. Zira gerek Almanya, gerekse de Fransa, her türlü karar mekanizmasında olan Yunanistan’ın NATO içinde daha fazla öne çıkmasıyla ABD belirleniminin artmasından korkuyorlar. Bunun yanına bir de Türkiyenin eklenmesiyle, AGSK içinde ABD etkisini kırmak imkansız hale gelecektir.

Türkiye açısından ise, konu yaşamsal bir öneme sahip. Türk dış politikasının ana belirleyeni, emperyalizmin “güvenlik” arayışları içinde yer almak ve silah ihaleleriyle elde “koz” tutmaktan ibarettir. Türkiye kapitalizmi “güvenli liman arayışı” derken, ilk önce askeri anlamda güvenliği anlamakta, bu olmadan ekonomik ve siyasal birlikteliklere girmeyi riskli bulmaktadır. Çünkü bugün elindeki kozlar ancak “güvenlik” alanında bir miktar inisiyatif kullanmasına yetebilmektedir. Kopenhag Kriterlerine uyum konusundaki her türlü çalışma da, NATO’nun “Avrupa Ordusu” ve dolayısıyla Avrupadaki geleceğine bağlıdır. AB’ye giriş süreci ve yol haritası meselesinde Türkiye burjuvazisinin ilk gördüğü, silah alımları, daha fazla bölgesel misyon, daha güçlü ve caydırıcı ordudur. AB’ye giriş süreci kim ne derse desin, daha fazla silahlanma anlamına gelmektedir. Türkiye burjuvazisi ancak bu şekilde bölgede bir yer tutacağını ve ülkesini ancak bu şekilde AB’ye pazarlayabileceğini düşünmektedir. ABD ve AB, AGSK konusunda anlaşırlar ve bu anlaşmadan Avrupa’nın güvenliğinin ana taşeronlarından birinin “güneydoğu” kanadı olduğuna dair bir sonuç çıkarsa, Türkiye rahatlayacaktır. Çünkü mal olarak pazara sunduğu güvenlik kartı, AB tarafından kabul edilecek, AB’ye girmesinin Avrupa kapitalizmi açısından da bir anlamı olduğu rahatlığıyla hareket edilebilecektir. Şu anda bu rahatlığa sahip değildir, NATO’nun bir alt birimi olması muhtemel, NATO imkanlarını kullanacak Avrupa Ordusu’nun karar alma süreçlerinde yer almak için bu kadar çırpınmasının anlamı budur.

AGSK ve Avrupa Ordusuna ilişkin son tartışmalar

Son bir ayın tartışmalarına, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld tarafından formüle edilen Ulusal Füze Savunma Kalkanı (NMD) projesi damgasını vurmuştur. Bu konuda ilk ikna olan ülke bekleneceği gibi Türkiye olurken, Avrupa biraz zorlanarak da olsa ikna edilmiştir. NMD tek başına, Avrupa Ordusu’na ilişkin ABD tezlerinin ağırlık kazanması için bir enstrüman olmuştur. ABD açısından Avrupa Ordusu’nun en büyük işlevlerinden biri, kimi harcamalarda yükü AB’nin üzerine yıkmak olacaktır. Yükün bu şekilde devredilmesiyle, ABD küresel ölçekte projelere kaynak aktarabilecektir. Bu bakış açısı, 1993’te Savunma Bakanı Les Aspin tarafından yardımcısı ve halefi William Perrynin yardımıyla gerçekleştirilen ve her şeyi tepeden tırnağa gözden geçiren Bottom-Up Review (BUR) planında ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. ABD’nin askeri güç ve harcamalarında daha ileri düzeyde bir indirim amaçlanmıştır. BUR, bir büyük dünya savaşı bir de yarım savaş fikri için “eşzamanlı iki büyük bölgesel çatışma” senaryosu hazırlayarak işe başlamıştı. NMD tartışmalarını ve bunun Avrupa Ordusu ile ilişkisini kavramak için de bu senaryoya bakmak gerekiyor. Şimdiki BUR senaryosu uyarınca Irak’ın, Rusya’nın kod adı, Kuzey Kore’nin ise Çin’in kod adı olduğu görülmekte.

