Dört Dağın İçindeki Dersim Yahut Tarih Öncesi Köpekler

 “Ulusallık sorunu bir dünya devrimi sorunu olduğuna göre, olumlu ya da olumsuz niteliği, ancak dünya devrimine oran ve görecelilikle belirir.”1

Genel olarak ulusal sorun, Türkiye özelinde de Kürt sorunu daha önceleri defalarca Gelenek sayfalarında, değişik boyutlarıyla işlendi. Ulusal sorun konusunda, konuşan ve konuşabilecek herkes açısından söylenmesi gerekenlerin söylendiğinde ısrar etmek durumundayız. Güncel politik konumlanışların bu kadar kolay değişebildiği bir meselede dönüp dolaşıp “teori mühimdir” demenin de pek bir karşılığının olmadığını görebiliyoruz. Üstelik içinde yaşadığımız zaman diliminde, örneğin Dersim’i düşünürken, bir tür anakronizm tuzağına düşme tehlikesi bulunuyor. Demeye çalıştığım, asla “o dönemin şartları düşünülmeliydi” türü bir aklama çabası değil; aksine, o dönemin uluslararası komünist hareketinin koşulları ile Kürt ulusallığının arasındaki ilişkiyi sağlıklı kurmaya çalışmaktır. Çünkü birincisi, oldukça vulger bir “gericilikle mücadele” tezinin savunusu, doğruluğundan ya da yanlışlığından bağımsız olarak, komünist siyaseti iğdiş edici bir nitelik taşıyor; ikincisi Dersim’den ölçüsüz bir “özgürlük mücadelesi” vurgusu çıkması da, eğer güncel bir değer ifade etmiyorsa, pek mümkün olamıyor. Bu bahsedilen “iki tarz-ı siyaset” ileride açılacak. Şimdilik bir tez olarak şu söylenebilir: Dersim Katliamı ya da genel olarak Kürt ulusallığı ile kurulacak ilişki, tarihe bakarken de, ancak bağlam üzerinden tarif edilebilir.

Üstelik bugünkü adıyla Tunceli, Kürt ulusallığı açısından, kanımca Diyarbakır’dan farklı bir noktada durmaktadır. Türkiye devrimci-demokrasisi/ sosyalist hareketinin uzun yıllar boyunca Kürt coğrafyasında tutunabildiği tek bölge olan Tunceli, Kürt ve Alevi toplumunun kesişiminde de yer aldığı için, ayrı bir incelemeyi de hak ediyor. Aleviliğin getirdiği özellikler dolayısıyla enikonu Cumhuriyetçi, anti-Osmanlıcı eğilimlerin taşıyıcısı; tarihsel olarak Kürt ulusallığının biriktirdikleri sayesinde de halkçı-devrimci bir kimliğe sahip olan Dersim, Kürt coğrafyasının diğer bölgelerine sızan dinci gerici hegemonyayı kırabilecek güncel bir politik anlam da taşıyor.

Kanımca Dersim tartışmalarının güncel uzantısı ancak burada bulunur: Dersim Katliamı bugün için, açık bir gericilik, sermaye sınıfı ve halk düşmanlığı karşıtlığı bağlamına yerleştirilirse bir anlam ifade edebilir. Dersim Katliamı’na baktığında, yalnızca merkezi otoritenin tedhişini ve baskısını gören bir göze Marksizm ile arasına bir çizgi çekmesi tavsiye edilir.

CHP’li Onur Öymen’in kendisinden beklenen malum açıklamalarından sonra altı harlanan Dersim tartışmaları bunu bir kez daha zorunlu kılıyor. Yazı, merkezine Dersim Katliamı’nda olan bitenleri almayacak. Dersim tartışmalarında, Dersim’de yaşananları yorumlamaya yarayacak yönteme, Dersim özelinde odaklanmaya çalışacak. Kısacası, Dersim’e bakmak için bir yöntem önerecek.

