Gelenek’in 30. Yılında Dünyada ve Türkiye’de Duruma İlişkin Güncellemeler

Marx Komünist Manifesto’da burjuvazinin dünyayı nasıl homojenleştirdiğini ve nasıl eski üretim tarzlarına ait özellikleri yıkarak kapitalizmi başat haline getirdiğini büyük bir coşku ile anlatır.1 Buna karşılık Lenin ise Emperyalizm kitabında eşitsiz gelişimin bu homojenliği nasıl bozduğunu, dünyanın farklı bölgelerinde sermaye birikiminin nasıl emperyalizme dönüştüğünü, rekabetin nasıl bir yeniden paylaşım savaşına neden olduğunu ve bunun yarattığı krizin nasıl devrimi çağırdığını devrimci bir hırsla işler. 2

Günümüz dünyası tam da böyle bir homojenleşmenin ve eşitsiz gelişimin üst düzeyde bir sentezini yansıtıyor. Dünyayı yalnız bu sentez üzerinden okuyanlar, yeni bir işçi sınıfı kalkışmasının ve sosyalist devrimler çağının arifesinde olduğumuzu hissediyorlar ve buna göre siyasi tavır alıyorlar.

Homojenleşme veya üretici güçlerin kapitalizmde boğulması

Günümüz dünyası, bırakın Manifesto’nun yazıldığı yılları, Lenin’in çağı ile bile karşılaştırıldığında inanılmayacak kadar aynılaşmış, kapitalizm en küçük noktasına kadar nüfuz etmiştir. Köylülüğün kapladığı alan dramatik bir şekilde azalmış, sanayi üretici güçlerin farklı gelişmişlik seviyelerini de gösterse bütün dünyaya yayılmış, meta üretimi ve dağılımı dünyayı küçültmüş, hizmet üretimi metalaşmış ve işçi sınıfı siyasi olarak değil ama nüfus olarak başat sınıf haline gelmiştir. Üretimin toplumsallaşmasının geldiği düzey sınırları aşarak ülkeleri birbirine bağlamıştır. Bugün kapitalizmin yaşanmadığı, burjuvazinin iktidarda olmadığı hemen hiçbir ülke bulunuyor. Feodal bazı artıklar sosyoekonomik formasyon içinde feodalizme işaret etmiyor. Geçen yüzyılın sonlarında sosyalist iktidarların geri çekilmesine yol açan karşı devrim süreci ise sosyalizmin korunabildiği, manevi açıdan çok anlamlı ama siyasi coğrafya ve güçler dengesi açısından küçük bir ada bıraktı geriye.

Kapitalizmin bu zaferine karşı Marx’ın dünyanın bu hızlı dönüşümü karşısında duyduğu çoşku yerini derin bir karamsarlığa bıraktı. Bugün homojenleşmenin diğer adı üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileri tarafından boğulmasıdır.

Dünyanın bütün devletleri mali sermayenin egemenliğini gösterecek şekilde borçludur. Bu bir yerde emperyalizmin bütün dünyayı paylaştığının çağımızdaki göstergesi olarak alınabilir. Bütün ülkelerde üretici güçler, aslında vaat ettiği sıçrayıcı bir ekonomik büyüme yerine, durgunluk hatta gerileme gösteriyor. Çin, Hindistan, Brezilya gibi son on yıllarda hızla büyüyen ekonomiler bile yavaşladılar. Asalak bir azınlığın elinde biriken dev sermaye sanayiye ve reel yatırımlara dönüşmüyor, dünyayı sadece daha da fazla çürütüyor. Dünyanın her yerinde işsizlik üretici güçlerin boğulmasının işareti olarak çok yüksek oranlarda seyrediyor. Dünyanın her yerinde emekçiler sömürülüyor, eziliyor, geçen yüzyılda kazandıkları hakları kaybetmedikleri bir gün geçirmiyorlar. Sosyal hakların kaybını sefalet içinde göçmenleşme/mültecileşme izliyor. Savaşlarda her geçen gün katlanarak daha fazla insan yaşamını kaybediyor.

Başta dinci gericilik olmak üzere işçi sınıfının aklına dönük saldırı ise üretici güçlerin nasıl kapitalizm tarafından boğulduğunu bize gösteriyor. Dinci gericiliğin siyasi olarak kullanım değerinin bu kadar yüksek olması, bilimin iğdiş edilmesinden vekâlet savaşlarına, korku ve dehşet yaratmak için ayrıca kullanılmasına kadar gericiliğe alan açıyor. Gericilik denince hemen IŞİD cinneti ve bombayla parçalanan insanlar aklımıza gelmesin, İncirlik’in en üst düzey ABD komutanının eylemlerini İsa Mesih tarafından yönlendirildiğini söylemesi3 veya Polonya’da kürtajın tamamen yasaklanmak istenmesi4 saldırının boyutlarını gösteriyor.

Kadınların geçen yüzyıldaki kazanımlarının geri gitmesi, fuhuş ve uyuşturucu sorunu, çocuk işçilik ve istismarı, insanlığı tehdit eden çevre sorunları üretici güçlerin kapitalizm tarafından boğulmasını yaygın veçhelerini oluşturuyor.

