Gericilerin Abdülhamid’i ve Abdülhamid’in Gericiliği

Osmanlı hanedanının son muktedir temsilcisi, yüzyılların birikimi ve sınıf çıkarlarının bilinci ile yüklü II. Abdülhamid’in canını ve mülkünü, yani Osmanlı ülkesini ayakta tutma mücadelesinin tarihi oldukça trajiktir. Trajik olarak görmemizin sebebi bu tarihin aynı zamanda Osmanlı halklarının esir ediliş tarihi oluşudur. Sıklıkla rastladığımız Abdülhamid’e yönelik empatik yaklaşımlara ise soğuk bakmaktayız. İnsanlığın, kendi kurtuluşu yolunda ne kadar ileri bir hamleye hazır hale geldiğini gösterdiği Paris Komünü’nden az sonra iktidara gelen müstebit bir monarkın çaresiz çırpınışları gözlerimizi yaşartamıyor.1

 İmparatorluğun hazin sonunun tarihine Abdülhamid’in penceresinden bakma çabası bir halk düşmanlığının ürünü olabilir ancak.

Abdülhamid ülkemizde son dönemlerde giderek artan bir ilgiyle tartışılan bir tarihi figür haline geldi.2 Ülkemizin içinden geçtiği dönüşüm sürecinin egemen unsurları, Abdülhamid siyasetini dönüşüm programlarının tarihi meşruiyet kaynaklarından biri olarak görüyor.3 Aklımıza, neden Fatih ya da Kanuni değil de Abdülhamid sorusu gelebilir. İmparatorluğun en parlak dönemlerinin iki kahramanı yerine çöküş döneminin zavallı sultanını öne çıkarmak niyedir? Bunun tek sebebi Abdülhamid’in en güç zamanda imparatorluğu 33 yıl ayakta tutmayı başarmış olduğunun düşünülmesi olabilir mi? Ya da ülkemiz gericileri Abdülhamid’e İslamcı ve tarikat dostu olduğu için mi bu kadar düşkünler? Bu soruya cevap verebilmek, anakronizm tuzağına düşmemek kaydıyla, Abdülhamid’le çağdaş olduğumuzu görebilmekten geçiyor. Söz konusu dönem, bugün de var olan pek çok sosyo-politik olgunun ve ideolojik motifin doğduğu dönemdir. O dönemden beri emperyalizm gündemimizin baş sıralarında yer alıyor. Türkiye’nin modern tarihi açısından söz konusu dönem, Kurtuluş Savaşı ile birlikte Türkiye’nin varlığı kabul edilerek Doğu Sorunu’nun çözüme kavuşturulduğu ana kadar, emperyalizmin arayışlarının damga vurduğu bir dönemdir. Emperyalist arayışların yarattığı belirsizlik ortamında Abdülhamid, imparatorluğu belirli araçlarla restore etmeyi denemiştir.

Bu yazıda bu denemenin ana hatlarını çizerek Abdülhamid siyasetini yerli yerine oturtmaya çalışacağız. Bunu başarabilirsek, bölgemizin yeniden emperyalist arayışlara konu olduğu ve 1923 mutabakatının ortadan kalktığı bir dönemde iktidarın “Yeni Osmanlıcılık” biçiminde formüle ettiğimiz yönelimini anlamak için zengin çağrışım olanaklarına kavuşmuş olacağız.

Abdülhamid siyaseti oluşurken

Abdülhamid’in tahta çıkışına vesile olan olaylar silsilesi Osmanlı hanedanının Bab-ı Âli bürokrasisi karşısındaki aczinin vesikası gibidir. Tanzimat dönemi boyunca Osmanlı sultanı, Tanzimat bürokrasisi lehine otorite kaybına uğramıştı. Abdülhamid’in amcası Abdülaziz bizzat bu bürokrasi tarafından hal edildi ve kendisi de yine aynı bürokrasi tarafından ağabeyi Murat’ın ruh sağlığının düzelmeyeceğine karar verilmesi üzerine ve Meşrutiyeti ilan etmesi şartıyla tahta çıkarıldı.