Birkaç hatırlatma

Dersim’e varmadan önce hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor. Bu hatırlatmalardan ilki, yeni kurulan Cumhuriyet ile Sovyetler Birliği’nin ilişkileri. Ekim Devrimi’nden sonra, ulusal kurtuluş mücadelelerinin dünya devrimi stratejisinin bir parçası haline geldiğini biliyoruz. Doğu’daki ezilen halklara uzatılan el, emperyalist mekanizmaları parçalamak için bir tür manivela olarak kullanılıyordu. Tarih sahnesine çıkmaya başlayan “uyanan milletler”, kümülatif olarak ileriye çekiliyor ve emperyalizme karşı mücadele içerisinde var oluyordu.

Kabaca özetlediğimiz bu durum, bizim coğrafyamız bağlamında, Doğu Sorunu’nun rafa kaldırılması yahut bu kapsamdaki planların bozulması anlamına geldi. İşin aslı, Kurtuluş Savaşı döneminde Bolşeviklerin bir “Kürt sorunu” yoktur. Mesele genel anlamıyla Osmanlı-Türkiye’nin paylaşılması ve “Türk sorunu”dur. Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın delege yapısı, bize durumu anlatıyor.2 Genç Sovyet Rusya’nın temel hedefi emperyalist işgalden arındırılmış ve egemen bir Anadolu’dur.

Üstelik emperyalizm, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce, Sovyet Devrimi’ne karşı “beyaz” cumhuriyetler kurmak istedi. Ermenistan için denenen buydu, Gürcistan için denenen buydu ve görünen o ki, Ekim Devrimi’ne karşı uç beyi vazifesi görecek bir tür Kürdistan da bu planlar dâhilindeydi.

Kürt ulusallığının ne yapması gerektiğini Doktor Kıvılcımlı özetliyor:

“Yeryüzünde herhangi bir geri ülkenin ulusal kurtuluşu ancak ve ancak bu büyük güçle el ele verdiği zaman cidden ve sürekli olarak tutunabilir, olumlu bir rol oynayabilir. Şu halde eğer söz konusu olan bir Kürt ulusal hareketiyse, bu hareketin biricik şaşmaz yolu vardı: komünizmle el ele vermek. Yani yakın Sovyet devriminden hız ve yön almak… Yeni doğmuş Kürt ulusçuluğu bunu yapmadı. Oysa Türk burjuvazisi yaptı.”3

Doktor, devam ederek Kürtlerin tarihsel olarak geri üretim ilişkilerine sahip olduğunu vurguluyor:

“Kürdistan’ın egemen ve yengin sosyal bünyesi, klan ve aşiret ululuğu ve beyliği sistemiydi. Bu sistem geleceği değil, geçmişi özleyebilirdi. O zaman geçmişe dört elle sarılmış: a) Türkiye’de saltanat; b) Dünyada emperyalizm vardı. Onun için Kürdistan’daki yengin nitelik bu ulusal ve uluslararası katmerli karşı-devrimin peşinden sürüklenmeye zorunlu oldu.

(…)

“O zamanki Kürt ulusalcılığı, tarihsel durumu yüzünden kendisine hâlâ derebeylerini lider yaptı. Bir iskeletten farksız olan Sultanla uzlaştı. Hâlâ anavatanda patlayan işçi hareketi önünde vahşi hayvanlara özgü bir panik psikolojisine düşmüş emperyalizmden medet umdu… Kürt ulusalcıları, ezilen Kürt miriyvolarının içine girerek Kürt köylülüğünü barut gibi ıhtılalcileştirecek devrim sloganları ve örgütleri yaratacak ve Anadolu köylülüğünün ulusal kurtuluşuyla eşit haklı ve ortak anti-emperyalist cepheli bir müttefik gibi kardeşleşecek yerde, sultanın ve musallat emperyalizmin, Anadolu’da yeni beliren ulusal harekete karşı aleti olma tehlikesine düştü.”4

