Haziran Direnişi ve Mekan/Şehir Gündemi

Bir toplumsal hareketlenmenin bir ülkenin tarihinde nasıl bir yer edindiği ve gerçek bir dönüm noktası olup olmadığı, daha çok, onun sonraki süreçte toplumsal yapılanmada yarattığı dönüşümün derecesine bakılarak değerlendirilir. Haziran Direnişi pek çok yönü dışında bu yönüyle de istisnai. Direniş bırakın hakim iktisadi ilişkileri, şimdilik egemen siyasi/kurumsal yapılanmada somut bir değişim yaratmamasına rağmen daha ilk günlerinden itibaren geniş bir kesim tarafından tarihsel bir dönüm noktası olarak nitelendi. İnsanları böyle bir değerlendirmeye iten şey Haziran Direnişi’nin sadece Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en büyük, uzun, en kararlı ve en yaratıcı halk hareketlenmesi olması değildi; Türkiye’de egemenlere karşı verilecek mücadelede artık dengelerin değiştiğini, mücadelenin artık başka bir atmosfer içerisinde süreceğini daha ilk günlerinde ortaya koymasıydı. Yani Haziran Direnişi geçmişin eylemlilikleri karşısındaki nitel farklılıkları ve nicel üstünlüğü ile değil bu farklılıkları, gelecekteki mücadelenin zeminini ve çerçevesini büyük ölçüde belirlediği için tarihsel bir dönüm noktası. Evet, henüz hiçbir kurum yara almadı; istifası istenen başbakan yerli yerinde duruyor; şehirlerdeki talan politikalarından geri adım atılmıyor ama Haziran Direnişi ile tüm bunlara karşı verilecek mücadelenin bundan sonraki zemini inşa ediliyor. Bu bakımdan yüzünü geleceğe çevirenler için aslında şu anda dimdik ayaktaymış gibi gözüken egemen siyasi-ideolojik yapılanma Haziran Direnişi’nden sonra çoktan değişti! Zira bir iktidara, onun kurumlarına ve figürlerine niteliğini veren şey karşısındaki direnişin durumudur; egemenler ezilenlerle ilişkileri içerisinde gerçek mahiyetini kazanır.

Peki, bu halk ayaklanmasının yarattığı yeni toplumsal ve siyasi atmosferde onun oluşumuna ve gelişimine katkıda bulunan sosyalistler bundan sonra ne yapacak? Sorunun kendisi bile bu yeni durumun hakkını verecek bir tazelenme ihtiyacı içerisinde olunduğunu baştan kabul ediyor. Bu yazı böyle bir tazelenmenin nasıl yaşanması gerektiğine dair “stratejik” önerilerde bulunmak gibi zor bir işe kalkışmayacak. Sadece içine girdiğimiz yeni dönemde bundan sonra benimsenecek siyasi stratejinin tartışılmasında ve oluşturulmasında hareketin “kentsel mekana” dair boyutunun ne derece dikkate alınması gerektiğini ele alacak. Bu tartışma önemli çünkü Haziran Direnişi’nin karakterini açıklama çabalarının önemli bir kısmı, hareketin şehirle ve mekanla ilgili boyutuna önemli bir ağırlık verdikleri gibi direnişin geleceğine dair öngörü ve stratejilerini bunlar temelinde ortaya koyuyorlar. Bu gibi tezlerin sosyalist strateji açısından yerli yerine oturtulması gerekiyor. Bunun da ötesinde şehir ölçeğinde dile getirilen talepler, mekan mücadelesi, Haziran Direnişi’nin olgusal olarak da önemli unsurlarını teşkil ediyor. Bu açıdan bu tartışma hareketin şehir ve mekanla ilgili boyutlarının bundan sonraki süreçte gerçekten de neyi yeniden düşünmeyi gerektirdiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Böyle bir tartışma başlığı Haziran Direnişi sürecinde birdenbire açığa çıkmadı; benzer tartışmalar kent ve mekanın siyasi mücadele açısından öneminin arttığı bir dönemde, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde bir süredir yapılıyor; 2011’deki Arap ayaklanmaları ve özellikle de arkasından gelen “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri bu tartışmaların iyiden iyiye alevlenmesine yol açmıştı. Bu bakımdan burada yapacağımız değerlendirmenin aynı zamanda bu uluslar arası ölçekte sürmekte olan tartışmalara uzanan referansları olduğunu da söyleyelim.