Eşitsiz gelişim, emperyalist hegemonya krizi

Geçen yüzyılın başından beri dünyanın emperyalizmin boyunduruğu altında olduğunu ve birçok kez emperyalist hegemonya krizi yaşadığını biliyoruz. Şimdi dünya gericilik, çürüme ve adaletsizlikte aynılaşırken, eşitsiz gelişim dinamiğinin tarihin motoru olarak şiddetli bir emperyalist hegemonya krizine yol açtığına tanıklık ediyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, emperyalizmin ve karşı devrimin tartışmasız şefiydi. Savaşta galip geldiği Almanya ve Japonya’da kapitalizm onun koruması altında gelişti, eski hegemon İngiltere başlıca yamağı olarak kendini gösterdi. ABD’nin dünya üretiminde ve ticaretinde tuttuğu yer, diğer emperyalist, kapitalist ülkelere göre büyük bir fark yaratan askeri gücü ve bütün kapitalist dünyaya dayatılan dolar egemenliği, Sovyetler Birliği’ni dengeleyen tek askeri gücü ile dünya karşı devrimci faaliyetlerin başlıca sorumlusu olması emperyalist dünyada şefliğini kusursuz kılıyordu. NATO’dan IMF’ye ve Dünya Bankası’na emperyalizmin bütün kurumları şefe bağlıydı.

Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü 1990 sonrası, Alman emperyalizminin ABD’den bağımsız davranma hırsına rağmen, ABD’nin emperyalist sistemdeki hegemonyası, dünya GSMH’sı içindeki yeri, mali sermaye sisteminin dolara bağımlılığı ve dev askeri gücü sayesinde sürdü. Avrupa Birliği (AB) bu koşullarda, gerilimlerini erteleyerek, ABD’nin emperyalist restorasyonda çoğunlukla bir enstrümanı haline geldi.

Avrupa’da eski reel sosyalist ülkelerin bir çoğu AB tarafından emperyalist sisteme entegre edildi. Yugoslavya ise, bütün olarak değil, adice bir müdahale ile parçalandı ve parçalar halinde yutuldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuva devrimlerini anti-feodal, anti-sömürgeci bir çizgide Sovyetler Birliği’ne yaslanarak yapan Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Asya ülkeleri çeşitli şekillerde tuzağa düşürüldü, tamamen adaletsiz ama yeni bir dünya hukuku dünya halklarına dayatıldı.

Sosyalist devrim olasılığına karşı tampon olarak kullanılan çeşitli kapitalist ülkelerdeki kamuculuk, sosyal devlet, kurallı emek ve örgütlü işçi sınıfı bu dönemde büyük bir saldırıya uğradı. Hemen bütün devletlerin yasama, yürütme ve yargısı, sermaye dolaşımı ve çıkarları karşısında engel çıkarmayacak şekilde düzenlendi.

Sovyetler Birliği’nin karşı-devrimle çözülmesinden sonra bütün gelişmeler büyük bir zafer kazanan ABD lehineydi, adeta emperyalizm mükemmel bir hiyerarşiyle “ultra-emperyalizme” doğru gidiyordu. Ancak tarihin nesnel yasaları yürürlükteydi, eşitsiz gelişimin zembereği kuruluyor ve sessiz bir odadaki saatin tik takları gibi giderek daha şiddetli yüzeye çıkıyordu.

ABD’nin emperyalist sistemdeki hegemonyasına tehdit sanıldığı gibi Almanya veya Japonya’nın sinsi hırslarından gelmedi. Eşitsiz gelişim bir sürprizi bağrında taşımıştı ve Çin güçlü bir kapitalist devlet olarak dünyanın yeniden pay edilmesini ve hegemonya kurallarının kendi çıkarlarına göre düzenlenmesini talep etmeye başladı.

Muhakkak Çin Devrimi eşsiz bir halk destanıdır; çoğunluğu yoksul köylülerden oluşan büyük emekçi kitlelerin yıllarca süren hareketi, yönetilmesindeki maharet dikkat çekicidir. Ancak başından itibaren burjuvaziyle uzlaşma eğilimleri taşıyan Çin devriminin önderliği, devrimden sonra bu eğilimini sürdürdü. 1960’lı, 70’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin sorunsuz olmadığını söyleyemeyiz, ancak Çin’in aralarının açılmasında gösterdiği tutum ve ABD’ye yaklaşması, sağ sapmanın üzerini örtmeye çalışan keskinlik, sonunda sosyalizmin ilgasıyla sonuçlandı.

1978’den itibaren kapitalizm Çin devletinin yönetiminde kurulmaya başlandı, kolektif tarım dağıtıldı, kamu işletmeleri piyasalaştırıldı veya özelleştirildi, kıyı bölgelerinde, nehir yataklarında serbest bölgeler oluşturuldu, ucuz ve korunmasız büyük bir emek gücü bu bölgelere kaydırıldı.5 Bu şekilde yabancı sermaye yatırımlarını çeken Çin neredeyse son 30 yıldır %10 civarında büyüdü, büyüme hızındaki farkıyla dünya üretimine olan katkıda bu yıl ABD’yi geçti ve aradaki açının önümüzdeki yıllarda daha da artması bekleniyor.

