Emperyalizm Tarihinde Kıbrıs, Kıbrıs Tarihinde Emperyalizm

“Kıbrıs hususundaki görüşler kişinin sahip olduğu bilince ilgi ve duyarlılığa göre değişebilmektedir: Kıbrıs antropologlara göre 9000-10000 yıllık insanlık tarihine sahip bir Ada; askeri stratejistlere göre ‘Akdeniz ve Ortadoğu için kaybedilmemesi gereken bir üs’; Türk-Yunan politikacıları ve karar vericileri için bir ‘ulusal mesele’; Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum milliyetçilerine göre ‘Anavatanlara Enosis-Taksim’ yoluyla ilhakı şart olan bir toprak parçası; Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum sosyalistlere göre ‘Anavatan’; kendilerini Kıbrıslı sayanlara göre ‘birarada yaşamaya mecbur olunan bir vatan’; Avrupa-merkezcilere göre ‘bir arada yaşaması mümkün olmayan iki azgelişmiş toplum’ vb…” 1 [HASGÜLER Mehmet]

Bize göre on yıllar boyunca emperyalist politikaların mağduru olmuş Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk emekçilerine bağımsız birleşik ve sosyalist olması gereken yurt toprakları. Kıbrıs’ın öyküsünü emperyalist politikaların belirlediği bir tarihsel kurgu içinde görmek elbette bir tercih değil. Ancak Kıbrıs emekçilerinin hedefi gerçekleşinceye kadar bu kurgu kendini dayatmaya devam edecek gibi görünüyor.

Kıbrıs’ın tarihindeki emperyalist belirlenimin bizleri Türkiyeli sosyalistleri doğrudan ilgilendiren boyutları da var. Bu ülkenin kişiliksiz ve zorba sermaye sınıfı Kıbrıs’ın tarihindeki emperyalist saldırganlığın doğrudan bir parçası oldu. Çoğu zaman “kraldan çok kralcı” politikalarıyla kişiliksizliğini pek çabuk öğrendiği kontrgerilla yöntemleriyle zorbalığını pekiştirdi. Emperyalist politikaların bir uzantısı olarak bir “milli mesele” haline getirdiği Kıbrıs sorunu sayesinde içerideki çetelerini kimlik sahibi kıldı; bir kısmını doğrudan kontrge-rilla faaliyetleri organize etmek üzere Ada’ya “çıkarttı”.

Sömürge savcısını üzerinde hak iddia ettiği Kıbrıslı türkler’in başına musallat etti Kıbrıs emekçilerinin üzerine saldı. Adalıların kendi istek ve itirazlarını her zaman zorbalıkla yanıtladı.

Kıbrıs’ın belli bir bölümünü işgal etti; bunun için emekçi çocuklarını cepheye sürdü. Ardından besleme çetelerini sömürge savcısının tebaası olarak Kıbrıs’a yerleştirdi.

Ada’nın el attığı bölmesini çeteleşmenin ve kendi kirli işlerinin merkezi haline getirdi.

İşgal tecrübesi üzerinden militer kimliğini meşrulaştırdı; ülkede şovenizmi besledi.

Emperyalizmle ve Yunan burjuvazisiyle pazarlıklarını Ada insanının hayatını ortaya koyacak her tür yöntemi kullanma rahatlığıyla yaptı.

Birilerini başka nedenlerle rahatsız ediyor olsa da bizim için daha reel bir sorun olarak tümüyle emperyalist gerekçelerle buraya Türkiyeli emekçilerin alınterinden elde edilen çok yüksek miktarlarda mali kaynağı aktardı 2 .

Kabaca genelleştirilebilecek olanlar bunlar…

Bunlar bizim mücadelemizi “doğrudan” ilgilendirenler.

Denktaş işi “bağlamış”

Manşet: “KKTC isyan havasında”

Haber: Meclis baskını. 300 bin mudi 200 milyon dolar kaybetmiş. Yurtbank Egebank ve Sümerbank ile ilgili düzenlemeler KKTC’deki off-shore’larında da et-kisini göstermiş.

Asıl önemlisi: “Halkı sağduyulu davranmaya çağıran Denktaş olayların arkasında provokatörlerin olduğunu söylerken sorunu çözmek için Ankara’dan para isteyeceğini belirtti.” 3

Bugüne kadar Kıbrıs ile ilgili yapılan açıklamalar verilen demeçler medyaya yansıyan beyanlar içerisinde “bir ilişki tarifi”ni bundan daha iyi özetleyen bir ifadeye rastlamadım. Olaylar patlak verdiğinde “Dolaylı Görüşmeler”in üçüncü turunun ikinci aşaması için Cenevre’de bulunan “KKTC Cumhurbaşkanı” Rauf Denktaş meclis baskınını bu şekilde değerlendiriyor. Söylediği asıl şey 19 Temmuz 1974’te yaptığı gibi “Ankara’dan yardım isteyeceği”dir.

Yaklaşık 1 yıl önce gerçekleşen meclis baskını Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) olarak adlandırılan ve bu “kurumsallığı” yalnızca Türkiye Cumhuriyeti ve kendisi tarafından “tanınan” devlet topraklarında yeni toplumsal ve siyasal dinamiklerin şekillenmesine paralel olarak gündeme geldi. O dönem medyaya daha çok “mudi”lerin “rahatsızlığı” olarak yansıyan kıpırdanışın arkasında “Bu Memleket Bizim” girişimi vardı. Meclis baskınından birkaç gün önce çok büyük bir mitingle kendini göstermişti.

Denktaş mudiler için Türkiye’den parayı aldı. Türkiye kapitalizmi IMF’den öğrendiği “niyet mektubu” “paket” vs. gibi kavramlarla ifade edilen kaynağı Kıbrıs’a aktarmaya devam ediyor.

Bu Memleket Bizim girişimi için ise Kıbrıs tarihinde hiç de yabancı olmayan bir mekanizma devreye sokuldu. Son bir yıllık sürede gerçekleştirilen grev direniş miting gibi eylemlerin organizatörlerine yönelik yoğun bir karalama kampanyası ve terör başlatıldı. Bu Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) tüm birikimini devralan kontrgerilla örgütü Ulusal Halk Hareketi (UHH) adlı oluşumdu. “Asi” Kıbrıslıtürkleri “hain” ilan eden UHH kuruluş amacını şu şekilde tarif ediyor:

“Rum-Yunan ikilisi ile Türkiye ve KKTC halkını moral ve psikolojik açıdan çökertmek için her türlü yalan iftira ve karanlık senaryoları sürekli gündemde tutan ve Kıbrıs Türkünü Anavatan Türkiye’den koparmak yal-nızlaştırmak ve AB çatısı altında ENOSİS’i gerçekleştirmek için yürütülen ‘propaganda faaliyetlerine’ karşılık verip etkisizleştirmek.” 4 [MÜMTAZ Hüseyin]

Bizdeki faşistlerin Kıbrıs’taki eski anılarını tazeleyerek sevinmelerine neden olan bu gelişme Kıbrıs’ta kirli oyunların süreceğinin işareti olarak görülmeli 5 . Bu işler için ise eski sömürge savcısının “Ankara’dan yardım istemesine” artık gerek bulunmuyor. Bu konuda derin bir “birikim” sahibi olduğunu biliyoruz.

Bugün emperyalistlerle yeni bir görüşme turunun hazırlığını yapan Denktaş’ın bırakalım Kıbrıs üzerine görüşme masasına oturmayı Kıbrıslıtürkleri temsil etme hakkı olamaz. Ada’da başlangıçta sömürge savcılığı yapan bu kişi sonraki dönemlerde emperyalist politikaların Türkiye temsilciliğini yürütmek üzere görevlendirilmiş ve her zaman silah zoru ve desteğiyle kendi “meşru”luğunu da-yatmış bir ajandır.

“Kıbrıs sorununun” diplomatik rotasını değerlendirmeden önce ajan Denktaş’ı teşhir etmek ve Kıbrıslıtürklerin mücadelesinin yol alacağı mayın tarlasını not etmek gerekiyor.

Bir başka not ise sorunun bugünkü diğer ve diplomatik olarak “asıl” muhatabı olan tarafa dair. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bugün dünyanın en önemli komünist partilerinden biri olan AKEL (Anorthotikon Komma Ergazomenou Laou-Kıbrıs Halkının İlerici Partisi) son seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve yönetimde “söz sahibi” oldu.

AKEL’in soruna yaklaşımı şöyle:

“AKEL darbe ve işgal sonrası yaratılan durumu ciddiyet ve sorumluluk duygusu ile irdeledi. Taksimin kalıcılaşmasının ve Türkiye’nin yayılmacı politikasının engellenmesi için iç yapıda federasyonun kabul edilebileceği sonucuna vardı. Partimiz bu tezini 1974 Kasımında Merkez Komitesi belgesi ile Makarios’a sundu. Daha sonra 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmalarında iki bölgeli iki toplumlu bir fe-derasyonun öngörüldüğü yer aldı. AKEL bu anlaşmaları destekler ve Kıbrıs sorununun iç yanının federal bir yapıda çözülmesinde ısrarlıdır.

AKEL’in talepleri:

Türk işgal kuvvetleri ile Türkiye’den getirilen nüfusun ayrılması.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birliğinin toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin sağlanması.

Kıbrıs’ın bağımsızlığına ve bağlantısızlığına saygı gösterilmesi.

Garantiler sisteminin tek yanlı müdahale hakkı olmayacak bir şekilde BM tarafından genişletilmesi.

İnsan haklarına tüm göçmenlerin kendi evlerine ve mülklerine dönüş hakkı dahil Kıbrıslıların özgürlüklerine saygı.” 6 [AKEL]

AKEL’in reel politikasında bir başka belirleyici tercih var. Daha önce karşı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğine itirazını 18. Kongresi’nde (1995) geri çekiyor. Engellenemez olduğuna inandığı bu süreçten yararlanmayı gözeten bir politikayı benimsiyor. Bu Kıbrıs’ın geleceğinde emperyalist politikaların nesnesi olmaktan kurtulmaya hizmet edecek bir yol olarak görünmüyor. Hatta sorunun bugün ulaştığı tıkanıklık aşamasında “tehlikeli” bir tercih olarak belirginleşiyor. Hele Kıbrıs’ın tarihinde emperyalizmin ve emperyalizmin tarihinde Kıbrıs’ın yeri düşünüldüğünde…

“Resmi tarih”lerin oluşumu

Kıbrıs sorunu Türkiye tarihinin belli bir döneminden sonra “resmi tarih”in en ağır ve zorlu dayatmalarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin “tabu”larından biri olarak… Resmi tarih tanım gereği belli aksi-yomlara; şablonlara yaslanıyor.

Resmi tarihin alternatifi ise mücadele içinde yaratılıyor. Kıbrıs sorunu söz konusu olduğunda önümüze konan resmi tarihin alternatifini yaratacak mücadelenin öznesi olacak dinamiklerde bir “zayıflık” durumu saptayabiliriz.

Burada elbette Türkiye’nin karşısında “mücadele” eden bir başka özneyi Yunanistan’ı ayrı tutmak gerekiyor. Türkiye’nin “resmi tarih” tezinin alternatifi Yunanistan’ın “resmi tarih” tezi olmayacaktır. İkisinden de belli bir mesafede durmak ikisinden de yararlanmak mümkün elbette. Ama bu iki aktörün de emperyalist sistemin dönemsel politikalarının dayattığı roller üzerinden yazdıkları/yazmak zorunda kaldıkları bu tarihin kirli ve kanlı politikalarının üzerine bir örtü örtme ihtiyacının ürünü olduğunu bilerek…

Bu örtü bugün de zaman zaman her ikisinin ayağına dolanmaktadır.

Olayın üst düzey muhatapları açısından ise her iki “resmi tarih”e de hoşgörülü bir yaklaşımdan; ayaklara dolanan bağları çözme konusunda yardımcı olma çabasından söz etmek gerekiyor. Bu tercihin emperyalist odaklar açısından en önemli nedeni ileriye dönük hesapları ve beklentileridir. Biraz da kendi ellerinin de bu kirli ve kanlı politikalara bulaşmış olması belki.

Yazının amacı alternatif bir Kıbrıs tarihi ya da Kıbrıs sorununun alternatif tarihini yazmak değil. Bunu ancak Kıbrıs’ta çevrilen dolapların ve Kıbrıs üzerine yapılan hesapların doğrudan muhatabı olan ve bu hesapları bozmaya niyetli olan özneler yapabilir.

Bu yazıda siyasi tercihlerimizin arkaplanına ilişkin kimi veriler sunmak ve Kıbrıs tarihindeki kimi tartışmalara ilişkin bazı hatırlatmalar yapmak amaçlanıyor.

Kıbrıs, müdahil tarafların politik tavırları ve attıkları adımların karmaşık bir tablo oluşturduğu bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Yukarıda sözü edilen “resmi tarih”ler özellikle Türkiye ve Yunanistan söz konusu olduğunda toplumsal alanda karşılıklarını da yaratmıştır. Bu durum bir “toplumsal kavrayış” ya da “yanlış bilinçlilik” halinden ibaret değildir. Bekleneceği gibi resmi tarih toplumsal öznelerini de yaratır; yaratmıştır. Ancak bu öznelerin “belirleyici” olma gücü; dönemsel olarak son derece trajik sonuçlar vermiş de olsa bir yere kadardır.