“Bu açıdan bakıldığında hem bölgesel hem de büyük çatışma olan nominal terimlerle sınırlı bir bölgesel savaş olarak düşünülen melez Büyük Bölgesel Çatışma kategorisi kendi güçlerini dünya çapında kullanamayan ancak şimdiki durumda (ya da hâlâ) kendi güçlerini bölgesel olarak kullanabilen günümüz Çini ya da Rusyası gibi bir güçlü büyük (sınırsız) bir savaşa eşdeğer olacaktır. ABD silahlı kuvvetlerinin düzeyi iki sınırlı bölgesel savaştan çok bu tipte eşzamanlı iki savaşa daha çok denk düşer. Kuşkusuz bu kodlamanın ardındaki mantığı anlamak çok zor değildir” 15 .[ACHAR Gilbert]

ABD, bu bakış açısıyla ordusunu yapılandırırken, Avrupa Ordusu denilen, Acil Müdahale Gücü, daha küçük ölçekli çatışmalara müdahale edecektir, tabii ki kendi denetimi altında. Kurulacak Acil Müdahale Gücünün ABDnin iki yönden elini güçlendireceği kesindir; Avrupa’da daha etkin ama daha hesaplı bir hakimiyet ve buradan sağladığı tasarrufu NMD gibi küresel bir tehdit mekanizmasına yönlendirmek. Pis işlerden elini çekerken, tepede tüm dünyayı tehdit eden bir konuma gelmek. Birkaç cümle daha sarf ederek süreci özetleyebiliriz; Avrupa Ordusu ABD’nin Avrupa’daki varlığını kalıcılaştıracak, ABD’ye dönük tepkileri hafifletecektir. Avrupa ülkelerinin savunma sanayilerinde entegrasyona ivme verecektir. 1993 Maastricht, 1998 St. Malo Bildirgesi, 1999 Amsterdam, 1999 Haziran Avrupa Konseyi sonuçları, 1999 Aralık Helsinki Zirvesi… Bu süreç AB ile NATO’nun birlikte genişleme ve Avrupa Ordusu’nun yavaş yavaş pişirilme sürecidir. Bu süreçle AB ve NATO arasındaki ilişkileri düzenleyen BAB, işlevsizleşerek ortadan kaldırılmış ve daha kalıcı ilişkiler için adımlar atılmıştır. ABnin dönüşüm süreçleri, NATO’nun dönüşüm süreçleridir. Aşağıda sözünü edeceğimiz kimi farklılıklara karşın bu böyledir.

Türkiyenin çıkışı: Kenarda kalma korkusu

13 Haziran’daki NATO toplantısı ve 16 Haziran’daki AB Zirvesi ile net bir sonuca ulaşılamadı. Bu toplantılarda AGSK konusunda, bu yazı boyunca sözünü ettiğimiz farklı perspektifler biraz daha netleşti, tabii Türkiye kapitalizminin korkusu da.

Bu konuda AB içinde üç farklı odağın olduğu su götürmez. Bunlardan ilki, İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı pro-ABD çizgisi. İngiltere bu tartışma süreçlerinde NATO ve ABDyi dışlayan her türlü anlaşmaya şaşırtıcı bir şekilde ateş püskürdü. Doğal karşılanmalı Irakta Kosovada ABD birlikleriyle NATO ve AB dışı operasyonları sürekli hale getiren kişiliksiz İngiltere bir o kadar kişiliksiz başbakanı aracılığıyla ABDnin son numarası olan NMDnin de Avrupa acentalığına soyundu.

Bir diğer odak Almanya. Almanya’nın AB için düşündüğü federal sistem kendisini AGSK konusunda da gösteriyor. Federal sistemin AB içindeki konumunu güçlendireceğini düşünen Almanya, Kemal Okuyan’ın güzel tabiriyle kendi eyaletine çevirdiği Çek Cumhuriyeti’ni, eyaletine çevirmek arzusunda olduğu Macaristan ve Polonya’yı büyük ölçüde arkasına almış durumda. Bu üç ülkenin dünya emekçilerine dönük ihanetinden daha önce ayrıntısıyla söz ettik. AGSK konusunda NATO üyesi olup, AB üyesi olmayan ülkeler kategorisinde yer alan ve Türkiye ile aynı kaderi paylaşan bu ülkelerin, Türkiye kadar sesinin çıkmamasının tek nedeni, AB’ye girmelerinin an meselesi olması değil. Bu ülkeler kendilerini tamamen emperyalizme teslim etmiş durumdalar ve önemli olduklarının da farkındalar. Kendilerine verilen önemi bilmek, bu ülkelerde rehavet, ve tam teslimiyet duygusu yaratıyor. Buradan Türkiyenin “onurlu” bir politika ortaya koyduğu anlamı çıkarılmasın. Türkiye’nin farkı, dışarıda bırakılma, köşeye atılma, önemsiz görülme korkusuyla tutunacağı tek dal olarak gördüğü NATO kozunu kullanması.