Osmanlı İmparatorluğu’nu modern temellerde yeniden düzenlemek konusunda önemli adımların atıldığı Tanzimat döneminde, devlet-toplum ilişkilerini Osmanlı vatandaşlığı esasına göre tanımlayan bir hukuk oluşturulmaya çalışılmıştı. Modern bir bürokrasinin elinde merkezileşen bir idari yapı oluşturmak için çeşitli reformlara gidildi. Atılan bu türden adımların hemen hepsi geleneksel yapıların bütünüyle ortadan kaldırılmasını hedeflemiyor, o yapıları revize etmeye çalışıyordu. Örneğin, imparatorluğun gayrimüslim nüfusuna eşit yurttaşlık hakkı verilse de, millet sistemi4 korunuyor, hatta yeni gelen haklarla güçleniyordu. Merkeziyetçi politikalarla taşra ileri gelenlerinin otoritesi zayıflatılıyor, ancak ortadan kaldırılamıyordu. Egemenliğin parçalandığı, farklı siyasaların hüküm sürdüğü, devrini tamamlamış bir imparatorlukta modernleşmeye dönük atılan tüm adımlar imparatorluğun temellerini sarsan yeni dinamiklerin önünü açıyordu.

Gayrimüslim cemaatler içinde ulusçuluk hareketleri hız kazanmıştı. Tanzimatla birlikte kilise meclislerine giren din dışı temsilcilerin ve bu meclislerin genişleyen yetkilerinin şüphesiz laik ulus hareketlerinin doğmasında etkisi vardı.5 Öte yandan doğuda devletin merkezileşme politikası eşraf ve âyânda büyük huzursuzluk yarattı ve birçok isyanın çıkması ile sonuçlandı.

Osmanlı İmparatorluğu Abdülhamid’in tahta çıkışının hemen ardından, hem ülkenin kaderini hem de yeni sultanın iktidarının mahiyetini derinden etkileyen bir olaya sahne oldu. Nisan 1878’de Rusya ile savaş başlamış, Osmanlı yönetimi bütün beklentilerine rağmen Avrupalı güçlerce yalnız bırakılmıştı. Savaşta tadılan ağır yenilginin ardından Berlin’de yapılan ve savaşın gerçek taraflarının izleyici konumuna düştüğü barış görüşmelerinde Osmanlı büyük bir aşağılama ile karşı karşıya kaldı. 1856 Paris Konferansı’nda bir Avrupa Devleti olduğu kabul edilerek Osmanlı’ya kazandırılan “itibar” geri alınıyordu. Savaş sırasında tüm çabalara rağmen destek vermeye yanaşmayan, Kıbrıs’ı bir oldu bittiyle işgal eden ve Berlin’de Osmanlı diplomatlarını çok ağır koşulları olan bir anlaşma imzalamaya zorlayan İngiltere’nin güvenilir bir müttefik olmaktan çıktığı açıktı.

Böylece daha en başında, Abdülhamid’in orasından burasından büyük güçlerin çekiştirdiği bir ipte cambazlık yapacağının işareti verilmişti. Tek bir emperyalist ülkeye yaslanarak ayakta kalma şansı yoktu. Abdülhamid’in, imparatorluk topraklarındaki iktisadi çıkarlarını koruma6 ile açık işgal arasında salınan, aralarındaki rekabetin, Osmanlı gibi bir lokmayı yutarken açık savaşa dönüşeceği apaçık olan büyük güçlerin oluşturduğu dengelerden kurnazca faydalanması gerekecekti.

İçeride bir kez müslüman halklara sıçradı mı imparatorluğun kesin sonunu getirecek ulusçu hareketlere karşı önlem alma zorunluluğu vardı. Ayrıca, 50 yıldır devam eden merkezileşme siyaseti ile imparatorluğa yabancılaştırılmış geleneksel sınıfların gönlünün alınması ve en önemlisi Osmanlı hanedanından çalınan siyasi iktidarın saraya döndürülmesi gerekiyordu.