Şehir-mekan gündemi ve AKP karşıtlığı

Öncelikle şunu söyleyerek başlamak lazım: Kapitalizmin tarihi boyunca ortaya çıkan bütün kapitalizm karşıtı mücadeleler çeşitli derecelerde de olsa mutlaka mekan ve şehirle ilgili öğeleri içerisinde barındırmışlardır; bu çıkarım, bu mücadelelerin her birinin incelenmesine dayalı ampirik bir araştırmaya dayanmıyor elbette; “her üretim tarzı bir mekan, kendi mekanını üretir” şeklinde zamanında Henri Lefebvre’in yaptığı daha üst bir soyutlama düzeyindeki iddianın basit mantıksal çıktısıdır bu tespit. 1 Üretim tarzları kendileriyle uyumlu toplumsal ve siyasal yapıları inşa ederken aynı zamanda kendi mantığını mekana (yani toplumsal ilişkilerin vücut bulduğu fiziksel alana) yansıtır; onu kendi işleyiş biçimine uygun hale getirmeye çalışır; ve onun yaratacağı her türlü doğal, ve ya da “yapılı” engelleri (geçmişteki ya da sönümlenmekte olan üretim tarzlarından ya da birikim rejimlerinden kalma yapıları) aşmaya çalışır. Benzer bir şeyi “şehir” için de söylemek mümkündür: Tarih boyunca artık ürünün yığıldığı ve değerlendirildiği yerler olan şehirler de artığın nasıl ortaya çıktığını belirleyen toplumsal üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin, yani belirli bir üretim tarzının ve dolayısıyla da ona eşlik eden sınıf ilişkilerinin damgasını taşır. 2 Bu işin asıl öznesi, yani şehirlere ve mekanlara egemen biçimini kazandıran da elbette belirli bir yerde işleyişini sürdüren üretim tarzındaki sınıf mücadeleleridir. Yani üretim tarzının kendi mekanını üretmesi demek aynı zamanda egemen sınıfların kendi stratejileriyle uyumlu mekanlar yaratmaya çalışması demektir. Bu önermeyi iki yöne doğru açımlayarak daha somut bir düzeye doğru hareket edebiliriz. Birincisi her üretim tarzı ortaya çıktığı yerin kendine mahsus siyasi, ideolojik veya kültürel özelliklerini içererek özgül toplumsal formasyonlar şeklinde somutlaşır. Bu da mekanların ve şehirlerin sadece üretim tarzının mantığını değil aynı zamanda içerisinde hayat bulduğu toplumsal formasyonun izlerini taşıması anlamına gelir. Bu açıdan kapitalist üretim tarzı, hakim olduğu yerlerde kendi mantığına uyumlu pek çok açıdan birbirine benzeyen şehirler yaratırken aynı zamanda bu şehirler kapitalist toplumsal formasyonlar arasındaki tarihsel farklılıkları da yansıtırlar. Kapitalizmde, şehir ve mekanların belirli bir düzeyde neredeyse bir özdeşlik görüntüsü sergilerken, aynı zamanda sonsuz bir biçimsel çeşitliliğe sahip olması da bu yüzdendir. Lefebvre’in başlangıç önermesini bir de kapitalizm içerisindeki farklı birikim rejimlerini göz önüne alarak ikinci bir yöne daha açımlayabiliriz. Buna göre şehir ve mekanlar kapitalizm içerisindeki hakim birikim stratejisinin etkisi altında biçimlenirler; şehir ve mekanların dönüşümünü kapitalizm tarihindeki birikim rejimlerindeki değişimler bağlamında izlemek mümkündür. Bu açıdan, sözgelimi, kapitalizmin belirli evresinde hakim olan bir birikim rejimi olarak neoliberalizmin şehirlerinden ve mekanlarından bahsetmek mümkündür. (Elbette neoliberalizmin de kendisini belirli bir toplumsal formasyon içerisinde özgül biçimlerde ifade ettiğini ve bunun da mekan ve şehre yansıdığını göz önüne alarak.)