Türkiye’nin bu korkularını besleyen üçüncü odak ise, Almanya’dan çok da farklı düşünmeyen ancak AB içinde ulus devletler konfederasyonu formunu öne çıkaran Fransa. Fransa AGSK konusunda, ulusal orduların, yapısında kimi dönüşümler geçirmek zorunda olduğunu söylemesine karşın, korunmasından yana. Türkiye’ye dönük en sert tepkileri de Fransa veriyor. Aslında Fransa Türkiye’ye bağırırken, ABD’ye mesaj vermeye çalışıyor. Görece özerk bir Avrupa Ordusu’nun olabilirliği tartışmalarını Türkiye üzerinden yapıyor. Türkiye kapitalizminin ise, yüreği ağzına geliyor.

Dışilişkiler konusunda tekeli elinde tutan askerlerin tepkileri, aslında Türkiye kapitalizminin korkularını en güzel şekilde yansıtır nitelikte. Kimi zaman yaptığı açıklamalarla, balans ayarı yapmak zorunda hissediyor kendini. AGSK tartışmalarında, hatırlarsınız gazetelerde kimi haberler yer aldı, “Kıbrıs, Ege ve Kuzey Irak’a müdahaleler sırasında Türkiye’nin görüşü alınacak orta yol bulunacak”. Burjuva basın, bir hafta boyunca duyduğunu değil, duymak istediğini yazdı. Bu gündem onların canını sıkmıştı herhalde. Ancak ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in Türkiye gezisi sırasında balans ayarı geldi: “Dışişleri Bakanlığı ve ilgili diğer kurumlar ile müşterek yürütülen çalışmalar sonucunda, Türkiye’nin hak ve menfaatlerini temin edecek biçimde AGSK’nın barış zamanı danışma mekanizmalarına ve tatbikatlarına tam katılımı, kriz ve harekat zamanında ise karar sürecinde yer almayı öngören bir tutum belirlenmiştir” (Genelkurmay Bilgi Notu).

Askerler, Rumsfeld’in yaptığı “destekliyoruz” açıklamalarına, “bizi satamazsınız” şeklinde yanıt veriyordu. Açıkçası ABD de, AB’yle arasındaki kimi ihtilafları Türkiye üzerinden yürütmekten bıkmıştı. AGSK konusunda halen bir sonuç alınmaması, Türkiye’nin kahramanca mücadele etmesinden değil, gerek Avrupa ülkelerinin kendi arasındaki, gerekse de ABD-AB arasındaki sorunların tamamen giderilememesinden kaynaklanıyor. Askerler bunu çok iyi biliyor, ancak ölümü geciktirmek için elinden ne geliyorsa yapıyor.

ABD’ye NMD konusunda en erken desteği verirken, bir bakıma yalvarıyorlar. Satışa hazır burjuva basın, bu feryatların pek farkında değil.

Yeri gelmişken, bir de ulusal solcuların kimi yorumlarını burada zikretmek gerekiyor. NATO toplantısına Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlunun katılmaması, bu dönemde Çin ile görüşmelerde bulunması coşkuyla karşılanıyor, alkışlanıyor. Atila İlhan TRT 2deki programında bu görüşmenin manşetlere taşınmamasına hayıflanıyor. Aydınlık, Rusya-Çin “ittifakı”na Türkiye’yi de dahil ediveriyor. Ancak onların, ABD hegemonyasına karşı ittifak arayışında dedikleri askerler, son kozlarını oynamanın verdiği korkuyla pazarlık masalarında ter döküyor.

Bu tartışmalara noktayı koyalım: ABD isterse, Türkiyenin karar alma süreçlerinde yer alması için bir ara formül bulunur ki bulunacaktır. Askerlerin yukarıdaki net taleplerinin kabulü içinse, Türkiye’den kimi tavizler istenecek, Avrupa savunması konusunda ise daha fazla elini taşın altına koyma şartı önüne konacaktır. Korku, Türkiye kapitalizminin en nitelikli ve yekpare hareket eden gücünü her zaman sarmıştır, bugünlerde daha da sarmaktadır. Pek çok solcunun aksine, onlar, şu anki dünya nesnelliğinde bile bir devrim coğrafyasında yaşadıklarının bilincindedirler. Devrim coğrafyasında yalnız kalmak, onlar için çok büyük bir korkudur. Kimsenin kuşkusu olmasın, emperyalizm bu korkuyu bertaraf edecektir. Planlarına ve taleplerine daha onursuz, daha kişiliksiz katılınması şartıyla.