Kıbrıs’ın tarihinde emperyalizm emperyalizm tarihinde Kıbrıs

Kıbrıs tarihinde emperyalist diplomasinin bir alt başlığı olarak görebileceğimiz “jeostrateji” kilit öneme sahip olmuştur.

Meali Kıbrıs tarihi buradaki (iç) toplumsal dinamiklerin “göz ardı edilebileceği” düzeyde emperyalist tercihlerin belirleniminde yazılmıştır. İç dinamikler emperyalizmin dönemsel tercihleri ve manipülasyonlarının kurbanı ya da kuklası olmuştur. Bunun tarihsel olarak bir zorunluluk olup olmadığı tartışmasına ise Kıbrıs halklarının önümüzdeki dönemdeki mücadelesi açıklık kazandıracak.

İşlevsel olması açısından Ada’nın tarihine ilişkin aşağıdaki dönemlemeyi veri alabiliriz.

1. 1955 öncesi dönem

2. 1955-60 dönemi

3. 1960-74 dönemi

4. 1974-83 dönemi

5. 1983 sonrası dönem 7 .

Türkiye’nin Kıbrıs sorunu 1955 doğumlu

Osmanlı toprağı olan Ada 1878’de Britanya’ya kiralanıyor ve Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’nın Almanya ile savaşa katılmasının ardından Britanya Ada’ya el koyduğunu açıklıyor. Bu durum 1923 Lozan Anlaşması ile birlikte hukukileştiriliyor. Türkiye açısından bu durum bir “sorun” olarak görülmüyor. Britanya Ada’ya el koyduğunu açıklamasından 11 yıl sonra 1925’te Kıbrıs’ın bir Kraliyet sömürgesi olduğunu ilan ediyor.

Bu eldeğiştirme ve sömürge ilanı gibi önemli gelişmeler yaşanırken Türkiye Kıbrıslıtürklerin haline dair bir “kaygı”ya sahip değildir.

Uluslararası dengeler açısından ise Ada’nın İngilizlerde kalmasını en uygun yol olarak gören Türkiye yönetenleri bu statükonun sürmesi yönünde bir politika geliştirmişlerdir.

“… Necmettin Sadak (Dönemin Dışişleri Bakanı-ZK) 23 Ocak 1950’de TBMM’de bir milletvekilinin sorusuna verdiği yanıtta: ‘Kıbrıs meselesi diye bir şey yoktur. Bunu çok önceden gazetecilere söylemiştim. Çünkü Kıbrıs bugün İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eği-liminde olmadığı hakkında kanaatimiz tamdır. Kıbrıs’ta yapılan hareketler ne olursa olsun İngiltere hükümeti Kıbrıs adasını başka bir devlete terketmeyecektir. Bu böyle olunca gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar gereksiz yere yoruluyorlar.’

24 Şubat 1950’de yapılan seçimleri kazanarak iktidara gelen Demokrat Parti’nin Hükümet Programı’nda Kıbrıs konusu ele alınmamıştır bile. İlk Dışişleri Bakanı Prof.Fuat Köprülü de 20 Haziran 1950’de yapılan DP Meclis Grup toplantısında Kıbrıs’la ilgili bir soruya ‘Böyle bir mesele yoktur’ yanıtını vermiştir” 8 . [MÜTERCİMLER Erol]

Bu politika ileride “resmi tarih”çiler faaliyete geçtiğinde ağır eleştirilere maruz kalmıştır.

Türkiye’nin Kıbrıs sorununa dahil olması 1954 yılında Yunanistan’ın Britanya’yı Ada’da self-determinasyon hakkını kullandırtmadığı için Birleşmiş Milletler’e (BM) şikayet etmesinin ardından İngiliz emperyalizminin sorunun çehresini değiştirme aranışına girmesiyle gündeme gelecektir. BM’deki görüşmelerde Türkiye Britanya’nın sömürgeciliğini destekleyecek ve bir kez daha sadık bir müttefik olduğunu kanıtlayacaktır.

Ama Britanya’nın Türkiye’den asıl beklentisi sorunu “self-determinasyon isteyen Ada halkı ve sömürgeci Britanya karşıtlığı” görüntüsünden çıkarmak için gündeme aldığı Ada’daki farklı etnik kökene sahip unsurları birbirine karşı kışkırtma planını uygulama konusunda desteğidir.

İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde Ada’nın iç dinamiklerine dair not edilmesi gereken iki önemli tarih var. Birincisi Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) 1926’da kurulması ve ikincisi de Kıbrıs halkının Britanya sömürgeciliğine karşı 1931’de ayaklanmasıdır.

“1931 isyanında KKP birleşik anti-sömürgeci cephe tezini yaşama geçirmeye çalıştı. İsyanın baskı ile ezilmesi sonrası KKP Kıbrıs’taki işçi hareketini yok etme saatinin geldiğine inanan sömürgecilerin cepheden saldırısına maruz kaldı. KKP yasadışı ilan edildi. Yayın organları yasaklandı. Parti liderleri Haralambos Vatiliotis (Vatis) ve Kostas Hristodulidis (Skeleas) Kıbrıs dışına sürgün edildiler. Yüzlerce parti kadro ve üyesi işkenceden geçirildi hapse atıldı ve uzun yıllar yalnızlaştırıldılar. Baskı büyüktü fakat İngilizler KKP’yi dağıtmayı başaramadılar. Tersine parti yeniden örgütlendi” 9 . [AKEL]

İkinci Dünya Savaşı esnasında Ada İngiltere’nin bir askeri üssü olarak kullanıldı. Bu dönemde KKP sömürgeciliğe ve faşizme karşı mücadeleyi yaygınlaştırmak için “daha geniş bir taban” olanağı sunan tercihler yapma yoluna gidiyor.

“KKP yeni koşullarda yasal faaliyet için koşulların oluştuğu yönünde doğru bir değerlendirme yaparak bu koşulları değerlendirmeye karar verdi. Burjuva sınıfının ilerici unsurları ile birlikte yeni bir partinin kurulması için girişim üstlendi. 14 Nisan 1941’de Çalışan Halkın İlerici Partisi’nin (AKEL) kurulması kararı alınan Skarinu toplantısı örgütlendi. Kongre açıklamasında yeni parti ‘demokratik anti-faşist anti-Hitler’ olarak nitelendirilir. AKEL ilk günden ideolojik ve politik olarak Hitler faşizmine karşı savaşan güçlerle birlikte olduğunun işaretini verir.

İlk üç yıl boyunca KKP illegal AKEL legal olarak paralel çalışmalar yaparlar. 1944’te işçi sınıfının iki partiye ihtiyacı olmadığına karar verilir ve iki parti AKEL’de birleşir. Böylece sadece işçi hareketine değil tüm Kıbrıs tarihine silinmez bir şekilde damgasını vuran KKP’nin yaşamı ve eylemi tamamlanmış olur” 10 . [AKEL]

İkinci Savaş dönemi ve hemen sonrasına ilişkin olarak not edilmesi gereken bir başka olgu ise Ada’da sınıfsal dinamiklerin mücadelenin motor gücü olmaya aday olduğudur. AKEL’in aktarımıyla:

“1945-1955 dönemi sadece yoğun siyasal ve sömürge karşıtı mücadele dönemi değildir. Aynı zamanda yoğun bir sınıf savaşımı dönemidir de. Daha 2. Dünya Savaşı döneminde enflasyon için 1 Mart 1944’te verilen mücadele gibi çalışanların büyük hareketlenmeleri vardı. Bu dönemde AKEL ve PEO’nun yönlendiriciliğinde çalışanların örgütlenme hakkı kazanıldı ve bugün Kıbrıs halkının yararlandığı sosyal ekonomik kazanımlar için temeller atıldı. Bu mücadelelerin doruk noktası 1948’deki büyük grevdi. 1948 yılında KME’de (Amerikan Şirketi) 2100 maden çalışanı 124 gün süren bir grev gerçekleştirdi. Bunu 1000 amyantçının 29 gün süren grevi izledi. Bu grevler zinciri 1200 inşaat işçisinin 118 gün süren grevi ile tamamlandı. Bu grevlerde aşılmaz bir boyut gerginlik ve devamlılık kahramanlık ve aynı zamanda verilen kurbanlar vardı. İşçi sınıfı halkın ezici çoğunluğunun desteğinde 1948 yılında büyük bir sınıf savaşı verdi ve bunu kazandı. Bu mücadele yerli ve yabancı işverenlerin sömürge hükümetinin kilise liderliğinin ve o dönemdeki grev kırıcı SEK liderliğinin işbirliğine rağmen başarıldı. Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk işçiler 1948 mücadelesini daha önce ve sonrakilerde olduğu gibi iki toplumun örste dövülmüş dostluk ve işbirliklerini yaşatarak ortak olarak verdiler. 1948 yılı Kıbrıslı çalışanların sosyal mücadelesinde parlak bir başlangıçtır.” 11 [AKEL]

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 20. yüzyılın ilk yarısının sömürgeler imparatoluğu Britanya’nın genel olarak dünya üzerindeki sömürgelerini bir bir terk ederken Kıbrıs’taki varlığı konusunda bir düzenleme yapmaması bir “sorun” teşkil ediyordu. Ancak bu noktada unutulmaması gereken İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkışta Yunanistan’ın “hamiliğini” de Britanya’nın üstlenmiş oluşu ve ABD’nin emperyalist dünyanın yeni efendisi olmakla birlikte belli bir işbölümü çerçevesinde kimi bölgeleri Britanya’ya bırakma konusunda yaptığı tercihtir.

Yunanistan ve onunla yakın etkileşim halinde bulunan Kıbrıs Britanya’nın “etki alanında”dır. İngiliz emperyalizmi için Kıbrıs’taki varlığını sürdürmek bir gereklilikti. Çünkü Ortadoğu’da etkinliği azalırken bölgede bir ayağının bulunmasını tercih ediyordu.

Altını çizelim; bu durum ABD açısından sorun yaratmıyordu. Çünkü Britanya’nın yeni “patron”la bir hegemonya kavgası yoktu; bu bir. İkincisi ABD yerleşmesi gereken kritik coğrafyalara zaten yerleşmişti ve Britanya üzerinden istediği zaman “at koşturabileceği” bir alanla da doğrudan uğraşmak istemiyordu.

Kıbrıs halkı ise 1950’lerde diğer sömürgelerin elde ettiği hakları kazanmak istiyor; AKEL Ada’da Britanya sömürgeciliğine karşı mücadelenin öncülüğünü yapıyordu.

Bu yıllarda Ada’daki sömürgecilik karşıtı mücadelenin temel dinamiği AKEL ve Ortodoks kilisesiydi.

Bu dönemde İngiliz emperyalizminin Ada’daki sömürgecilik karşıtı mücadeleyi bastırmak için kolluk kuvveti olarak kullandığı insan kaynağının daha fazla Ada’daki Türk nüfus olması olgusu etnik bir gerilimin tohumlarının atılmasına hizmet etmiştir. Ancak bu dönemde temel belirleyeninin “Enosis isteyen Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türkler üzerindeki baskıları” olduğunu saptamak ve Ada’daki İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadeleyi göz ardı etmek doğru değildir. Türk tarafının resmi tezidir 12 .

1931 ayaklanmasının bastırılmasında görev alan İngiliz kuvvetlerinin Türklerden oluşması gibi örnekler Britanya’nın sorunun görüntüsünü değiştirme konusundaki planlarına zemin oluşturacak “gerilim potansiyeli”ni oluşturmuştur. İngiliz emperyalizmi yukarıda da belirtildiği gibi sömürgeciliğine karşı gelişen mücadeleyi saptırmak ve Ada’da farklı bir “sorun” yaratmak için harekete geçtiğinde Türkiye’nin de desteği dahil olmak üzere yeterli donanıma sahipti.

Türkiye tarafının “Kıbrıs sorunu” da bu dönemde ve böylesi bir emperyalist planın bir uzantısı olarak belirginlik kazanmaya başladı.

Britanya’yı bu konuda harekete geçiren ilk kritik olay 1950’nin 15 Ocağı’nda Rum Ortodoks kilisesinin Ada’nın Yunanistan’a katılması konusunda yaptığı plebisit olmuştu. Bu oylamada Rum toplumunun yüzde 96’sı Enosis’ten (Enosis: Yunanistan’la birleşme anavatana katılma) yana oy kullanmıştı.

Aynı yıl Kıbrıs Rum Ortodoks kilisesinin başpiskoposu III. Makarios oldu.

Yukarıda değinilen Yunanistan’ın “Kıbrıslıların self-determinasyon hakkı” ile ilgili olarak Britanya’yı BM’ye şikayet etmesi ise planın uygulamaya sokulması için acele edilmesi gerektiğini gösterdi. İngiliz emperyalizminin Ada’daki mücadele dinamiklerini bambaşka bir rotaya sokacak kirli planları 1955 tarihinde belirginlik kazanmaya başladı. İngiltere’nin bu konudaki en önemli “asistanları” ikisi de aynı tarihte 18 Şubat 1952’de NATO’ya resmen üye olan Türkiye ve Yunanistan olacaktı. Bu dönem iki ülkenin ilişkileri son derece yakın ve sıcaktır.

