Emperyalizm Kendini Dizginleyebilir mi?
Reel sosyalizmin çözülüş günlerinde kopan yaygaranın unutulması mümkün mü?
“Yeni dünya düzeni” ve “tarihin sonu” deyimleri, zaten asla unutulamasınlar diye uydurulmuş olabilirdi yalnızca. Sosyalizm ve işçi sınıfı faktörünün her cephede, sosyal devlette,uluslararası hukukta, toplumsal örgütlülükte, Marksizmin bilimler üzerindeki, işçi sınıfı kimliğinin toplumsal ideolojilerdeki ağırlığında vb. yenilgiye uğraması ile, dünyamızın gerçekten de yeni bir düzene yelken açtığı doğrudur. Ancak “tarihin sonunun geldiği”, insanlığın nihai dengeyi yakaladığı fikrinin çok uyduruk bir tez olduğunun görülmesi için de fazla zaman geçmesi gerekmedi.
Marksistler bu uydurukluğun görülmesini, sınıf mücadelesi yasasının üstüne yerleştirilen örtünün aralanıp gerçekleri yeniden çıplak bırakması olarak düşünebilirler. Karşı cephede ise tarihin akmaya, değişmeye nasıl devam ettiği, edeceği konusunda kuşkusuz farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Bu yorumlar ucuz zaferin olsa olsa Pentagon entelektüellerinin (!) zihninde hayat bulabileceğine aydıktan sonradır ki, yeni başlıklar açıldı.
Yeni üretimin bir kolunda terör ve terörle mücadelenin bir uzanımı olarak uygarlıklar savaşı parlıyorsa, diğer kolda da demokrasi, çağdaşlık, iletişim ve bilumum “düşkünlere yardım” konulu sivil toplum kuruluşu ve fonları var. Demokrasinin namlular aracılığıyla da transfer edilebildiğini, iletişim ve modern teknolojilerin en fazla orduları dönüştürdüğünü ve Türkçesiyle STK, orijinaliyle devlet dışı örgütlerin günümüzün “turuncu” veya “kadife” darbelerinde beşinci kol faaliyetini üstlendiğini düşünürsek, aslında bu iki kol birbirinin karşıtı olmamaktadır. Hatta kural olarak yumuşak havucun militarist sopanın hizmetine koşulduğunu da söyleyebiliriz.
Ancak bu akrabalık ilişkisi, her politik yönelimin uç yorumlarının ve muhalefetinin olacağı kuralını değiştirmiyor.
Burada uç yorum, düpedüz dinsel bir fona oturtulan Hıristiyan-Musevi uygarlığının -Bush’un manidar dil sürçmesiyle- Haçlı Seferleri eliyle başka uygarlıkları egemenliği altına alacağıdır. Şiddet ve terör imalathanesine dönen (!) diğer uygarlıklar bu operasyonu hak etmektedir.
Yeri gelmişken nazizmin de burjuva ideolojisinin ortalamasına denk düşmediğ, bu anlamda emperyalist açılımların bir uç yorumu olduğu hatırlanmalıdır. Bu durum nazizm benzeri ideoloji ve uygulamaların sadece Almanya ve müttefiklerinde değil, Batılı demokrasiyi temsil eden ülkelerde de zaman zaman siyasetin merkezini belirleyebilmesine engel olmamıştır. Uç yorum uçuk-kaçık değil, basbayağı pratik olabilir, kısacası.