Bütün bu konuların çözümü “imparatorluğun restorasyonu” diyebileceğimiz bir politikanın kapılarını araladı. Restorasyon öncelikle Abdülhamid’in gösterdiği sınıfsal bir refleksti ve bu refleksi gösteren tek monark kesinlikle kendisi değildi. İktidarlarının altlarından çekilmekte olduğunu gören Avusturya, Japon ve Rus hanedanları da benzer savunmacı politikalara girişmişlerdi.7 Tıpkı bünyelerindeki ulusal hareketlerin ve meşrutiyetçi muhalefetin yöntem ve araçlar konusunda birbirinden etkilenmesi gibi8 imparatorlukların bunlara karşı geliştirdikleri yöntemler de birbirlerini andırıyordu. Özellikle benzerlik gösteren iki örnek olan Osmanlı ve Rusya’da, monarşik iktidarın geleneksel meşruiyet kaynakları erozyona uğradığı ölçüde, hanedan hakları, monarkın kutsallığı ve dinin birleştiriciliği nosyonları yeni modern siyasi yapılara ve milliyetçiliğe karşı meşruiyet zemini olarak güçlü bir sembolizmle işlenmeye başlanıyordu.9 Abdülhamid, anılarında Rusya’daki muadili müstebit Çar III. Alexander ile aradaki sorunlar nedeniyle dayanışma içinde olamadığına hayıflandığını ifade eder.10

Abdülhamid siyasetinin köşe taşları

Abdülhamid’in ilk icraatlarından biri kendisine ve ailesine hakaret olarak gördüğü meclisin dağıtılması ve yapım aşamasında müdahaleleri ile Namık Kemal’in değişiyle “kuşa çevirdiği” anayasanın fiilen yürürlükten kaldırılması oldu. Aslında bunun sadece sembolik bir anlamı vardı. Çünkü yasa ile sultanın hemen hiçbir yetkisi sınırlanamamış, meclis hiçbir gerçek yasama yetkisine kavuşamamıştı.11 Yine de bir kısmı ayak takımından oluşan bir zevatın yüksek devlet işlerine burnunu sokması kabul edilecek şey değildi. Savaşı bahane ederek meclisi kapatmadan önce Mithat Paşa’yı sürgüne göndermiş, kendi etrafında ilk çekirdek kadrosunu oluşturmaya başlamıştı. Giderek kendine ikamet olarak seçtiği Yıldız Sarayı çeşitli uzmanlardan ve danışmanlardan oluşan ve tek ortak yanları Abdülhamid’e duydukları sadakat olan insanlarla dolmaya başladı. Abdülhamid’in bir yerde kendi ekibini kurması amcasını gözlerinin önünde yok eden ve kendisini tahta çıkaran bürokrasiyi etkisizleştirecek bir önlemdi. Liyakate göre oluşturulan bürokratik yapının kadroları akıl almaz bir hızla değiştirilirken, sadık danışmanlar istikrarlı bir biçimde Abdülhamid’e hizmet veriyorlardı. Yerelliklerde de aşiretler arasında çıkan anlaşmazlıkları çözmek, çatışmaları ve isyan hareketlerini bastırmakla görevli merkezi devlet yöneticilerine yerel güçler karşısında otoritelerini zayıflatacak müdahalelerde bulunuluyordu. Kürt ve Arap bölgelerinin ileri gelen aileleri ile ittifak ve onları kendi bölgelerinde serbest bırakma siyaseti II. Mahmut’tan beri gelişen merkezileşme politikasının altını oyuyordu. Abdülhamid’in bölgede çatışma ve istikrarsızlık yaratan unsurlara dönük sürgün, silahsızlandırma gibi bürokrasinin yaptırım önerilerini geri çevirdiği oluyordu.12 Sık sık devlete karşı isyan eden Kürtleri kendisine bağlamanın ve Doğu’da özellikle Ermenilere karşı etkili bir mücadele vermenin yolu olarak Hamidiye alaylarını kurdu. Bu da bölgede aşiretleri çözmeye ve merkezi iktidarın otoritesini sağlamaya dönük politikaya aykırı bir adımdı. Nitekim bu alaylar bazı aşiretlerin güçlerini anormal biçimde arttırmalarına neden oldu. Kendilerine baskın ve yağma hakkı tanınıyor, vergiden muaf tutuluyorlardı.13