1954 yılında İngiltere’nin Mısır’daki Ortadoğu Kara ve Hava Karargahı’nı Kıbrıs’a taşıyacağını açıklamasının ardından kimi adımların atılması zorunlu hale geldi. Ankara’da “Kıbrıs Türktür” komitesi kuruldu. Esasen Ankara’nın sorunu “milli mesele” haline getirmesinde daha çok anti-komünist reflekslerin etkisi olmuştur.

“İkinci Dünya Savaşı sonunda Yunanistan’da komünistlerin yönetimi ele geçirmek için başlattıkları iç savaşın henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı dikkate alınarak Kıbrıs’ın komünizmin kucağına düşürülmek istendiği görüşü Türkiye’de yayılmaya başlanmıştı.” 13 [GAZİOĞLU Ahmet C.]

Bu ve benzeri anti-komünist “görüşler” Kıbrısla ilgili Türkiye tarafının müdahalelerinde çoğu zaman “sağlam” gerekçe olarak ileri sürülen “Kıbrıslıtürklerin hamiliğini yapma” temasından daha baskın olmuştur.

Britanya’nın üslerinin bekasını koruması ancak dikkatleri bu noktadan uzaklaştırması ve sorunun uluslararası alanda özellikle Bağlantısızlar Hareketi gibi oluşumlar üzerinden bir “gerilim” başlığı olmasını engellemesinin tek yolu vardı: Sorunun niteliğinin değişmesi.

1955 yılında -ki bu yıl aynı zamanda Bağlantısızların Bandung Konferansı’nı yaptıkları ve Makarios’un da bu toplantıda “sivrildiği” yıldır- Rumların milliyetçi silahlı örgütü EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) kuruldu. Sömürge karşıtı mücadelenin bir parçası olarak şekillenen bu örgütün içine İngiliz emperya-lizminin etnik terör ve provokasyon eylemlerini örgütlemekle görevli bir sızmanın gerçekleştirilemeyeceğini düşünmek için hiçbir neden bulunmuyor.

Nitekim EOKA Yunanistan’a bağlanmak için verdiği mücadelede zaman zaman Britanya’nın kendisinden ziyade Kıbrıslıtürkleri engel olarak görmüştü.

Benzer bir örgütlenme çok değil 2 yıl sonra Türk tarafında da inşa edildi.

Yine 1955 birinci Londra Konferansı’nın yapıldığı yıldır. (29 Ağustos-7 Eylül) Burada ilk kez tam da sorunu emperyalizmin istediği çerçevede biçimlendir-meye hizmet edecek şekilde Türkiye ilgili taraflardan biri haline getirilmiş ve bu toplantıyla birlikte Kıbrıs sorununun doğrudan bir aktörü olarak devreye girmiştir. Türkiye elini güçlendirmek ve belki de marifetlerini de sergilemek üzere aynı tarihte 6-7 Eylül olaylarını tezgahlayarak “masada güçlü konum” elde etmiştir. Türkiye’nin bu tip konulardaki “yeteneğinin” önemli göstergelerinden bir başkası da 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kuruluşu konusundaki profesyonel desteğidir.

“İyi geceler Türkiye iyi çalışmalar İş Bankası”

1957’de Seferberlik Tetkik Kurulu (Nam-ı diğer Özel Harb Dairesi yani Türkiye’deki NATO’ya bağlı kontrgerilla örgütü) Başkanı Daniş Karabelen Kore Savaşı’ndan tanıdığı bir binbaşı olan İsmail Tansu’ya Genelkurmay’ın Kıbrıs’ta EOKA’ya karşı bir örgütün kurulması için görevlendirme yapılmasını istediğini ancak bunun çok gizli tutulması gerektiğini söylüyor. İddiaya göre örgütün kuruluşu için 7 ay bekleniyor. Gerekçe Menderes’in Karamanlis’e duyduğu güven nedeniyle böylesi bir oluşumu istemeyişidir. Nihayet Karabelen ve Tansu Rauf Denktaş ve Fazıl Küçük ile biraraya gelerek Kıbrıs İstirdat Planı’nı (KİP-Kıbrısı Kurtarma Planı) oluşturuyorlar.

Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adını alan örgütün Kıbrıs’a ilk “çıkışı”nda İş Bankası’nın rolünü de not etmek gerekiyor. Kontrgerilla örgütünün ilk profesyonel görevlileri Ada’ya İş Bankası Müfettişleri olarak geliyorlar (maske görev). Tabii maaşları da Banka tarafından ödeniyor. Bankanın Müdür Yardımcısı Bülent Osman’ın bu konuda bilgi sahibi olduğu ve teklifi “memnuniyetle” karşıladığı söyleniyor 14 .

Evet “İyi geceler Türkiye iyi çalışmalar İş Bankası”…

EOKA’ya karşı kurulduğu söylenen örgütün ilk faaliyetleri Kıbrıslıtürkleri hedef alıyor. Bu dönem AKEL’in denetimindeki sendikal yapılanma olan PEO’da Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk emekçiler sömürgecilik karşıtı mücadelede önemli rol üstlenmişlerdi. TMT öncelikle PEO’daki Kıbrıslıtürk emekçileri hedef alıyor.

1955 yılı Ekim ayında Ada’da göreve başlayan İngiliz Valisi Sir Harding’in AKEL’i yasadışı ilan ettiği ve komünistler üzerinde bir terör estirdiği tarihtir aynı zamanda.

“Alınan yara ağırdı. Fakat AKEL Kıbrıs halkının kalbinde ve bilincinde derin kök saldığı için İngilizler amaçlarına ulaşamadılar. Yakalanmayan AKEL’liler daha sonra hapisten kaçmayı başaranlarla -aralarında Ezekias Papayuannu da vardı- partiyi illegal koşullarda yeniden örgütlemeyi başardılar ve daha büyük bir inat ve kararlılıkla anti-sömürgeci mücade-leye devam ettiler. Bu mücadelede AKEL üyeleri Andreas Yorgiu ve Argiros Nikola yaşamlarını yitirdiler.

AKEL 1 Aralık 1959 tarihine kadar yani Zürih-Londra antlaşmalarının imzalanmasından sonraki 10 aylık süreye kadar sömürgeciler tarafından illegalitede tutuldu. Partinin kara listede tutulmasına devam edilmesini istiyorlardı. Fakat halkın baskısı ve AKEL’in yasallaşması için düzenlenen yığınsal mitingler onları geri adım atmak zorunda bıraktı” 15 . [AKEL]

Kıbrıs sorununun yeni biçimi ve “çözüm” gündemi

1955 yılında belirginlik kazanan emperyalizmin yarattığı Kıbrıs sorunu için artık bir de Britanya’nın arabuluculuk yapacağı “çözüm” aranışı gündeme gelecekti. 1956’da Nasır’ın Süveyş Kanalı Ortaklığı’nı “millileştirmesi”nin ardından bölgede bir darbe daha alan Britanya için Kıbrıs’ın kontrolü daha önemli bir hal almıştı.

Enosis ile Yunanistan’a katılımı isteyen bunun önündeki engeli daha fazla Kıbrıslı Türkler olarak gören Rum tarafının “tezini” dengeleyecek bir Türk “tezinin” de şekillenmesi gerekiyordu. 1956’da Britanya ve Türkiye arasındaki “yoğun” diplomasinin ardından Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd Avam Kamarası’nda Radcliffe’nin tekliflerini açıkladı: Nihai çözüm olarak Taksim (Çifte Enosis: İki tarafın anavatanlarına katılması) 16 .

İngiltere bu operasyonu yaparken önce Makarios’la “özerklik” görüşmeleri yaptı. Ancak Makarios’un 1955’teki Mc Millan Planı ile aynı çerçevede olan ve self-determinasyon’u kabul etmeyen böyle bir öneriye olumsuz yaklaşması ’56’nın Mart ayında Hint Okyanusu’ndaki Seyschell Adaları’na sürgün edilmesiyle sonuçlandı. 1957’de “Kıbrıs’a dönmemek şartıyla” serbest kalan Makarios Atina’ya gidecekti.

Sonraki dönemde hep Türk tarafının “tezi” olarak diplomasi kayıtlarına geçen “Taksim” önerisi aslında Ada’daki emperyalist varlığı perdeleyecek en uygun diplomatik biçimdi. Kıbrıs için “iki toplumluluk”un yerleşiklik kazanması ve bunun üzerinden yürütülen diplomasi sonraki dönemde BM kuvvetlerinin Ada’ya yerleşmesinin zeminini de hazırlamıştır.

Nihayet 20 Aralık 1956’da taşların yerli yerine oturtulmasında bir adım daha atıldı ve esasen Britanya’nın önerisi olan “Taksim” tezine Türkiye Başbakanı Adnan Menderes desteğini açıkladı. Ne de olsa Türkiye’nin artık bir “Kıbrıs sorunu” vardı.

Ada’da “üs”lenmiş ve sorunun asıl kaynağı olan Britanya her iki tarafı birbirine karşı bilemiş çete örgütlerinin kuruluşunu tamamlamış ve “Kıbrıs sorunu”nun “uzlaştırıcısı” ve diplomatik arabulucusu olarak rolünü sürdürebilir hale gelmişti.

Yunanistan’ın daha silik kaldığı ve Türkiye’nin kontrgerilla faaliyetleriyle işin içine tam boy daldığı 1957 yılında ise Britanya “NATO’nun aracılığını kabul ettiğini” ilan etti. Ada’da kanlı NATO senaryolarının işletilmeye başlandığı ve işin içine emperyalist senaryoların tam boy girdiği yıl 1957 yılı olarak görünüyor.

Kıbrıslıtürkler ise “TMT talimatlarına mutlak itaat etmeye çağırıldıkları” bu yıl aynı zamanda Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu olarak tarif edilen bir oluşum çatısı altına alınıyor ve başlarına da bugün hâlâ kurtulamadıkları eski İngiliz sömürge yönetiminde başsavcı yardımcılığı yapmış olan Rauf Denktaş getiriliyordu.

1958 yılı Kıbrıs halkları için hazırlanan senaryoların yoğun bir biçimde uygulamaya konduğu yıl oldu. NATO’nun çeteleri TMT ve EOKA kanlı eylemlerini yoğunlaştırdılar. Önce EOKA topyekun savaş ilan etti ve kan dökmeye başladı. Ardından TMT de “Rumlara karşı” savaş ilan etti. Ancak TMT’nin asıl hedefi Kıbrıslıtürkler oldu. Ada emekçileri 1 Mayıs 1958’de İngiliz emperyalizmine karşı mücadeleye ve Rum ve Türk emekçilerin kardeşliğine vurgu yapan bir mi-ting gerçekleştirdiler. “Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı ortak mücadele” kararının ilan edildiği bu mitingin ardından ise TMT’nin Kıbrıslıtürk emekçilere yönelik terörü gündeme geldi. PEO’dan ayrılmaları yönünde tehdit mektupların ardından sendika üyesi Kıbrıslıtürkler katledilmeye başlandı.

Terör ve yıldırma faaliyetleri tümüyle Ada’lı emekçilerin ortak mücadelesinin dinamitlenmesini hedef almıştı. Bu çatışmalar ise emperyalizm için toplumlararası çatışmalar ve müdahale edilmesi gereken bir tablo ortaya çıkardı. Emperyalist terör bir taşla iki kuş vurmayı becermiş oldu.

Emperyalist politikalar açısından en uygun formül olan Taksim’in maddi koşulları artık döndürülemez bir biçimde oluşmuştu.

Ancak çatışmaların şiddetlenmesi konuya “taraf” edilmiş Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerilimi istenmeyen ölçüde artırdı. Bu noktada ABD’nin dev-reye girdiğini ve geçici bir ara formül olarak Kıbrıs’ta “bağımsız” bir yönetim oluşturulmasını İngiltere’ye de kabul ettirdiğini görüyoruz. NATO’nun iki üyesi arasında tetiklenen sorunun yarattığı sürtüşmenin bir dönem için geri plana itilmesi için bulunan “bağımsızlık” formülünün patenti ABD’ye aittir.

“NATO’nun genel çıkarları söz konusu olduğunda iki taraf da milli bir dava üzerinde ulusal parlamentolarca da onaylanmış resmi politikalardan Kıbrıs Türk ve Rum halklarının karşı çıkmalarına rağmen vazgeçebilmişlerdi.

Bağımsızlık formülü incelendiğinde çözümün hazırlanışında Kıbrıs’taki iki halktan çok Türkiye ve Yunanistan’ın isteklerinin devlet işleyişinden çok NATO içi ilişkilerin işleyişinin dikkate alındığı görülmektedir. Dünyada bir benzeri daha olmayan ve devletler hukukunda sui generis bir devlet olarak kabul edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşmalarında söz konusu devletin bağımsız egemen ve üniter olacağı belirtiliyordu ancak hemen sonra öyle bir düzenlemeye gidilmişti ki birçok açıdan sınırlandırılmış bir bağımsızlık egemenlik ve üniterlik söz konusuydu” 17 . [FIRAT Melek M.]

Yeni Cumhuriyet’in bundan sonraki macerasına girmeden önce bu bölümdeki temel önermeleri toparlamaya çalışalım.

