Devrimci mücadelede etik

Cansu Oba

Siyasette ilkelerden bahsediyoruz. Yani siyaset yaparken geri adım atamayacağımız çizgilerden, bizi biz yapan konumlanışlardan… Elbette hangi ilkelerle hareket ettiğimiz siyasette hangi sınıfın yanında durduğumuzla, kimin çıkarları için mücadele ettiğimizle ilişkili ama daha bu ilkelerin içeriğine gelmeden önce sadece ilke sahibi olmak bile toplumun hatırı sayılır bir kesimi için olumlu bir anlam taşıyor. Yakın tarihinde fırıldak sıfatlı milletvekili bulunan bir ülkede siyaset yaptığımızı düşününce ilkeli siyaset özlemini anlamak işten bile değil. 

Hele de köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, sağ gösterip sol vurmak, amaca giden her yolu mübah görmek gibi dilimizde çeşitli şekillerde karşılığını alan anlayışın mevcut siyaset kültüründe önemli ve ağırlıklı bir yer tuttuğu açıkça görülürken… Amacın her türlü aracı meşrulaştırdığı üzerine kurulu bu yaklaşım genellikle bir an önce ve en kolay yoldan amaca ulaşabilme gerekçesiye kabulleniliyor. 

Türkiye’de siyasetin bir süredir 20 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin ve özel olarak da AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gitmesine odaklandığı bir dönemde bu amaç uğruna siyasi ilkelerin bir kenara bırakılması gerektiği düşüncesinin yaygınlaştığı, her türden ittifakın ve işbirliğinin mübah görüldüğü bir dönemde ilkeli bir siyasi duruş sergilemenin neden önemli olduğunu devrimci bir hareket açısından tartışmak daha da önemli hale geliyor. 

İlkeli olmak beraberinde tutarlı bir duruşu getiriyor. Parçası olduğunuz, desteklediğiniz ya da izlediğiniz siyasi harekete bakıp her gün yeni bir sürprizle karşılaşmıyorsunuz, hızlıca değişen tutarsız konumlanışları gerekçelendirmeye ve kendinizin bile inanmadığı gerekçelerle anlamlandırmaya çalışmıyorsunuz. Örneğin AKP’nin bir gün demokratik diğer gün otoriter bir konuma yerleştirilmesini, içerde AKP karşıtlığı yapılırken dışarda AKP politikaları arkasında sıraya dizilmeyi açıklamak zorunda kalmıyorsunuz. 

İlkeli siyaset aynı zamanda güven veriyor. İlkelerle hareket edince kandırılmanın zor olduğunu biliyorsunuz. Ne desteklediğiniz partinin bir gün çıkıp “kandırıldık” demesinden çekince duyuyorsunuz ne de bizzat o partinin sizi kandırmasından. Çünkü hiç yalan söylemiyor, kendisini gizlemiyor, nabza göre şerbet vermiyor, açıkça ilan ettiği kimi ilkelere dayanıyor. 

Türkiye’de komünistler de ülkenin içinden geçtiği özgün siyasi dönemde üç temel ilkenin solun olmazsa olmazı olduğunu durmadan ısrarla tekrar ediyor: İnsanın insanı sömürmesine karşı olmak, emperyalizmin karşısında yer almak ve laikliği savunmak. Tartışmasız bir tarihsel meşruiyete sahip olan, aynı zamanda önemli bir toplumsal karşılığı bulunan ve bugün ayrıca yaşamsal öneme sahip bu ilkelere Türkiye siyasetinde açıktan itiraz edebilme cesaretine sahip pek az siyasi parti vardır. Peki öyleyse bu partileri birbirinden nasıl ayırt edeceğiz? Bu ilkeler konusundaki samimiyetlerini nasıl test edeceğiz? 

Sadece soyut ilkelerden hareket etmemek, bu ilkelere dair tutumları gerçek yaşamda sınamak bunun bir yolu. Türkiye’nin gerçek sorunları ve gündemleri var. Örneğin, bu yazı yazıldığı sırada Ukrayna’da devam eden savaşa dair yaklaşımlara bakarak emperyalizme karşı duruşu teste tabi tutacağız. Soyut ve apolitik bir bağımsızlık düşüncesinden yola çıkanların bu ilkede sınıfta kaldığını, NATO’culuk ve Rus milliyetçiliğine prim verme arasında salındığını göreceğiz. Laikliği inanç özgürlüğünden ibaret görenlerin Diyanet Akademisi’nin kurulmasıyla ilgili kanun tasarısının meclisten sıfır red oyuyla geçmesine el birliğiyle katkı koydularını izleyeceğiz. Ya da 2022 yılı başından beri irili ufaklı ölçeklerde olmasına rağmen yaygın bir şekilde farklı şehirlerde çeşitli sektörlerde örgütlenen ve ülkenin gündemine yerleşmeyi başaran işçi direnişlerine, tutarları katlanan faturalara karşı ayağa kalkan yurttaşlara gözlerini kulaklarını kapatanların sınıfsallıktan anladıklarının güçsüzün yanında olma demagojisinden ibaret olduğuna tanık olacağız. 

Peki ilkeli bir siyasetin izlerini aynı zamanda temelini bu ilkelerin oluşturduğu siyasi-ideolojik çerçeveden alan ahlaki tutumlarda da süremez miyiz? Ya da sürmemiz gerekmez mi? Siyasi ilkelerdeki samimiyeti test etmenin bir yolu da bu olamaz mı? 

Olmalıdır. Çünkü siyasette ilkelerle hareket etmek aynı zamanda ahlaki de bir duruş sergilemek anlamına gelir. 

Türkiye olağan koşullarda 2023 Haziran’ında yapılması beklenen parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine yaklaşıyor, yaklaşırken de ülkede ilkelerden çok seçim taktikleri konuşuluyor. Komünistler ilkelerden söz ettikçe seçimlerde alınacak tavır taktik bazı tercihlere sıkıştırılmaya ve mutlaklaştırılmaya çalışılıyor. Yöneltilen sorular ise “O adaya oy verecek misiniz?”, “Şu partinin çıkardığı adaya oy isteyecek misiniz?” çerçevesine takılıp kalıyor. 

Seçimlerde oyunun kurallarının yönetenler tarafından belirlendiği malumumuz. Oyuna katılanların ilkeler üzerinden değil aritmetik hesaplar üzerinden hareket ettiği bir ortamda oyunun kuralları değiştirildikçe taktikler de havada serbestçe süzülmeye başlıyor, siyasi ilkelerle bir bütünlük sağlaması beklenen ahlaki bir tutum da imkansız hale geliyor. 

Bu yazıda devrimci mücadelede alınan ahlaki tutumların siyasi ilkelerle bir bütünlük ve uyum içinde bulunması gerektiği ele alınıyor ve bir siyasi hareketin sahiplendiği ilkelerdeki samimiyetinin sınanmasının yollarından birinin de bu uyum ve bütünlüğün test edilmesi olduğu öne sürülüyor. Devrimci mücadelede komünistlerin amaçlarıyla ve başvurdukları araçlar arasındaki ilişkiyi kurarken ahlaki bir tutum geliştirmenin mümkün ve gerekli olduğu tartışılıyor. Böylesine bir ahlaki yaklaşımın dayanabileceği ideolojik-siyasi referansların neler olabileceği konusunda da yeri geldiğinde Küba deneyimine başvuruluyor. 

Marksist ahlak: Var mı yok mu?

Marksizm’de ahlak anlayışına dair bugüne değin yazılmış olan çoğu kaynak temelde bir paradoksa işaret ediyor: Bir yandan ahlak kavramının da, tıpkı diğer tüm üst yapıya ait kategoriler gibi, tarihsel bir kategori olduğunun altı çiziliyor. Ahlak tarihseldir, öyleyse değişkendir. İçeriği, kapsamı, hangi eylemin ahlaki olduğu hangisinin ahlak sınırlarının dışında kaldığı tarihsel ve toplumsal olarak üretilir, son tahlilde üretim biçimi tarafından belirlenir. Ve o üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlamaya hizmet eden bir içerikle donatılır. Bu açıdan ahlak aynı zamanda yanlış bilinç olarak ideolojinin bir biçimidir. Egemen sınıfın iktidarının devamlılığını sağlamaya hizmet edecek şekilde çarpıtılmış bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle ahlakın sınıflı toplumların sona ermesiyle birlikte ortadan kalkacağı ve Marksizm’in kapitalizm eleştirisinin sınıflı toplumlara özgü bir kategoriye değil bilimsel bir analize dayandığı tartışılır. 

Diğer yandan Marksizmin kapitalizm eleştirisinin, daha sonradan üzerine yazılanları bir kenara bırakıp sadece Marksist klasiklere dönüp baktığımızda bile, ahlaki yargılar barındırdığı görülür. 

Komünist ahlakı konu alan birçok çalışma bu iki yaklaşım arasındaki gerilim ve bu gerilimi aşmaya odaklansa da, ortada gerçekten bir paradoks olup olmadığı ve varsa çözümünün nerede olduğu bu yazının sınırlarının dışında kalıyor. Ancak oldukça karmaşık olan ve çelişkiler barındıran bu başlıkta devrimci mücadelenin gerektirdiği ahlaki konumlanışlardan ve özellikle Küba’daki devrim ve sosyalizm deneyiminden yola çıkarak yürütülecek bir tartışma bu çelişkinin çözümüne olmasa bile yönetimine katkı koyabilir.

Siyasi mücadelede neyin etik1 olduğu neyin olmadığı sorusu, dahası buna karar verilirken hangi kriterlere bakılması gerektiği bir çırpıda yanıtlanması zor bir soru. Söz konusu sosyalist devrim için verilen bir mücadele olunca yanıt vermek daha da karmaşık hale gelir çünkü tarihsel meşruiyeti sugötürmez bir devrim hedefinin varlığı da devrimci mücadelede atılan adımların etik olup olmadığını belirleyebilecek bir parametre olarak denkleme dahil olur.

Nitekim devrimci mücadelede ahlakın sınırları üzerine yürütülen tartışmalar esas olarak şu temel sorunun etrafında şekillenir: Devrimci mücadelenin amacı ile bu amaca ulaşmak uğruna başvurulacak araçlar arasında nasıl bir ilişki bulunur? En nihayetinde sosyalist devrimin hedeflediği sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum idealinin tarihsel meşruiyeti bu hedefe ulaşmak amacıyla atılan her adımı, kullanılan her aracı doğrudan meşru kılar mı? Amacın etik olması araçların da devrimci ahlakın sınırları içinde kalmasının teminatı mıdır? Tersinden, fakat amacın meşruiyetinin ortaya koyulmasının ardından araçların ahlakiliği tartışılmasını önemsizleştirerek aynı sonucu doğuracak şekilde, tüm insanlığın kurtuluşunun kapısını aralayan bu meşru hedefe ulaşmada ahlaki tutumlar değersizleşir veya ikincil mi kalır? 

Bu sorulara verilebilecek yanıtlardan birisi mutlak bir evet olabilir. Kaldı ki tarihimizde çeşitli gerekçelerle bu yanıtın verildiği örneklerin sayısı hiç de azımsanmayacak kadardır.  