Kapitalist dünyada ana rotanın muhalif ağırlıkları aslında hafife alınamaz kaynaklardan beslenmektedir: Emperyalistler arası rekabet, politikaların farklılaşmasına alan açar. Ana rota ciddi tökezlemelerle karşılaştıkça toplumsal meşruiyet kaygıları önem kazanacak ve muhalefete alan açılacaktır. Yükselen militarizmin ayrılmaz parçası olan sosyal ve ekonomik eşitsizlik hem karşı çıkış ve dirençleri gündeme getirmekte, hem de bizzat sermayenin kendi içinde tereddütlere yol açmaktadır. Ne de olsa devrimler çağının hatırası henüz tazedir. Emperyalizm dünya kapitalist piramidinin orta ve alt basamaklarında iç dinamikleri kurutmakta ve içinden çıkılmaz bağımlılık ilişkileri yaratmaktadır. Ancak bu ölüm tehdidinin ölümle sonuçlanmaması için bir reform programının da kendine alan bulması gerektiği açıktır…
Militarizm mi reform mu?
Bu tabloya dünyanın emperyalist yeniden yapılandırılmasının karşısına dikilen güçlü direnişler ve emperyalizmin tarihsel yöntem hatası olan “karşıtını hafife alma”nın ürünü tıkanmaları da ekleyin. Önümüze şu soru çıkacaktır:
Emperyalist-kapitalist sistem tıkanma noktalarını kendisini köklü bir reforma tabi tutarak mı çözme yoluna girecektir; yoksa militarist rotanın aşırı uçlarına mı sıçrayacak, tabir yerindeyse, daha da gaza mı basacaktır
Yaratılmak istenen genel kanının tersine sivil toplum “şebekeleri” bir düzeltme etkisine sahip olmamakta, tersine karşı-devrimci darbelerde işlev üstlenmektedir. Böyle olmadığı durumlarda da sivil toplum fonlarının imaj üretiminin ötesine geçmediği söylenebilir. Kıbrıs’ın iki yakasından gençlerin top oynamasına sponsorluk veya işsizlik ve yoksulluk verileri üzerinde herhangi bir kayda değer etki yaratmayan kredi projeleri gibi…
“Reform”, emekçi kitlelerin, genel olarak ezilen ve yönetilen sınıfların, ya da bağımlı halkların yaşamında gerçek bir durum değişikliğine denk düşmelidir. Yaşam standartlarında göreli bir toparlanma, işsizlikte gerileme, kentlerin aşırı şişkinleşen yoksul çevre kuşağına nefes aldırılması, piyasanın geriletilmesi anlamına gelmese bile gasp edilmiş kimi sosyal hakların iadesi, sağlık, eğitim gibi göstergelerde iyileşme, bağımlı ülkeler üzerindeki borç baskısının hafifletilmesi…
1990’ların ikinci yarısında Avrupa’nın üç büyüğü Almanya, İngiltere ve Fransa’da sosyal demokrat partilerin seçim başarıları bu doğrultuda yorumlanmış, “yeni sol”a bazı umutlar bağlanmıştı. Ancak ne Jospin (1997-2005), ne Schröder (1998-2006) ne de halen başbakan olan Blair (1997-…) bu anlamda bir reformu temsil ettiler. Tersine… İşçi Partisi İngilteresi ABD emperyalizminin biricik pürüzsüz müttefiki oldu, sosyal demokrat/yeşil koalisyon Almanya’nın emperyalist iddialarını restore etmeyi iş edindi Fransız sosyalistleri Yugoslavya’nın NATO tarafından bombalanmasının destekçi oldular, hatta bu operasyonun eteğine tutunmaya çalıştılar… Sonuçta yüzyıl dönemecindeki bu merkez sosyal demokrasisi değil, reform yapmak, emperyalizmin militarist, yayılmacı yüzünün makyajı bile olamadı.
Gözlerimizi Avrupa’dan başka kıtalara çevirir ve akıl yürütmeye devam edersek, bugün dünyanın başlıca iki direnç coğrafyası olarak Latin Amerika ve Ortadoğu ile emperyalizmin avucuna sığdıramadığı Rusya, Çin, Hindistan kuşağı dikkatimizi çekecektir.
Latin Amerika bunlar arasında emperyalist-kapitalist entegrasyona alternatif bölgesel modeller arayışıyla da ilgi çekici ve dünyanın egemen güçleri açısından kuşkusuz düşündürücüdür.