Bu dönemde Ada’da yaşanan gelişmeleri yerli yerine oturtabilmek için uluslararası dengelere ilişkin kimi hatırlatmalar yapmak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı kazandığı zaferin ardından sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi emperyalist kampta bir “toparlanma” zorunluluğunu getirdi. Toparlanmanın önderliğini ABD yapıyordu. Ve “toplanması” gerekenler arasında da Yunanistan ve Türkiye gibi aynı zamanda “jeostratejik” önemi bulunan orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler vardı. ABD Truman doktrini ve Marshall yardımıyla Türkiye ve Yunanistan’ı kendi kampına dahil ederken; NATO’ya girme ödevini de önlerine koyuyordu.

Sovyetler Birliği’ne karşı yükseltilen Soğuk Savaş’ın en keskin dönemi olan bu yıllarda iç savaştan komünist tehdidi ensesinde hissederek çıkmış Yunanistan ve Sovyetler Birliği’nin nefesini arkasında duyan Türkiye egemen sınıfları emperyalist kampta “hak ettikleri”ne inandıkları yeri tutmak için her türlü anti-komünist faaliyette aktif rol almaya hazır durumdaydılar. Dönem bu iki ülke egemen sınıfları ve siyasi temsilcileri açısından tümüyle teslimiyetçi politikaların gündemde olduğu bir dönemdir.

NATO’ya girme hakkı kazandıktan sonra ise teslimiyetin kurumsal mekanizmaları da oluşmuş olacaktır. Yunanistan güçlü komünist partisinin önemli aktör olduğu oturmamış siyasi yapısıyla emperyalizmle ilişkilerinde biraz daha “dengesiz” bir aktör kimliği sergilerken Türkiye açısından durum daha farklıdır. Türkiye egemen sınıfları emperyalizmle ilişkilerinde çok daha ricacı fırsatçı ve “kralcı” bir tutum içerisindedir. Kıbrıs sorununun tarihi boyunca bu nitelikleri fazlasıyla teşhir olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Britanya ve ABD ilişkilerine dair daha önce kimi notlar düşülmüştü. Bu çerçevede Britanya’nin konumunun Doğu Akdeniz’deki dayanaklarını kaybetmeme konusunda ABD’ye onaylatılmış inatçı politikalarca belirlendiğini söyleyebiliriz.

Britanya sömürgeciliğini Türkiye’ye onaylatmış; onun desteğini almıştır. Ardından işlerin bu şekilde yürümeyeceğini anlayınca bu defa Ada’daki Türk azınlığı harekete geçirerek sorunun niteliğini değiştirmeye dönük planlarını dev-reye sokmuş ve yine Türkiye’nin desteğini almıştır. Adadaki düşmanlık tablosu belirginleştikçe kendisinin varlığını perdeleyecek “çözüm” önerisi olarak Taksim politikalarını gündeme getirmiş; bunu da Türkiye’ye onaylatmıştır.

İşlerin kontrolden çıkma olasılığının belirdiği ve NATO’nun iki aktörü arasındaki gerilimin yükseldiği bir noktada ipleri NATO’ya teslim etmiş ve yine kendi varlığını sorgulatmayacak ve sorunun niteliğini değiştirmeyecek olan “bağımsız”lık planını desteklemiştir.

’60’a kadar olan dönemin asıl emperyalist aktörünün üsleri için mücadele veren Britanya olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Onun baş asistanının da üstlendiği görevden son derece memnun olan Türkiye kapitalizmi.

ABD bu dönemi İngiliz eldiveni ile yönetmeyi ancak İngiltere’nin sıkıştığı noktada BM ve NATO üzerinden devreye girmeyi tercih etmiştir.

Ada’ya “bağımsızlık” getirecek olan Zürih ve Londra anlaşmalarına zemin sağlayan önerinin ABD önerisi olduğu ise TBMM Tutanaklarına bile geçmiştir.

“7. Türkiye açısından bağımsızlık formülünün kabul edilişinde ABD’nin oynadığı rolü muhalefet lideri İsmet İnönü TBMM’de şu sözlerle dile getirdiğinde Dışişleri Bakanı herhangi bir itirazda bulunmamıştır: ‘İçinde bulunduğumuz ittifak manzumesinde umumi selamet ve emniyet bakımından kuvvetli sebeplerin bizi anlaşmaya sevk ettiğini takdir ediyoruz. Bu arada kuvvetli dostların çok tesirli nasihatlerinin ehemmiyetli bir hissesi olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmiyoruz.’ TBMM Zabıt Ceridesi 1959 İçtima 50 Celse 1 s.22.” 18 [FIRAT Melek M.]

Yunanistan kendi iç istikrarsızlıklarının elverdiği ölçüde zaman zaman da fırsatçı bir tarzda kendine verilen rolü oynamaya çalışmıştır. Bu dönemde Yunanistan’da sorunla ilgili önemli bir gelişme 1955 yılında başbakanlığa Kral tarafından “fanatik batıcı” Konstantinos Karamanlis’in getirilmesidir 19 .

Yunanistan sorunla ilgili olarak topu BM’ye atmanın kendi sorumluluğunu azaltacak bir yol olduğu düşüncesiyle hareket etmiştir.

Emperyalizmin sömürgeci politikalarına maruz kalan Kıbrıs halkı için ise “self-determinasyon” talebi anti-sömürgeci anti-emperyalist bir politika olarak şekillenmiş ve bu dönem büyük ölçüde Yunanistan’la “dayanışma”yı esas alacak şekilde ifadesini bulmuştur. Bu dönemde Kıbrıs halkının mücadelesinin aynı zamanda bir “ulusal kurtuluş mücadelesi” olduğunu belirtmekte fayda var. Daha sonra İngiliz emperyalizminin planlarının uygulanmasına da zemin hazırlayan bu ulusalcı tercihin nedeni Kıbrıs’ta yeni gelişmekte olan burjuva sınıfın geleceğini daha güçlü bir ekonomi olan Yunanistan’la bütünleşmede görüyor olması ve Kıbrıs emekçilerinin de bu mücadele sürecinde kendi bağımsız taleplerini tam ayrıştıramamış durumda bulunmalıdır.

İngiltere’nin sömürgeci politikalarını sürdürmek için kullandığı “halkları birbirine düşürme” politikaları sayesinde iki toplumluluk Ada’nın bir gerçeği haline geldi. Kıbrıs’ın ilerici güçlerinin bu politikalara karşı mücadelesi ise emperya-listler ya da maşaları tarafından daima “zor”la yok edildi. Zor caydırıcılığı ve Kıbrıs halkının büyük bölümü için bir sinmeyi kimi kesimler için ise tepkisel yanıtlar üreterek uçlara savrulmayı ve emperyalist politikaların kuklası haline gelmeyi beraberinde getirdi.

İkinci dünya savaşının hemen ardından gelişen Ada halkının ortak mücadelesi bu 10 yıllık zaman diliminde geriletildi ve reel olarak Ada’da iki toplum/taraf yaratılmış oldu.

1960’a gelindiğinde ortaya çıka(rtıla)n çözüm bu nedenle Kıbrıs halkı için bir yanıyla özlemi duyulan “bağımsızlığı” getirirken emperyalizmin yarattığı yeni dinamikler gözetildiğinde “Kıbrıs sorunu”nun önünü açan bir çözümsüzlük yumağı anlamına geldi. Bulunan biçim de mevcut dinamikleri “beslemeye” hizmet ettiği ölçüde Kıbrıs halkının “bağımsızlık” talebi karşılanmış değil; uğrunda mücadele edilecek bir talep haline geldi.

Sömürgesizleştirmeden Balkanlaştırmaya

1959’da yapılan Zürih ve Londra görüşmelerinde imzalanan Garanti ve İttifak Antlaşmaları’nın sonucunda Kıbrıs’ta 1960 yılında ilan edilen bağımsız Cumhuriyet dünyada örneği olmayan bir “yönetim biçimi” tarif ediyordu 20 .

Bunun temel nedeni antlaşmaların asıl olarak emperyalist müdahaleye doğrudan olanak sağlayan ve en önemlisi de İngiliz sömürgeciliğini ortadan kaldırıyormuş gibi görünse de Ada’daki İngiliz üslerini “garanti” altına almayı gözeten niteliğidir. Ada için bulunan “yönetim biçimi” asıl olarak bu amaçları gerçekleştirmeyi gözettiği ölçüde irrasyoneldir.

AKEL Makarios’un Zürih anlaşmasını kabul etmemesi yönündeki isteğini şu gerekçelere dayandırıyor:

“AKEL temsilcileri aracılığıyla Makarios’a Zürih anlaşmalarını kabul etmemesini salık verdi. (…)

AKEL antlaşmaların olumsuz noktalarını şöyle saptadı:

Self-determinasyon hakkı olanak dışı kaldı.

Kıbrıs kendi istemi dışında İngiltere Yunanistan ve Türkiye ile bir bağlaşıklık içerisine girdi.

Garantiler sistemi kuruldu.

Yunanistan ve Türkiye’den gelen askeri birliklerin varlığı öngürüldü.

İngiliz üsleri hem de egemen olarak varlıklarını korudular.

Halkın temel maddelerini değiştirme hakkı olmadığı demokratik olmayan ayrılıkçı bir anayasa dayatıldı” 21 . [AKEL]

Olumluluklar olarak,

“İngiliz egemenliğinin sona ermesi ve Kıbrıs’ın bağımsızlığının ilan edilmesi.

Anormal durumun sona erdirilmesi.

Erkin halkın kendisi tarafından ele alınması.

İki toplumun barışması ve Kıbrıs halkının ilerlemesi için koşulların yaratılması.” 22 [AKEL]

gibi noktalara işaret eden AKEL “temel görev olarak Kıbrıs’ın bağımsızlığının tamamlanmasını ve Zürih antlaşmasının olumsuzluklarından aşamalı olarak kurtulunması”nı belirliyor. Ve bu “görev” 1962’de gerçekleştirilen 10. Kongre’de yeni parti programına ilave ediliyor.

Bu açıklamaları not ederek geçelim ve Makarios tarafından da zoraki imzalanan bu anlaşmaların nasıl “emsalsiz” bir “yönetim biçimi” ortaya çıkardığına daha yakından bakalım.

11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te yapılan görüşmelerin ardından 17 Şubat’ta Londra Konferansı’nda imzalanan Garanti ve İttifak Anlaşmaları esas olarak İngiltere’nin Ada’daki varlığını “garanti” altına alıyor Ada’da yaratılan sorunu da çözümsüzlük biçimine hapsediyordu. Her türde emperyalist müdahaleye olanak sağlayan “garantörlük” sistemi ise “bağımsızlığı” tanınan adanın olabilecek en “bağımlı” mekanizmalarla donatılması anlamına geliyordu.

Diğer yandan Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın üye olmadığı hiçbir ittifaka katılmaması maddesi ise Kıbrıs’ın “bağlantısız” siyasetine getirilen bir sınırlamayı tarif ediyordu 23 .

16 Ağustos 1960 tarihinde resmi olarak ilan edilen ve dünyada ilk kez “çoğunluğun egemenliğinin tanınmadığı” bir ülke olarak ortaya çıka(rtıla)n Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Devlet Başkanı Yunanlı ve yardımcısı Türk olarak belirlenmişti. Her iki şahıs da kendi toplumları tarafından seçimle belirlenecekti ve her ikisi de siyaset güvenlik ve silahlı güçlerin kurulması biçimi konularında veto hakkına sahiplerdi. Kıbrıs’ta iki resmi dil olacaktı: Türkçe ve Yunanca. Siyasi alanda hem her iki toplumun ayrı ayrı birer meclisi ve ikisinin ortak temsil edileceği “Birleşik Meclis” vardı. Burada Yunanlılar yüzde 70 ve Türkler de yüzde 30 oranında temsil olunacaktı. Bu meclisler iki toplumun dinsel eğitsel ve kültürel politikalarını belirlemede söz sahibi olacaktı. Bakanlar Kurulu ise 7 Yunanlı ve 3 Türk bakandan oluşacaktı.

Başkanının sırayla değişeceği İngiliz Yunan ve Türk katılımcılardan oluşan bir genelkurmay oluşturulacaktı. Türkiye ve Yunanistan’ın sırasıyla 650 ve 950 askerlik güçleri Ada’da kalacaktı. Kıbrıs yüzde 40’ı Türk ve yüzde 60’ı Yunanlılardan oluşacak 2000 kişilik bir orduya sahip olacaktı. Güvenlik güçlerinde ise yine 2000 kişilik bir teşkilat ve yüzde 70 Yunanlı ve yüzde 30 Türk oranı öngörülüyordu. Güvenlik güçlerinin biri Türk diğeri Yunanlı iki başkanı olacaktı.

Her şey bir yana Türk “tarafı”nın yaratıldığı ve yüzde 18’lik bir nüfusun yüzde 82’lik bir çoğunlukla eşitlendiği bir “yönetsel biçim” sorun çıkarmaya mutlak olarak adaydı.

Bu biçim “birleşik” bir Kıbrıs değil “patlamaya hazır” bir Kıbrıs yaratmıştı.

Bu tablodan iki toplumun kardeşliğini güçlendirme ve bağımsızlığı ilerletme hedefini çıkartan Kıbrıs halkı emperyalist odaklar için bir kez daha en önemli tehdit olarak görülmeye başlandı. Çeteler aracılığıyla gerçekleştirilen provokasyon ve terör yeniden tırmandırılmaya başlandı. Artık “garantör”ler doğrudan her işe burunlarını sokar hale gelmişti.