Doktor’un biraz abarttığı düşünülebilir. Fakat herhalde alıntının son kısmı birçok şeyi açıklıyor: Kürt ulusallığının o günkü durumu ve tutumu, örneğin Komintern’in veya Bolşeviklerin elini kolunu bağlamaktadır. Bolşevik siyaset basitçe bir “dayanışmacılık” değildir; öbür tarafta, emperyalist cenahta ise Türkiye’ye müdahale etmeme düsturu benimsenmeye başlamıştır. Kemalist kadrolar, emperyalizmi “Bolşevik olmakla” tehdit ederken, Bolşevikleri de emperyalizme yakınlaşma ile “terbiye etmeye” çalışmaktadır.5 Buradan bakınca Kürt halkının tarihsel trajedisi daha kolay anlaşılıyor. Bu trajedi, Kemalistler tarafında dahi, “karşı-devrimci”, “yabancı parmaklı” olmakla nitelendirilecekti.

Cumhuriyet kadroları için de benzer şeyler söylenebilir. Türkiye burjuvazisinin iç pazar sorunu, Kürt coğrafyasında Kürt ulusallığı ve feodalizmi/aşiret sistemi ile iç içe geçmiştir. “İktidara gelen burjuvazi gericileşir” sözü eğer bir kuralsa, Kemalizm’in Kürdistan coğrafyasındaki politikası asla “ileriye gitmek” olmamıştır:

“Doğu illerinde tarımın makineleşmesi değil, ilerlemesi bile Kemalizm’e dokunuyor. Onun için oralardaki traktörleşme girişimleri, her zaman sözle verilen vaatlere karşın, bürokrat faaliyet içinde boğuntuya getiriliyor. Ve sadakati su götürmez unsurlar buluncaya kadar örnek çiftlikten öteye geçemiyor.”6

Kürt ulusallığının serbest bırakılması, işin aslı, Cumhuriyet’in varlık zemini olan ittifaklar politikasının ve sınıf egemenliğinin altını oyucu bir işlev görecekti. Kemalizm’in Kürt coğrafyasında tutunabildiği yegâne özne, zaman zaman hırpalasa ve genel bir “Kürtlük” kategorisi içinde değerlendirse de, Kürt egemenleri olmuştur.

Demek, Kürtlerin tarihsel “geriliği” ile Türkiye burjuva devriminin uluslararası bağlamının birlikte belirleyicisi olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Erken Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının içinde barındırdığı yönler de, kimi yönleri sivrilse de, böyle ikili bir karaktere sahiptir. Bir halk hareketi olduğu oranda heyecanlandıran, fakat önderliği ve siyasal karakteri sebebiyle desteklenemeyecek bir Kürt ulusallığı, açıktır ki Türkiye işçi sınıfının hareketlenmeye başladığı dönemde pozitif bir unsur olarak genel devrimci harekete bağlanabilmiştir.

Bu başlığı son bir tartışma ile kapatmak gerekiyor. Kürt sorununun Osmanlı-Türk modernleşme hareketinin ve burjuva devriminin bir bakiyesi olarak görülmesi, aslında kapitalizmin eşitsiz gelişimi ile uyuşuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler söz konusu olduğunda “inkârcı” bir yolu tercih etmesinin Kürtlerin devletlerinin olmamasıyla bir ilgisi bulunmuyor.

İsmail Beşikçi ise pek böyle düşünmüyor. Taner Timur’un, 1934 yılında kabul edilen “İskân Kanunu”nu “toprak reformu” olarak nitelendirmesine karşı çıkan Beşikçi, şunları yazıyor:

“Açıkça görülmektedir ki, bu konunun toprak reformu ile en ufak bir ilişkisi yoktur. Özünde sömürgeci bir kanundur. Temel amacı, Kürt dilini, Kürt kültürünü, Kürt ulusal varlığını ortadan kaldırmak, Kürt halkını köleleştirip Kürdistan’ı sömürgeleştirmektir.”7

İskân Kanunu’nun bir toprak reformu, dahası Cumhuriyet’in hiçbir dönem bildiğimiz burjuva anlamında bir “toprak reformcusu” olmadığında hemfikiriz. Fakat Beşikçi’nin önerdiği yöntem, Kürt inkârcılığının devletin anti-Kürt tahkiminin sonucu olduğunu iddia etmektir. Türkiye kapitalizminin yapısal özelliklerini dışlayan bu tip bir yöntemin, birincisi Türkiye’de devletin benimsediği rolü kavramada, ikincisi Kürt sorunundaki tarihsel konumunu anlamada pek bir işe yarayacağını zannetmiyorum. Zaten yarasaydı, bugün İsmail Beşikçi Kürt sorununun çözümünü “nasıl olursa olsun bir Kürt devleti”nde görmezdi.