Örneğin, 1918 yılında Çeka’nın İngiliz diplomat Lockhart yönetiminde planlanan ve sosyalizmi hedef alan bir komployu ortaya çıkarmasının ve komplocuların tutuklanmasının ardından Nolinski Parti Komitesi ve Çeka Başkanı imzalı “Niçin Bu Kadar Naziğiz?” başlıklı yazıda (yazıda yer alan önlemler sonrasında Prezidyum tarafından komünizm mücadelesinin çıkarlarına aykırı bulunarak reddedilmişti) tartışılanları Medvedev şöyle aktarıyordu:

“Bilgi ve adres öğrenmek için bu adama, Lockhart’a, neden en gelişmiş işkenceleri uygulamadık? … Bu önlemlerle bütün karşı-devrimci örgütleri kolayca çözebileceğinize, hatta gelecekteki komplolara para sağlanması ihtimalini ortadan kaldırabileceğinize göre… Bütün ülke açlıktan kırılırken, Sovyet rejimini devirmek adına bir müttefik bulma amacıyla köprüleri ve erzak depolarını havaya uçurmalarının, bir insana korkunç işkenceler yapmaktan daha insancıl olduğunu mu sanıyorsunuz?”2

Birkaç yıl sonrasında ise Troçki “Kızıl Terör” dönemine dair şunları yazacaktı:

“Devrimci bir sınıfın Devlet terörü, “ahlaki açıdan” yalnızca, ilkesel olarak şiddetin her türlü biçimini -dolayısıyla her türlü savaşı ve her ayaklanmayı- (sözle) reddeden bir insan tarafından mahkum edilebilir. Bunun için de insanın yalnızca ikiyüzlü bir Quaker olması gerekir.”3

Amaçla araçlar arasındaki ilişkiyi tartışırken amacın her türlü araca başvurulmasını gerektirebileceğini savunuyor, araçları ilkesel bir yaklaşımın konusu olarak görmek yerine geçici ve pratik bir sorun olarak görüyordu:

“Amacı hedefleyen birisi, araçları reddedemez. Mücadele, proletaryanın üstünlüğünü gerçekten güvence altına almak için böylesi bir yoğunlukla sürdürülmelidir. Eğer sosyalist devrim bir diktatörlüğü -“proletaryanın Devlet’i kontrol edebilmesini sağlayan tek biçim”- gerektiriyorsa, bu durum diktatörlüğün ne pahasına olursa olsun güvence altına alınması gerektiği sonucunu doğurur.”4

Devrimdevrimci sınıfın, her türlü yönteme, gerekirse silahlı bir ayaklanmaya, gerekirse terörizme başvurarak amacına ulaşmasını gerektiriyordu. Bunun için baskı uygulamak da gerekebilirdi. Ancak baskının şekli ya da derecesi bir ilke sorunu değil, amaca yararlılıkla ilgili bir sorundu.5

Siyasi mücadelede amaç ve araçlar arasındaki ilişkiye dair kafa yormuş bir diğer isim Lukacs ise “özsel olarak devrimci her amaç, mevcut ve geçmiş yasal düzenlerin ahlaki varlık nedenini ve tarihsel-felsefi yerindeliğini yadsır; ne kadar dikkate alınacakları -tabii alınırlarsa- yalnızca taktik bir sorun haline gelir.” diyerek devrimci bir hedefin varlığının konuyu ilkesel bir tartışma olmaktan çıkararak taktik bir tartışma haline getirdiğini vurguluyordu.6

Leninist partiye dair yazılmış en önemli eserlerden biri olan Modern Prens ise modern siyasette pragmatizmin en bilinen temsilcilerinden olan Machiavelli’i referans alıyordu. Böylece reel politikerliğin devrimci ahlakı önemsizleştirmesine bir örnek de Gramsci’den karşımız çıkar.

Üstelik bu yaklaşım ve tartışmalar kendisine hem tarihsel materyalizmin kurucuları olarak Marx ve Engels’ten hem de onların ilk mirasçısı olan kuşaktan Marksizme en önemli kuramsal katkıyı yapmış ve devrimini gerçekleştirmiş bir hareketin de lideri olarak Lenin’den dayanak bulur. Sınıfsal bir kategori olarak ahlakın reddedildiği ve devrimci mücadelede karar alırken ahlakın bir kriter olamayacağına dair ifadeleri de yine Marx, Engels ve Lenin’de bulmak mümkündür.

Alman İdeoloji’sinde komünistlerin ahlakla ilişkisine dair şunları söylüyorlardı:

“Komünistler, Stirner’in uzun uzadıya yaptığı gibi ahlak vaazı vermez. İnsanlara, birbirinizi sevin, egoist olmayın vb türden ahlaki talepler dayatmazlar; tersine onlar, egoizmin tıpkı fedakarlık gibi belirli koşullar altında bireylerin kendilerini başarıyla var etmesinin zorunlu bir biçimi olduğunu çok iyi bilirler.”7

Komünist Manifesto’da ise ahlakın burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir ideolojik içerikle donanmış olduğunu ifade eden şu satırlar yer alır:

“Aynı şekilde, proleter bakımından yasalar, ahlak, din, arkalarında birtakım burjuva çıkarlar gizlenen, birtakım burjuva önyargılardır.”8

Engels de ahlak kavramını sınıfsal bir kategori olarak ele alarak tarih ve toplum üstü ebedi bir içeriğe sahip olamayacağını şöyle anlatıyordu:

“Bu nedenle, ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini, bize, ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz. Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede, o zamanki toplumun iktisadi durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye kadar sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor ya da ezilen sınıf yeteri kadar güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak bu egemenliğe karşı başkaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu.”9

Ayrıca, ahlakın sınıfsal olarak çarpıtılmış içeriği ile birlikte ideolojik niteliğine yapılan vurguların yanı sıra devrimin hedeflendiği koşullarda başvurulan yöntemlerle ilgili ahlakilik yerine bir zorunluluk vurgusu yapan pasajlara da hem Marx’ta hem de Engels’te rastlanabilir. 

“Bir devrim kesinlikle en otoriter eylemdir,” diyen kişi Engels’ti. Devrim, “nüfusun bir bölümünün diğer bir kesimine kendi iradesini tüfekle, süngüyle ve topla -varolan otoriter araçlarla- dayattığı eylemdir; muzaffer parti boş yere savaşmış olmak istemiyorsa, silahlarının gericilerde yaratacağı terörün araçlarıyla yönetimi sürdürmelidir.”10

Fransa’da İç Savaş’ta ise Marx, işçi sınıfının eylemini tarih ve sınıf bilinciyle girişilmiş yeni toplumun inşası mücadelesiyle ilişkilendiriyor, onu bu maddi zeminden koparan ahlaki ve idealist yaklaşımların karşısında yer alıyordu:

“İşçi sınıfı Komün’den mucizeler beklemedi. Onun, halk kararıyla hayata geçireceği hazır ütopyaları yok. Kendi kurtuluşunu ve onunla birlikte bugünkü toplumun kendi iktisadi gelişimi aracılığıyla karşı konulmaz şekilde yönelmiş olduğu daha yüksek yaşam biçimini hazırlamak için, kendisinin, yani işçi sınıfının, koşullar gibi insanların da tümüyle dönüşmesini sağlayacak olan uzun mücadelelerden, bir dizi tarihsel süreçten geçmek zorunda olduğunu biliyor. Onun, hayata geçireceği idealleri yok; tek yapacağı, yıkılmakta olan burjuva toplumunun rahminde şimdiden gelişmiş bulunan yeni toplum öğelerini serbest bırakmak.”11

Lenin, Devlet ve Devrim’de Marx’ta yeni bir toplumsal düzen fikrine mevcut düzenin bilimsel analizinden ulaşıldığını, ahlaki bir eleştiriye dayanan ütopik bir kurgunun ürünü olmadığını şu cümlelerle tarif ediyordu: 

“Marx’ta, bir ütopya oluşturmanın, bilinemez şeylerle ilgili boş tahminlerde bulunmaya izin verme girişiminin izi bile bulunmaz. Marx komünizm sorununa, bir doğa bilimcisinin, örneğin yeni bir biyolojik türün gelişmesi sorununa, onun hangi yolla ortaya çıktığını ve nasıl değişime uğradığını anladığında yaklaşacağı gibi yaklaşmıştır.”12

“Marx’ta, “yeni” bir toplumun uydurulması ya da icat edilmesi anlamında ütopyacılığın izi görülmez. Aksine, Marx, eski toplumun bağrından yenisinin doğuşunu ve eski toplumdan yenisine geçiş biçimlerini doğal-tarihsel bir süreç olarak ele alır. Proletaryanın kitle hareketinin gerçek deneyimlerini inceler ve bunlardan pratik dersler çıkarmaya çalışır. Marx, tıpkı ezilen sınıfların büyük hareketlerinin deneyimlerinden ders çıkarmaktan tereddüt etmeyen her büyük devrimci düşünür gibi, Komün’den “öğrenir” ve ezilen sınıfiara hiçbir zaman (Plehanov’un “silahlanmamalılardı” ya da Tsereteli’nin “bir sınıf kendini sınırlamayı bilmelidir” deyişi gibi) bilgiççe “vaazlar” yöneltmez.”13

Lenin’e göre Marksizm’de etiğin kırıntısı bile bulunmaz. Teorik anlamda etik bakış nedensellik ilkesine tabi olurken, pratik anlamda da sınıf mücadelelerine indirgenir.14 Devrimin ardından 1920’de Komünist Gençlik Örgütü Kongresi’nde yaptığı konuşmada devrimci ahlak ve sınıf mücadelesinin çıkarlarının ilişkisini neredeyse araçcı denilebilecek bir yaklaşımla ele alır:

“Biz, bir komüniste göre ahlakın, sömürücülere karşı yürütülen bu birleşik disiplin ve bilinçli kitlesel mücadelede yattığını söylüyoruz. Biz ebedi bir ahlaka inanmıyor ve ahlakla ilgili tüm masalların sahte olduğunu ortaya seriyoruz.”15

Lenin aynı konuşmasında, komünist etik diye bir şeyin olup olmadığı sorusuna elbette olduğu yönünde yanıt veriyor ve komünistlere yönelik ahlaksızlık suçlamalarını burjuvazinin işçilerin ve köylülerin aklını bulandırmak için başvurduğu bir çarpıtma olduğunu ileri sürüyordu. Lenin’e göre komünistlerin reddettiği ahlak, burjuvazinin tanrının buyruklarıyla ilişkilendirdiği, sömürü düzenini meşrulaştırmaya yarayan idealist bir ahlaktı. Bu tür bir ahlak anlayışı yerine, komünistlerin ahlak anlayışlarının proletaryanın sınıf mücadelesi boyunca çıkarlarına tabi olan bir ahlak anlayışıdır. Lenin ayrıca yıkmanın da yeniden inşa etmenin de bu sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu hatırlatır. Çarı devirmek de kapitalist sınıfın iktidarına son vermek de sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ve komünist ahlak bu amaçların gerçekleştirilmesine tabidir. Lenin bir yandan bu amaçların gerçekleştirilmesi için başvurulması gereken her aracın komünist ahlaka uygun düşeceğini ima eder gibidir. Ebedi bir ahlak yoktur, komünist ahlak ise sömürücülere karşı yürütülen mücadele disiplininde ve bilincinde yatar. Bir açıdan araçcı bir yaklaşımın izleri burada da sürülebilir. Ancak diğer yandan, toplumsal devrime ve sınıfların sona erdirilmesine vurgu yaparken, etiğin, insanlığın daha üst bir aşamaya geçişine ve emek sömrüsünün son bulmasına yardımcı olacağını savunur.16

Tüm bu tartışmaların yanı sıra, Marx, Engels ve Lenin hem kapitalizmi en ağır şekilde ahlaki bir eleştiriye de tabi tutar hem de kapitalizme son vererek kurulacak toplumsal düzeni değer yargılarına da başvurarak yüceltir. 