Ortadoğu’da ne Irak kum gibi dağıldı ne de 20. yüzyıla, soğuk savaşa ait olup domino taşları gibi yıkılmaları ve kapılarını Amerikan “demokrasisi”ne ardına kadar açmaları beklenen rejimlere bir şey oldu.
Bu direnç ve direniş dinamiklerinin adı geçen büyük güçlerle buluşması emperyalizmin egemenlik planlarının karşısında giderek büyüyen bir tehdit halini almaktadır.
Peki bu direnç ve direniş dinamikleri emperyalizmi reforma zorlayacak ölçüde bir karşı ağırlık oluşturmakta mıdır?
Bu soruya verilecek yanıtta kimi Marksist-Leninist temel varsayımlarımıza dayanmakta yarar olacak.
Zaman zaman Marksist hareket içinde de tartışılmış olan emperyalizmin yayılmacı/militarist yanını geriye çekme olasılığına ilişkin yanıtımız bellidir. Emperyalizmin eğilimi demokrasinin, barışın vb. reddi yönündedir.
Bununla bağlantılı ikinci hareket noktamız, emperyalizmin barışa ve reforma, olsa olsa zorlanabileceğidir. Bu zorlanma Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi büyük bir kriz ve patlamanın sonucunda ortaya çıkabileceği gibi sömürgeciliğin çözülüşü veya reel sosyalizm tarihi boyunca sık rastlandığı gibi, bir karşı gücün kazanımı olarak da şekillenebilir.
2006 itibariyle dünyamızda ortaya çıkan karşı ağırlıkların emperyalizmi model değiştirmeye zorlayacak kadar güçlü olmadığı açıktır. Karşıt dinamikler emperyalizmi “gaza basması” için provoke etmektedir. Emperyalizm tıkanan boruyu kırarak açmayı deniyor. Bu anlamda geriye doğru gidersek İngiltere’de özel imalat kokan son terör komplosu, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e saldırıları, Irak’ta ABD’nin kontrgerilla savaşına yönelmesi, “karikatür krizi”, Chavez’e darbe denemesi vb. rastlantı veya sapkın unsurların abartılı davranışları sayılmamalıdır. Ana rota düzeltici/muhalif unsurlardan bağımsızlaşmakta, malum uca giderek yanaşmaktadır.
Siyasal süreçlere dair kestirme değerlendirmelerin yanılgı payı yüksek olur. Bu yazımızın başlığı da şu anda yürütülen İsrail merkezli operasyonların bir bölgesel yangına sıçrayıp sıçramayacağı sorusuna indirgenmemelidir. Bu ciddiye alınması gereken bir olasılıktır, ama asıl olan emperyalist-kapitalist sistemin dünyaya uyguladığı baskıyı arttırmasıdır. Savaş ve düşmanlık üreten program uygulamadadır ve düzeltmeye tabi tutulmayacağı, tersine uygulamanın şiddetleneceği anlaşılmaktadır. Gündemde olan olasılık budur.
Kopuş dinamikleri
Bir süredir dünyamızın egemen ideolojik çizgileri yukarıda sözünü ettiğimiz “uç yorum”un ağırlığı altında. Sermaye egemenliği emperyalist dünyada her zamankinden daha fazla, başka halkları aşağılama eğiliminde.
Burada kapitalizmin ekonomik sömürü mekanizmalarının standart unsurları olan ayrımcılık ve emekçileri bölme gibi olgular aşılmıştır. Sömürü düzeni her zaman ırkçılık üretir ama faşizm olağan bir rejim değildir. Bugün de kapitalist dünya her zamanki, olağan ayrımcı özüyle yargılanamaz.
Olağanın ötesine geçildiğine ilişkin veriler birikmektedir.