Aydemir Güler’in geçtiğimiz sayıda üzerinde durduğu yurtseverlik teması için Avrupa Ordusu tartışmaları kadar verimli bir zemin bulmak zor. Balkan halklarına ölüm kusan makinenin dişlisi olabilmek için, bu ülkenin onuru da, kişiliği de ayaklar altına alınmaktadır. Ve “vatan hainliği” ülkenin en popüler ve etkileyici suçlaması olmaya devam ederken, vatan hainliğiyle suçlayanlar bu konuda tekeli üstlenmek zorunda olan solcular olmalıdır.

Çok şükür ki, gerek Türkiye gerekse de Avrupa solu, yazının başında sözünü ettiğimiz Oblomovluk konumundan sıyrılmıştır. Emeğin Avrupası deyip, Avrupalı devrimci hareketlerle ve işçi sınıflarıyla enternasyonalist dayanışmanın yolunun AB’den geçtiğini savunanlar “İyi niyetli kuzu gibi adamcağız” olmaya devam etmelidir.

NATO ve ABD karşıtlığı sol hareketleri birleştiren bir tema olmuş, Yugoslavya’ya dönük emperyalist saldırganlık, özellikle Balkan komünistleri arasındaki enternasyonalist dayanışmayı elle tutulur hale getirmiştir. AB karşıtlığı konusunda o kadar netlik sağlanmasa da yol alınmaktadır. Sürekli vurguladığımız “Türkiye burjuvazisi NATO’ya muhtaçtır” saptamasına, özellikle Türkiyeli komünistler için “Türkiyeli komünistler NATO ve AB karşıtlığına muhtaçtır” ifadesi eklenmelidir.

AGSK tartışmalarının gösterdiği en önemli nokta, NATO ve AB karşıtlığının birbirinden ayrılamaz mücadele başlıkları olduğudur. Bu mücadele başlıkları yalnızca ülkemizde sosyalizme giden yolda değil, Avrupa’da ve Balkanlar’daki devrimci hareketlerle de kuracağımız birlikteliklerin, somut mücadele başlıklarının başında yer almaktadır. Komünist hareket NATO ve AB karşıtlığını bu ülke topraklarına kazırken Yunan komünistlerinin şu sözünü unutmayacaktır:

“Hiçbir şey emperyalizme itaat etmek kadar korkunç ve tehlikeli olamaz.”

 

Dipnotlar

  1. GONÇAROV İvan Oblomov Türkiye İş Bankası yayınları 2000 s. 15.
  2. ARRIGHI Giovanni “Balkan Savaşı ve ABD Küresel Gücü” Evrenin Efendileri OM Yayınları 2001 s. 125.
  3. ÇAYHAN Güney Avrupa’da Yeni Güvenlik Arayışları NATO-AB-Türkiye Afa Yayıncılık ve Tüses Vakfı ortak yayını Kasım 1996 s. 26.
  4. GOWAN Peter “NATO’nun Yugoslavya Saldırısının Euro-Atlantik Kökenleri” Evrenin Efendileri OM Yayınları 2001 s. 71.
  5. a.g.m. s. 55.
  6. a.g.m. s. 30-31.
  7. OKMAN Cengiz Prof. Dr. Savunma Dergisi S. 3 Ekim-Kasım 1998 s. 57.
  8. GOWAN Peter a.g.m. s. 75.
  9. ÇAYCI Sadi Hak. Alb. Dr Silahlı Kuvvetlerin Kullanılması Genelkurmay Basımevi 1995 s. 11.
  10. SARP Emin “AGİT ve NATO ilişkileri” soL dergisi S. 58 22 Ekim 1999 s. 33.
  11. ÇAYHAN Güney a.g.e. s. 24.
  12. ÇOLAK Salih Zeki Topçu Kurmay Alb. Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen bir brifingden aktaran Savunma ve Havacılık Dergisi S. 81 s. 94.
  13. ERDAĞI Ethem Tümg. Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen bir brifingden aktaran Savunma ve Havacılık Dergisi S. 81 s. 95.
  14. ESEN Aydın Demir “Daha çok misyon daha çok silahlanma” soL dergisi S. 103 15 Eylül 2000 s. 18.
  15. ACHCAR Gilbert “Stratejik Üçlü: ABD Çin Rusya” Evrenin Efendileri OM Yayınları 2001 s. 165.