Marx, temel olarak kapitalizmin işleyiş yasalarını bilimsel bir analizle ortaya koymayı amaçlayan yapıtı Kapital’de dahi, sermayeyi “vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emek” şeklinde tarif ediyordu.17

3-4 yaşlarından itibaren hasır örücülüğüne başlayan, sağlıksız koşullarda yaşayan ve çalışan “çocukların 12 veya 14 yaşlarına kadar yaşama zevki diye tattıklan şey budur. Yoksul, yan aç yan tok ana ve babaların düşündükleri tek şey, çocuklarından mümkün olduğu kadar fazla yararlanmaktır. Yaşlan büyüyünce, çocuklar ana ve babalarına, doğal olarak, on paralık ilgi göstermezler ve onları terk ederler.” 18Yine Kapital’de kibrit yapımı sektöründeki yaşları 6 yaşın altına kadar inen ve günde 12-15 saat arasında çalışan çocukların çalışma ve beslenme koşulları için cehennem benzetmesi yapıyor, bu koşullar için “Dante, kendi en dehşet verici cehennem tasvirlerini geride bıraktığını düşünürdü.” diyordu.19

Lenin de kapitalizme yönelik en ağır ahlaki suçlamaları ve eleştirileri yöneltmekten geri durmuyordu. “Uğursuz kapitalist toplumun bu kalıntıları, sosyalizmin kapitalizmden miras aldığı bu insanlık tortuları, bu çürümüş ve kurumuş uzuvlar, bu bulaşıcı hastalık, bu veba, bu ülser” derken kapitalizmden devralınan mirası yargılıyordu.20 Lenin’in emperyalizmi asalak ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlaması da bütünüyle olmasa bile ahlaki bir eleştiri barındırıyordu.21

Devlet ve Devrim‘de ise, geleceğin toplumuna uzanan yolda bir geçiş aşaması olarak sosyalizmi daha üst bir toplum olarak değerlendiriyor, ancak sosyalizmi nihai hedef olarak görmediğini vurgularken bile kapitalizmi ahlaki açıdan en ağır ithamlarla eleştiriyordu: 

“(…) Kesinlikle bizim idealimiz ya da nihai hedefimiz değildir. Bu sadece, daha ileriye gitmek için, toplumu kapitalist sömürünün tüm rezillik ve iğrençliklerinden temizlemek amacıyla atılması gereken bir adımdır.”22

Yani Marksizm-Leninizm’in kurucuları bir yandan ahlak kavramının içeriğinin ve kapsamının içinde yaşanılan toplumsal düzendeki sınıf egemenliğinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini vurgulayarak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önünde bir engel olarak görüyorlardı. Diğer yandan ise kapitalizmi en acımasız ahlaki eleştirilerle topa tutmaktan geri durmuyorladı. Sosyalist ve komünist bir toplumu tarif ederken anlattıkları ise mekanik bir yaklaşımdan son derece uzaktı. Siyasetçi kimlikleri belki de en çok bu zamanlarda hissediliyordu, sadece birer bilim insanı ya da teorisyen olarak değil, böyle bir toplumsal düzeni inşa edebilmek için mücadele eden birer siyaset ve örgüt insanı olarak geleceğin toplumuna, kaçınılmaz bir biçimde, işçi sınıfına ait olacak gelişkin bir ahlakın değer yargılarıyla yaklaşıyorlardı. Aksi mümkün olamazdı. 

Devrimci ahlak neden gerekli?

Hem devrimci mücadelede ahlaki tutumları önemsizleştirmek hem de devrimci mücadeleyi ahlaki bir eleştiri ve ütopik bir yeni toplum ideali üzerine kurmak yönünde uçlaştırabileceğimiz iki ayrı yaklaşımın da Marksizm’de kaynağı olduğunu söyleyerek neticeyi en nihayetinde ele alınan olguda somut durumun analizine havale etmek zaten oldukça zorluk ve gri alan barındıran bir konuyu belirsizlik içine gömmek anlamına gelir. Devrimi arayan bir komünist hareketin de nesnel ve öznel koşulların güncel değerlendirmesiyle birlikte devrimci ahlak açısından amaç ve araç arasındaki ilişkiye dair daha net bir yaklaşım geliştirebilmesi gerekir. 

O halde amaç ve araç arasındaki ilişkiye dair baştaki soruya tekrar dönüp devrimci mücadelede her aracın meşru olduğu tezinin doğru olamayacağını en baştan söyleyelim. Aksi bir yanıtın devrimci mücadelenin tarihsel ve güncel ihtiyaçları açısından nasıl sonuçlar doğurabileceğine ilişkin akıl yürütelim. 

Devrim hedefinin meşruiyetinin bu hedefe ulaşmak için kullanılacak tüm araçları meşrulaştırdığını veya böylesine meşru bir hedefin varlığında bu hedefe ulaşmak için başvurulacak yollara dair etik bir tartışmanın önemsizleştiğini savunduğumuzu düşünelim. Bunu söylediğimiz anda elimizdeki potansiyel araç setinin alabildiğine genişlediğini ve bu amaca uzanan yolda dilediğimiz araca başvurma konusunda geniş bir özgürlük alanına sahip olduğumuzu görürüz. Sosyalist devrim fikrinin tarihsel meşruiyetine dayanan bu yanıt aslında, artık bir kez kapitalizmi sona erdirecek tarihsel koşullar ortaya çıktığında, tarihin motorunu bu yöne doğru hızlandırma hedefi ile aramızda en ufak bir mesafe veya dolayıma neden olacak herhangi bir tartışmanın gereksizleştiği fikrine dayanır, atılan her adımda ahlaki tutarlılık aramanın bu açıdan bir dezavantaj yaratacağı imasını barındırır. 

Bu önerme en nihayetinde sosyalist bir devrimin ve eşitlikçi bir topluma doğru atılan her adımın tarihsel olarak meşru olduğu fikrine dayandığından bir komünist tarafından kolayca itiraz edilebilir gibi görünmez. Ancak biraz daha dikkatli bakıldığında amaç ve araçlar arasında diyalektik bir ilişkiden uzaklaşan tek taraflı daimi bir ilişki olduğu düşüncesine yaslanır. Bu noktada itiraz etmek neden önemli hale gelir? Amacımız sadece yöntemsel titizlik midir?

İtiraz etmek gerekir çünkü bu yaklaşımın komünistlerin verdiği siyasi ve ideolojik mücadelenin doğrultusu, içeriği ve biçimi ve bu mücadelenin sahip olduğu toplumsal destek açısından kaçınılmaz olarak bir takım sonuçları olacaktır. 

Bu olumsuz sonuçları bertaraf etme ihtiyacı öncelikli olarak komünistlerin devrim için verdiği mücadelenin tarihsel alandaki meşruiyetini toplumsal alana da taşıma zorunluluğundan doğar. Ne demek istiyorum?

“Sosyalist hareketin iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin somut siyasal başlıklar üzerinden kendisini ortaya koyuşu, her zaman, amaçla sonuç arasında bir açı yaratacaktır. Bu açı, sınıflar mücadelesinde güçler dengesinin eşitsiz dağılımı olarak da görülebilir. Egemen sınıf, çok özgün yükseliş dönemleri dışında devrimci özneyi siyasal ve örgütsel olarak kuşatır ve bir eğilim olarak bu kuşatmanın etkisini sürekli artırmaya çalışır. İşte bu süreçte, öznenin siyasal direnci ve örgütsel korunaklılığını artıracak olan şey, onun toplumsal kimliği ve bu kimliğin ideolojik renkleridir. Burjuvaziyi en fazla korkutan çıkışlar, onun devrimci harekete dönük müdahalelerinin meşruiyetini sorgulayan ve tersinden, devrimci harekete dönük toplumsal ilgiyi artıran siyasi eylemlerdir. İdeolojik mücadele, çoğu kez devrimci öznenin her zaman daha kolay tecrit edilebilecek ve meşruiyeti ayaklar altına alınabilecek örgütsel yapısını değil de, toplumsal kimliğini ilgi odağı haline getireceği için, ‘özne’yi birçok durumda koruma altına alır.”23

Burjuvazinin devrimci özneye yönelik siyasal ve örgütsel müdahalelerinin meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesi, o devrimci öznenin sahip olduğu toplumsal destek ve ilgiyle yakından ilişkilidir. Ve bu toplumsal ilgi ve destek sadece burjuvazinin kuşatma hamlelerine karşı koruyucu bir kalkan olmakla kalmaz, aynı zamanda devrimci öznenin sosyalist iktidar hedefiyle yürüttüğü siyasal ve ideolojik mücadeleyi güçlendiren bir zemin de sunar. Komünistler şüphesiz kendilerini de özne olarak içine yerleştirdikleri bir tarihsel meşruiyet zemininden hareket ederler ancak sosyalist bir devrim için verilen mücadelenin hem tarihsel hem de toplumsal bir meşruiyete yaslanması gerektiğini bilirler. Bu durum, toplumsal meşruiyetin tarihsel meşruiyetin önüne konulduğu anlamına gelmez, bu ikisi arasında bir tercih yapılması da gerekmez. Ancak komünist hareket, siyasi ve ideolojik mücadele ile düzenin emekçiler üzerindeki etkilerini kırabildiği ve gerçek bir alternatif olarak sunabildiği oranda toplumsal meşruiyetini de artırır. 

Bu açıdan toplumsal meşruiyet mücadelenin konusu ve sonucu olarak ortaya çıkar. Komünistlerin sadece tarihsel meşruiyete yaslanarak verdiği mücadelede her türlü aracı da bunun doğal bir uzantısı olarak meşru görmesi, toplumsal meşruiyet alanında telafisi hem çok zor olan hem de çok uzun bir zaman gerektiren hata ve zayıflıklara yol açabilir. 

Devrimci mücadelede kullandığımız araçlar da siyasi ve ideolojik mücadelenin konusu olarak gündemimize gelir ve mücadele içinde belirlenen ve kullanılan bir aracın bu mücadelenin amacı üzerinde değiştirici-dönüştürücü bir etkisi olmaması kaçınılmazdır. Bu açıdan ilkeli siyasetteki ısrarımız, keyfi bir inatlaşmadan değil, tutarlı ve güven veren bir mücadele hattının sosyalist devrim fikrinin toplumda kalıcı olarak mevzi elde edebilmesi için zorunlu olmasından da kaynaklanır.

Çürümenin ve yolsuzlukların had safhada olduğu, bunların üstünü örtmek için iktidarın halkına durmadan yalan söylediği bir ülkede hem böylesi bir iktidarın gitmesi için verdiğiniz güncel politik mücadeleyi sosyalist devrim mücadelesine bağlayıp hem de devrimci mücadelede gerekirse halka yalan söylenebileceğini savunamazsınız. Halkını, hem dinci gerici saldırılarla tebaaya dönüştürmeye çalışarak hem de neden olduğu yoksulluğu sadaka kültürü yaratmak için kullanarak edilgen bir pozisyona sürükleyen, kendi kaderini eline almasını engelleyen bir iktidara karşı halkın sözünü söyleyebileceği kanallar açmadan, böyle bir siyasi ve örgütsel kültür yaratmadan mücadele edemezsiniz, inandırıcılığınızı yitirirsiniz. Halktan çalıp çırpmasıyla meşhur bir iktidarın karşısında bireysel yağma ve hırsızlığı haklı gösteremezsiniz, “özel mülkiyet hırsızlıktır” deseniz de yetmez, kuracağınız toplumsal düzene duyulan güveni kaybedersiniz. 