Bu tutumun İslamcılık siyaseti ile de yakından ilgisi vardı. Bu siyasetle sadece gayrimüslimleri ihya ettiği düşünülen Tanzimatın eşit yurttaşlık felsefesine dayalı Osmanlıcılık anlayışına karşı, savaşlarla yaşanan toprak kayıpları ve göç hareketleri ile nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaya başlamış müslüman halkları müslüman kimliği etrafında kenetlemek hedefleniyordu. Hilafet bu kenetlenmeyi sembolize ediyordu. Bu kenetlenme bir inanç birliği olmanın ötesinde bir anlam taşıyordu. Müslümanları bölen etnik milliyetçiliğe karşı din temelli bir millet tanımına gidiliyordu. Bu tercih 1890’ların başında şiddetlenen Ermeni sorununda kendini gösterecektir.

Toplumsal dayanışmanın önemli unsurları haline gelen cemaat ve tarikatlar Abdülhamid tarafından destekleniyordu. Özellikle Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da uzantıları olan kimi tarikatları desteklemiş, bu tarikatların şeyhlerini ihya etmiş, dergahlarını donatmış ve müslüman nüfusu bunlar aracılığı ile kendisine bağlı tutmak istemiştir. Bu, sultanın otoritesine direnen ulemaya, Osmanlı sultanını tahttan indirmek için fetva çıkartan şeyhülislama da bir yanıttır aslında. Desteklemek için seçtiği tarikatlar Şâzeliye, Rifâiyye, Kadiriyye gibi sünni, oportunist ve en iktidar yanlısı olanlardır. Abdülhamid Batı sömürgeciliğine ve geleneksel toplumun çözülmeye başlamasına tepki olarak gelişmeye başlayan, içinde kurtuluşçu ve halkçı öğeler barındıran İslami radikalizmi asla benimsemedi. İslami radikalizme ideolojik olarak çok uzak olmasının ötesinde, kendisinin dinsel otorite tekelini kıracak her şey onu ürkütmekteydi.14 Devir “tashih-i akaid”, yani sapkınların, kısacası hanefi sünniliğe inananlar dışındaki herkesin inançlarının düzeltilmesi devriydi.15 Kuran-ı Kerim’in tek bir matbaada bastırılması ve diğer girişimlerin önlenmesi, özellikle İran kaynaklı olanların toplatılması emri verildi.16 Aleviler, Yezidiler, Nusayriler gibi heterodoks gruplar iktidarın hedef tahtasındaydı.

Halk, imparatorluğun Batı karşısında ideolojik ve siyasi yenilgisinin, çözülen sistemin tüm arayışlara rağmen ikamesinin mümkün olmamasının getirdiği sahipsizlik duygusunun ve umutsuzluğun ürünü olarak dini cemaatlere yöneliyordu. Abdülhamid de islamcı siyasetini aynı zemin üzerine inşa etti. Açıkça işgaline ramak kalmış, teslim alınmış bir ülkede gerçek iktidarın İslami sembolizm ve hilafetle ikame edilmesi ve bir iktidar ilüzyonu yaratılması… Tebasına sahip çıkan baba sultan Abdülhamid münzevi bir hayat yaşıyor, kendi kişisel servetinden yoksullara ve muhtaçlara sürekli yardımlarda bulunuyordu. Devlet memurlarının maaşları ödenemese de, en azından ramazan ve kurban bayramlarından önce sultanın kendi kesesinden bir miktar ödeme yapılarak halkın layıkıyla bu bayramları kutlaması amaçlanıyordu. Böylece devletin güç durumuna rağmen sultanın bu cömertliği halkın şükran duyguları ile sonuçlanıyordu.