Dünya petrolünün %20’sini ve madenlerinin %40’ını tüketen bu dev ekonomiyi yöneten ve Çin’in yeni burjuvazisinin devleti belli ki konumunu korumak ve geliştirmek için uzun vadeli bir plana sahip. Uzun yıllar oldukça barışçıl ve uzlaşmacı gözüken Çin, ABD’nin hegemonya araçlarına saldırmaya başladı. Doların egemenliğine ve IMF’ye karşı Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın6 kurulması, uzun vadeli silahlanma programı, çok yönlü ittifak ilişkileri, Yeni İpek Yolu Projesi7 gibi Asya’dan Avrupa’ya uzanan bir egemenlik alanı tanımı vb emperyalist hegemonya krizini giderek derinleştiriyor.

ABD’nin kirli, komplocu ve dünya halklarına karşı suçlarla dolu geçmişine karşı, Çin’in en azından sınırdaş olmadığı ülkelerle temiz bir geçmişi vardı ve bunu ülkeler arası politikada karşılıklı ticaret anlaşmaları ile lehine çevirmeyi başarıyordu. Çin Afrika’dan Latin Amerika’ya her yerde ABD ticaretini ve politik avantajlarını geriletti. Son dönemde ise ticaret yolları üzerinde bulunan stratejik önemdeki Güney Çin Denizi adalarını yapay olarak genişleterek askeri olarak korumaya alması Pasifik’teki gerilimi iyice artırdı.

Büyük nüfusuna ve gelişkin teknolojileri kullanmaya başlamasına karşın halen askeri olarak ABD’den oldukça geri olan Çin’in bu açığı kapatması için bir süreye daha ihtiyaç bulunuyor. Aranın kapatılması, bir ölçüde soğuk savaş deneyimine ve nükleer savaş taktiklerine sahip Rusya ittifakıyla bağlantılı gözüküyor.

Rusya, Çin gibi yavaşça yayılan bir karşı devrimle dönüşmedi, bir siyasi saldırı ile karşı devrim iktidara geldi ve sosyalizm çözüldü. 90’lı yıllar Sovyet işçi sınıfının acı yenilgisine, devrimi koruyamamanın bedelini ödemelerine ve yağmayla büyüyen Rus tekellerine tanıklık etti.

2000’li yıllarda bu başıbozuk yağma düzeninin Putin liderliğinde kapitalist restorasyon biçimini aldı. Rusya bir Çin olmadı ama doğal kaynaklarına dayanarak ekonomik olarak toparlandı, Rus işçi sınıfını düzene bağlayacak araçlar geliştirdi, ordusunu yeniledi. Rusya, ABD’nin eski Sovyet coğrafyasındaki emperyalist restorasyon çalışmalarını Belarus, Kazakistan gibi ülkelerin sınırlarında durdurmayı başardı.

ABD emperyalizminin AB üzerinden Ukrayna’da tezgâhladığı faşist darbeye Kırım’ı ilhak ederek yanıt veren Rusya, ABD’nin aracılar üzerinden yürüttüğü Suriye savaşına ise kesin ve doğrudan müdahale etti.

Şu anda ABD’nin ilgili kurumları Çin-Rusya ittifakını, başka bir deyiş ile Şanghay İşbirliği Örgütü’nü askeri olarak nasıl yenebileceklerine ilişkin binlerce simülasyon programı geliştiriyorlar.8 Burada sağduyu ve insanlığa karşı sorumluluk aramak boşuna, ancak işin zorlukları var. Öncelikle nükleer savaşın kazananı olmak zor. Sonra, devletlerin hiç biri ABD’ye sadık davranmıyor ve müttefik ilişkileri sürekli olarak değişiyor. Çeşitli ülkelerin sermaye sınıfları, özellikle son dönemde bir sermaye birikimine yaslananları, ABD’deki gerileyişi gözlüyorlar ve temkinli davranıyorlar, en azından kararlı bir müttefik görüntüsü vermiyorlar. ABD Pakistan, Kırgızistan, Filipinler gibi eski müttefiklerini hegemonyası altında tutmayı başaramadı. Latin Amerika ise Brezilya sermayesinin yükselişi ve Venezuela’dan başlayan anti-emperyalist hareketle artık bir arka bahçe görüntüsü vermiyor. ABD’nin ittifak sistemindeki dağılış muhtemelen önümüzdeki yıllarda daha da belirgin hale gelecek.

Öte yandan Çin-Rus ittifakının, ABD emperyalizmi karşısında Suriye’nin yanında yer almasında veya dolara dayalı haydutluğa karşı çıkmasında olduğu gibi adaletten yana verdiği görüntüye kesinlikle kanmamak gerek. Bu gerilimin ve yarattığı krizlerin işçi sınıfına bazı olanaklar açması başka, Çin ve Rus devletlerinin kendi tekellerinin çıkarından başka bir dünya görüşü taşımaması başka.

Sonuçta emperyalist hegemonya krizi bir emperyalist paylaşım savaşını önceliyor.

İşçi sınıfının yanıtı veya Birinci Dünya Savaşı Öncesi Sendromu

Emperyalist hegemonya dünyanın birçok ülkesinde siyasi sarsıntılara yol açıyor, ABD’nin görece azalan gücüyle ittifak sistemlerini kendine bağlı tutmak için yaptığı girişimler ve askeri üstünlüğü elinde tutmak için müdahaleleri meşruiyet krizlerine neden oluyor, düzeni koruyan kabuğu zayıflatıyor. Bugün ve yakın vadede krizin derinleşeceğini ve işçi sınıfı siyasetinin iktidar mücadelesinde çok daha fazla olanaklar bulacağı kesin.