Eğer kapitalist bir toplumsal formasyon kendi özelliklerini mekana ve şehirlere yansıtıyorsa onu bütün olarak etkileyen toplumsal mücadeleler de mutlaka içinde şehir ve mekanla ilgili boyutları barındırmak durumundadır. Şehirlerin üretim ve tüketimin merkezleri olduğu kapitalizm için bu özellikle böyledir. Nitekim sanayi kapitalizminin Batı Avrupa’ya yerleştiği on dokuzuncu yüzyıl boyunca görülen işçi ayaklanmaları hem ortaya koyduğu talepler hem de kendisini ifade ediş tarzları açısından kapitalist mekansallığın etkisini taşır. Şehir ve mekanın sadece öne çıkmakla kalmayıp sınıf mücadelesinin stratejik öğelerine dönüştüğü mücadele momentlerinden birisi olarak 1871 Paris Komünü deneyimi bu açıdan, 20. yüzyıl başında Walter Benjamin’in ve bugün de David Harvey’in şehir-mekan ve sınıf ilişkisine dair çözümlemelerinin çıkış noktası olarak ele alınmıştır.

Bu noktada kapitalizm tarihi içerisinde neoliberal birikim rejiminin hakim olduğu dönemlerin mekan-şehir ve sınıf ilişkisi açısından ayırt edici bir yönünü kabaca ifade etmek gerekir. Neoliberal dönemde şehirler sadece kapitalist fabrika üretiminin gerçekleştiği merkezler olmanın ötesine geçerek inşaat, turizm, finans ve eğlence sektörlerine yönelik yatırımlar sayesinde sermayenin değerlendirildiği, kapitalist sınıfın birikimini fiziksel meta üretimi olmaksızın emen ve daha sonra da çoğaltan yerlere dönüşmüşlerdir. Bu da erken kapitalizme ve kalkınmacı ya da Keynesçi birikim rejimlerinin hakim olduğu dönemlere kıyasla şehrin kendisinin ve içerisindeki mekanların “kullanım değerinden” çok “değişim değerleri” üzerinden anlam kazanmasına yol açmıştır. Şehirlerin ve mekanların kapitalist sermaye birikimi için başlı başına kritik bir önem kazandığı böyle bir dönemde hem sermayenin stratejilerinde hem de ona karşıt toplumsal mücadelelerde mekansallığın ve kent gündeminin öne çıkması anlaşılır bir durumdur.

Bu açılardan bakarak Haziran Direnişi’ni kapitalizm tarihinde diğer tüm sarsıcı toplumsal hareketler gibi mekan ve şehir boyutunu kaçınılmaz olarak içeren bir ayaklanma olarak değerlendirebilir miyiz? Haziran Direnişi’nde “şehir ve mekan” sadece daha derinlerde yatmakta olan asli çelişkilerin yansıdığı veya göz önüne çıktığı bir alan vazifesi mi görmüştür? Direnişin gelişim sürecine ve bugünkü durumuna baktığımızda şehir ve mekanın oynadığı rol bununla sınırlanamaz. Zira Haziran Direnişi’nde Gezi Parkı’nın ve Taksim’in kazandığı özel anlam, “ortak alanlara sahip çıkma” temelindeki mekan ve şehir gündeminin mücadelenin ve çatışmanın bir sahnesi, ya da uzantısı olmanın ötesine geçerek onun asli çıkış ve birleştirici noktalarından birisi olduğunu gösteriyor. Yanlış anlaşılmasın: Gezi Parkı üzerinden başlayıp Türkiye’nin bütün şehirlerine yayılan ve milyonlarca kişinin “AKP İstifa” sloganlarıyla parçası olduğu bir halk ayaklanmasının arkasındaki nedenin sadece insanların parklarına ve meydanlarına sahip çıkma güdüsü olduğunu söylemiyorum. Direnişin başından beri Taksim ve Gezi Parkı meselesinde somutlanan kamusal mekanlara sahip çıkma ve bir bütün olarak şehirde “hak iddia etme” arayışının mücadelenin başlı başına sabit öğelerinden biri olarak kalmaya devam ettiğini ve hareketin ortak ve birleştirici temalarından biri haline gelebilecek kadar çekirdekte yer alabildiğini söylüyorum. Gezi Parkı üzerinden dillendirilen mekan ve şehir üzerine talepler ve yakınmalar sadece bir halk ayaklanmasının fitilini ateşleyip sonra kaybolup giden birer tema olarak kalmadı, önünü açtığı AKP karşıtı tepkinin referans noktalarından ve birleştirici unsurlarından biri oldu. Kitleleri sokağa sürükleyen asıl itki AKP karşıtlığı olmakla birlikte şehre ve mekana sahip çıkma arayışı bu itki içerisinde eriyen değil onu bütünleyen asli bir mesele olarak kaldı. Ortaya çıkan halk hareketi büyüyerek AKP’ye yönelik farklı başlıklardaki tepkilerin ifade edildiği bir isyana dönüşürken mücadele esnasında dile gelen her yeni başlık AKP’nin kentlere ve kamusal mekanlara yönelik saldırısını gündemden düşürmedi; tersine Gezi Parkı ile sınırlı gözüken taleplerden beslendi; bu taleplerle ilişkili bir şekilde dillendirildi. Bu yönüyle Haziran Direnişi’nin şehir ve mekanla ilişkisinin gerçekten de Türkiye bağlamında tarihsel olarak istisnai olduğunu söyleyebiliriz.