Bu ilüzyonun veçhelerinden biri büyük toprak kayıplarının acısının halifenin o topraklarda yaşayan müslümanlar üzerinde ruhani otorite sahibi olmayı sürdürdüğü fikrinden hareketle bir nebze olsun hafifletilmesiydi. Tunus, Mısır, Bulgaristan, Kıbrıs gibi topraklar, hâlâ birer İslam ülkesi olduklarından hareketle kimi haritalarda Osmanlı sınırları içinde gösterilmeye devam ediliyordu.17

Abdülhamid sadece kaybedilen topraklarda değil, tüm müslüman ülkelerde benzer bir ruhani liderliğe soyunmuştu. Halife-i Ruy-ı Zemin18 olarak sömürge yönetimleri altında ezilen, aşağılanan müslüman halkların koruyucusu, Batı karşısında haklarının savunucu rolünü benimsedi. Bu konuda bir trajedi ile sonuçlanan icraatlarından biri, Ertuğrul isimli bir fırkateynin Osmanlı Halifesi’nin dayanışma mesajlarını Doğu Asya, Uzak Doğu müslüman halklarına taşımak üzere Japon İmparatorluğu’na kadar seyahat etmesidir. Gidiş yolunda Güneydoğu Asya limanlarına uğramış, müslümanların yoğun ilgisi ile karşılanmıştı. Saraydan gelen bir emirle fırtınalı bir günde dönüş yoluna çıkan fırkateyn Japon denizinde sulara gömüldü. Bu seyahatle ilgili bir ayrıntı Abdülhamid’in hilafet siyasetinin sınırsız pragmatizmini gözler önüne serer. Mürettebata dönüş yolculuğunda uğraması gereken yerler Saray’dan dikte edilirken, bir yerden özellikle uzak durması istenir. Hollanda sömürgeciliğine karşılık kendilerini İslam halifesine teslim etmek istediklerini bildiren Açe19 halkına bir ziyaretle açık destek verilmek istenmemektedir.20 Abdülhamid, sömürge topraklarında cihad çağrısı yaparak müslümanları ayaklandırma tehdidini emperyalistlere karşı elinde bir koz olarak tutarken aynı zamanda sömürge halkları ile baş etmek için halifeliğin kullanılabileceği mesajını veriyordu. Nitekim, bu tür ayaklanma girişimlerinin istisnasız hepsinde yardım eli uzatmaktan kaçınmakla kalmayıp, yatıştırıcı rol oynadı. İsyancı halklara silah bırakmayı telkin etti.

Sonuç

19. yüzyılın karmaşık doğası, uzun süredir dünya çapında süren bir geçiş sürecinin yarattığı birikimin toplumsal ve siyasal yaşamda, ideolojik yapılarda yoğun bir biçimde hissedildiği bir zaman dilimi olması ile ilgilidir. Osmanlı İmparatorluğu bu geçiş evresini Batıyla ve dünyanın geri kalan kısmıyla birlikte, ama ondan farklı bir ritim ve içerikte yaşadı. Her şeyden önce tüm bu geçiş evresi boyunca hep uçurumun kıyısındaydı. Pek çok yenilikle bir çaresizlik ve aşağılanma içindeyken tanıştı. Geleneksel yapıyı radikal süreçlerle dönüştürecek toplumsal dinamiklerden yoksundu. Bu dinamikler en fazla imparatorluk azınlıkları arasında gelişen ulusçu hareketlerde şekillendi. Onlar da 19. yüzyıl boyunca kendi yollarında gittiler. Yine de imparatorluk artık koordinatları modern süreçlerce belirlenen bir toplumsal, siyasal coğrafyada yaşıyordu. Ne halk ne de herhangi bir siyasi özne bu süreçlerin dışında değildi.