Ancak dünya işçi sınıfı partilerinin çoğunluğu dağınık ve bu olanağın hakkını vermekten uzak görünüyor. Geçen yüzyılda dönekleşmiş ve bugün yeni sosyal demokrasinin şampiyonluğunu yapan Fransız ve İspanya Komünist Partileri gibi işçi sınıfının tarihsel çıkarları ile ilgisi kalmamış olanları bir kenara bırakıyoruz. Kahramanca tarihlerine ve toplumlarında tuttukları yerin değerine karşın Komintern kökenli partilerin programına sinen aşamacılık onları devrimci hırslardan uzak tutuyor.

Sosyalist devrimi olanaklı ve güncel bir mesele olarak görmeyen bu partiler, parlamento batağına saplanabiliyorlar ve “demokratik aşama” hedefi, burjuvazinin fraksiyonlarından ittifak ilişkileri keşfetmeye ve düzenle, en nihayet emperyalizmle utangaç uzlaşmalara neden olabiliyor.

Birinci Dünya Savaşı Öncesi Sendromu diye tanımladığımız olgu iki farklı yöne işaret ediyor. İlki, partilerin büyük bir tarihsel fırsat karşısında olduğumuzu fark etmeyerek, bir şekilde emperyalist hegemonya krizinde kendi burjuvazisiyle birlikte davranması, eninde sonunda 2. Enternasyonal partilerinde olduğu gibi milliyetçi bir tavra doğru sürüklenmesi.9 Rusya Federasyonu Komünist Partisi milliyetçi tavrıyla başlıca dikkati çekiyor. Brezilya’da İşçi Partisi’nin peşine takılan Brezilya Komünist Partisi bu seriye bir diğer parlamento partisi olarak örnek oluşturuyor.

İkinci olarak ise, dünyada az sayıda komünist partisi “devrimin olanaksız” olduğundan habersiz gözüküyor ve işçi sınıfını giderek artan ve artacak olanaklara müdahale etmek için örgütlüyor. Yeni bir sosyalist devrimler çağının açılışı bu azınlığın iradesine bağlı olacak.

Gericilik, Türkiye sermaye sınıfının bütününün siyasi tercihidir

Türkiye burjuva siyasetinin Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinden koptuğunu, bir rejim değişikliğine gittiğini ve bu dönüşümün özellikle 15 yıllık AKP iktidarı döneminde büyük ölçüde tamamlandığını söylüyoruz.

Bu dönüşümün hedefindeki başlıca unsur rejimin laik ve toplumun seküler niteliği oldu, devletin Sünni karakteri başat hale gelirken, toplumsal yaşamın dinselleştirilmesinde önemli bir yol alındı.

Üretici güçlerin boğulması ile uyumlu olan bu gericileştirme siyaseti sadece ABD emperyalizmine ve CIA yönlendirmesine bağlanamaz, Türkiye sermaye sınıfının üyelerinin yaşam tarzından bağımsız olarak bütün bir politikası olarak ele alınmalıdır. Kökenini de 1980 öncesinde yaşadıkları korkularda aramak gerekiyor. 15-16 Haziran’ı, 1 Mayısları yaşayan, sınıfın önderliğiyle buluşması durumunda nasıl korkusuz ve tehditkar olabileceğini gören bu asalak ve zayıf sınıf, gericiliği burjuva aydınlanmasına tercih etti. Gülen Cemaati’nin 1971’de Vehbi Koç’un evinde, MİT aracılığıyla ve Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri ile ilişkili olarak kurulduğu iddiası şöyle ya da böyle gerçeği yansıtıyor.10

İşçi sınıfının aklına, bütünlüğüne dönük bu saldırı, sonrasında bütün akıl dışı ve adaletsiz uygulamalarda burjuva siyasetinin elini rahatlattı. AKP’nin 15 yıllık sürekli iktidarında ve dönüşümün AKP eli ile tamamlanmasında bu tercihin önemli bir payı oldu.

Sermaye sınıfı katmanları içinde İslamcı sermayenin yükselişinin bir parametre olarak incelenmesinin bir kıymeti var. Ancak bu gerici sınıfın bir bütün olarak dinci gericiliğin örgütlenmesinin arkasında durduğu gerçeği sınıf mücadelesinde çok yol gösterici bir kriter olarak ele alınmalıdır.

Sermaye birikim modeli olarak emperyalist entegrasyon

Rejim değişikliğinin gerici içeriği bize Türkiye’de esas dönüşümün sermaye birikim yönteminde yaşandığını ve rejimle birlikte Türkiye sermaye sınıfını da dönüştürdüğünü unutturmamalı.

1980 öncesinde ulusal gümrük duvarıyla korunan ve iç pazara niteliksiz tüketim araçları üretip pazarlayan model yerine emperyalist entegrasyonu bir model olarak benimseyen Türkiye sermaye sınıfı, son 35 yıldır bu politikanın arkasında durdu. Bu sürecin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Ocak/12 Eylül ikilisinden çok iyi bilindiği için bahsetmeyeceğiz. Özal-Demirel-Çiller-Ecevit hükümetleri bu entegrasyonu gerçekleştirmek için işçi sınıfından ve bürokrasiden gelen direnci yenmeye çalıştılar. Dünya Bankası’nın ajanı olarak 2001’de Türkiye’ye gelen Derviş’in “15 Günde 15 Yasa”sı önemli bir aşama oldu. Sonrasıysa AKP eliyle gerçekleştirildi ve büyük ölçüde tamamlandı. Türkiye’nin emperyalist sisteme entegrasyonu AB dışında gerçekleşti. Zaman içinde AB krize girer ve küçülürken Türkiye kapitalizmi AB tarafından kapsanamaz hale geldi.