Makarios’un başlangıçta İngilizlerin kışkırttığı anayasa değişikliği önerisi Türkiye tarafından şiddetle “reddedilmesi” bunun önemli bir örneğini oluşturdu. Türkiye 1955 dönemi itibariyle sahip olduğu “Kıbrıs sorunu”nu artık çok benimsemiş ve gerilimi yükselterek sonra da “hakkı olan” müdahale kartını masaya sürme işini iyi yapar hale gelmişti. Yalnızca Kıbrıs’taki terörist faaliyetlerle değil aynı zamanda Türkiye içinde yükseltilen şoven ve bununla kolkola giden anti-komünist dalganın desteğiyle sorun bir “milli mesele” haline gelmişti.

60’larda NATO’nun azimli unsurlarından olan ve komünizmle mücadelede adanmışlık hissiyle hareket eden Türkiye Kıbrıs’ın bağımsızlığın ilerletilmesi için mücadele eden ilerici unsurlarını doğrudan hedef alıyor Kıbrıs’taki olası tüm “bütünleşme” dinamiklerini dinamitliyordu.

Türkiye bu faaliyetlerini emperyalizmin korkularını hissettiği ve kendi “milli meselesi” üzerinden bu korkuları giderecek adımlar atabileceğine inandığı için yapıyor ve örtük bir destek de alıyordu. Bu dönemde Ada’nın bağımsızlığını ilerletecek adımlar atması gerçekten de ABD ve İngiliz emperyalizmlerinin ve Yunan burjuvazisinin temel korkularından biriydi.

“Sovyetler Birliği iktidarı demokratik yoldan yalnızca tek bir ülkede ele geçirebilir o da Kıbrıs’tır. Bağımsızlıktan sonra komünistlerin etkisi arttı işsizlik büyüdü… Bazı diplomatların yaptığı tahminlere göre serbest bir seçimde komünistler oyların yüzde 35’ini alabilirler. Eğer Kıbrıs’ın stratejik önemini hatırlayacak olursak bunun Batı için ne büyük bir tehlike olduğu anlaşılır.” 24

Bu dönemde bağlantısızlarla ilişkilerini geliştiren ve Batı tarafından Moskova ile “flört ettiği” söylenen Makarios’un “Akdeniz’in Castro’su” olarak anıldığı hatırlatılırsa düşmanlıkların nasıl bir eksende “beslendiği” daha iyi anlaşılacaktır.

Sonunda emperyalist planlar bir kez daha işledi ve 1963 Aralık ayında yoğunlaşan çatışmalarla birlikte Türkiye’nin işin içine saldırgan bir tutumla girmesinin de katkılarıyla iki toplumun mesafesi bir kez daha açıldı. 29 Aralık 1963’te imzalanan ateşkes anlaşmasıyla birlikte Makarios anlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini açıklarken dönemin devlet başkanı yardımcılığını yapan Fazıl Küçük ise “Anayasanın Yunanlılar tarafından geçersiz kılındığını ve artık iki toplumun birarada yaşamasına imkan olmadığını” ilan etti. Böylelikle bir kez daha emperyalistlerin istediği olmuş; kendi elleriyle yarattıkları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin istedikleri biçimde yürümemesi üzerine onu yine kendi elleriyle bitir(t)mişlerdir.

1964 Ocağı’nda ilk olarak NATO’nun doğrudan Ada’ya yerleşmesi yönünde bir dayatma ortaya sürülürken Sovyetler Birliği’nin müdahalesi ve Makarios’un itirazları sonucunda Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde karar kılındı. 4 Mart BM Güvenlik Konseyi’nin 186 (1964) sayılı kararıyla Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti meşru yönetim olarak tanınıyor ve Ada’da barışı sağlamak için BM Barış Gücü’nün gönderilmesi oybirliğiyle kabul ediliyordu. Bu dönem uluslararası alanda detant (yumuşama) yılları olduğu için ABD ve İngiltere’nin kimi planlarını daha “ince” bir biçimde hayata geçirmesi gerekiyordu. Ancak bundan sonraki dönemde BM Barış Gücü’nün herhangi bir NATO birliğinden temel farkının yalnızca “ismi” olarak kaldığını söylemekte bir sakınca yok.

Ancak sorunun artık kendi iradesini aşan bir biçimde “sahibi” olan Türkiye’nin saldırgan tutumu zaman zaman önceki dönemin işbölümü ve ahengini bozacak sorunlar ortaya çıkarıyordu. Türkiye’nin bu dönemde “taksim” konusunda fazla ısrarcı davranması ve sık sık “müdahale hakkı”nı gündeme getirmesi ABD tarafından bir “burun sürtme” operasyonuyla karşılandı. 1964 Haziranı’nda ABD Başkanı Johnson dönemin Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye bir mektup gönderdi ve Türkiye’nin hangi sınırlar içinde hareket etmesi gerektiğini hatırlattı. Buna göre

“a) Türkiye’nin dış politika davranışlarında ABD’ye danışması gerektiğini;

b) ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a garantör devlet sıfatıyla müdahalesini meşru kabul etmediğini;

c) Böyle bir hareket sonucu Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldıracak olursa NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyeceğini;

d) Türkiye ile ABD arasındaki 1947 tarihli yardım anlaşması gereğince Türkiye’nin kendisine ABD tarafından verilmiş silahları kullanmasına ABD’nin izin vermeyeceğini

Başbakan İnönü’ye bildirmiştir” 25 . [GERGER Haluk]

Kıbrıs sorununun ilerleyen tarihlerde bir hayli “çarpık” algılanmasına neden olacak ve “resmi tarih” yazıcılarının da akıl almaz biçimde istismar ettikleri bu müdahalenin Türkiye tarafı için aslında sözünü ettiğimiz “burun sürtme” dışında bir önemi ve çıktısı olmamıştır.

ABD’nin dönem dönem kendisine göbekten bağladığı kimi ülkeleri “kendisiyle didişiyormuş gibi” göstererek diplomatik olarak elini serbestleştirdiği ve bunun özellikle de “yumuşama” dönemlerinde gönül rahatlığıyla gerçekleştirdiği bilinir. Johnson mektubu biraz da böyle bir çerçeveye oturmuştur. Nitekim resmi tarih yazıcılarının olayı bir “Türk-ABD gerginliği” olarak tarif etmeleri Kıbrıs konusunda sorunu önceki emperyalist politikaların kuyrukçusu diplomasi görüntüsünden kurtarıp “hakiki” bir milli mesele haline getirmiştir. Bu “yazıcı”ların daha ileri dönemlerde özellikle 1974 işgali döneminde benzer bir istismarı nasıl gerçekleştirdiklerine ileride değinilecek.

Mektubun 2 ay sonrasında Türkiye’nin başlatacağı ve ABD’nin ve İngiltere’nin desteğinin kesin olduğu “bombalama” faaliyetleri öncesinde gelmiş olması diplomatik açıdan da son derece “yerinde” olmuştur.

Tekrar altını çizelim ABD sorunun taraflarına kendi başlarına fazla ileri gitmemeleri gerektiği yönünde bir “burun sürtme” operasyonu yapmıştır. İkinci olarak da Türkiye’nin bir süre sonra atacağı adımların kendisiyle ilişkilendirilmesinin önüne geçmek istemiştir. Mesele bundan ibarettir. Diğer yandan ABD aynı tarihlerde Yunanistan’a da benzer “hatırlatmalar” yapmayı ihmal etmiyor.

“1964 Başkan Lyndon Johnson’dan Yunanistan’ın Washington büyükelçisine: ‘Sizin parlamentonuz ve sizin Anayasanız… Amerika bir fildir Kıbrıs ile Yunanistan ise birer pire. Eğer bu iki pire fili kaşındırmayı sürdürürlerse filin hortumu her ikisine birden çarpıp iyice ezebilir'” 26 . [CLOGG Richard]

Aslında resmi tarih yazıcılarının Türkiye için iddia ettiği “ABD ile ilişkilerin gerilmesi” tezi bu dönemde daha fazla Yunanistan ve ABD ilişkileri için geçerli olmuştur. Yumuşama döneminde Sovyetler Birliği’nin yürüttüğü hassas diplomasi sayesinde Yunanistan göreli olarak “bağımsız” bir diplomasi geliştirme yo-luna girmiştir. Özellikle Kıbrıs sorunu konusunda Makarios’un itirazlarının yanında yer alan Papandreu iktidarının bu tercihi iktidardan uzaklaştırılmasıyla etkisizleştirilecektir. 1965’teki bu “Kral darbesi”nin ardından gelen Yunan yönetiminin Makarios’la ittifakı bozulur ancak Yunanistan Kıbrıs tarafını “ikna edecek” gerekli araçları geliştirmeyi de bir türlü beceremez. Uluslararası dengelerin de dayatmasıyla 1967’de ABD’nin daha “doğrudan” bir müdahalesi sonucu Albaylar cuntası gerçekleştirilecek ve Yunanistan’ın rolünü daha iyi oynamasının koşulları böylelikle hazırlanacaktır. 1967 yılı Ortadoğu’da dengelerin değişmekte olduğu Arap-İsrail savaşının patlak verdiği ve Sovyetler Birliği donanmasının Akdeniz’e indiği yıl olarak önem taşıyor. Kıbrıs’ın bu tablodaki jeostratejik önemi ortada…

1965 yılı Ada’yı coğrafi olarak bölme konusunda ilk denemelerin yapıldığı yıl oldu. Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün buradaki işlevi ise yapılan denemelerde işin çığırından çıkmasını engelleyecek ve “sınırların” doğru çizilmesini sağlayacak bir güç olmasıydı. Uzun vadeli olarak ise Kıbrıs’ın stratejik üslerden biri olarak kalmasını sağlamak elbette.

Bu süreçte arkaplanda Acheson planı olarak üzerinde görüşülen öneriler paketi daha fazla Ada’nın bölünmesinin önünü açan başlıklar içermekteydi. Makarios’un şiddetle reddettiği bu önerilerin fiili karşılığını yaratmak için ise Türkiye saldırıya geçmişti bile. Hatta bu diplomasi ile Türkiye’nin saldırıları o kadar içiçe ve paraleldi ki o dönem görüşmelere Türkiye temsilcisi olarak katılan Nihat Erim önemli bir görüşmede ABD temsilcisi Acheson’un kendisiyle birlikte bulunan Türk heyetine şunları söylediğini naklediyor:

“Özel olarak dostça söylüyorum fazla kan dökmeden size ayrılan bölgeyi gidip askeri kuvvetle işgal edebilir misiniz Eğer bunu yapabilecekseniz gidip alın. Amerikan 6. filosu karşınıza çıkmaz. Tersine sizi korur” 27 .

Bu dönem Yunanistan’ın rolü ise her türlü emperyalist plana karşı direnmeye devam eden Makarios yönetimini devre dışı bırakma görevini üstlenmek oldu. Planın baş aktörü Yunan faşisti Grivas tüm nitelikleriyle NATO’nun has adamı denebilecek bir askerdi. Özellikle AKEL ve Makarios ilişkilerini sabote ederek Kıbrıslırumlar arasında sorun çıkarmak gerektiğinde TMT ile danışıklı olarak toplumlararası terörü yükseltmek diplomatik manevralara alan açmak için ihtiyaç duyulan komploları tezgahlamak… Grivas Albaylar cuntasına kadar görevlerini “hakkıyla” yerine getirmiştir.

Albaylar cuntası döneminde ise coğrafi bölünmenin provaları sürdürüldü. 1967’de ikinci bir kriz yaratıldı ve Makarios’un daha fazla sıkıştırılmasını ve devrilmesini hedefleyen çatışmalar çıktı. Grivas bu dönemde de etkin rol oynamıştır. 1967’de bölünme konusunda önemli bir pratik sonuç daha elde edilecektir. Kıbrıslıtürkler kendi denetimlerindeki bölgelerde Geçici Türk Yönetimi kuracaklardır.

Bu dönemde dış müdahalelerden sonuç alınamayınca devreye sokulan iç savaş senaryolarını AKEL şöyle değerlendiriyor:

“Kıbrıs’ın düşmanlarının Acheson ve diğer çifte enosisçi taksimci NATO planları ile bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni dağıtmada başarısız kalmaları; yabancı merkezleri Kıbrıs’ı içten çökertme politikası kararına yöneltti. Bu yeni kurnaz planlar Atina Cuntasını ve yerli aşırı sağı işbirliği için hazır buldu. Makarios’un darbe ile düşürülmesi ve öldürülmesi AKEL ile diğer demokratik güçlerin ezilmesi için komplolar kuruldu. “Ulusal Cephe” gibi yasadışı örgütler ortaya çıktı. Demokrat vatandaşları öldüren kaçıran polis merkezlerini havaya uçuran EOKA B’yi örgütleyip vahşi terör uygulayan Grivas Kıbrıs’a gelir. Makarios’un devrilmesi için Kilise hiyerarşisi de harekete geçirilir. Anti-komünizm vatan mıllet edebiyatı ve şovenizmle etkinlik kurmaya çalışılır. Tüm bunlar da sözde Enosis için mücadele yoluna yapılır. Özde ise Türk işgaline zemin hazırlanır. İhanet yurtseverlik gömleği giyer” 28 . [AKEL]

Makarios’u devirme hedefi 1968 seçimlerinde aldığı yüzde 96’lık oy oranının ardından daha yakıcı hale geldi. 1969 yılında EOKA-B’nin öncülü olarak görülebilecek olan ancak başarılı bir sonuç elde edemeyen “Ulusal Cephe” örgütünün Kıbrıslırumlar’a karşı terörist faaliyetleri yoğunlaştı. Ancak örgüt Makarios tarafından etkisiz hale getirildi.