Dahası, devrimci mücadelede bu tür bir siyasi ve ahlaki tutarlılık mücadelenin hedefine dair herhangi bir sapmayı engellemenin de en büyük teminatıdır. Aksi halde siyasi söylemiyle ahlaki tutumu arasında yukarıdaki gibi çelişki barındıran bir devrimci hareketin, ahlaki tutumunun aksine, iddia ettiği gibi bir düzen kuracağının güvencesi ne olabilir? Güvencenin de ötesinde, zaten bu etik değerlerin siyasi pratikten dışlandığı bir durumda geleceğin toplumuna ait ahlaki özellikler de silikleşir. Bu tutarsızlığın kapısı bir kez aralanınca hedef de artık aynı hedef olmaktan çıkar. Başvurulan araçlar amacı belirlemeye başlar. 

Bu oldukça gerçek ve büyük bir risk olarak devrimci hareketlerin önünde durmaya devam eder. Öyle ki, tarihimiz, sosyalist iktidar hedefinden tamamen vazgeçen ya da bu hedefi daha ileri ve belirsiz bir tarihe erteleyen birçok devrimci hareketin bu açıdan ders alınması gereken deneyimleriyle doludur. Bir devrimci hareketin düzen içi siyaset tarafından içerilmesi, parlamentarizme kayması, liberal girdilere açık hale gelmesi veya başka şekillerde sağcılaşması genellikle bir geceden sabaha bilinçli olarak verilen kararlar sonucu olmaz. Örneğin kuracağınız toplumsal düzende paranın iktidarına son vermeyi samimi olarak hedefliyor olabilirsiniz ve bu ideali gerçekleştirmek uğruna ihtiyaç duyduğunuz maddi kaynaklara ulaşmada her yolu mübah görebilirsiniz. Bu bir gün emperyalist ülkelerle ilişkili bir fon kuruluşundan fon almak anlamına gelebilir, diğer gün başka ülkelerin iktidarlarıyla ya da çeşitli vakıflarla maddi-manevi ilişkiler içine girmeyi gerektirebilir. Olabilir, zaten aslında onların gerçek niyetlerinin farkındasınızdır, onlar sizi değil siz onları kullanıyorsunuzdur, ve zaten iktidara bir geldiğinizde hepsinin egemenliğine son mu vereceksinizdir? Ya da örneğin sosyalizm fikrini toplumsallaştırmak için parlamentoya girmeyi önemli bir araç olarak görüyor, sosyalist devrim için yürüttüğünüz mücadeleyi askıya almadan, aksine bu mücadeleye güç vermek amacıyla, bu aracı sonuna kadar kullanmak gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz. Bu yolda başka partilerle milletvekili pazarlığı yapmak için masaya oturmanız gerekebilir. O masada siyasi çizginizden kimi tavizler vermeniz istenebilir. Ne sakıncası vardır, zaten meclise bir kere girdikten sonra lafınızı sakınmayacak mısınızdır?

Devrimci uyanıklık tek başına ve her zaman bu risklerden kaçınmak için yeterli olamaz. Kullanılan araçların kendisi de devrimci öznenin siyasi ve etik ilkelerini şekillendirir, güçlendirebildiği gibi aşındırabilir. Egemen ideoloji boşluk tanımaz, devrimci ahlaki değerlerden beslenmeyen araçlar, burjuva ahlakının -ya da aynı anlama gelmek üzere ahlaksızlığının-, siyasetinin ve kültürünün taşıyıcısı haline gelir. Sadece egemen ideoloji değil, tüm devlet örgütlenmeleriyle ve parlamentosuyla egemenlik aygıtının ve burjuva siyasetinin kendisinin gücü de bu anlamda hiç hafife alınmamalıdır. Buralarda istendiği gibi dans edilip günü geldiğinde bu hamlelerin tüm yükünden kurtulunabileceği düşüncesi en iyi ihtimalle aşırı iyimserlik olur. Yani bu tür bir reel politikerliğe sığınarak etik değerler bir kez bir kenara bırakıldığında dönüp tekrar oradan alınacağının garantisi yok gibi görünmektedir. 

Bu açıdan devrimci mücadelede etik ilkelere bağlı kalmak egemen ahlakla da hesaplaşmak anlamına gelir. Hele de kapitalizmin her geçen gün çürüdüğü ve insanlığı daha aşağılayıcı ve insan onuruna yakışmayan şartlarda bir yaşam sürmeye sürüklediği güncel koşullarda burjuva ahlakıyla kaynağını geleceğin eşitlikçi toplumundan alan işçi sınıfı ahlakının karşıtlığı daha da belirgin hale gelmeye başlar. Ancak yine tam da bu çürüme nedeniyle, sosyalist bir kuruluşu hedefleyen devrimci bir hareketin devrimle birlikte devralacağı ve sosyalizmin inşasına girişeceği toplumsal zemin açısından da ahlaki tutumlar önem taşır.  

Devrimlerle yolu açılan her yeni toplumsal düzen bazı açılardan önceki dönemlerle bir devamlılık barındırır, bir yandan da bu dönemlerden kopuş anlamına gelir. Her yeni toplumsal düzeni olanaklı kılan nesnel koşullar bir önceki toplumsal düzenin içinde olgunlaşır. Örneğin komünist toplumda insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir bolluk içinde eşitliğin tesis edilebilecek olmasının maddi dayanağı kapitalizmde üretim araçlarının geldiği gelişim düzeyidir. Sosyalist devrim bu üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi nedeniyle kapitalizmden sosyalizme geçişte bir kopuşu ifade eder. Ancak siyasi devrimle başlayan ve onu takip eden toplumsal devrim süreci, bir önceki toplumsal yapıdan devralınan bir zemin üzerinde, o toplumsal malzemeyi dönüştürerek ilerler. 

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde devrimin neden zorunlu olduğunu açıklarken devralınacak zeminden şöyle bahsediyordu:

“Dolayısıyla devrim, yalnızca egemen sınıfın başka herhangi bir yolla yıkılmasının imkansız olması nedeniyle değil, aynı zamanda, yıkan sınıfın da ancak devrim yoluyla kendini eskinin tüm pisliğinden kurtarabilecek ve toplumu yeni baştan kurabilecek duruma gelebilmesi nedeniyle de zorunludur.”24

Lenin de bu toplumsal malzemenin genel olarak sınıflı toplumlar ve özel olarak kapitalizm tarafından yoğrulmuş ve şekillendirilmiş olduğuna vurgu yaparak “yüzlerce ve binlerce yıllık kölelik, serflik, kapitalizm, küçük bireysel işletmeler ve pazarda bir yer ya da ürünü veya emeği için daha yüksek bir fiyat elde etme uğruna herkesin komşusuna karşı verdiği savaş ile çürütülmüş” olan bir toplumdan komünizmin nasıl inşa edilebileceği sorusunu ortaya atıyordu.25 Bu miras üzerine yazmaya daha sonra da devam etti:

“Sosyalizmin inşasına soyut insan malzemesi ile ya da bizim için özel olarak hazırlanmış insan malzemesi ile değil, kapitalizmin bize miras bıraktığı malzeme ile başlayabiliriz, başlamalıyız.”26

Marx, Engels ve Lenin’den bu alıntılarla desteklediği çürüme üzerine notlarında, Mesut Odman, yapılması gerekenin bu durumu verili olarak kabullenmek değil çürümenin etkilerini en aza indirmeye çalışmak olduğunu vurguluyor. Şüphe yok ki, böyle bir çürümeden mümkün olduğunca korunmak için gelişkin bir komünist ahlak gerekiyor. Bu ihtiyaç bugün verdiğimiz devrimci mücadelenin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını ilgilendirdiği kadar, gelecekteki sosyalizmin inşası görevimizde de devraldığımız toplumsal mirasın daha elverişli olabilmesi için şimdiden ahlaki bir müdahaleyi gerektiriyor.27

Kapitalizmin ömrü gereksiz yere uzuyor. Uzadıkça, kapitalizmi bir an önce yıkma hedefi en yüce hedef haline geliyor ve ahlaki sınırlamalar önemsizleşiyor. Ancak diğer yandan kapitalizmin giderek artan çürüme düzeyi ve dünyayı ve insanlığı getirdiği hal onu yıkmak için girişilen her mücadeleye daha fazla etik değer yüklüyor. Bugün bu değerleri içermeyen hiçbir mücadelenin kapitalizm karşısında başarı şansı bulunmuyor. 

Bu başlığı kapatırken, bir zihin egzersizi olarak, Türkiye’de komünistlerin bir süredir örgütlediği dayanışma çalışmalarını bir de bu açıdan düşünme önerisi getirebiliriz. Yoksullaşmanın bu denli derinleştiği, tüm kamusal destek mekanizmalarının ortadan kalktığı koşullarda dayanışmanın bu düzende hayatta kalabilmenin de tek yolu haline geldiği açık. Ancak diğer yandan, kendi haline bıraktığımızda, bu koşulların yalnızlaşma ve içe kapanmayı artmasına, bireyciliğin ve kendini kurtarma düşüncesinin yaygınlaşmasına ve adalet duygusunu tamamen erozyona uğramasına yol açıyor oluşu böyle bir yapıdan gelişkin bir toplumun nasıl çıkarılacağı sorusunu da akla getiriyor. “Hiç boyun eğer mi insan” ya da “insanlık iyi şeylere layıktır” sözlerinde olduğu gibi, bazen sloganlar sadece bir gelecek hedefi ya da temennisi belirtmiyor, bugüne dair zorunlu bir ahlaki tavır anlamına da geliyor.

Devrimci ahlak: Ayak bağımız değil güçlü yanımız

Devrimci ahlaktan kastımızın diğer idealist ahlaki öğretilerdeki gibi kapalı bir sistem olmadığını hatırlatmamız gerekiyor. Tamlamanın kendisinin bu açıdan çelişkili göründüğü ortada. Bir yandan devirmekten, alt üst etmekten söz ediyoruz. Egemen olan ahlakı sorgulamaktan ve işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmaktan… Diğer yandan ise bir tutarlılık içinde sahip çıkmamız ve hayata geçirmemiz gereken değerler toplamından ya da bu değerlerle yoğrulmuş bir yaklaşımdan…

Didaktik, katı ve tarih ve toplum üstü bir öğretiden değil, yaşayan bir değerler setinden bahsediyoruz. Bu anlamda da devrimci ahlak denildiğinde komünistlere mücadele ederken ayak bağı olan ve gerçeklikten koparılmış bir kurallar manzumesini değil, siyasi ilkelerimizle de bir bütünlük oluşturan ve mücadelede kişileri kısıtlamayan, aksine, gerçek anlamda özgürleştiren ve güçlendiren değerler toplamını anlıyoruz. 

Devrimci ahlakı böyle bir dinamik çerçeve içine yerleştirerek ele alıyorsak o halde ona ilişkin ögelerin mücadelenin hedefi ve ihtiyaçları tarafından belirlendiği kadar bu mücadelenin kendisini de belirlediğini, mücadele içinde yaşadığını kabul etmemiz gerekir.  

Dolayısıyla devrimci bir siyasi hareketin mücadelede benimsediği ahlaki yaklaşım ya da ahlaki bir yaklaşım geliştirme ihtiyacıyla mesafelenmesi mücadelenin kendisi üzerinde de bir etki yaratır. Devrimin tarihsel meşruiyetine dayanarak bu hedef uğrunda her yolu meşru gören bir hareket siyasi etik ve ilkelerde esneyerek burjuva partilerle aynı yana düşen taktikler geliştirdiğinde toplumsal meşruiyetini ve desteğini yitirebilir ve o partilerden farkı üzerine kurulu propagandası artık inandırıcılığını kaybetmiş olabilir.