Kısaca tanımlamak gerekirse, tüm dünyadaki 1990 sonrası emperyalist restorasyona uygun olarak işçi sınıfının geçen yüzyıldaki kazanımları elinden alındı ve piyasa her şey oldu. Uluslararası yatırımların karşısında kamu çıkarını koruyan bütün kurumlar ilga edildi. Kamu iktisadi kurumlarının neredeyse tamamı AKP döneminde özelleştirildi veya piyasaya uygun hale getirildi.

Ancak bugün sürecin tümüne bakınca entegrasyonun işçi sınıfının köleleşmesiyle sonlanmasına karşı sermaye açısından yüz yıl öncesinin tipik modeli olan bir koloni yaratmadığını görüyoruz. Türkiye özellikle son 15 yılda büyük oranda doğrudan yabancı yatırım aldı. Örneğin, bir çok otomotiv tekeli Türkiye’de fabrika açtı ve bugün Türkiye otomobil ve parça ihracatında dünyanın ilk yirmisi içinde, yılda bir milyon araç ihraç etmeyi hedeflemiş durumda.11 Finans tekellerine bir harç ödemek koşuluyla değerli Türk parası ve yüksek faiz politikası, Türkiye’nin cari açığını sürekli olarak kapatan sıcak para girişiyle bir döngü oluşturdu. Ucuz borçlanma olanakları Türkiye işçi sınıfını düzene tüketim üzerinden bağlayan bir unsur olarak belirdi.

Ancak Türkiye sermaye sınıfının yaşadığı en büyük dönüşüm; özelleştirme yağmasından öncelikle aldığı payla büyümesi ve sonra sermaye ihracını bir hedef olarak belirlemesi oldu. Türkiye sermaye sınıfı inşaat sektörünün yanı sıra dünyada ucuz ve yoğun emeğe dayalı sanayi ve hizmet sektörüne yatırım yaparak ve buradan kalkarak bu coğrafyaları pazarlaştıran uluslararası bir aktör haline geldi.12

Devlet, sermaye sınıfının uluslararası emek gücünün sömürüsüne, hammadde kaynaklarına ulaşması ve yeni pazarlara yayılmasına göre düzenlenmeye başlandı. THY sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre uçuş tarifelerini düzenledi. Ordu ve donanmanın artık sadece emperyalist sistemde pasif roller içeren barış güçlerinde yer almadığı, fakat ülkelere müdahale edecek pozisyonlar tutmaya başladığı görüldü.13 Sosyalist sistemin boşalttığı Balkanlar ve Asya ülkeleri ile yeni pazar olanakları için kıyasıya bir rekabetin sürdüğü Afrika’ya, Türkiye sermayesinin girmesi için dönemin bütün siyasi aktörlerinin Cemaati desteklemesi saflıklarına değil, Amerikancılıklarının yanı sıra sermaye sınıfının hizmetinde olmalarına yorulabilir.14

Bu başlığı Türkiye’de özel sektöre bağlı bir silah sanayisinin geliştiğini ve silah ihracatçıları arasına katıldığını15, devletin ise savunma yerine saldırı silahlarına yöneldiğini16 söyleyerek kapatalım.

Emperyalist hegemonya krizi Türkiye’ye yansıyor

1990 öncesinde Türkiye sermaye sınıfı mutlak olarak ABD’ye bağımlıydı. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye devrim ihracı gibi bir hedefi olmamasına rağmen, sınıf korkuları ve refleksleri, ayrıca iktisadi alandaki açmazlar ve kompleksler Türkiye burjuvazisini ABD’nin ve genel anlamda batı emperyalizminin “sadık bir müttefiki” yapmıştı. Ayrıca ABD’nin NATO ve kontrgerilla örgütleri üzerinden Türkiye’de sınırsız bir operasyon yapma yeteneği vardı, hiçbir burjuva siyasetçisi ana eksenden uzağa düşmeyi aklına getiremezdi.

1990 sonrasında Türkiye’de emperyalist restorasyon NATO, IMF, Dünya Bankası ve AB gibi bir şekilde ABD emperyalizminin enstrümanları tarafından yönetilmişti. Entegrasyon derinleştikçe batılı finans kurumlarına, kredi değerlendirme kuruluşlarına, yatırımcılara ve özellikle Avrupa pazarına bağımlılık arttı.

Buna rağmen Sovyetler Birliği’nin yokluğu, Rusya ve Çin’in kapitalist ülkeler olarak oyuna dahil olması, ideolojik bariyerleri yıkmıştı. Rusya ve İran doğal gazına bağımlılık ve eski Sovyet topraklarının sonsuz bir pazar ve yatırım alanı olarak görülmesi sermaye ihracına dayalı büyümesiyle Türkiye kökenli tekellere farklı bir bakış sağlamaya başladı. Üstelik ABD’nin hegemonya krizi derdi, Rusya, İran ve Çin’in iktisadi ve askeri açıdan kuşatılmasını gerektiriyor ve bu politika sermayenin elini bağlıyor, Türkiye sermaye sınıfının bir denge politikası izlemesine engel oluyordu. Aksine Türkiye’ye düşen rol Türki Cumhuriyetlerde olduğu gibi, onları ABD ekseninde tutmaya çalışmak ve bir savaş olasılığında NATO envanterinde gözükmekti.