Örneğin, bir eğilim olarak olağan durumlarda “uç yorumlar” siyasal yelpazenin kenarlarında yani burjuva merkezin biraz uzağında tutulur. Düzenin resmen deklare edemediği bu “aşırılık” aslında ana politikanın toplumda güçlü destek bulabilmesi için burjuvazinin duyduğu ihtiyacı karşılar. Bugün ise “demokratik Batı” vatandaşlık yasalarını değiştirmekte, Fransız polisi cami bombalayabilmektedir.
Yine olağan durumlarda sorunu kendinden uzak tutma politikası coğrafi anlam da taşır. Sorunlu alanlar kapitalist merkezin uzağında algılanır. Sorun azgelişmiş ülkelere, Doğu’ya aittir… Bugün böyle bir iteleme de olanaksız hale gelmiştir. Krizin evin içine girdiğini en çıplak haliyle resmeden göçmenler olgusu karşısında burjuva ideolojisinin verdiği tepki bu büyük emekçi ve yoksul nüfusu dışlamaya dayanmakta ve bu tepki “aşırılık” eğiliminin önünü daha da açmaktadır.
Öte yandan geçmişte emperyalizm, “işçi aristokrasisi” ile, göreli bir refahın emekçi kesimlere dağıtılması yoluyla kapitalist merkez ülkeleri steril tutmayı becermişti. Sosyal güvenlik sistemlerinin yeni çökertildiği, özelleştirmelerin yeni tamamlandığı gelişmiş kapitalist ülkelerde bu tür bir politikaya dönüş şu an ufkun dışındadır.
Son olarak Batıya göç eden kitleler geçmişte kültürel olarak kapitalist moderniteye iltihak ederlerken, bugün asimilasyon daveti değil ret ve aşağılanma ile karşılanmakta, kriminal unsur muamelesi görmektedirler.
2005 yılındaki karikatür tartışmalarının bu çerçevede özel bir yere sahip olduğu söylenebilir. İslamı alaya alan karikatürler Batıda aydının koordinatlarına ilişkin bir değişimi de simgeledi. Eski tip, sömürgeciliğe yakışan oryantalizmi bir kenara bırakırsak, esasen 20. yüzyılda Batılı sanatçının geri kalmış dünya ile temasında içine yerleştiği ideolojik-siyasal tutum aralığının sağ kenarında “Batının geri kalmış toplumları kalkındırmak için yeterince sorumluluk üstlenmemesi”, ortasında “Batının, Doğunun gericilerini kollaması” ve solunda “mazlumlarla dayanışma” vardır. Karikatür krizi ise, kapitalist toplumlarda düşünce özgürlüğünün kendisini yoksul halkların inancıyla alay üzerinden test etmesini önermiştir ve bu açıdan önemli bir değişimdir.
Ulusal devletleri küresel işleyişle un ufak edeceğini söyleyen emperyalizm, Latin Amerika’da eski rejim bürokrasilerinin bir kopuş sürecine girerek halkçılaşmasını tetiklemiş oldu. Uygarlıklar çatışması ile gerekçelendirilen yayılmacılık ile merkezdeki ülkelere doğru yaşanan ucuz emek gücü göçü birleşince Batının büyük metropolleri patlamaya hazır hale geldi. Dışlayıcı ve dinsel yönleri parlatılan militan bir ideoloji öne çıktıkça emperyalizmin eskiden üzerine “yeşil kuşak”ı bina ettiği İslam coğrafyası da bir kopuşa yüzünü dönmeye başladı.
2006 yaz sonu itibariyle emperyalizmin repertuarında bu dinamiklere el atmayı sağlayacak bir araç bulunmuyor. Zapturapt altına alma önlemlerinin ise işe yaramadığı artık görüldü.
Bu dinamiklere şimdilik devrimin değil kopuşun dinamikleri adını takmak uygun olacaktır.
Biliyoruz, önceki deneylerde, kapitalizmden kopuşa yelken açan dinamiklerin evriminde son sözü söyleyen hep sosyalizm olmuştu…