Bu başlığın önerdiği yöntem, Dersim Katliamı için de geçerli sayılmalıdır.

Dersim’i tedip etmek

1931 yılının Teşrinievvel’i önsözlü bir kitapta, kendisi “bu kitap etüt amaçlı değildir” dese de, bir tür “Kemalist ajan” olduğundan kuşkulanabileceğimiz birisi, Naşit Hakkı, Dersim’i şöyle tarif ediyor:

“Dersim, Şark Anadolu’nun orijinal bir parçasıdır. Bugüne kadar Türk münevveri için kapalı kalmıştır.

“Coğrafya kitaplarının ‘Kapalı Memleket’ dedikleri ‘Tibet’i bile birçok keşif ve sefer heyetleri baştanbaşa katetmişlerdir. Fakat Dersim, devlet memurlariyle asker kıtalarından başkasının kuşbakışı bir tetkikine bile mevzu olmamıştır.

(…)

“Dersim bana kendini şöyle tanıttı:

“Dersim’de;

“Tabiat asiydir.

“Tarih asiydir.

“Görenek asiydir.

“Dersimlinin vicdanı hurafelerin demir pençeleri içindedir.”8 (yazım yanlışları yazarındır, eç)

Ayrıca yazarımız, Kürt coğrafyasında Şeyh Sait ile başlayan isyan dalgasının “tam bir cümhuriyetçi iymanı” ile bastırılmasını övdükten sonra eklemekten kendisini alamıyor:

“Fakat şunu cesaretle, şuurlu bir cesaretle söylemek lâzımdır ki ikinci bir isyan için, böyle on günde büyük bir vatan parçasını saracak isyan için bütün tesisat bakidir ve hazırdır.”9

25 Aralık 1935 tarihinde TBMM’de kabul edilen Tunceli yasasıyla beraber, aslında isyan için “hazırlık” yapıldığı anlaşılıyor:

“MADDE 1 – Tunceli vilâyetinde ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutan rütbesinde bir zat vali ve kumandan seçilir.

“MADDE 2 – Vali ve kumandan vilâyet umur ve muamelatında ve vilâyet memurları hakkında Vekillerin kanunen haiz oldukları bütün selahiyetleri haizdir.

“MADDE 3 – Bu vilâyetlerin kaza kaymakamları ve nahiye müdürleri usulü dairesinde Milli Müdafaa vekâletinin muvakati alındıktan sonra vali ve kumandanın inhası ve Dâhiliye vekilinin tasvibi üzerine kararname ile ve orduya irtibatları baki kalmak şartile muvazzaf subaylardan dahi tayin olunabilir.”10

Ortada bir olağanüstülüğün olduğu muhakkaktır. İsmi Tunceli olarak değiştirilen Dersim’e, bir tür olağanüstü hal valisi atanıyor. Bu atanan vali korgeneral rütbesinde, kendi resmi kurumunda bakanların bütün yetkilerini kullanabiliyor, üstelik vilayetin ilçelerine atanacak kaymakamlar ve nahiye müdürleri de muvazzaf subaylardan atanabiliyor.