Makarios’un iktidarına son verme ve hatta onu öldürme hedefi Türkiye-Yunanistan görüşmelerinin gündemi de dahil olmak üzere 1974 müdahalesine kadarki dönemin belirleyici eksenini oluşturdu. Bu dönemde artık “çifte enosis”i savunan Yunanlı çete EOKA-B sahnededir. Ayrıca kilise de Makarios’u etkisizleştirmek için devreye sokulmuş durumdadır.

Nihayet Yunanistan’da 25 Kasım 1973 tarihinde iktidara gelen ikinci cuntanın ardından 15 Temmuz 1975 tarihinde de Kıbrıs’ta Sampson darbesi gerçekleşti-rildi. Buradaki etkili tüm aktörlerin CIA tarafından eğitildiği ve ABD’nin doğrudan darbelerin iplerini elinde tuttuğu biliniyor. Öyle ki bu darbe planıyla ilgili enformasyon daha 1970 başlarında Batı basınında ifşa olmuştu. Darbenin hemen ardından 20 Temmuz 1974’te planın ikinci aşaması olan Türkiye’nin “garantör olarak Ada’ya müdahalesi” şeklinde lanse edilen askeri işgali geldi. Tabi bu arada 19 Temmuz günü Ada’dan yükselen Denktaş’ın Türkiye’ye “müdahale çağrısı”nı ihmal etmemek gerekiyor.

Darbeciler tarafından yok edilmesi planlanan Makarios öldürülmekten kurtulmuştu. Ancak Makarios’un yoğun bir biçimde mücadele ettiği çifte Enosis’in yani Ada’nın Taksimi’nin koşulları fiilen ortaya çıkmış durumdaydı.

Türkiye’nin müdahalenin hemen öncesinde “garantörlerden” İngiltere’nin de desteğini almak üzere bu ülkeyle bir diplomasi yürüttüğü ve fakat İngiltere’nin işin içerisinde doğrudan yer almamayı tercih ettiği de biliniyor.

Müdahalenin ardından hem Kıbrıs hem de Yunanistan’daki cunta yönetimleri devrildi. Yunanistan’da Karamanlis göreve gelirken Kıbrıs’ta ise Makarios’un başta güvendiği ancak ABD ile anlaştığı kesin olan Klerides yönetime geldi.

22 Temmuz tarihli BM’nin ateşkes çağrısının ardından 25 Temmuz’da Birinci Cenevre Konferansı gerçekleştirildi. “Bölgede barışın iadesi ve Kıbrıs’ta anayasal hükümetin yeniden tesisi” üzerinde anlaşmaya varıldı. Ancak, Türkiye’nin “iki aşamalı” olarak düşünülmüş işgal planı henüz tamamlanmamıştı ve 13 Ağustos günü “anlaşmazlık nedeniyle” kesilen İkinci Cenevre Konferansı’nın ardından 14 Ağustos’ta Türk ordusu yeniden ilerlemeye başladı 29 .

14 Ağustos’ta Yunanistan Türk işgaline müdahale edilmemesini protesto amacıyla NATO’nun askeri kanadından çekildiğini açıkladı. 16 Ağustos’ta da BM Güvenlik Konseyi’nin ve 1 Kasım’da da BM Genel Kurulu’nun işgale son verilmesini isteyen kararları açıklandı.

Kıbrıs topraklarının yüzde 37’sini işgal eden Türkiye bu durumu “geçici” olarak tarif etti. Altına imza attığı BM anlaşmalarının aksini dikte etmesine rağmen Ada’daki askeri varlığını kalıcı kıldı. 1975 yılı Şubat ayında işgal ettiği bölgelere Ada içi göç sonucu zorunlu olarak buraya sevkedilen Kıbrıslıtürklerin ve Türkiye’den gönderilen/gönderilmekte olan göçmelerin oluşturduğu topluluğu Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTDF) olarak ilan etti.

1960-74 döneminin temel dengelerine gözatacak olursak:

Zürih ve Londra anlaşmalarında bulunan 5 taraftan (İngiltere Türkiye Yunanistan Kıbrıstürk tarafı Kıbrısrum tarafı temsilcileri) biri olmayan ABD bu dönemin asıl yönlendirici öznesi olmuştur.

Uluslararası ilişkilerde aynı zamanda detant (yumuşama) dönemi yaşandığı için Kıbrıs üzerindeki emperyalist politikalar daha “ince” yöntemlerle ve kontgerilla faaliyetleriyle yürütülmüştür.

Bu dönem, Kıbrıs halkının emperyalist oyunlar karşısında politik tercihini Enosis’ten Bağımsız Kıbrıs çizgisine doğru kaydırdığı yıllardır ve bu aynı zamanda uluslararası alanda Kıbrıs’ın bağımsızlıkçı siyasetinin güç kazanmasına paralel gelişmiştir. Sovyetler Birliği ile yakınlaşan Kıbrıs ABD için taşıdığı jeostratejik önemin yanında karşı kampa kaptırılmaması gereken bir coğrafya olarak da önem kazanmıştır.

Her türlü kontr-gerilla yönteminin devrede olduğu bu yıllarda Türkiye yoğun bir anti-komünist motivasyonla ABD’nin yanında yerini almıştır. Ada’nın bölünmesine giden süreçte kritik roller üstlenmiştir.

Yunanistan, diplomatik zorlamaların yetmediği noktada doğrudan darbe yönetimleri aracılığıyla tezgaha dahil edilmiştir.

Nihayet bunca adaletsiz karşı karşıya geliş sonucunda Ada’nın bağımsızlık isteyen halkının mücadelesi yenilmiş; savaşın ardından sınırlar çizilmiş ve Ada’nın bölünmesi gerçekleştirilmiştir.

AKEL bu dönemi şu şekilde değerlendiriyor:

“1964-74 arasındaki on yıl Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve birliğinin korunması için mücadele verilen yıllardır. AKEL bu yıllarda çifte enosis ve taksim planlarının yaşama geçirilmesine karşı politikaları destekleyerek, herhangi bir çıkar düşünmeden ardıcıl olarak Cumhurbaşkanı Makarios’un yanında durmuştur. Partimiz Kıbrıs’ın zor anlarında güvenilir ittifaklar için sosya-list ülkelerde varolan hükümetlerle kardeşçe ilişkilerini kullanmıştır. AKEL aynı zamanda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağlantısız dış politikasını da desteklemiştir” 30 . [AKEL]

Burada üzerinde durulması gereken bir başka nokta, Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasının ABD ile ilişkilerini bozduğu ve ABD’nin askeri ambargosunun bunun üzerine geldiği yönündeki “büyük yalan”dır. Öyle ki bu büyük yalan uzantıları bugünlere kadar gelen bir büyük yanılsama da yaratmıştır 31 .

Yalandır; çünkü böylesi bir operasyonu Türkiye ABD’nin onayı olmadan -ne askeri yetenekleri bakımından ne de ittifakın kuralları gereği- gerçekleştirebilecek durumda değildir.

Yalandır; çünkü bu müdahale zaten yıllardır sistematik bir biçimde sürdürülen Ada’nın taksimi yönündeki emperyalist planların son aşamasıdır ve tümüyle ABD patentlidir.

Yalandır; böyle bir suni gerilime uluslararası dengeler ve “diplomatik” kurallar gereği ihtiyaç duyulmuştur 32 .

Bölünme sonrası tablo

Emperyalistler açısından yeni biçimiyle Kıbrıs sorunu artık gerçekten Yunanistan ve Türkiye arasındaki bir sorun haline getirilmişti. Bu şekilde bölünmüş olan ve evsahibi taraflar açısından sürekli sorunun “birbirleri” olduğu yanılsamasının yaratıldığı bir coğrafyada, İngiliz üslerinin varlığı veya BM Barış Gücü’nün etkinliği kimsenin gündemine girmiyordu.

Dolayısiyle emperyalist odaklar çeşitli dönemlerde Ada’daki üsleri istedikleri gibi kullanmak dışında Kıbrıs sorunuyla ilgili gündemi “diplomatik bir başlık” haline getirdiler.

Ancak, 1974 sonrası sorunun taraflarından biri olan Yunanistan’ın girdiği yol ve emperyalist dengelerdeki reorganizasyona dair kimi notlar düşmekte yarar var. Cuntanın yıkılışından sonra, Yunan burjuvazisi siyasi istikrar sorununa çözümü Avrupa şemsiyesi altında bulacağına inanarak ülkenin geleceği konusunda bu yönde bir tercih yaptı.1967’de Albaylar Cuntası’nın ardından AET tarafından dondurulan ilişkiler, ’75’de Yunanistan’ın “tam üyelik” başvurusuyla yeni bir ev-reye girdi. Karamanlis yönetiminin enerjisinin önemli bir bölümünü bu evrenin gereklerini yerine getirmek için harcadığını söyleyebiliriz. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından ayrılması da, bu tercihle ilişkili olan cuntadan demokrasiye geçiş (metapolitefsi) döneminin cuntasızlaştırma (apohuntopoisi) politikalarıyla desteklenen bir adım olmuştur. Yunanistan sermayesinin bu restorasyon hamlesi 80’li yıllara gelindiğinde onu AB üyeliğine taşıyacaktır (tam üyelik: Ocak 1981).

Bu arada NATO ile ilişkiler 20 Ekim 1980’de zaten yeniden yoluna sokulmuştur. Yunanistan artık, AB’li bir NATO üyesidir. Papandreu başkanlığındaki PASOK iktidarı yıllarında ise, batı-karşıtı “sosyalist” politikalar sadece söylem düzeyinde kalacaktır 33 .

Avrupalılaşma yolundaki Yunanistan ile Kıbrıs’taki mevcut durumu kalıcılaştırma hedefine yontarak bir dönem “federasyon” tezine sarılan Türkiye’nin dolaylı olarak taraf olduğu “çıkışsız” görüşmeler Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kesimlerinin “temsilcilerinin” katılımıyla BM gözetiminde sürdürülmüştür. Bu görüşmelerin, hiçbir yaptırım gücü ve önemi olmamıştır. Nitekim zaman zaman bu görüşmelerde karar altına alınan kimi öneriler sorunun çözümüne ilişkin anahtar başlıklar niteliğinde olmuş ancak şu veya bu biçimde “tıkanıklık” yaratılmıştır.

1981’de iktidara gelen Papandreu’nun atak politikalarıyla BM üzerinden kazandığı avantajlara yanıt olarak Türkiye de yeni kartını açacak ve 15 Kasım 1983’te Kıbrıs Türk Meclisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) ilan edecekti. Diplomatik olarak son derece başarısız olan bu hamle BM’nin “kınama” kararıyla ve uluslararası alanda hiç kimsenin KKTC’yi tanımamasıyla karşılık buldu.

Tarafların sürdürdüğü “görüşmeler” bundan sonra “dolaylı” olarak yapılmaya başlandı.

Bundan sonraki dönemde Türkiye ve Yunanistan arasında “çözümsüz” temaslar gündeme geldi. Özal’ın Papandreu ile geliştirmeye çalıştığı kısa süren “yumuşama” dönemi dışında iki ülke arasındaki diğer “anlaşmazlık” başlıkları yanında Kıbrıs sorunu da yerini alıyordu. Özal’ın Papandreu’yla geliştirdiği diplomasinin Kıbrıs başlığında “ver kurtul” yaklaşımını örtük olarak içerdiği ancak bu yaklaşımın Özal’ın diğer başlıklardaki “liberal” fantazilerinin kaderini paylaştığı ve Türk dış politikasında “kalıcı” bir yer tutmadığı kaydedilebilir. Ancak yine diğer başlıklarda olduğu gibi Kıbrıs konusunda da resmi politikalarda bir ikinci kanalın “açılmasına” hizmet etmiştir.

Kıbrıs sorunu, AB-Türkiye sorunu oluyor

1990’lara gelindiğinde artık Avrupalı Yunanistan’ın iki ülke arasındaki ilişkilerde AB kozunu daha sık masaya getirdiğini görüyoruz. Avrupa Topluluğu (AT) ise 1990’da Türkiye’nin toplulukla ilişkisini, Türk-Yunan ve Kıbrıs sorunlarına bağlayarak sorunun muhataplarından biri olarak sahneye çıkıyor.

1990 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AT’ye “tam üyelik” başvurusunu yaptığı tarih. Temmuz 1993’te başvuruya olumlu yanıt veriliyor ve bundan sonra Türkiye ve AB arasında Kıbrıs sorunu bir “pazarlık” konusu haline geliyor.