ABD’nin Ortadoğu politikası da Türkiye sermayesinin işine gelmiyor, her seferinde ABD Türkiye’den toprak talebi olan Kürt siyasetlerini ittifak unsuru olarak görüyordu.

Ve nihayet Türkiye sermayesinin hem coğrafi kısıtlar hem de ABD korumacılığı nedeniyle yatırım yapabileceği dünyada son yer ABD’nin kendisiydi.

ABD’nin bazı zayıflama belirtileri vermesi buna eklenebilir.

Bu koşullarda Türkiye burjuva siyasetinde arayışlar başladı ve Türkiye’nin kendisi doğrudan emperyalist hegemonya krizinin sarsıcı etkilerine maruz kaldı.

İlk şansını deneyen Asparti oldu.17 Türkiye’de 2008’e kadar ordunun bir burjuva partisi gibi davrandığını ve hegemonya krizinde ilk denge politikasını geliştiren kurum olduğunu söylemeliyiz. ABD ve NATO ile bağları koparmadan, örneğin Karadeniz’de Rusya ile işbirliği yapmak ve dolayısıyla NATO’ya bir sınır çizmek krizin en göze batan kısmıydı.

İlk tasfiye bu ekibe yönelecekti. Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonların bu bağlamda ele alınması gerekiyor.18

Tasfiye edense, Türkiye’nin emperyalist restorasyona bağlı dönüşümünü sağlamak için kurgulanmış bir siyasi yapı olan AKP’den başkası değildi. İçinde doğrudan ABD’nin Türkiye ve diğer ülkelerde bir operasyon aracı olan, çoğunlukla CIA’ya paravan olduğu düşünülen ve bir haber alma örgütü gibi çalışan Cemaat bulunuyordu. Diğer kanat Milli Görüş ağırlıklı Türkiye sağından derlenmiş dinci ama piyasacı ve ABD’nin ortağı olacaklarını düşünen Erdoğan’ın liderliğindeki siyasilerdi. Dışarıdan her türlü liberalin ve Türkiye burjuvazisinin desteğini alarak ilerliyorlardı. Tasfiye operasyonuna muhtemelen ABD tarafından kurdurulan Taraf gazetesi gibi unsurlar da katılmıştı.

Bu süreçte “bloklar arasında denge arayan” unsurlar ordudan temizlendi. Bunların yerlerinin Cemaatçi askerler tarafından nasıl doldurulduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.

Ancak emperyalist hegemonya krizinin sarsıcı etkileri Türkiye’yi vurmaya devam etti.

Bu kez Türkiye sermayesinin iki taraflı oynamaya eğilimli yayılmacı hırslarının bir süre sonra Erdoğan’ın buna çok uygun pragmatik kişiliğinde temsil edildiği görüldü. Erdoğan bir yandan Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olduğunu iddia ediyor ama bir yandan da Rusya ve Çin ile ekonomik ilişkileri geliştirecek adımlar atıyordu. Çin ve Rusya’nın ABD’nin ittifak sistemini dağıtmak için temas ettikleri ülkelere bazı avantajlar ve çekici teklifler sunduklarına daha önce değinmiştik.

Türkiye ABD’nin Suriye komplosuna utanç verici bir şekilde dahil oldu, ancak cihatçı çeteleri besleyen Türkiye kendi hegemonya alanını kollaması nedeniyle ABD ile bir çok gerilim yaşamaya başladı.

Sonunda ABD Erdoğansız bir AKP ve ABD’ye biat eden bir Türkiye burjuva siyaseti yaratmak üzere düğmeye bastı.

Operasyonun kalbi Cemaat’ti, ancak çok sayıda ABD’ye hizmet eden liberal kalemin katıldığı görüldü. Ayrıca CHP ve HDP yeri geldikçe operasyonda kendi rollerini düzen içi aktörler olarak oynadılar.

2013 Haziran direnişinin çapı, örgütsüz ama sola meyleden büyük bir işçi sınıfının varlığı, gericiliğe karşı biriken öfkenin şiddeti ve ayaklanmaya öncülük edecek işçi sınıfı siyasetinin örgütlü yapısı buradan bir renkli devrim çıkarmalarına izin vermedi.

Arkasından 2013’ün Aralık ayında Erdoğan’ı, ailesini ve AKP’li bakanları hedef alan dinleme kayıtlarının basına sızdırılması devreye girdi. Yolsuzluğun boyutları çok büyük olmakla birlikte, İşçi sınıfının sahne almadığı ve savcı-polis marifetine bel bağlanan operasyon bir yere varmadı ve örtbas edildi.

Bunu 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birdenbire CHP ve MHP’nin aklına köklü bir gerici olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday olarak gelmesi izledi. Bugün bunun da bir Cemaat operasyonu olduğu ve Kılıçdaroğlu’nun nasıl kusursuz bir uyum gösterdiği anlaşılabiliyor.