Başbakan İsmet İnönü, kanunun gerekçesini ise şöyle açıklıyor:

“Kendilerini bir takım ağaların, mütegallibelerin nüfuz tesirlerinden korumağa muktedir olmayan hatta cehaletleri yüzünden bu gibi kimselerin içlerinde meydana gelmesinde bilmeyerek, istemeyerek, dolayısıyla sebep olan bu zavallı halkı Hükümet daha yakından vesayeti altına almağa ve olgun vatandaşların kanunları anlayarak onlara mütakabilen riayet ederek kendilerine koruyabildikleri haklarını buralarda Hükümet cihazlariyle kesin, kati ve yakından görerek aldığı tedbirler almağa lüzum vardır. Mahallin ihtiyacını yakından görerek aldığı tedbirler derhal orada tatbik edilecek ve vekillerin haiz olduğu selahiyetlerle mücehhez yüksek bir Hükümet mümessillerinin orada vali olması ve bu zatın askeri bakımdan da vaziyeti idare edebilmesi için komutan sıfatını da üzerinde birleştirmiş bulunması gerekli görülmüştür.”11

Dersim “harekatı”nı meşrulaştırmanın temel argümanları, Dersim’in “geri kalmışlığı”, “gerici” olması, merkezi otoriteye biat etmemesi oluyor.12

Geri üretim ilişkilerinin Kürdistan’da başat olmasını bir vakıa olarak görmek gerekiyor. Fakat Cumhuriyet, acaba Dersim özelinde üretim ilişkilerini çözmeye mi uğraştı?

“Bununla birlikte öyle bölgeler vardır ki, Kemalizm orada aşiret sisteminin kendi yönetsel örgütü yerine geçmiş olmasına pişkince aldırmaz. O zaman aşiret başkanlarının çapulculuk örgütünü de hoş görmeye zorunlu olur…

(…)

Kürdistan’da ağaları aşiret sistemleri halinde egemen kılmak ve aşiret karşıtlıklarından yararlanarak Kürdistan’a egemen olabilmek gereklidir. Çetelerin ele geçmesinde en çok yardımı olanlar, Kürdistan’ın yerlisi olarak jandarmalar ve milis örgütüyle bunların köylerde bağlı oldukları ağalar, ağa adamlarıdır.”13

Cumhuriyet’in Kürt coğrafyasındaki siyaseti, aslında Osmanlı’dan beri süregelen “yerli işbirlikçiler” yetiştirme stratejisi ile gerçekleşmiştir. Peki, Dersim’de neden bu taktik işlememiştir?

Birincisi, Dersim’deki aşiret sisteminin birliğe daha elverişli olması olarak gösterilebilir. Coğrafi konum itibariyle de, dağılmaya müsait olmayan yapısı, aşiret birliği üzerinden ulusal bilinç nüveleri oluşturmuştur.14 İkincisi, Zaza aşiretlerinin, sünni Kürtlerden farklı olarak Alevilik ile kendilerini tanımlamalarıdır. Devletin kimi zaman Zazalığın karşısına Dersim Kürtlerini çıkarması bununla da alakalıdır.

En nihayetinde, 1937 yılının bahar aylarında Dersim’e savaş açılır. Katliamın boyutlarını göstermek açısından, şu satırlar çarpıcıdır:

“Kadınların, genç kızların, çocukların ve ihtiyarların mağaralara doldurularak yakılmaları, mağaralara, boğucu zehirli gaz sıkılması, zehirli ve boğucu gazlardan bunalarak dışarıya sıçramaya çalışanların kurşunlanması, çocukların, bebeklerin başlarının kesilerek kılıçlara takılması, gebe kadınların karınlarına kılıç sokulması, çocukların, başlarının taşlara çarpıla çarpıla öldürülmeleri sık sık rastlanan, temel bir politika olarak yürütülen olaylardandır.”15

Katliam sırasında, Seyit Rıza’nın İngiltere’ye gönderdiği bir mektup var. İngiltere’den yardım diliyor. Genelde Kürt isyanlarının, özelde de Dersim isyancılarının “dış” bağlantılarının gösterilmesi açısından çok fazla üstünde durulan bu belgenin kanımca fazla bir önemi yok. Seyit Rıza’nın İngiltere’yi yardıma çağırması, birincisi, katliamın son demlerinde, deyim yerindeyse “can havliyle” gerçekleşiyor. İkincisi, zaten İngiltere’nin yardıma geldiği de yok.