Pazarlığın ilk turunda Türkiye’nin Gümrük Birliği sürecinde yediği bir gol var. 1995 yılı AB’nin hem Kıbrıs’ın tam üyelik görüşmelerine başlayacağı hem de Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesinin netleştirileceği tarih. Yunanistan Türkiye’ye dönük vetosunu Kıbrıs’la ilgili sorun giderilirse kaldıracağını söylü-yor ve bu yönde Türkiye’nin onayı alındıktan sonra vetosunu kaldırıyor.

Türkiye Gümrük Birliği’ne giriyor; Kıbrıs Cumhuriyeti AB ile tam üyelik görüşmelerine başlıyor. Buna refleks olarak gösterilen ilk tepki, Türk-Yunan ilişkilerinin “Kardak şahini” başbakan Tansu Çiller’in tepkisi oluyor. Çiller “Kıbrıs Rum Yönetimi’ni AB’ye alırsanız Türkiye de KKTC ile entegrasyona gidecektir” açıklamasını yapıyor. Entegrasyon tezi sonraki dönemlerde Türkiye tarafının sert “kozu” olarak dönem dönem gündeme gelecektir.

AB’nin attığı adımları sermaye temsilcilerinin ciddiye almaya başladığını ise, 1995 Aralık MGK toplantısında konunun değerlendirilmesiyle birlikte anlıyoruz. MGK toplantısının ardından “Demirel-Denktaş Deklarasyonu” adı altında yapılan açıklamada konuya ilişkin tavır belirginleştiriliyor. Buna göre,

“Kıbrıs sorunu çözülmeden AB üyeliği düşünülemez,

Adada Türkiye’nin garantörlüğü sürecek,

Kıbrıstürkleri Kıbrısrumlarıyla eşit egemenliğe sahip olacak,

Kıbrıs Türkiye girmediği sürece AB’ye giremez” 34 . [MANİSALI Erol]

Buna karşılık, AB de yürütülen tam üyelik görüşmelerinin hiçbir şekilde durdurulamayacağı yanıtını veriyor. 90’larla birlikte sorunun yeni ekseni ve “tıkanıklık” noktaları belirginleşmiştir.

Bundan sonra 1998-99 dönemecine kadar sorunun emperyalist güç dengeleri içindeki yerini tarif etmeden önce, bu dönemin kritik birkaç evresini daha not edelim.

AB içinde dönem dönem Kıbrıs Cumhuriyeti’nin mevcut statüsü üzerinden AB üyeliğinin daha zorlu bir sorun ortaya çıkaracağını savunan sesler yükselmiştir. Ancak bu tavır sözünü ettiğimiz zaman aralığında Türkiye’ye dönük bir yumuşamanın ifadesi değildir. Aksine bu dönemde AB, Türkiye’ye dönük tavrını aşamalı bir biçimde sertleştirmiş ve bu yönelim 1997 sonunda gerçekleştirilen Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının gündemden düşürülmesine kadar varmıştır. 1997 yılında Ada’da sınırda yaşanan ölüm olayları aynı yılın başında patlak veren S-300 füze krizleri hep bu sertleşmenin gerekçeleri olmuştur. Türkiye tarafı bu dönemi “entegrasyon” tehdidini zaman zaman masaya sürerek karşılamakla geçirdi. Dönemin resmi tutumu “AB ile KC yakınlaştıkça, TC ile KKTC’nin birleşme süreci hızlanır” şeklinde ilan edildi.

Bu dönemin Kıbrıs’la ilgili son çabası ABD’nin bu başlıkta son derece “dene-yimli” ve büyük umutlar yaratan adamı Holebrook’un soruna el atması oldu. Ancak, ne Ada’daki sorun bir “etnik” sorundu ve ne de yalnızca Türkiye ve Yunanistan’ı ilgilendiriyordu. Holebrook’un deneyimleri gerçekten bu alanla sınırlı mı bilinmez ama bu deneme de başarısızlıkla sonuçlandı.

Emperyalizm restorasyon ve Kıbrıs sorunu

Başarısızlıkla sonuçlandı; çünkü ’90-98 aralığı ABD-AB arasındaki ilişkilerin “yeni” dengelere oturtulmakta olduğu ve Türkiye gibi aktörlerin konumu söz konusu olduğunda kimi belirsizliklerin hâlâ sürdüğü bir dönemdi.

Sosyalizmin çözülüşünün ardından emperyalist hiyerarşi yeniden şekillenirken elbette başka öncelikler vardı. AB’nin ikinci bir odak olarak belirginleşip belirginleşemeyeceği konusu Balkanlar üzerinden sürdürülen mücadelenin sonucunda bir “uzlaşma”ya bağlanmıştır. 1990’lardan başlayarak bir dizi “şov” ve uyuşmazlık başlığının yaşandığı emperyalist odaklar arasındaki ilişkiler 1996 sonrasında ABD’nin “dünya liderliği” konusundaki üstünlüğünün belirginleşerek zorunlu bir kabul görmesiyle tekrar bir rotaya girmiştir. Bundan sonra kimi pazarlıkların yeni konumlar üzerinden sürdürüleceği dönemin başladığını söyleyebiliriz. Bu pazarlıklarda ABD’nin elinin güçlü olduğunu unutmadan…

Türkiye kapitalizmi bu dönemini büyük ölçüde “yalnız” geçirmiş, nihayet 90’ların ortasında dünya dengelerinin de belirginleşmesiyle bu yalnızlığına son verme telaşı içine girmiştir. Türkiye’de ’96 Susurluk ’97 28 Şubat gibi dönemeçler bu telaşın yerini kararlılığa bıraktığını 1998-99 Kürt sorunuyla ilgili gelişmeler kararlılığın emperyalist cephede “karşılığını” bulduğunu göstermiştir. 1999 yılı emperyalizmle ilişkilerin istenen düzeye geldiği Türkiye sermayesinin “tam teslimiyet” konusunda tüm şartları kabul ettiği tarihtir.

Emperyalizm içi ilişkilerde, ABD’nin üst basamaktaki rolünü kabul eden AB için Türkiye bu dönemde ister istemez önem kazanmıştır. İşte bu nedenle, hem AB ile ilişkiler hem de Kıbrıs sorunu bundan sonra yeni bir rotaya girmiştir.

Türkiye’nin AB tarafından “itilme” sürecinin yerini “burnu sürtülerek yakınlaştırılma” dönemine bırakması 1999 yılına denk geliyor. ABD’nin zorlamalarıyla sağlanan en önemli buluşma Türkiye’de gerçekleştirilen AGİT Zirvesi oluyor. Türkiye’nin bu jest karşısında gözlerini kapadığı bir olgu, bu zirveye Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsilen Glafkos Klerides’in katılmasıdır. Türkiye’yi diplomatik olarak Kıbrıs adına ziyaret eden en son kişinin Makarios olması ve bu ziyaretin ise 1962 yılında yapılmış olması gerçekten kayda değer bir noktadır 35 .

Yine Aralık 1999’da gerçekleştirilen Helsinki Zirvesi’nde AB’nin Türkiye’nin başını okşayarak Kıbrıs konusunda kendi yaklaşımını dayatması bir başka önemli noktadır. Helsinki’de Türkiye’nin adaylığı yeniden gündeme gelmiştir, ancak 2 koşula bağlanarak;

1. Kıbrıs sorunu çözülmese de Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyesi olacaktır

2. Ege konusunda çözüme ulaşılamazsa, Lahey’e gidilecektir.

Türkiye’nin 13. aday olarak tarif edildiği Helsinki’de yediği bu goller, Ecevit’in “bunu kabul etmediğini” söylemesiyle çıkarılmaya çalışıldı. Ancak “içine sindiremedikleri”nin hiçbir önem taşımadığı başbakanın bu açıklaması Zirve’nin aile fotoğrafında kapladığı yer kadar silik kaldı.

Unutmadan ekleyelim; Helsinki’nin hemen öncesinde ABD’de Denktaş ve Klerides “dolaylı görüşmeler” yapıyorlardı.

İçinden geçtiğimiz bu dönemin diğer kritik evreleri 2000 yılı başında Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nden (AGSK) dışlanması, Şubat ayında -bununla da ilişkili olarak- AB’nin Türkiye dışında kalan adaylarla tam üyelik görüşmelerine başlayacağını ilan etmesi, 2000 yılı sonlarında ise Katılım Ortaklığı Belgesi’ni (KOB) sunması burada yine Kıbrıs konusunun gündeme getirilmesi -ancak bir “jest” olarak “şart” değil, “öncelik” diye tanımlanması ve iki sorunu birbirinden ayrı ele alındığının deklare edilmesi olarak not edilebilir. Bir “havuç” ve “sopa”lar silsilesi…

Bir başka not, Kıbrıs’la ilgili olarak, Temmuz 2000’de başlayan ve Aralık’ta tıkanan Üçüncü Tur dolaylı görüşmelerde yol alınamamış olmasıdır. Türkiye tarafı (Kıbrıslıtürkleri temsil ettiğini iddia eden Denktaş) bir süredir “konfederasyon” tezini sahiplenmektedir.

ABD’nin AB’ye bir yönüyle “sızdırmaya çalıştığı” bir yönüyle “teslim ettiği” Türkiye AB ile ilişkilerinde sürekli “burnu sürtülen” taraf olmayı istemiyor. Emperyalizmle ilişkilerinde her zaman teslimiyet ve kişiliksizliğin baskın olduğu Türkiye’nin bu tercihinin temel nedeni ise AB ile ilişkilerinde taşıdığı diğer misyonun hakkını verme çabasıdır. ABD’nin bir ajanı olarak Türkiye sürekli geri adım atarak kendisinden beklenen rolü yerine getiremeyeceğinin bilincindedir. Hatta bu misyon bilinciyle göreli de olsa bir “kişilik” kazandığı bu dengeler içerisinde oturduğu yerin öneminden kaynaklı bir özgüvene sahip olduğu bile söylenebilir. Bir yere kadar!

Şimdi Türkiye kapitalizminin AB ile “burun sürtme” ilişkisi içerisinde sergilediği kişilikli tutumun emperyalist dengeler içerisinde hangi pazarlık başlıklarıyla iç içe geçtiğine bir göz atalım.

Kıbrıs sorunu bugün artık bir dizi başka başlıkla birlikte bir pazarlık paketinin parçasıdır.

Emperyalist pazarlıklar paketi ve Kıbrıs sorunu

Emperyalist diplomaside enerjinin en çok boşa harcandığı “görüşmeler” hangisi diye sorulacak olunursa bunun yanıtı herhalde “Kıbrıs görüşmeleri” olmalıdır. Buradaki temel sorun öncelikle Türk tarafının hem emperyalist amaçlar hem de kendi çıkarları için “çözümsüzlüğü bir çözüm” olarak görmesi nedeniyle görüşmeleri sürekli “tıkayan” bir tutum içinde olmasıdır. Denktaş’ın bu tutumu emperyalist amaçlarla çelişmediği sürece örtük olarak destekleniyordu. 90’ların ikinci yarısından itibaren ise Türkiye kapitalizminin emperyalizmle entegras-yonunda yeni bir rota tarif edilmiş ve bu doğrultuda başta Kıbrıs olmak üzere Türkiye ile Yunanistan arasındaki kimi sorun başlıklarının “halli” de bir takvime bağlanmıştır.

Ancak bu tercih Kıbrıs’ın stratejik önemini yitirmesi emperyalizm için önemsizleşmesi gibi gerekçelere kesinlikle sahip değildir.

Bugün Kıbrıs sorununu tıkayan temel neden, Türkiye ve Yunanistan burjuvalarının çözüm isteğine rağmen önceki dönemde yarattıkları canavarları zincirleyememeleri gibi bir engel değildir. Emperyalistlerin pazarlık paketinde Kıbrıs’ın hâlâ “stratejik” bir önemi bulunduğundan ve bunun nasıl değerlendirileceğine, pazarlık sürecinde neyin alınıp neyin verileceğine karar verememiş olmalarından kaynaklı bir sorun vardır.

Cengiz Çandar’ın daha 4 yıl önce “hallettiği” sorunu nedense bugün hâlâ çözememişlerdir…

“Kıbrıs bu ‘tarih diliminde’ -ki hala o dilimin içindeyiz- çözüm rotasına sokulacaktır.

‘Batmayan uçak gemisi’ özelliğinin sağladığı ‘stratejik değeri’nden ötürü değil, tam tersine ‘stratejik değeri’ azaldığı ve artık Türkiye-Yunanistan arasında ezeli bir sorun haline gelerek giderilmesi gereken bir ‘başağrısı’na dönüştüğü için…

21. yüzyıla dönük ‘stratejik projeksiyonlar’, Asya’nın bu arada Pasifik kuşağının stratejik değerinin Doğu Akdeniz’in önüne geçeceğine işaret ediyor. Bu arada Körfez Savaşı’nın ardından Amerikan deniz kuvvetlerinin fiilen Körfez’e yerleşmesi, yani Amerikan ‘fiziki gücü’nün Ortadoğu’da oluşması petrol yollarının doğrudan denetimini sağlıyor. Bütün bunlar Kıbrıs’ın ‘stratejik değeri’ni, Soğuk Savaş yıllarına oranla geriletiyor” 36 . [ÇANDAR Cengiz]

Bir başka yanılsama “resmi tarih” yazıcılarının paylaştığı sıradan bir değerlendirmedir.