İmparatorluğun geleceği çok taraflı büyük bir tartışmanın ve mücadelenin konusuydu. Bu tarafların hiçbirinin bütünlüklü kurtuluş projeleri olduğunu iddia edemeyiz. En genel anlamıyla 1904’te Akçura’nın ortaya koyduğu biçimiyle ‘üç tarz-ı siyaset’ (Osmanlıcılık, İslamcılık ve son olarak Türkçülük) ayrım noktaları yer yer silikleşen, iç içe geçmiş pek çok öge barındıran fikirlerdi. Pek çok durumda, bu fikirlerin siyasal, yönetsel izdüşümlerini iç bütünlüğünü yitirmiş imparatorlukta yan yana görmek mümkündü. Batı modernleşmesi ile etkileşimin düzeyi de bu büyük tartışmanın konularından biriyse de 19. yy boyunca imparatorluk politikalarına yön veren siyasal öznelerin hemen hiçbiri bu etkileşime yekten karşı çıkmadılar.

Abdülhamid yukarıda çizdiğimiz tablonun kuşkusuz bir parçasıdır. Gençlik yıllarında tanık olduğu Tanzimat dönüşümleri, bu dönüşümlerin yarattığı tartışmalar, siyasi çekişmeler ve toplumsal çalkantılar siyasi kimliğinin oluşmasında büyük rol oynadı. Onun zihin dünyası da her Osmanlı aydını kadar karışıklıklar, çelişkiler ve tutarsızlıklarla malûldü. Abdülhamid’i bu tabloda ayrıcalıklı kılan, konumu gereği ve şartların da el vermesiyle uzunca bir iktidar süresince az çok kararlı bir siyasi program doğrultusunda hareket edebilmesidir.

Bu programın anahatları;

– Siyasi iktidarın yeniden bütünüyle sarayda toplanması, bu anlamda bürokrasinin ve meşrutiyetçi eğilimlerin önünün kesilmesi,

– muhalefet potansiyeli taşıyan her türlü fikir ve eylemin baskıyla susturulması,

– merkezi doğuya kaymakta olan imparatorluğun Ortadoğu ve Anadolu’daki topraklarındaki müslüman halklar arasında doğuşu olası ulusal hareketlere karşı önlem ve daha genel anlamda iktidarın yeni toplumsal meşruiyet kaynağı olarak islam birliği fikrinin geliştirilmesi

– toplumla iktidar arasında dini cemaatler aracılığı ile yeni bir bağ tesis etmeye çalışılması

-imparatorluğun çeşitli bölgelerindeki mülk sahibi sınıfların II. Mahmut’la başlayan merkezileşme süreciyle sarsılan geleneksel konumlarının güçlendirilmesi, onlarla bir tür ittifaka giderek imparatorluğa bağlılıklarının tesis edilmesi,

-Emperyalizmle ilişkilerde emperyalistlerin kendi içindeki rekabetten kaynaklanan tüm boşlukların değerlendirilmesi, açık işgal seçeneğine karşı iktisadi sömürü için çeşitli olanaklar yaratılması,

-Emperyalistlere karşı sömürge topraklarındaki müslüman halkı cihad çağrısı ile ayaklandırma tehdidinin elde tutulması; ancak ayaklanma durumlarında her defasında emperyalistlerin istekleri doğrultusunda yatıştırıcı roller üstlenilmesi biçiminde özetlenebilir.

Monarşik bir iktidarı restorasyon çabası olarak okuyabileceğimiz bu çerçeve modernleşme çabaları dışlanmadan gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, Abdülhamid’in yenileşme programı iktidarda kaldığı 33 yıl boyunca eğitim kurumlarının sayısının birkaç kat artması21, demiryolları inşasıyla imparatorluğun uzak bölgelerinin birbirine yaklaştırılması, Avrupa’da bile eşine rastlanmayan bir telgraf sisteminin kurulması gibi önemli gelişmeleri getirdi. Abdülhamid modernleşmesi kendi ufkunu aşan bir toplumsal uyanmaya ve değişim özlemlerine istemsizce neden oldu. Onca yasaklama çabasına rağmen ilerici fikirleri Osmanlı topraklarına taşıyan kitaplar mektepli genç kuşak arasında elden ele geziyor, Abdülhamid’in sadakat ve iltimas üzerine kurduğu sisteminin günlük pratiklerdeki yansımaları büyük öfkeye neden oluyordu.