Ayrıca, harekâtın söylenildiği gibi “Dersim halkını ağaların elinden kurtarmak” için yapıldığı iddiası da hayli su götürür. İskân Kanunu’nda geçen “az topraklı ya da topraksız Türk çiftçisini, sürgünlerden boşalan yerlere yerleştirmek” ibaresinin ne kadar “ağalıkla mücadele” olduğu iddia edilebilirse, Dersim halkını katletmek, sağ kalanları sürgüne göndermek, hiç olmazsa “paraya acımaksızın” Dersimliler içerisinden olabildiğince çok adam kazanmaya çalışmak da o kadar ağalıkla mücadele sayılmalıdır.16

Dersim’den bağımsızlıkçı – kurtuluşçu bir ulusal dinamik çıkacağı fikri de hayli şüpheli. 1919-1938 arasındaki isyanlardan en fazla akılda kalanı olması Dersim Katliamı’nı Kürt ulusal bilincinde ayrı bir yere koyuyor, bu doğru… Uygulanan şiddetin büyüklüğü de bu kolektif hafızanın kuşaktan kuşağa aktarılmasına katkıda bulnmuştur, bu da doğru… Fakat Dersim coğrafyasındaki iktisadi ve siyasi ilişkilerin bir tür Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin başlangıcı olmasına izin vereceğini iddia etmek bir hayli fantastik oluyor. Üstelik erken Cumhuriyet dönemindeki üç büyük isyandan en fazla bu özelliği hak eder gözüken isyan olmasına rağmen… Ayrıca örneğin Şeyh Sait isyanında, isyan Kürdistan’ın neredeyse bütününe yayılmış durumdayken, Dersim’de olanlar, coğrafi olarak hayli sınırlı kalmıştır. Dahası, “isyan” zaten merkezin saldırısına bir tepki olarak gelişmiştir. Sonuç olarak “Dersim ruhu”, verili anda coğrafyanın bütününe yayılamadan bastırılmıştır.

Bir toparlama yapmak gerekiyor: Osmanlı’nın son döneminden beri başlayan modernleşme hareketi merkezileşme eğilimini beraberinde getirdi. Bir dönem kadar “özerklik” ile yönetilen Kürt coğrafyası, bu merkezileşme eğilimine tepki verdi. Cumhuriyet döneminde Kürt kimliği Kürt egemenleri kontrol edilerek baskı altında tutulmaya çalışıldı. Hesabın tutmadığı yerlerde isyanlar çıktı, dinin ya da ulusal kimliğin ön plana çıktığı ayaklanmalar yaşandı.

Sonuç

Kestirmeden yazmak gerekiyor: Emperyalizm çağında, kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki feodal bakiye, işçi sınıfı davasına bağlanabiliyor. “İttifaklar politikası” biraz da bunun için geliştirildi. Köylülük sorunu, onunla alakalı ulusal sorun, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına bağlanabildiği oranda devrimci bir içerik kazandı.

Demeye çalıştığım şudur: Burjuva toplumunda, ondan geri unsurların bulunması, kapitalizmi aklamak için yeterli bir neden olamaz. Dersim örneğinde bu daha fazla geçerlidir. Dersim’den vaktiyle ilerici bir şekilde bahsedilememesi, Dersim’i tedip ve tenkil edenlerin durduğu yeri aklamayacaktır. Kapitalizmi veri alarak “uygarlaştırıcı” bir misyon kazandığını zannedenler, halk düşmanlığından bir milim ileriye gidememişlerdir. Burjuvazi o özelliğini kaybedeli neredeyse yüz sene olacaktı 1937 yılında…

Öte yandan, Dersim’in ve Kürt halkının kendi başına ihya olacağını düşünenler de yanılmaktadır. Kürtlerin özgürlük mücadelesinin ülke gündemine giriş tarihinin, Türkiye sosyalist ve işçi sınıfı hareketinin belirleyici aktör olduğu dönemin hemen sonrasına rastladığı usanmadan tekrarlanmak durumundadır.