Bu da tutmayınca sıra 7 Haziran 2015 seçimlerine geldi. Erdoğan’ın başkanlığı için mecliste AKP’nin nitelikli bir çoğunluğa ihtiyacı vardı. O güne kadar bağımsız adaylarla seçimlere giren ve an az 3-4 puan eksiği olan HDP seçimlere kendi adıyla girmeye karar verdi. Bütün Amerikancı yazarların verdiği destekle birden bire hiç hayatında HDP’ye oy verememiş hatta hiç sempati beslememiş milyonlarca kişi HDP’ye oy vermeyi kendi özgün düşüncesi gibi algılamaya başladı. Sonuçta HDP %13 gibi bir oyla barajı geçti.

HDP o zamana kadar aralardaki çatışma dönemlerine rağmen çoğunlukla AKP ile müzakere masasında kalmış ve bütün kritik dönemeçlerde Türkiye’nin AKP tarafından dönüştürülmesine destek olmuştu.

Erdoğan, hükümetin kurulmasını yokuşa sürerek Türkiye’yi bir erken seçime kitlemeyi başardı ve 1 Kasım erken seçimine kadar müzakere masası ortadan kalktı, Kürt siyasetiyle yoğun bir çatışma başladı. Bu Erdoğan’ın kışkırttığı ve işine gelen bir süreç olmakla birlikte, Kürt kentlerinde hendeklerin kurulmasını ve bu kadar şiddetli bir savaşı tek taraflı olarak örgütlemiş olamaz. Bu çatışma ortamında HDP’nin değil belki ama Kürt siyasetin neden motivasyon bulduğunu ayrıca incelemek gerekiyor. Bu dönem Kürt siyasetinin Suriye’de ABD’nin müttefiki haline geldiği ve kendilerine bölünmüş Suriye’de toprak vaat edildiği bir evreye denk geliyordu.

Sonrasında 1 Kasım seçimlerinde 7 Haziran seçimlerinin etkisi ortadan kalktı. Seçimlere ne kadar hilenin karıştığının ise bir önemi kalmadı artık.

Türkiye bomba ile insanların katledildiği terörist eylemler dönemine girdi. Bütün eylemler IŞİD veya Kürt siyaseti tarafından üstelenildi. Bunların başından beri yönlendirmeye çok uygun olduklarını ve esas failin kim olduğunun tam olarak bilinemeyeceğini söyledik. Bu bombalı eylemlerin emperyalist hegemonya krizinin uzantıları olması pekâlâ mümkün gözüküyor.

Sarraf’ın kendi eliyle ABD’ye gitmesi ve tutuklanması yine bu bağlamda ele alınabilir.19

Devletin ve ordunun içinde Cemaat’e dönük tasfiyeler başlayınca 15 Temmuz darbesi muhtemelen planlanandan daha öne çekilerek yürürlüğe kondu. Darbenin nasıl başarısız olduğunu burada anlatmayacağız.

15 Temmuz’un bir ABD darbesi olduğuna şüphe yok, genele aykırı olan ise ilk kez Türkiye’de bir ABD etiketli darbenin başarısız olmasıydı.

Batı medyasında pazarlamaya çalıştıkları gibi, darbe kesinlikle iktidarını pekiştirmek için Erdoğan’ın uygulamaya koyduğu bir komplo değildi ve pekâlâ başarıya ulaşabilirdi. Öte yandan Erdoğan’ın darbeyi, pek çoğumuz gibi hissettiği, ordunun içinde bazı noktaları tuttuğu ve bu tip kalkışmaları karşılamak için iktidardaki belediyelere ve İslamcı örgütlere bağlı bir kontgerilla hazırlığı yaptığı anlaşılıyor. O güne kadar yatırım yaptıkları dinci gericiliğin kritik durumlarda nasıl işlevlendirileceği de görülmüş oldu.

Darbenin bir diğer sonucu burjuva siyasetindeki derin çürümenin açığa çıkmasıydı. Bütün burjuva siyasi çevreleri darbenin geldiğini sezmişti, 15 Temmuz gecesi olayın ne tarafa gideceği anlaşılana kadar sessizliklerini korudular. Eğer darbe başarılı olsaydı ve Erdoğan tasfiye edilebilseydi, herkes Erdoğan gibi bir diktatörden nasıl kurtulduklarını anlatacak, “demokrasinin zaferine” inanacak ve “milli mutabakat” altında darbecilerle yollarına devam edeceklerdi. Şüphesiz Türkiye’nin karaktersiz burjuvazisi de aynı yolu izleyecekti.

Ancak darbenin başarısız olmasıyla hepsi “demokrasiye inançlarını” tazelediler ve Yenikapı Mitingi’ne “milli mutabakat” için gittiler.

Darbe sonrası Türkiye

ABD açısından Erdoğan’ın tasfiye edilmesinin zemini korunuyor ve ilk fırsatta bunu tekrar deneyecekleri tahmin edilebilir. Batı medyasında Erdoğan’ı “demokrasi” açısından kötüleyen ve hatta yeni tasfiyeyi dillendiren yazılar çıkmaya devam ediyor.20 Darbenin ABD tarafından yapılmadığı, bunun bir Erdoğan tezgâhı olduğu fikri yayılmaya çalışılıyor.