Şehir ve mekan meselesinin, asıl itkisi AKP karşıtlığı olan mücadeleyle böylesine yakın bir ilişki içerisinde olması, AKP dönemindeki neoliberal birikimin ve buna eşlik eden islamcı-milliyetçi toplum vizyonunun, şehir ve mekan politikalarıyla içsel ilişki içerisinde olması ile ilgili. Yani eğer AKP karşıtı öfkeye yol açan her başlık şehir ve mekan gündeminde bir karşılık bulabiliyorsa bu durum, AKP’nin toplum projesinin ve yönetme stratejisinin tanımlayıcı bütün unsurlarının da bu partinin mekan ve şehir anlayışına neredeyse dolayımsız bir şekilde yansıması ve orada somutlanması ile açıklanabilir.

Katıksız bir neoliberalizm ve piyasacılık eğer AKP iktidarının tanımlayıcı özelliklerinden biriyse bunun en açık bir şekilde görülebileceği yer Türkiye şehirlerinin son 10 yıldaki dönüşümüdür; örneğin Sulukule’de, Başıbüyük’teki dönüşüme bakan birisi orada AKP’nin piyasacılığını bulacaktır; hemen her yerde şehrin çeperlerinde yükselen TOKİ konutları AKP dönemindeki iktisadi büyüme stratejisi hakkında bize ipuçları sunar. Yine, eğer İslamcı-muhafazakar milliyetçilik ve buna eşlik eden “Yeni Osmanlıcılık” AKP’nin ideolojik konumlanışının tanımlayıcı özelliklerinden biriyse bunu görmek ve anlamak isteyen birisi şehirlerdeki kamusal mekanlara alelacele yerleştirilen Osmanlı geçmişine dair kitch sembollere ya da yapılmak istenen üçüncü köprüye verilmesi planlanan isme bakarak bunu görebilir. Eğer liderlik kültü, padişah özentiliği AKP iktidarını ifade ediyorsa bunun yansıması, bir başbakanlık kampusu inşa etme uğruna Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan ağaç kıyımında görülebilir.

Özel olarak Gezi Parkı’ndaki bugünkü alanın ortadan kaldırılarak bir Topçu Kışlası ve altına da AVM yapılmasına yönelik girişimde de AKP düzeninin bahsettiğimiz bütün bu özellikleri, piyasacılığı, dinciliği ve otoriterliği hepsi birden içerilmiştir; sonrasında ortaya çıkan direniş karşısında ilk gün kullanılan kibirli dil ve polis şiddeti bir bütün olarak AKP iktidarının bir direniş karşısına benimseyebileceği yönetme stratejisini ve faşizan yönelimini faş etmiştir. Bu yüzden Haziran Direnişi, Gezi Parkı sınırlarını, İstanbul’u aşıp, tüm Türkiye’ye yayılan bir AKP karşıtı halk hareketine dönüşse bile Taksim ve park gündemi, yani şehir ve mekan eksenindeki mücadele de sönümlenmeden merkezdeki varlığını sürdürebilmiştir; çünkü AKP iktidarının neredeyse bütün unsurları ve ona dönük karşıtlığın hemen her boyutu Gezi Parkı üzerinden girilen mücadelede kendisini var edebilmiştir. Kısacası Gezi Parkı gündeminin önce geniş bir halk hareketinin önünü açıp, sonrasında bu halk hareketi kendi akışını bulduğunda bile merkezi bir gündem olarak kalabilmesi aslında AKP’nin ve ona yönelik karşıtlığın kendisini mekanda dolaysızca ifade edebilmesi ile ilgilidir. Peki AKP’nin şehirlerle ve mekanlarla bu “sıkı fıkı” ilişkisinin kaynakları nerede aranmalı?