Bu durum yalnızca etik değil, aynı zamanda siyasi bir çıkmaza da işaret eder. Bu açıdan siyasetin gerekleriyle ahlaki bir konumlanışın gerekleri birbirinin karşısında yer almaz, birbirini şekillendirir ve birlikte ilerler. Sosyalizm mücadelesinin acil ihtiyaçları ile genel olarak öncelikleri ise böyle bir karşı karşıya koyuşa yol açacak denli birbirinden kopuk değildir. 

Komünistleri komünist yapan siyasi ilkeler kaçınılmaz olarak etik bir yönelim de barındırır. Bu ilkelerin bir uzantısı olarak siyasi ve toplumsal alanda geliştirilen etik tutum tarihsel meşruiyeti tartışmasız siyasi ilkelerimizin toplumsal meşruiyetini de pekiştirir. Böyle bir tutarlılık içinde tarihsel ve toplumsal meşruiyet kazanmış kimi ilkelerden uzaklaşanların bu tutumlarını gerekçelendirmeye çalışmaları, bunun gerekliliğine toplumsal tabanlarını ve daha geniş halk kesimlerini ikna etmek zorunda hissetmelerinin nedeni de büyük oranda bu tutumun siyasal “projelerinin” toplumsal meşruiyetinde neden olacağı aşınmayı en aza indirme çabasından kaynaklanır. 

Bu şekilde telafi edilmesi imkansız olan sadece bir etik çıkmaz değil aynı zamanda buna kaçınılmaz olarak eşlik eden siyasi bir çıkmazdır. Komünistlerin üç temel başlık altında toparlanabilecek ilkelerini ele alalım. Komünistler sermaye düzenine ve sömürüye karşıdır. Bu nedenle siyasette her durumda sömürücü sınıfların karşısında sömürülenleri temsil ederler. Sermaye sınıfının karşısında işçi sınıfı siyasetini yükseltirler. Siyasette her durumda emekçi halkın çıkarlarını gözetirler. Her siyasi ve toplumsal gelişmeyi değerlendirirken temel kriterleri emekçilerin çıkarları ve haklarıdır. Toplumdaki temel karşıtlığın sermaye sınıfı ve emekçiler arasında olduğunu silikleştirecek, bu iki toplumsal sınıfın çıkarlarının uzlaşmaz olduğunun üzerini örtebilecek en karmaşık siyasi gündemlerde dahi gelişmelere sınıf siyaseti doğrultusunda işçi sınıfı perspektifinden bakar ve buna göre konum alırlar. Siyaseten bu ilkeyi benimseyip sermaye sınıfının o ya da bu kesimiyle herhangi bir maddi-siyasi destek ya da fon ilişkisi içine giremezsiniz. Taktik gerekçelerle de olsa, geçici ve gündelik şerhiyle de olsa sermaye iktidarının o ya da bu şekilde devamlılığını savunan herhangi bir partiyle siyasi işbirliği veya dostluk ilişkisi geliştiremezsiniz.

Komünistler aynı zamanda emperyalizme karşıdır. Emperyalizme karşı olup farklı ülkelerin iktidarlarıyla, buralarda faaliyet gösteren parti veya vakıf-dernek gibi kuruluşlarla maddi ya da siyasi-örgütsel bir ilişki geliştiremezsiniz. Emperyalist bir ülke karşısında, emperyalist sistemin içinde yer alıp sırf bu hiyerarşik dünya sisteminin daha alt basamaklarda yer aldığı gerekçesiyle başka bir kapitalist ülkenin veya bizzat kendi ülkenizin iktidarını destekleyemezsiniz. 

Komünistler her türden gericiliğin karşısında laikliği savunur. Hangi gerekçeyle olursa olsun dinin siyasi ve toplumsal alana girmesini savunamaz, hoş göremez. 

Üç başlıktaki bu konumlanış aynı zamanda ahlaki bir konumlanıştır. Halka yalan söylemek suçtur sloganı ancak böyle bir konumlanışla birlikte hayata geçirilebilen gerçek bir tavır halini alabilir. Bir komünist partinin kendi üye, gönüllü ve dostlarının aidat ve bağışları dışındaki her tür maddi yardımı ve fon ilişkisini reddetmesi, paranın siyasetteki belirleyici rolüne karşı sadece siyasi değil ahlaki de bir meydan okuma anlamına gelir. Ne gerekçeyle olursa olsun siyasi desteğini artırmak amacıyla o veya bu inanca sahip kesimlere dinsel söylemlerle yaklaşmak sadece dini siyasete dahil ederek laik siyasetten uzaklaşmak anlamına gelmez, aynı zamanda dinsel bir istismar örneğidir de. 

Devrimci siyasette sahip olduğumuz etik tutumun siyasi ilkelerimizden hiç de kopuk olamayacağını ortaya koyduğumuzda, ahlaki değerlerde herhangi bir esnemenin sadece etiğin konusunu değil, aynı zamanda siyasetin konusunu da oluşturduğunu anlarız.

Bir devrimci hareket, bir komünist parti için iktidarı aramak varlık nedenidir. Tüm mekanizmalarıyla ve işleyişiyle buraya yönelmiş, tüm varlığı bu hedef tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle amacımız, araç setimizde bir keyfiliğe ya da hoyratlığa yer bırakmayacak kadar önemlidir. Tam da bu yüzden hedefimizin sahip olduğu meşruiyetin her aracı her koşulda mutlak olarak meşrulaştırdığı iddiasını ne gerekçeyle olursa olsun kabul edemeyiz. Bir perspektif olarak, sosyalist iktidar hedefinin sabitlenmesi bile kendi başına bir ahlaki tutumdur. Ve ahlaki sonuçlar yaratır. Bu hedef, üzeri örtülerek, yanından dolaşılarak ulaşılabilecek bir hedef değildir. “Hedefimiz tabii ki devrim” denilerek yapılan yüz kızartıcı ve ilkesiz hamleler bu açıdan hedefin yadsınması anlamına gelir. 

Toparlarsak;

Devrimci ahlak, siyasi ilkelerden bağımsız bir alanda tartışılamaz. Aksine, devrimci bir ahlakın çerçevesi bizzat bu ilkelerle birlikte şekillenir. Dolayısıyla devrimci mücadelede ahlaki tutumların önemsiz olduğunu savunarak sadece amacın meşruiyetine yaslanmak ve olabildiğince esnek ve araçcı bir yaklaşım geliştirmek ilkelerde de savrulmaya neden olabilir. Böyle bir yaklaşımın izlerine Lenin’de bile rastlansa da Bolşevik Devrimi’nin liderliğinin bu riskleri boşa çıkaracak denli sosyalist devrim hedefine ve eşitlik idealine kilitlenerek hareket ettiğini unutmamalıyız. Bugün ise işimizi de şansa bırakmadan siyasi ve etik ilkelere sıkı sıkıya bağlı bir siyasi hattın temsilcisi olmak zorundayız. 

Bu bir yandan siyasi ve örgütsel hattımızın toplumsal meşruiyetinin güçlendirilmesi ve nihai amacımızda herhangi bir sapmanın önlenmesine hizmet ederken diğer yandan da kuracağımız toplumsal düzenin maddi zeminini güçlendirmek anlamına gelir. Eşitlikçi, gelişkin bir toplumsal düzen hedefimizin arkasında yatan temel motivasyon ahlaki değildir ancak gelişkin bir ahlak anlayışına sahip olmayan bir hareketin de böyle bir toplumun inşasında başarılı olması imkansızdır. 

Devrimci ahlakın koordinatları var mıdır?

Devrimci ahlakın karşı karşıya kalabileceğimiz birbirinden özgün, kompleks ve çok boyutlu senaryolar karşısında nasıl bir konum almayı gerektireceğine dair her koşulda ve zamanda geçerli olabilecek yanıtlar verebilmek mümkün değil. Gerçeklik çoğu zaman çok daha karmaşık şekillerde karşımıza çıkar ve birden fazla dinamik barındırır. Bu yüzden her duruma uygulanabilecek değişmez yanıtlar üretmeye çalışmak da gerçekliğin barındırdığı zenginliğe dayanarak yanıtın tamamını karşılaşacağımız olgunun analizine havale etmek de bir kolaycılık anlamına gelir.

Bunun yerine yapmamız gereken, çoğu zaman bir gri alan yönetimi olarak karşı karşıya kalacağımız bu başlıkta komünist etiği bir kurallar manzumesine dönüştürmek değil, hayatla kurduğumuz bir ilişki olarak ele almak olmalı. Devrimci mücadelede karşı karşıya kalacağımız en zorlu ikilemlerde, bazen etik değerleri ikinci plana atmamıza neden olacak en zorlu tercih anlarında bile vereceğimiz kararların birer kural haline dönüşmesine izin vermemek ve sahip olduğumuz etik değerlerin basıncını her daim üzerimizde hissedebileceğiz bir yaklaşımı geliştirebilmek…

Etik değerlere böylesine sahip çıkmak, kullanılan araçlarda seçici olmak ve ahlaki bir tutarlılık aramak devrimci siyasette kimi zaman “kirli eller”in28 karşısına steril bir siyaset tarzı koyuyor olmakla eleştirilir. 

Siyaset biraz da kirlenme işidir, oyunun kuralları böyleyse kazanmak için oyunu kuralına göre oynamayı bileceksin, gerekirse elini çamura bulayacaksın… Düzen siyaseti her geçen gün daha kirli ve karanlık hale gelirken yozlaşmış siyaset kültürünü meşrulaştırmaya ve bu tabloda ayrıksı duran devrimci siyasetleri de bu çürümenin içine çekmeye çalışan düzen aktörlerinin pompaladığı fikir bu.

Bu düşüncenin karşısına devrimci siyasi ve ahlaki ilkeleri çıkaranlar ise çoğu zaman kaçak dövüşmekle, suya sabuna dokunmadan siyaset yapmakla suçlanır. 

Komünistler bu düzenin karşısına kaçak dövüşerek çıkamaz, doğru. Emekçi halkın sözü siyasetin bu denli dışına itilmişken ve güncel politika her yandan emekçileri kuşatmaya ve çıkışsızlığa mahkum ederken komünistler siyaset yapmaktan/büyük siyasetten kaçamazlar, bu da doğru. Ancak ilkeli ve ahlaklı siyaset yapmak risk almadan siyaset yapmak anlamına gelmez. Devrimci ahlakımızdan ve ilkelerimizden ödün vermemek adına, zaman zaman hiç siyaset yapmayarak tamamen hareketsiz kalmakla da aynı anlama gelmek üzere, risk almadan siyaset yapmaya çalışmak bir müddet sonra bu ahlaki değerlere de ilkelere de aslında pek ihtiyacımızın kalmadığı, çünkü bu ilke ve değerlerin haklılığını test edebileceğimiz mücadele zeminini yitirdiğimiz bir dönemin açılması anlamına gelebilir. Komünistler hata yaparız korkusuyla siyaset yapmaktan geri duramaz. Devrimci ahlak, cesur siyaset için de gereklidir. Devrim hedefine kilitlenmeyen, içe kapalı bir siyaset tarzının beslendiği ve beslediği bir ahlak gerici ve feodal bir karakter taşır. Böyle bir ahlaktan beslenen devrimci örgüt de örgütten çok tarikata benzemeye başlar.

Sosyalist iktidar mücadelesi böyle bir ortalamacılığa sığmaz. Devrimcilik aynı zamanda bu ikilemin üstesinden gelebilecek bir siyasi-ahlaki yaratıcılığı gerektirir. 

Bu gelişkinliği ve yaratıcılığı hayata geçirebilmek için ise çok gelişkin bir eşitlikçi perspektife ihtiyaç bulunur. Devrimci ahlak konusunda araçcı yaklaşımın risklerinin Lenin ve Stalin örneklerinde bertaraf edilebilmesinin nedeni sahip oldukları bu gelişkin kavrayış ve yaklaşımla ilişkilidir. 