Sultan, 1909’da hal edildi. 1918’de ölümüne kadar sürgünde yaşadı. Ancak onu hal edenler dahil onun hayaletinden kurtulamadılar. En fazla da Abdülhamid’in sınıf bilinci, dengeciliği, pragmatizmi ve korkuları kendinden sonra gelen siyasal kuşaklara miras kaldı.

 

Dipnotlar

  1.  Abdülhamid üzerine ağlak bir methiye için bkz: Armağan, M., Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009, s.322:
    “Arnavut çobanlarıyla Yemen çobanları, aynı coğrafyanın onurlu evladları olarak güvenle çalacaklardı kavallarını. Abudabi’de İngiliz sosyetesine garsonluk yapacaklarına, Osmanlı sancağı altında Kabataş Lisesi’nin yerinde kurulan Aşiret Mektebi’nde geleceğin onurlu askerleri olarak yetiştirileceklerdi. Ne yazık ki, Chicago Fuarı’na ‘Mevlevi dansçıları’ göndermeyeşindeki ince tavrını anlayabilenler pek azaldı etrafımızda. Çünkü aynı zamanda folklorik bir gösteriye indirgenmeye çalışılan İslamın kutsal merasimlerinin izzetini kurtarmakla yükümlü hissediyordu kendisini.
    “Halifeydi çünkü. Son Halife. Son Sultan. Son İmparator. Son Büyük Direnişçi.
    “Eline silahı alarak, parmak tetikte; ama silahı asla patlatmadan direnen son büyük muhafız. Son Ada’nın son büyük kalecisi bir başka değişle. Nüfus azaltan değil, artıran Sultan.
    “Seni ne kadar az anıyor, ne kadar az anlıyoruz.
    “Ve senin gerçek Çanakkale’miz olduğunu ne zaman hakkıyla idrak edeceğiz?”
  2.  Bu ilgi öyle boyutlara varmıştır ki halen Bilkent Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nde “Abdülhamid: Bir reformcu mu yoksa bir gerici mi?” başlıklı bir yüksek lisans dersi verilmektedir.
  3.  Öte yandan, Türkiye gericiliğinin Abdülhamid sevdası eskilere dayanıyor. Necip Fazıl, konuyla ilgili kitabında Abdülhamid’e nasıl bir siyasi/ideolojik işlev atfettiğini açıkça belirtmekten kaçınmamış: “Güttüğüm cemiyet davasında tarihi şahsiyetlerden biri davama tam uygun, öbürü tam aykırı; biri başlıca dost, öbürü baş düşman, iki kutup seçmek ve bildirdiğim ölçülerle bunların portrelerini çizmek, öteden beri dileğim, hatta borcumdu.(…) fikirlerime destek bulmak için buna muhtaçtım (…) Abdülhamid’e ait her menfi bilgi ve yorum (…) kamil zıddiyle doğrudur; ve büyük fikircinin, aynı bilgi unsurlarını ele alıp yalanlarını ayıkladıktan sonra ters yüz etmekten başka işi yoktur.”  Kısakürek, N., Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamid Han, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1994, s.8-9.
  4.  Millet sistemi, gayrimüslim cemaatlerin devletle ilişkilerini dinsel liderleri dolayımıyla kurmaları anlamına geliyordu.
  5.  Berkes, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, YKY, 2002, s. 228.
  6.  Tanzimat siyaseti ile Batı kapitalizminin Osmanlı’ya nüfuzu büyük bir sıçrama yaşadı. Var olan kapütilasyonlar ticari anlaşmalarla pekiştirildi, yeni ticaret yasaları ile iktisadi korumaya dönük tüm tedbirler ortadan kaldırıldı. Tanzimat dönemi sonunda iflas noktasına gelmiş Osmanlı maliyesi Abdülhamid tarafından Muharrem Kararnamesi ile (1881) kurulan Düyun-u Umumiye idaresi ile sürdürülebilir hale getirilmişti. Abdülhamid imparatorluğu işgal ihtimali en düşük olan Alman sermayesine ağırlık vermek istedi. Genel olarak ülke ekonomisi aşırı liberal politikalarla emperyalizme teslim edilmiş oldu.