Kuşkusuz her siyasi iktidar şehirler üzerinde belirli politikaları hayata geçirmeye, mekanı kendi çıkar ve eğilimleri uyarınca düzenlemeye çalışır. Fakat AKP’nin mekanla ilişkisi bir süreliğine iktidarı ele almış bir partinin şehirler üzerinde bazı tasarruflarda bulunmasıyla sınırlı bir duruma işaret etmemektedir; çünkü AKP Türkiye siyasi tarihindeki sıradan bir parti değil; pek çok açıdan Cumhuriyet tarihi içerisinde bir kopuşu temsil eden, dizginsizce önünü açtığı neoliberalizmin “yaratıcı-yıkıcı” karakterini 3 içselleştirmiş partidir. (Burada kopuştan kastedilenin elbette üretim tarzındaki topyekün bir kayma olmadığı, onun üzerinde yükselen ideolojik ve siyasal yapının köklü bir değişime uğratılmasını içerdiğini söylemek gerekiyor). Bu durum partinin mekanla ve şehirlerle ilişkisine de yansımış, parti toplumsal ve siyasal hayatı dönüştürme ve kendi Sünni-İslamcı millet projesini hegemonik kılma adına şehir yaşamındaki seküler pratiklerin hayata geçtiği kamusal alanları daraltmaya, kendi sembollerini ve değerlerini kendisiyle uyumsuz olanları yıkarak mekana kazımaya yönelmiştir. Yapılan şey halen yerli yerinde olanın üzerine bir şey eklemek ya da çoğaltmak değil yıkarak yeniye alan açmak, egemen kılmak olduğundan 4 AKP’nin kamusal mekanda yaptığı her düzenleme onun ayrıksı yönlerinin şehir yaşamına doğrudan yansımasını, gündelik hayatta dolaysız bir şekilde hissedilmesini mümkün kılmıştır. Böyle olduğunda insanların şehir hayatında deneyimledikleri her değişimin arkasındaki siyasi ve ideolojik projeyi hissetmeleri, AKP’nin şifrelerini bizzat hayatlarını geçirdikleri mekanda görülen hızlı değişim üzerinden çözmeleri, AKP’nin mekandaki izlerini takip etmeleri kolaylaşmıştır. Gezi Parkı direnişinin çok kısa bir sürede bu direnişle bir uyumsuzluk içermeksizin AKP karşıtlığına doğru yol alması ve burada sabitlenmesi bununla ilgilidir.

AKP’nin mekandaki yaratıcı-yıkıcı faaliyetleri elbette salt bir ideolojik projenin hayata geçirilmesi amacından kaynaklanmıyor. Mekana yönelik tüm bu ideolojik müdahaleleri mümkün kıldığı kadar müdahalenin sınırlarını da belirleyen daha geniş ölçekli bir dönüşüm sürecinden, kapitalizmin bugün ulaştığı evrede sermayenin kentleşmesi olgusundan bahsetmemiz gerekiyor. Özellikle son yirmi yılda neoliberal birikim rejiminin tüm dünyada büyümeyi sağlayabilmek ve içerisine girilen kriz ve tıkanıklıkları aşabilmek için şehirleri ve içerisindeki mekanları hızla dönüştürerek metalaştırdığından, birer yatırım alanına, değişim-değerine dönüştürdüğünden bahsetmiştik. Bu süreç özellikle şehir merkezlerinde önceki birikim rejiminden kalma yapıların, kamusal alanların ve yoksul mahallerinin hızla yıkımını ve sermaye için yeniden yaratımını gerektiriyor ve bu haliyle de David Harvey’in ifadesiyle bir “mülksüzleştirme yoluyla birikim” niteliği arz ediyordu. AKP’nin şehir ve mekanlara yönelik yaratıcı-yıkıcı saldırısının çerçevesini asıl belirleyen şey Türkiye’de de son yirmi yıldır hayata geçirilmeye çalışılan bu büyüme modelidir. Bu model devlet kurumlarının ve belediyelerin yönlendiriciliğinde “kentsel dönüşüm” adı verilen projelerle özellikle büyük şehirlerin sermayenin yeni yatırım arayışlarına açılmasını öngörüyordu; ve bu haliyle AKP’yi önceleyen ve onu aşan, kapitalizmin küresel yönelimleriyle uyumlu bir büyüme stratejisine denk düşüyordu. Diğer yandan böylesine geniş ölçekli ve uzun vadeli birikim modelinin Türkiye’de AKP ile özdeşleşmesi, bu modelin Türkiye kapitalizminin krizini aşma güdüsüyle AKP’nin uzun iktidar döneminde olağanüstü bir hızla hayata geçirilmesi ve bu hızın gerektirdiği yeni mevzuat, kurumsallıkların ve siyasa tarzlarının (ve aynı zamanda “hukuku dolanan” enformel işleyiş mekanizmalarının) bu iktidar döneminde inşa edilmesiyle ilgili. 5 Bu modelin ortaya çıkardığı kentsel rantın partinin iktidardaki varlığını güçlendirecek biçimde paylaştırılması da, AKP ile kentlerin ve mekanların dönüşümü arasındaki bağlantının sıradan vatandaşın zihninde daha kolay kurulmasını ve “rant” ile “AKP” sözcüklerinin gündelik konuşmalarda bile kolaylıkla yan yana getirilebilmesini mümkün kıldı. Buna bir de sermaye yanlısı ve dev bütçeli büyük kent projelerinin belediyenin ya da devletin bir girişimi değil bizzat AKP’nin seçim malzemesi olarak kullanıldığını ve bunun da kentlerdeki talan ile AKP arasında bir özdeşlik ilişkisi kurmayı kolaylaştırdığını ekleyelim.