Bu açıdan komünist ahlak için burjuva insan hakları çerçevesi yeterli olamaz. Toplumu tek tek kendi bireysel çıkarları peşinde koşan ve çıkarları birbirinin karşısında duran bireylerden oluşan topluluklar olarak gören ve başta özel mülkiyet hakkı olmak üzere her bir bireyin hak ve özgürlüklerinin diğer bireyler karşısında korunması fikrine dayanan insan hakları düşüncesi bu eşitlik perspektifini sağlayamaz.

Komünistler mülkiyet, özgürlük ve güvenlik gibi hakların burjuvazinin egemenliğine dayanan düzenin toplumsal yapısının inşasında zorunlu olarak gündeme geldiğini bilir. Bu anlamda eşitlikten kastedilenin toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliklerin üzerini örten yasalar önünde eşitlikten ibaret olduğunun farkındadır. Bununla birlikte insan haklarının kapsamının ikinci ve üçüncü kuşak haklarla birlikte ekonomik, sosyal ve kültürel hakları ve dayanışma hakkını da içerecek şekilde genişlemesinde kapitalizmin birikim modeline göre farklılaşan ihtiyaçlarının yanı sıra özellikle Avrupa’daki işçi sınıfı hareketlerinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kapitalizmin soyut eşitlik anlayışının yerine gerçek ve somut eşitliği tesis edebilmesinin diğer kapitalist ülkelerin iktidarları için yarattığı tehdit ve işçi sınıfları için teşkil ettiği örnek olduğunu da bilir. 

Komünistlerin eşitlik mücadelesi insan hakları savunuculuğuna indirgenemez, bireysel bir yerden yaklaşamaz. Ancak komünistler işçi sınıfının mücadelesiyle kazanılan hakların da bu çerçeveye dahil olduğunu bilir ve bunlardan geri adım atmaz. Bu haklar, kapitalizmin giderek çürüdüğü ve insanlığın tarihsel olarak kazandığı ne varsa saldırdığı, dahası devletlerin bu temel haklarla ilişkili hizmetlerin sunumundan neredeyse tamamen çekildiği böylesine bir dönemde kaçınılmaz olarak komünistlerin de siyasi mücadelesinin konusu haline geliyor. Siyasi mücadelenin konusu haline gelen ahlaki yaklaşımı da şekillendiriyor. 

Komünist ahlak tam da böylesi bir gerçek mücadele içinde şekillenmeli, hümanizmden farklı olarak soyut ve tarih üstü bir bireyden yola çıkmamalı. Aksi halde, bugünden mücadelenin içine yerleştireceğimiz gelişkin bir ideolojik siyasal değerler sistemine dayanmazsa, soyutlaşırsa, apolitik bir hümanizmden de beslenebilir. Gelişkin bir ahlak yaratmak bu nedenle aynı zamanda mücadelenin konusudur. 

Komünistler için hümanizm bu ahlakın yaratılmasında çıkış noktası olamaz. 

Marx’ın erken dönem eserlerindeki insana ve yabancılaşmaya dair analizlerindeki vurguları bir kenara koyarsak -çünkü Alman İdeolojisi ile birlikte Marx’ın yabancılaşma kavramını artık tekrar insanın özünden uzaklaşması anlamına gelecek şekilde kullanmaktan uzaklaştığını görürüz- Marksizm’in tarihsel analiz birimi soyut ve tarih üstü bir insan değil toplumsal sınıflar olmuştur. “Gerçek tarihsel insan”29 bu toplumsal sınıfların bir parçası olarak ortaya çıkar. İnsanın özüne idealist bir iyimserlikle yaklaşarak akıl, vicdan ve etiğe dair değerler yüklemek yerine, insanın gerçekte toplumsal ilişkilerin bir ürünü olduğu tezini ortaya koyar. 

Hümanizmin insanın gelişimi hedefini temel alan insan merkezli yaklaşımı yerine Marksizm bilimsel bir yöntemle toplumun gelişimin nesnel yasalarını analiz ederek her toplumsal yapının o tarihsel gelişim aşamasında var olan üretim ilişkileri tarafından belirlendiğini ve bu tarihsel gelişimi sağlayanın da toplumsal sınıflar arasındaki mücadeleler olduğunu söyler. Marksizm’in gerçek insanı, hümanizmde olduğu gibi bu toplumsal sınıfların üstünde yer almaz, ait olduğu toplumsal sınıf tarafından şekillenir.

Hümanizmden hareket etmiyor oluşumuz insani değerlerden uzaklaştığımız anlamına gelmez. Aksine Marksizm bu bilimsel analizle birlikte insanlığın gerçek kurtuluşunun toplumsal sınıfların tamamen ortada kaldırılmasında olduğu bilgisini de verir. Ama bunun için teolojik düşüncedeki tanrının yerini alan hümanizmin soyut insanının yukarılardan alınıp toplumsal sınıfların içine yerleştirilmesi ve toplumsal mücadeleler içinde var olması gerekir. Althusser’e Marksizmin teorik bir “anti-hümanizm” olduğunu düşündüren de budur.30 Marksizm insana ve insani değerlere karşı olduğu için ya da bu değerleri önemsemediği için değil, analizinin merkezine insanın özü ve insanın kendin gerçekleştirmesini almadığı için hümanist değildir. 

Siyasi etik, ne için mücadele ettiğinizden kopuk bir biçimde oluşmaz. Komünistlerin tarihin ve toplumun bu bilimsel analizinden yola çıkarak verdikleri eşitlik mücadelesi komünist ahlakın da temelidir. Bu ahlak, insanlığın topyekün kurtuluşu anlamına gelen komünist toplum hedefinden ayrı düşünülemez, ancak hümanizmde olduğu gibi soyut ve ideal bir insana atfedilen olumlu özelliklerden yola çıkarak ütopik bir yana da savrulmaz, toplumsal mücadeleler içinde şekillenir.

Komünistlerin sahip çıktığı insani ve ahlaki değerlerin kendisi tek başına hedef değildir, ama eşit ve sömürüsüz bir toplum hedefiyle verilen mücadelenin bu hedef ve ihtiyaçları tarafından belirlenir ve bu mücadeleye eşlik ederek güçlendirici bir rol oynar.

Komünist ahlakın mücadelenin hedefi ve ihtiyaçları tarafından belirleniyor olması, bu ahlaki tavrın içeriğinin bu doğrultuda pragmatik bir yaklaşımla devamlı gözden geçirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Kaldı ki sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçları da her gün farklı bir ahlakı tavır geliştirmeyi gerektirecek denli süreksiz ve değişken değildir. 

Bu hedef ve ihtiyaçlar arasında gerilimin ortaya çıktığı, bir komünist hareketin geliştirmesi gereken ahlaki tavrın ne olması gerektiğinin yanıtının o kadar da net olarak görülemez olduğu örneklerde akılda tutulması gereken budur. Komünist ahlak, bu mücadelenin nihai hedefinden ve siyasi ilkelerden uzaklaşmadan, bunlardan taviz vermeden geliştirilen bir ilkesel yönelim anlamına gelir. Bu açıdan komünist ahlak, komünist hareketin tarihinde karşılaşılan envai çeşit somut durum karşısında geliştirilen ahlaki tavırların kümülatif bir toplamından ibaret olamaz. Bu yaklaşımlardan bazılarını içerebilir, bazılarını aşabilir, ama tek tek olgulardan yola çıkarak varılabilecek bir bütün değildir. 

Böyle bir yönelime sahip olmak, yani komünist ahlakı somut bazı olgular karşısında geliştirilen somut yaklaşımlara daraltmadan, devrimci mücadelenin içinde geliştiği sürecin dinamikleri ve siyasal kırmızı çizgileri doğrultusunda geliştirilen bir yönelim olarak ele almak, olguların siyah ve beyaz kadar net olmadığı gri alanlarda da devrimci bir tavır geliştirebilmeyi kolaylaştırır.  

Devrimci ahlakın Kübalı komünistlerin mücadelesinde ne denli önemli ve merkezi bir yer tuttuğu biliniyor ve Küba deneyimi, devrimin liderliğinden başlayarak sahip olunan gelişkin ahlaki tavır sayesinde bu gri alanların yönetimi konusunda da öğretiyor. Komünist ahlakın dayanması gereken siyasal ve ideolojik referansların gelişkinliği ve dinamizmi açısından da ufuk açıcı bir örnek teşkil ediyor.  

Küba Devrimi’nin liderliği için devrimci ahlak tartışması Batista Diktatörlüğüne karşı mücadelelerinin en başından beri hep gündemlerinde oldu. Henüz Moncada Kışlası baskını sırasında bile.

Daha yüzünü tam anlamıyla komünizme dönmemiş olan devrimci kadrolar -26 Temmuz Hareketi liderliği- diktatörlüğe son vermek için başlattıkları mücadelede ahlaki kimi meseleleri tartışıyorlar, devrimci eylemlerine yön verirken bunları esas alıyorlardı. Fidel etiğe bu denli önem veren ilk devrimci hareket olmadıklarını söyler. Gerçekten de öyleydi ama Küba Devrimi’nin gerçekleştiği özgün koşullarda devrimin liderliğinin sadece pragmatizm ile sınırlı olmayan ve çoğu zaman felsefi bir zemine de oturan ahlaki yaklaşımları Küba’da sosyalizm deneyimine karakterini veren bir rol oynadı. 

Öyle ki, bugün Küba’nın nasıl ayakta kaldığı sorusuna verilebilecek birçok yanıttan birinin de devrimci ahlakla ilişkili olduğunu iddia etmek abartılı olmayacaktır. Küba deneyimi siyasi etiğin devrimci mücadelede sanıldığından daha büyük bir yer kapladığını gösterir. Küba’yı ayakta tutan tek başına devrimci ahlak olmasa da bunu çıkardığımızda geriye kalan deneyimini zenginliği ve gelişkinliği tartışılır bir hal alır.  

26 Temmuz Hareketi’nin, kaynağını büyük oranda Küba’daki çürümüş toplumsal düzeni değiştirme motivasyonundan alan ve devrimden sonra sosyalizme doğru ilerleyen yola girilmesiyle birlikte eşitlikçi fikirlerle yoğrulan etik yaklaşımının izlerini Fidel’in Moncada Kışlası baskını ardından yargılanması sırasında gerçekleştirdiği ünlü tarihi savunmasında dahi sürebiliriz. 

“Yüzsüzlükte zirve yapan birinden halka saygı göstermesi beklenir mi? Tutuklandığım günkü ilk ifademde, 26 Temmuz’daki silahlı eylemin tüm sorumluluğunu kamuoyu karşısında açıkça üstlendim. Dolayısıyla diktatörün 27 Temmuz’da çıkıp halka karşı savaşçılarımızla ilgili söylemiş olduğu şeylerin bir tanesi bile doğru olsaydı böylesine bir ahlaki yükümlülüğün altına nasıl girerdim?”31

Fidel’in ahlaki yükümlülüğünü üstlenemeyeceğini söylediği eylemler arasında şunlar yer alıyordu: Mocada eyleminin arkasında yabancıların ve kiralık askerlerin bulunması, eylemcilerin devrilen rejimle siyasi ve maddi ilişki içinde olmaları, ele geçirilen askerlerin boğazları kesilerek öldürülmeleri veya yaralanmaları, Askeri Hastane’deki doktorların yaralanmaları… 

Fidel bu söyledikleriyle düzen güçleriyle ilişkilenme ve insan hayatını önemsemeyerek sınırsız şiddete başvurmaya dair iftiraların karşısında hem ahlaki bir tavır alıyor ve parçası olduğu hareketin iktidardan farkını ortaya koyuyor, hem de başka bir etik konumlanışa işaret ederek halka yalan söylemenin ahlaksızlık olduğunu vurguluyordu. 