  7.  Deringil, S, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji: II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909), İstanbul, YKY, 2007, s.32.
  8.  Ocak 1877’de Moskova sokaklarında Osmanlı’daki gibi bir anayasa talebini dile getiren afişler göze çarpıyordu. Georgeon, F., Sultan Abdülhamid, İstanbul, Homer Kitabevi, 2006, s.102.
  9.  Rusya’da çarlığa karşı gelişen muhalefet ve çarlığın savunmacı politikaları Rusya tarihine ilişkin tartışmalarda kendini gösteriyordu. Çarlık, Kiev’deki ilk Rus prensliğinin İskandinavya’dan gelen Rurik ailesi tarafından kurulduğu tezini desteklerken, Dekabristlerin başını çektiği muhalefet bölgedeki Slav kabilelerinin devlet kurmak için gereken siyasal gelişkinliğe sahip olduğunu iddia ediyordu. Çarlık, devletin kuruluşunda yabancı dahi olsa bir hanedana olan ihtiyacın altını çizerken, muhalefet halkın kendisinin herhangi bir aracı olmadan devletini kurabileceğini kanıtlamaya çalışıyordu. 1812’de Napolyon’a karşı verilen savaş sırasında uyanan yurtseverlik fikrine karşı, kazanılan zaferi çarın kendisine mal etmek için her şey yapıldı. Figes, O., Natasha’s Dance: A Cultural History of Russia, New York, Metropolitan Books, 2002.
  10.  Eraslan, C., II. Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1992, s. 331.
  11.  Berkes, age, s. 330.
  12.  1899-1901 Musul valiliğinde bulunan Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in ifadesiyle: “Sultan Abdülhamid’in Kerkük’te Talabani Şeyh Ali ve Süleymaniye’de Şeyh Said Kak adlarında çok hürmet ettiği iki tarikat şeyhi vardı.(…) Padişaha eşkiya şeyhlerini bir türlü anlatamamıştım. Bunlar haklarında tatbikata giriştikçe: ‘Meşayih ve ekabir-i İslam’ın Ermenilerin iftiraları üzerine tenkil edilmeleri caiz değildir’ diye takibata müsaade etmiyordu.” (Aktaran: Çetinsaya, G., “II. Abdülhamid Döneminde Kuzey Irak’ta Tarikat, Aşiret ve Siyaseti”, Divan, 1999/2, s. 164).
  13.  Bruinessen, Martin van, Ağa, Şeyh, Devlet, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s.286.
  14.  “Sarıklı ihtilalci”olarak tabir edilen Ali Suavi’nin halkın adalet özlemlerine tercüman olma niyetiyle otoriteye başkaldırısı ve 1878’de Abdülhamid’i tahttan indirme girişimi, Abdülhamid’in paranoyalarını büyük ölçüde azdırmıştı.
  15.  Deringil, age, s. 71
  16.  Eraslan, C., II. Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul, Ötüken Yayınevi, 1992, s. 224.
  17.  Georgeon, age, s. 227
  18.  Yeryüzünün halifesi.
  19.  Sumatra adasınının kuzeyinde bir bölge.
  20.  Eraslan, age., s.370
  21.  Abdülhamid’in eğitime dönük katkıları ile Gülen okulları arasındaki bağ cemaat üyesi yazarlar tarafından kurulmuş durumdadır. Armağan, age. , s.9
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×