“Türk-Yunan uyuşmazlığının ABD’ye etkisi ise iki kutuplu dünyadan çok farklıdır. Artık ‘Türkiye vazgeçilmeyecek ideolojik, stratejik ve askeri ortak değildir’. Yeter ki, ABD’nin bölge politikasına olumsuz etki yapacak sonuçları doğmasın” 37 . [MANİSALI Erol]

Birçok açıdan “yanlış” değerlendirmelerle dolu olan bu 3 cümle Kıbrıs sorunu söz konusu olduğunda da yanlış bir yaklaşım içermektedir.

Kıbrıs’ı emperyalizmin pazarlık paketinden çıkarmak

İçinden geçtiğimiz günlerde geçen yılın Kasım ayında “tıkanmış” olan Üçüncü Tur Dolaylı Görüşmeler ile ilgili olarak yeniden bir adım atılması gündemde. Ağustos sonunda -maalesef yine- Türk tarafının temsilcisi olarak Rauf Denktaş ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tekrar biraraya gelerek durum değerlendirmesi yapacaklar.

Kıbrıs sorununu içinden geçtiğimiz dönemde emperyalizmin “kritik” başlıklarından biri haline getiren emperyalist hiyerarşide taşları yerli yerine oturtma konusunda gerek ABD ve gerek AB’nin adım atma ihtiyacında olduğu söylendi. Bugün Kıbrıs, Türkiye’nin bir ucunda kendince pazarlıklar yürütmeye çalıştığı bir hiyerarşi geriliminin “sivrilmiş” başlıklarından bir tanesi olarak duruyor. Yukarıda da belirtildi şu kadar odaklı bir emperyalizmin uzlaşmaz çelişkilerinden söz edilmiyor. Ancak pastadan kimin “hak ettiğinden daha fazlasını” tırtıklayacağı konusunda bir çekişmenin olduğu bir dünya sistemi ve bunun oluşturduğu gerilimler kastediliyor. Kardeşlerin miras kavgası…

Sivrilmiş olan başlıklar birbiriyle iç içe geçmiş ve bir pazarlık paketinin ögeleri haline gelmiş durumda. Kıbrıs’la birlikte hemen akla gelen Avrupa Güvenlik ve Sosyal Politikası (AGSP) bunlardan biridir. ABD’nin sağa sola füze yığmak için gündeme getirdiği “Ulusal Füze Savunma Sistemi” (NMD) veya Füze Kalkanı olarak bilinen planı; Irak ile ilgili sözde İngiliz planı olan (tümüyle ABD patentli) “akıllı yaptırımlar” projesi.

Bütün bunlar emperyalist sistemin bugün netleştirmeye çalıştığı başlıklar arasındadır. Ve Kıbrıs için “çözüm” bu pazarlıkların bir parçası olarak aranmaktadır. Türkiye yalnızca Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak değil tüm başlıklarda bu pazarlıkların bir ucunda duruyor.

Kıbrıs bizim için sadece bir “dayanışma” başlığı olmanın ötesinde Türkiye ka-pitalizminin emperyalist politikalar içindeki rolüyle hesaplaşmak için de bir mücadele konusu haline geliyor.


Dipnotlar

  1. HASGÜLER Mehmet, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim politikalarının sonu, İletişim yay., İstanbul, 2000, s.53
  2. Fikret Bila KKTC’ye her ay 6-7 trilyon kaynak aktarıldığını geçen yıl geri ödenmesi beklenmeyen 100 milyon dolarlık kredi verildiğini bankazedelere destek için 25 milyon dolar verildiğini yazıyor. BILA Fikret “Ankara’yı isyan ettiren tablo” MILLIYET 20 Ağustos 2000. Bila’nın bundan duyduğu “rahatsızlığın” neye hizmet ettiği ayrı konu. “Türkiye’nin Kıbrıs toprakları üzerinde bulundurduğu askeri güçler için 1990 yılında 328 milyondolarlık bir harcama yaptığı (savunma bütçesinin yüzde 10’u) kaydedilmişti. Halen yılda 510 milyon dolar harcama yaptığı hesaplanmaktadır. Bu para ABD tarafından TC’ye verilen askeri yardımın üzerinde bir miktardır.” AN Ahmet “Kıbrıs adası bağlantısız kalmalı askerden arındırılmalıdır” Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek S.32 Eylül-Ekim-Kasım 1999 Kıbrıs sorununun perde arkası içinde Dünya yay. Temmuz 2000 s.22. 3) Radikal 25 Temmuz 2000. Bu haberde bazı yanlışlar var. En son belirlenen rakam KKTC’deki batık 5 bankada 12 bin mudinin toplam 117 milyon ABD doları (yaklaşık 157 trilyon TL) alacağı olduğu şeklinde. AA 3.8.2001
  3. Radikal, 25 Temmuz 2000. Bu haberde bazı yanlışlar var. En son belirlenen rakam KKTC’deki batık 5 bankada 12 bin mudinin toplam 117 milyon ABD doları (yaklaşık 157 trilyon TL) alacağı olduğu şeklinde. AA 3.8.2001.
  4. MÜMTAZ Hüseyin, “Vicdan Hicran Hüsran”, Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 2001,S.333.
  5. “Son günlerde Türk Mukavemet Teþkilatı’na benzer bir oluşumun baþlatılması hayra alamettir.” YETİŞ Kazım “Kıbrıs Türkiye’nin şerefidir,namusudur”, Türk edebiyatı, Temmuz 2001, sayı 333.
  6. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-7.html, KKP-AKEL 70. yıl tezleri, 25 Temmuz 1996
  7. FIRAT Melek M., “Kıbrıs sorununun Türk dış politikasýna etkileri (1955-1997)”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 20 yıllık süreç, Ankara 15-17Ekim 1997, Sempozyuma sunulan tebliğler, Türk Tarih Kurumu basımevi, Ankara, 1999.
  8. MÜTERCİMLER Erol, Kıbrıs Barış Harekatının Bilinmeyen Yönleri, Yaprak yay.,Haziran 1990, s.44.
  9. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-1.html
  10. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-2.html
  11. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-2.html
  12. Erol Manisalı’nın tarih anlatımı başta olmak üzere bir dizi kaynakta bu yönde vurguların baskın olduğunu görüyoruz. MANİSALI Erol, CYPRUS Yesterday and today Der publications, İstanbul 2000, s.22.
  13. GAZİOĞLU Ahmet C., İngiliz yönetiminde Kıbrıs II (1878/1952), Enosis Çemberinde Türkler, Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi (CYREP), İstanbul, Nisan 1996.
  14. ERCAN Özcan, “İstirdat Harekatı”, Dizi yazı, Milliyet, 10-14 Haziran 1995.
  15. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-4.html
  16. Bundan önce, İngiliz emperyalizminin Kıbrıs’taki kontrolü çeşitli biçimlerde sürdürmek için ileri sürdüğü başka planlar da vardı, ancak aktörlerin belirginleşmediği ve rollerin dağıtılmadığı bir döneme özgü bu planlar çok fazla önem taşımadı. Tıpkı Londra’da yapılan ilk görüşmeler gibi, etkisiz ve net olmayan talep ve öneriler içeriyordu bunlar.1947: Lord Winster Planı 1948: Jackson Planı, 1955: Birinci Mc Millan Planı, Harding Planı… MANİSALI Erol, age, s.26.
  17. FIRAT Melek M., agm, s.556.
  18. FIRAT Melek M., agm, s.556.
  19. “Bu olaylardan (6-7 Eylül olayları-ZK) bir yıl önce hükümetin Kıbrıs sorununu BM’ye götürmesinden tedirgin olan Krallık, Ekim 1955’te ölmüş olan Papagos’un yerine Karamanlis’i atar. Oysa, Papagos’tan boşalan Başbakanlığı iki Başbakan yardımcısından birisinin atanması gerekiyordu. Karamanlis’in Baþbakanlı’ğa getirilmesindeki başlıca neden Yunanistan’ın Kıbrıs konusunda daha ılımlı bir siyaset izleme düşüncecesinde olmasıydı.”, ZAHARIADIS Karolos-ALP, Yusuf, Kıbrıs, Birikim yay., İstanbul, 1979, s.7.
  20. Türkiye, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak kendisine verilen rolün “karakterini” hep unutuyor. 11 Şubat 1959 Zürih görüşmeleri sırasında Türkiye “Kıbrıs’ta üs kurma ve asker bulundurma”yı talep ediyor. Bu talep, Kıbrıslı Türklerin hamisi olarak garantörlük hakkı ve Cumhurbaşkanı yardımcısına veto hakkının verilmesiyle diplomatik olarak “kabul edilebilir” bir çerçeveye oturtuluyor.
  21. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-4.html
  22. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-4.htm
  23. İşin ilginç yanı bugün bu madde, Türk tarafının, Kıbrıs’ın Türkiye’nin üye olmadığı Avrupa Birliği’ne üye olamayacağı iddiasına dayanak oluşturuyor. Bu da Türkiye diplomasisinin cengaver çabalarının bir becerisi olsa gerek.
  24. New York Times, 12 Ağustos 1961, Kıbrıs kitabı içinde, ZAHARIADIS K.-ALP Y., s.27.
  25. GERGER Haluk, Türk Dış Politikası (1946-1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi C. 2, İletişim yay.,
  26. CLOGG Richard, Modern Yunanistan Tarihi, İletişim yay., İstanbul 1997., s.194.
  27. ZAHARIADIS K.-ALP Y., age, s.39)
  28. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-5.html
  29. GERGER Haluk, agm.,
  30. www.akel.org.cy/permanent/turkish/index1-1-5.html
  31. Özellikle resmi tarih yazıcılarının işine gelen bu değerlendirme kimi örneklerde abartılı sonuçlara varmaktadır. Erol Manisalı ABD ile ilişkilerdeki gerginliğin, Türkiye diplomasi tarihinde Johnson mektubuyla ilk kez gündeme geldiğini, ikinci büyük olayın Türkiye’nin Kıbrıs’amüdahalesi olduğunu aktarıyor. Türkiye’nin müdahaleyle birlikte ortaya çıkan uluslararası yanlızlığını trajik bir biçimde sunan Manisalı bu dönemden sonra Türkiye’nin ulusal savunma sanayisinin inşasını önüne koyarak çok keskin bir virajı aldığını belirtiyor.
  32. Nitekim, “Kıbrıs fatihi Ecevit” işgale dönüşen müdahalenin 15. yılı nedeniyle bir gazetenin hazırladığı ek için yaptığı açıklamada, ABD’yleyaşanan gerilimin kesinlikle Kıbrıs’a müdahaleyle ilişkili olmadığını söylüyor. Ona göre, ABD ambargosunun temelinde haşhaş ekim yasağıvardır. Bu ambargonun Kıbrıs sorunu gibi askeri bir mesele üzerinden değil de iktisadi çıkar hesapları üzerinden gündeme geldiğini anlıyoruz.Peki böylesi bir “gerilim”, askeri olarak Türkiye’nin attığı adımın ağırlığı düşünüldüğünde sorun yaratmayacak mıdır? Aksine, ABD Türkiye ile ilişkileri konusunda öylesine rahattır ki bu adımı atmakta hiçbir çekince duymamıştır. Ecevit’ten dinleyelim: “Kıbrıs’taki darbe başka bir olayla da çakışıyordu. 1 Temmuz 1974 günü, yani Kıbrıs’taki Yunan darbesinden15 gün önce, ağır ABD baskılarına karşı direnerek, haşhaş ekimi yasağını kaldırmıştık. ABD yönetimi buna büyük tepki gösteriyordu.Hatta haşhaş ekimi yasağını kaldırmamızdan hemen sonra, ABD Senatosu, Türkiye’ye askeri araç-gereç ambargosu uygulamayı kararlaştırmıştı.Bir çok kimse ambargo kararının Kıbrıs Barış Harekatı üzerine alındığını sanır. Oysa gerçekte bu karar Kıbrıs Barış Harekatı’ndan günlerönce alınmış, ancak biz hükümette bulunduğumuz sürece uygulamaya konamamıştı. 1978’de yeniden hükümete gelinece de hiçbirödün vermeksizin ambargo kararını kaldırtabildik.Ben öyle sanıyorum ki, Yunan askeri yönetimi, Kıbrıs’taki darbe tarihini bizim haşhaş ekim yasağını kaldırmamızın hemen ardından belirlemiştir. ABD’nin bu kararımıza karşı göstereceği sert tepkiden yararlanarak Türkiye’nin askeri harekattan alıkonulabileceğini hesaplamıştır. Fakat Türkiye’nin kararlılığı bu hesabı bozmuştur.”, Günaydın, 15. özgürlük yılı özel eki, 20 Temmuz 1989.
  33. CLOGG Richard, age, s.222-223.
  34. MANİSALI Erol, age, s.98.
  35. HASGÜLER Mehmet, age, s.143.
  36. ÇANDAR Cengiz, “Kıbrıs 2000’den önce 2000’e doğru”, Görüş dergisi, Haziran 1997, S.31, s.18.
  37. MANİSALI Erol, “ABD AB ve Rusya’nın soğuk savaş sonrasında bölgesel politikaları ve Kıbrıs”, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da Gelişmeler ve Türkiye içinde Kıbrıs Araştırmaları Vakfı, 1994, s.7.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×