“Mahkeme tutanaklarına şunu da ekleyin: Yoldaşlarımız, yakalandıklarında üzerlerinde kıymetli ne varsa son kuruşuna kadar soyuldular. O aşağılık katiller şu anda geride bıraktıkları cenazelerden yağmaladıkları yüzükleri, saatleri takarak ortalıkta geziniyorlar, yoldaşlarımızın ceplerinden çaldıkları paraları görgüsüzce saçıyorlar.”32

Böyle bir çürümüşlüğün karşısında devrimci mücadeleye eşlik eden ahlaki bir tutum da geliştirmek mevcut ahlaki ve siyasi değerlerle hesaplaşarak gerçek bir alternatif haline gelmek ve bunu yaparken toplumsal meşruiyete de yaslanmak anlamına geliyordu.   

Fidel, devrimci etiği, kendi ülkelerinin spesifik koşullarını göz önünde bulundurarak verdikleri mücadeleye içkin hale getirmeye çalıştıklarını anlatırken etiğin temel bir prensip haline getirildiği bir felsefenin yokluğunda, adaletsizliğe karşı öfkenin nefretin bu denli büyüdüğü koşullarda devrimci şiddetin çok yıkıcı boyutlara ulaşabileceğine işaret ediyor ve etiğin devrimci bir hareket için bu nedenle de olmazsa olmaz olduğunu vurguluyordu. 

Ignacio Ramonet’e verdiği ve Türkiye’de Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi ismiyle yayınlanan röportajında33 Fidel, Batista güçlerine karşı terör veya suikast eylemine başvurup başvurmadıklarıyla ilgili soruya ikisine de asla başvurmadıkları yönünde yanıt veriyordu. Bir suikast ile Batista’yı öldürmek Batista’nın ordusuna karşı silahlı mücadele vermekten çok daha kolaydı, çok daha az insan kaynağı ve maddi kaynak gerektirirdi. Bununla birlikte Fidel ve yoldaşları daha zor olan yolu seçerek, bu zorlu mücadelede hayatlarını kaybetme ve insan gücünün zayıflaması ihtimallerini de göze alarak böyle br eyleme hiç girişmediler. Bu siyasi bir karardı, Batista’yı öldürmenin çözüm olmayacağını, yerini yeni bir Batista’nın alacağını biliyorlardı. Ancak bu aynı zamanda etik bir karardı, zorbalık ve zulümle halkını yıldırmış bir iktidara son verme iddiasını taşıyanların aynı yöntemleri kullanması siyasi ilkelerle ahlaki bir tutarsızlık anlamına gelirdi. Bu durum hareketin toplumsal meşruiyetine darbe vurmak anlamına gelebileceği gibi rejim güçlerini konsolide edecek bir toplumsal desteğin yaratılması anlamına da gelebilirdi. Siyasi ve etik ilkeler Küba Devrimi’nin liderliği için birbirini besleyerek devrimci stratejide belirleyici olmaya devam ediyordu. 

Bu örnekteki olduğu gibi, çoğu zaman ahlakın nerede bittiği, siyasetin nerede başladığı sorusuna net bir yanıt vermek mümkün değil. Siyaset her durumda belirleyicidir. Sonuç olarak bir ahlaki duruş kendisini farklı başlıklarda var edebilir. Örneğin, bir kadın cinayetine, doğa katliamına, çocuk işçiliğine ya da siyasi yolsuzluğa aynı ahlaki tutumun bir yansıması olarak tavır alabilirsiniz ama bu tutum tek başına siyaseten bir doğrultu ya da ağırlık noktası tarif etmez. Mücadelede odaklanılacak alanları önceliklendirmek, yapılacak hamleleri belirlemek siyasetin, siyasi taktik ve stratejinin konusudur. Bu nedenle de siyasetten koparılmış soyut bir ahlak anlayışı komünistler için yeterli değildir. Ancak siyasetinizi daha da güçlü kılmanın yolu ahlaki değerleri de içermenizden geçer.

Küba’da devrimci mücadele sivil halkın zarar görmemesi ve sivil halkı hedef alan her tür kör şiddetten sakınılması konusunda her zaman çok kararlı ve iddialı bir ilkesel duruş sergiledi. Fidel bu duruşu soyut bir vicdani tavır ya da iyi kalplilikle ilişkilendirmiyordu. Etiğin basitçe bundan ibaret olmadığını, siyasi ilkelerle yan yana gittiğini ve siyasi sonuçlar yarattığını biliyordu. Etik göz ardı edilip diktatörlüğe karşı verilen savaşı kazanabilmek amacıya her türlü şiddet meşru görüldüğünde ortada kazanılacak bir savaş da kalmayacaktı. 

Devrimin öncü kadrolarının bu etik yaklaşımdaki ısrarı devrimden sonra ve sosyalizmin kuruluşu sürecinde de devam etti ve Küba Devrimi’ne özgün karakterin kazandırdı. Devrimin gerçekleştiği ülkenin özgün koşullarına göre devrimci ahlakın siyasal ve ideolojik referanslarının nasıl şekillenebileceğine dair gelişkin ve yaratıcı bir örnek oluşturdu. 

Örneğin Batista rejimi esnasında eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin olabildiğine derinleştiği Küba’da, devrimden sonra sosyalist kalkınmanın insani karakteri temelini, burjuva insan haklarından değil daha gelişmiş ve idealizme dayanmayan bir değerler sisteminden aldı. 

Eşitlik fikri Küba’da sosyalist kalkınma için gerekli bir koşul olduğu gibi sosyalist sistemin etik temelini de oluşturdu.34 Ve bu etik temel bir tür fırsat eşitliğine ya da soyut bir hak olarak eşitliğe değil, yaygın bir şekilde paylaşılan bir toplumsal durum olarak eşitliğe dayandı. 

Sosyalizm zaten eşitlikçi bir düzenin inşasını hedeflediğinden eşitlik başlığında siyasal ve ideolojik mücadelenin nerede bittiği etik temelin nerede başladığı oldukça iç içe geçmiş görünür. Ama zaten devrimci ahlak siyasi mücadele başlıklarının yanında yer alır ve onlar tarafından şekillendirilir. Ama bununla kalmaz, aynı zamanda bu mücadele başlıklarında devrimci bir tutum almayı da kolaylaştırır. Karşılaşılan zorluklarda yapılan tercihler, bu açıdan sadece siyasi kararların değil etik yönelimin de izlerini taşır.  

Örneğin Küba’da devrim gerçekleşir gerçekleşmez atılması önceliklendirilen adımların neler olduğu bu açıdan sanıldığından daha fazla şey anlatır.35 Sınırlı kaynakların öncelikle hangi alanlarda kullanılacağı sorunu teknik ve basit bir kaynak yönetimi sorunu değil, devrimin siyasi ve etik tercihleriyle ilgili bir sorundur. Küba’da eğitim ve sağlık sisteminin bugünkü gelişkinliğinin temeli, devrimden sonra bu iki alanın önceliklendirilerek seferberlik konusu ilan edilmeleriyle doğrudan ilişkilidir. Bunun nedeni sadece temel hizmetlerin sunumunun bunu gerektirmesiyle açıklanamaz. İnsan onuruna yakışır bir hayat sürmek için olmazsa olmaz olan bu alanlarda eşitliğin sağlanmasını önceliklendirmemek eşitlikçi olduğu iddiasındaki bir toplumsal düzene yakışmayacağı ve inandırıcılığını zedeleyeceği için ahlaki görülemezdi. Temel hizmetlerin parayla satılması ahlaksızlık ise karşısında da böyle bir ahlaki tavır geliştirilmeliydi.

Dahası, Küba komünist ahlak ile yeni insanın yaratılmasında devrimci bilinç arasında çok sıkı bir bağ kurdu. Kübalıların “la conciencia” diye adlandırdıkları bu bilincin devrimci etik tarafından beslenmesi sağlandı. 

Küba halkının atılan adımların sadece nesnesi olmaması, aynı zamanda devrimci hedefler çevresinde örgütlenmesi ve harekete geçirilmesinde de etik temellerin payı büyüktü. Küba devriminin liderliği devrimci bilincin sadece propaganda ya da eğitimle kazanılamayacağının farkındaydı. En başından itibaren, devrimci mücadeleye aktif olarak sağlanabilecek ve etikle yoğrulmuş her türlü katkının devrimci bilinci ve sosyalizm mücadelesine ideolojik bağlanma kanallarını zenginleştireceğini ve güçlendireceğini düşünüyordu. Devrimin insanların gündelik hayatlarında yaratacağı motivasyonun korunmasında etik ve insani değerlerin etkisi olduka önemseniyordu. 

Bu açıdan Küba Devrimi, devrimci mücadeleye katkı verilmesinin yollarını arttırarak beşeri kaynaklarını seferber etmeye çalışırken sadece sosyalist devrimin gerektirdiği görevlerin sınırlı kaynaklara rağmen yerine getirilmesini değil, aynı zamanda Kübalıların devrime bağlanma kanallarını da artırmaya çalışıyordu. Ve devrimci ahlak tartışmasız bir biçimde burada çok belirleyici bir rol oynadı. 

Küba’da gönüllü katkı ve çalışmanın çok değerli görülmesi ve teşvik edilmesi sadece üretimin artırılmasıyla ilgili değildi. Gönüllülük, emek gücünün kitlesel mobilizasyonunun yanı sıra Küba halkının devrime ideolojik bağlılığının artırılmasının da bir yolu olarak görülüyordu. Üstelik iç karışıklık ya da uluslararası bir misyon gibi bazı alanlarda gönüllülüğe dayanmayan bir katılımın etik olmadığı düşüncesinden hareket ediliyordu.36

Diğer alanlarda ise, Küba’nın eğilimi gönüllü çalışmanın manevi teşvikler ile özendirilmesiydi. Fidel, Avrupa’daki bazı sosyalist ülkelerde gönüllü çalışmanın eksikliğini şaşkınlıkla karşılıyordu.37

Manevi teşvikler, tüm yetersizliklerine rağmen, geleceğin toplumuna dair değerlerin toplumsal hayatta kök salmaya başlaması ve yeni insanın yaratılması yolunda önemli bir araç olarak görülüyor ve maddi teşviklere kıyasla önceliklendiriliyordu. Bu özendiriciler kişilerin maddi yaşam koşullarında bir değişikliğe neden olmayan sembolik ödüller, üyelikler ya da unvanlar olabiliyordu.   

Gönüllü katkının esas olduğu eğitim seferberliği de, tüm Kübalıların eğitim hizmetinden eşit bir şekilde yararlanabilmesi için hem siyasi ve ideolojik hem de etik nedenlerle zorunluydu. Ama aynı zamanda eğitim seferberliği, Küba halkına okuma-yazma öğretme amacıyla adanın en ücra köşelerine kadar giden onbinlerce Kübalı genç için de bir eğitimdi. Gençler bu sayede ülkelerini tanıdılar, adaletsiz bir toplumsal sistemin ülkelerinin insanlarını mahkum ettiği eşitsizliklere tanık oldular ve bu adaletsizliği ortadan kaldırmaya yönelik devrimci bir ahlaki motivasyon edindiler.38

Henüz devrim gerçekleşmeden, Sierra’larda yürütülen gerilla mücadelesi sırasında da gerillalar köylülere (campesinos) okuma-yazma dersleri vermeyi ihmal etmediler. Bunu sadece köylülerin desteğini alabilmek için pratik bir amaçla değil, hem kurmak istedikleri toplumsal düzen böyle bir aydınlanma hamlesini gerektirdiği için hem de gerillaların mücadeleye bağlanma kanallarını güçlendirmek için yaptılar. Nihayetinde köylülerin desteğini almayı başardılar, ama pragmatik değil ilkesel yaklaştılar.