Bugün Dersim güncel olarak ise, Cumhuriyet fikrini değersizleştirmekte de kullanılıyor. Aynı “bağlam” sorunu burada da geçerli: Dersim’den retrospektif ve anakronik bir biçimde “devrimcilik” çıkartmak nasıl mümkün oluyorsa, Dersim Katliamı’nı AKP’nin eline bir koz olarak vermek de mümkün oluyor.

Bu kozu verenin mensup olduğu partinin CHP olması ise, bana hiç ironik gelmiyor.

 

Dipnotlar

  1.  Kıvılcımlı, Hikmet, Türkiye’de Ulusal Sorun, Yol 2 içinde, der. Mustafa Çakır, 1992, Bibliotek Yayınları, İstanbul, s. 328.
  2. 1273’ü komünist, toplam 1891 delegenin katıldığı kurultayda, Türkler 235 kişiyle en fazla delege sayısına sahip ulus olarak karşımıza çıkıyor. Bunun arkasında Fars, Ermeni ve Gürcü ulusları geliyor. Kürt delege sayısı ise 8. bkz. Birinci Doğu Halkları Kurultayı Belgeleri, 1990, Koral Yayınları, İstanbul, s. 9.
  3.  Kıvılcımlı, Hikmet, Türkiye’de Ulusal Sorun, Yol 2 içinde, der. Mustafa Çakır, 1992, Bibliotek Yayınları, İstanbul, s. 331-332.
  4.  Age, s.332-333.
  5. Güler, Aydemir, Yolları Birleştirmek, 2. Baskı, 2009, Yazılama, İstanbul, s. 105.
  6.  Kıvılcımlı, Hikmet, Türkiye’de Ulusal Sorun, Yol 2 içinde, , der. Mustafa Çakır, 1992, Bibliotek Yayınları, İstanbul, s. 356.
  7.  Beşikçi, İsmail, Kürtlerin Mecburi İskânı, 1977, Komal, İstanbul, s.193.
  8. Hakkı, Naşit, Derebeyi ve Dersim, 1932, Hâkimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, s. 21.
  9.  Age, s. 5.
  10.  Aktaran Beşikçi, İsmail, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, 1990, Belge, İstanbul, s. 11. Beşikçi’nin dikkat çektiği bir “usül hatası” da var. Buna göre, mecliste “Tunceli vilayeti” konuşulduğu sırada ortada Tunceli diye bir vilayet yoktur! Yine de sonuçta, bütün bu “hazırlık”ların, yalnızca “usül hatası” ile açıklanamaycağı anlaşılıyor.
  11.  Age, s. 22.
  12. Google’a “Komintern belgelerinde Dersim” yazıldığı zaman çıkan sonuçların çoğunlukla Kemalist sitelerden oluşması kimseyi şaşırtmamalıdır.
  13.  Kıvılcımlı, Hikmet, Türkiye’de Ulusal Sorun, Yol 2 içinde, der. Mustafa Çakır, 1992, Bibliotek Yayınları, İstanbul, s. 443.
  14. Tabii, “ihanet”lerin de bundan daha az olduğunu iddia edemeyiz. Burada bir örnek, Zarife’si ile beraber efsaneleşen Koçgiri lideri Alişer’in ölümüdür. Jandarma komutanının para vererek aşiretin “sıkı” direnişçilerinden Zeynel’i kendi tarafına çekmesi ve Alişer ile Zarife’yi öldürmesi gayet trajiktir. Daha sonra Alişer ve Zarife’nin gövdelerinden ayrılmış başlarının bizzat Jandarma Albayı Nazmi Sevigen’e verildiği söylenir. Alişer ile Zarife’nin aşkı yörede hâlâ anlatılır. Bkz. Akar, Hüseyin, Dersim’den Portreler, 1999, Kalan, İstanbul, s. 38. Alişer’i öldüren yeğeni “Rehber” ise, hemen akabinde genelkurmayın emriyle kurşuna dizilmiş, ailesi de Batı’ya sürgüne yollanmıştır.
  15.  Beşikçi, İsmail, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, 1990, Belge, İstanbul, s. 65.
  16.  Age, s. 67.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×