Bu korkuyu iliklerine kadar hisseden Erdoğan ve çevresi ise devletin içinde büyük bir tasfiye harekâtı başlattı, Türkiye tarihi boyunca bu ölçüde bir tasfiye ne duyuldu, ne yapıldı. Ancak kendilerini hala güvenli bir ortamda hissetmeyen ve etle tırnak gibi birbirine yapışmış gericiliği diğerinden ayırmak ve elemek çok zor oluyor.

Erdoğan’ın pozisyonunu korumak için başvurduğu bir diğer hamle sermaye sınıfı ile bağını pekiştirmek oldu, emeğe dönük bir saldırı paketini gönül alma hediyesi olarak kullandı ve herkesin birbirinin ne kadar adi ve güvenilmez olduğunu bildiği bu oyunda olumlu karşılık aldı.

Diğer bir hamle ise Rus uçağının düşürülmesinden sonra bozulan Rusya ile ilişkileri tamir etmek oldu. Türk akımı için yapılan anlaşma ve Rus füze sistemleri için bir ihalenin açılacağının bildirilmesi ilişkinin vardığı nokta hakkında fikir verdi. Erdoğan’ın bir yandan bu anlaşmalarla arkasını sağlama almaya, diğer taraftan da ABD ile muhtemel pazarlıklarda elinde koz biriktirmeye çalıştığı anlaşılıyor.

Öte yandan Türkiye ordusu tankların arkasına kendi yetiştirmesi cihatçıları alarak hem Suriye’ye hem Irak’a girdi ve bu ülkelerin pay edilmesinde sözü olacağını açıkça söyledi. Erdoğan Misakı Milli’nin Musul’u kapsadığını ilan etti.21 Suriye’de ise ABD destekli Kürtlerin bütün güney sınırı boyunca birleşmesini engellemeye dönük, ve elbette güya IŞİD’e karşı bir askeri operasyon yürütüldüğü açıklandı.

Irak ve Suriye topraklarına ordunun girmesi, bu yazının başından beri bir tez olarak ileri sürülen Türkiye burjuvazisinin son 20 yılda ortaya çıkan yayılmacı ve kendi hegemonya alanlarını yaratmaya çalışan politikası ile uyumluydu. Öncelikle bu tutarlılığın altını çizmek gerekiyor.

Sonrası ise emperyalist hegemonya krizinde bir satranç oyununa benziyor. Burada her şeyin önceden öngörüldüğünü düşünmek en yanıltıcı düşünme yöntemi olacaktır. Bu çok taraflı güçler çatışmasında ancak karşı tarafın hamleleri görülerek yeni bir hamle yapılabilir.

Türkiye’nin kendi egemenlik alanını yaratmak için müdahale etmesi bir yandan ABD’yi öfkelendirmekte, öte yandan ABD’ye yeni olanaklar sunmaktadır. Bir kere Suriye’ye Türkiye’nin ordusu ile girmesi Suriye’nin egemenlik haklarına ağır bir darbe olmuştur ve ABD’nin yararınadır. ABD yürüttüğü pazarlıklarda elini kuvvetlendiren yeni yanlar bulunacaktır. Örneğin, Suriye ve Irak’ta Türkiye’ye verilen bazı tavizlerin karşılığında Karadeniz’de bazı tavizleri koparmak gibi. Ve son olarak Türkiye sermayesinin girdiği bu kirli oyunda bir tuzağa çekilme olasılığı da vardır.

İşçi sınıfı siyaseti açısından olanaklar

Kapitalizmin yapısal krizi üzerine binen emperyalist hegemonya krizinin yeni bir sosyalist devrimler çağını açacağını iddia ediyoruz. Bu Türkiye’de de işçi sınıfının öncü siyaseti için devrimci olanaklar anlamına geliyor.

Öncelikle Türkiye’de ABD’nin sıkışması ve Türkiye sermaye sınıfının girdiği yol tekrar tekrar krizler doğuracak, yeni tasfiye dalgaları birbirini izleyecek ve istikrarlı bir burjuva rejimini sürdürmek olanaksız olacağa benzemektedir.

İşçi sınıfının daha önce düzene kapsanmasında rolü olan Ordu’ya ve devlete güvenmek gibi eğilimlerinde görülmedik bir yıpranma olmuştur.

Ordunun ve devletin mezhepleşmesi derin bir yarılma konusudur. Böyle bir durum toplumun geniş kesimleri tarafından kabul edilmeyecektir.

Türkiye bazı nesnelliklere rağmen bir alt emperyalist olmak için zayıf bir ülkedir ve bu cenderede ekonomik istikrarını sürdüremeyebilir.

Emperyalist hegemonya krizinde bir süre sonra yalpalamaya izin vermeyen ve Türkiye’nin tarafını kesinlikle belirlemesi gereken gün geldiğinde çok zorlanacaktır. Ne Rusya’nın Türkiye’yi taşıyacak gücü bulunmakta, ne de ABD’nin kesin bir zafer kazanacağı vardır.

Türkiye işçi sınıfının büyük şansı dünyada işçi sınıfı partileri içinde reformist olmayan iki öncü partinin, Komünist Parti ve Yunanistan Komünist Partisi’nin, bu coğrafyada komşuluk içinde bulunması ve devrimlerini aramasıdır.

Bu koşullarda İşçi sınıfının öncü partisinin işçilerden devrimci bir sınıf yaratması yaşamsaldır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×