Eşitlik ilkesi ve halkın toplumsal hayatın örgütlenmesine katılımının yanında Küba Devrim’nin dayandığı devrimci ahlakın temel aldığı üçüncü siyasal-ideolojik referansı ise enternasyonalizm oluşturdu. Küba deneyiminde enternasyonalizm, komünist hareketlerle ve dünya halklarıyla uluslararası dayanışmanın ve kuru bir görevin ötesine geçti. Enternasyonalizm komünist ahlakın şekillenmesinde belirleyici bir rol oynadı, aynı zamanda Küba tarihinde bu ahlaki konumlanışın test edilebileceği en kritik alanlardan birini oluşturdu. 

Küba Devrimi, enternasyonalist dayanışmaya gelişkin bir komünist ahlakla yaklaştı, kapitalist bir ülkenin uluslararası ilişkilere yaklaştığı gibi yaklaşmadı. 

“Ama biz teknik yardım yaptığımız zaman kimseye makbuz göndermeyiz. Çünkü biz bir sosyalist ülkenin, bir devrimci ülkenin, geri bırakılmış ülkelere yapabileceği yardımın en azının, buralara teknisyen yollamak olacağına inanırız. Biz kimseye verdiğimiz silahlar ya da yaptığımız teknik yardım için makbuz göndermeyi, üstelik ima etmeyi de düşünmeyiz. Çünkü biz bir ülkeye yardım yapıp, hemen arkasından her gün bunu açıklarsak, sürekli olarak yardım yaptığımız ülkeyi küçültmüş oluruz.”39

Fidel, Çekoslovakya Sorunu ismiyle kitaplaştırılan konuşmasında ABD emperyalizmine referansla, düşmanın bu kadar yakın olmasının herhalde onların lehine olduğunu, emperyalist tehdide karşı koyabilmek için kendi öz güçlerine ve direnme azimlerine dayanmaları gerektiği fikrinin bu sayede güçlendiğini söyler. Başka bir örnekte belki bir içe kapanma anlamına gelebilcek bu koşullar, Küba örneğinde, devrimin liderliğinin bilinçli müdahalesiyle, enternasyonalizmin gerçek ve yaşayan temel bir ilke haline getirilmesiyle mümkün olabildiğince aşıldı. Sosyalizm adaya sıkışıp kalmadı. 

Ancak enternasyonalizm, uluslararası dayanışmayı örgütlerken ülke içindeki dayanışmayı ihmal etmek anlamına gelmedi, birbirinden rol çalmadı, aksine birbirini besledi.40

“Bizim sürekli olarak karşılaştığımız sorun, herkesin ülkeyi terketmesine izin verilerek ihtiyaç bulunan bir yere gidip devrimci harekete yardım etme hülyasına dalmasıdır.”41

Yani Küba, tıpkı eğitim seferberliği örneğinde olduğu gibi, enternasyonalist bir dış politikayla hem devrimci etiği bu alanda pratiğe döküyor, hem de bundan Kübalıların enternasyonalist bilinçlerinin ve ahlak değerlerinin gelişebilmesi için bir okul olarak da yararlanıyordu…

Sonuç

Ele aldığımız konu yalnızca siyasal düzlemde incelenemeyecek kadar derin bir içeriğe sahip. Teorimizin kalkış noktasını kapitalizmi yıkma ve sınıfsız sömürüsüz bir toplum kurma hedefi oluşturuyorsa Marksizm-Leninizm’in kaçınılmaz olarak etik bir yan barındırdığını kabul etmek gerekir. Hangi koşullarda olursa olsun, reel politikerliğin uyguladığı basınç bu etik derinliğin yok sayılmasına gerekçe olamaz. Emperyalizm, devlet gibi kavramlar etrafında yürütülen ve güncelliğini de koruyan tartışmalarda ve çalışmalarda, Marksizmin bu başlıklardaki müdahalesinin ahlaki bir tutum barındırmadığını iddia etmek bu açıdan anlamsız kalır. 

Bununla birlikte, devrimci etik tartışmasının teorik ve tarihsel boyutlarının önemi bir yana, bugün güncel siyasi ihtiyaçlar da bu tartışmayı yapmayı zorunlu hale getiriyor. Güncel siyaset, devrimci bir ahlaki konumlanışın neden gerekli olduğunu her gün hissettirmeye devam ediyor. 

Bu tartışmayı yapmamız gerekiyor. Çünkü düzen içi dengelerin durmadan değiştiği kaygan bir siyasal zeminde savrulmadan hedefe odaklanmanın yolu ilkeli ve etik bir siyaset tarzından geçiyor. Ahlaki değerlerin içerildiği ilkeli bir siyasi tavra, sırf onurlu bir duruş bunu gerektirdiği için değil, siyasi bir çıkmaza düşmeden hedefimizde bir aşınmaya ya da silikleşmeye izin vermemek için de ihtiyaç bulunuyor. 

Bu tartışmayı yapmamız gerekiyor. Çünkü düzen siyasetinin salgıladığı düşüncenin aksine hedefimize ulaşmanın en hızlı ve kesin yolu ilkeleri bir kenara atıp ahlaksızca bile olsa her hamleye başvurmaktan geçmiyor. İyi niyetlerle de olsa böyle bir hayale kapılanların sonu düzen tarafından kapılmaya çıkıyor. Amaca giden yolda her aracı meşru görenlerin, eninde sonunda burjuva siyaseti tarafından düzeni meşrulaştırmak için kullanılan birer araç haline gelme riski bulunuyor. 

Bu tartışmayı aynı zamanda tarihsel görevimizin bilinciyle, kapitalizm giderek daha da çürür ve çürütürken, büyük insanlığı ayağa kaldırmanın ve insanca bir gelecek inşa edebilmenin tek yolu buradan geçtiği için yapmamız gerekiyor. Bu çürümüşlük karşısında etik değerler barındırmayan bir siyasi mücadele hattıyla kapitalizmi alt etme şansımız görünmüyor. 

Ve Küba Devrimi, devrimci ahlakın, içerde sosyalizmin inşasını, dışarda ise, tüm sınırlılıklarına rağmen, dünya halklarının gözünde sosyalizmin prestijini nasıl güçlendirici bir rol oynadığını gösteren biricik örneğimiz olarak ilham vermeye devam ediyor… 

  • 1. Etik, bir eylemin ahlakiliğinin değerlendirilebileceği kriterlere dair zemini de sunan bir felsefi kategori olarak daha geniş kapsamlı bir içeriğe sahip olsa da genellikle iki kavramın birbirinin yerine kullanılmasında bir sakınca görülmüyor. Bu yazıda da etik ve ahlak birbirinin yerine kullanılmıştır.
  • 2. Steven Lukes, Marksizm ve Ahlak, çev. Osman Akınhay, 1. Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998, s.145-146.
  • 3. Leon Trotsky, Terrorism and Communism (Dictatorship versus Democracy) A Reply to Karl Kautsky, Chapter 4, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1920/terrcomm/ch04.htm (Erişim tarihi: 07.05.2022).
  • 4. Leon Trotsky, Terrorism and Communism (Dictatorship versus Democracy) A Reply to Karl Kautsky, Chapter 2, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1920/terrcomm/ch02.htm (Erişim tarihi: 07.05.2022).
  • 5. Leon Trotsky, Terrorism and Communism (Dictatorship versus Democracy) A Reply to Karl Kautsky, Chapter 4, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1920/terrcomm/ch04.htm (Erişim tarihi: 07.05.2022).
  • 6. Georg Lukacs, Tactics and Ethics, https://www.marxists.org/archive/lukacs/works/1919/tactics-ethics.htm (Erişim tarihi: 07.05.2022)
  • 7. Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, 2. Basım, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2013, s.212.
  • 8. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, 6. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2019, s.19.
  • 9. Friedrich Engels, Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1977, s.177.
  • 10. Friedrich Engels, On Authority, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1872/10/authority.htm (Erişim tarihi: 07.05.2022)
  • 11. Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Erkin Özalp, 1. Basım, İstanbul: Yordam Kitap, 2016, s.89.
  • 12. V.İ. Lenin, The State and Revolution, CW 25, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.463.
  • 13. Age, s.430.
  • 14. V.İ. Lenin, The Economic Content of Narodism, CW 1, 4. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1977, s.421.
  • 15. V.İ. Lenin, The Tasks of the Youth Leagues, CW 31, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.294.
  • 16. Age, s.294.
  • 17. Karl Marx, Kapital, I. Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s.230.
  • 18. Age, s.271.
  • 19. Age, s.243.
  • 20. V.İ. Lenin, How to Organize Competition?, CW 26, 3. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1977, s.294.
  • 21. V.İ. Lenin, Imperialism, The Highest Stage of Capitalism, CW 22, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.300.
  • 22. V.İ. Lenin, The State and Revolution, CW 25, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.479.
  • 23. Cemal Hekimoğlu, “İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti”, Gelenek 60, Ağustos 1999, https://gelenek.org/ideolojik-mucadele-ve-sinif-siyaseti/ (Erişim tarihi: 07.05.2022)
  • 24. Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, 2. Basım, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2013, s.72.
  • 25. V.İ. Lenin, Little Picture in Illustration of Big Problems, CW 28, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.388.
  • 26. V.İ. Lenin, “Left-Wing” Communism – An Infantile Disorder, CW 31, 2. Baskı, Moscow: Progress Publishers, 1974, s.50.
  • 27. Mesut Odman, “Çürüme Üzerine Notlar”, Gelenek 87, Temmuz 2006, https://gelenek.org/curume-uzerine-notlar/#easy-footnote-8-18844 (Erişim tarihi: 04.05.2022)
  • 28. Jean-Paul Sartre, Kirli Eller, İstanbul: Varlık Yayınevi, 1965.
  • 29. Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, 2. Basım, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2013, s.50.
  • 30. Louis Althusser, Marxism and Humanism, Cahiers de l’I.S.E.A içinde, 1964, https://www.marxists.org/reference/archive/althusser/1964/marxism-human…(Erişim tarihi: 07.05.2022)
  • 31. Fidel Castro, Tarih Beni Aklayacaktır, çev. Celil Denktaş, 1. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2017, s.71.
  • 32. Age, s.87.
  • 33. Fidel Castro and Ignacio Ramonet, Fidel Castro My Life, London: Penguin Books, 2007.
  • 34. Henry Veltmeyer ve Mark Rushton, The Cuban Revolution as Socialist Human Development, Boston: Brill, 2012, s.15.
  • 35. Age.
  • 36. Fidel Castro and Ignacio Ramonet, Fidel Castro My Life, London: Penguin Books, 2007, s.412.
  • 37. Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu, 2. Baskı, çev. Yılmaz Tunç, Ankara: Aşama Yayınevi, 1975, s.23-24.
  • 38. Henry Veltmeyer ve Mark Rushton, The Cuban Revolution as Socialist Human Development, Boston: Brill, 2012, s.145.
  • 39. Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu, 2. Baskı, çev. Yılmaz Tunç, Ankara: Aşama Yayınevi, 1975, s.27.
  • 40. Henry Veltmeyer ve Mark Rushton, The Cuban Revolution as Socialist Human Development, Boston: Brill, 2012, s.249.
  • 41. Fidel Castro, Çekoslovakya Sorunu, 2. Baskı, çev. Yılmaz Tunç, Ankara: Aşama Yayınevi, 1975, s.31.