Burada elbette biraz önce bahsettiğimiz mekana yönelik ideolojik müdahalelerin bu genel neoliberal kentsel dönüşümden bağımsız ele alınmayacağını belirtmek lazım. AKP’nin bir yandan şehirleri hızla kendi iktidarını da ayakta tutacak sermaye gruplarına açarken, aynı zamanda, şehre İslami-Osmanlıcı bir hüviyet kazandırma gayreti içerisine girmesi, 6 yani neoliberal kente İslami bir imza atması, kent dönüşümünün bu genel kapitalist mantığının da bir “AKP projesi” olarak görülmesini, neoliberal şehrin bizzat AKP ile özdeşleşmesini mümkün kıldı. Bu noktada İstanbul’un merkezindeki az sayıdaki kamusal yeşil alandan birisi olan Gezi Parkı’nın ranta açılarak sermayenin serbestçe dönüştürebileceği bir “soyut mekana” dönüştürülmesine karşı başta “ekolojik” duyarlılıklarla sınırlıymış gibi gözüken tepkilerin kısa sürede “hükümet istifa” sloganında somutlanan siyasal bir doğrultu kazanması anlaşılır hale geliyor.

Bu tartışma Haziran Direnişi’nin en şaşırtıcı yanlarından, kendiliğindenlik ve çeşitlilik görüntüsünün nasıl ortaya çıkabildiğini de önemli ölçüde açıklıyor. Şehir ve mekan gündemi, belki diğer gündemlerin hiçbirisinde olmayacak derecede, insanların gündelik hayatlarında deneyimlediği sorunlarla siyasi iktidar arasında kolayca bağ kurmalarını mümkün kılıyor. Bu sayede şimdiye kadar hiçbir politizasyon içerisinde olmayan insanlar bile kişisel rahatsızlıklarıyla politik duyarlılık arasındaki mesafeyi kendiliğinden ve hızlıca kapatabildiler. (Bu mesafenin kapatılma hızının internet kamusallığı tarafından müthiş bir derecede artırıldığını da teslim etmek lazım; zira burada dile getirilen kişisel homurtular ya da “cıvıltılar” kolektif bir şekilde işlenerek, inceltilerek siyasi bir tepkinin hammaddesine dönüşüyor). Ve şehir ve mekan gündemi, özel olarak da Haziran Direnişi’nde Gezi Parkı gündemi, AKP’ye duyulan rahatsızlığın farklı biçimlerini (yaşam tarzı; piyasa karşıtlığı; otoriterliğe yönelik alerji; anti-emperyalizm) kendi bünyesinde yansıtarak bu çeşitliliği AKP karşıtlığında bütünlemeye olanak tanıdı; ve çeşitlilik içerisinde “dağıtıcı” ihtilafların ortaya çıktığı her noktada olası bir güç kaybını önlemeye yönelik bir sigorta işlevini gördü; yeniden ve çabucak derlenme ihtiyacı hasıl olduğunda artık kolektif belleğe yerleşmiş bir ortak mücadele gündemi olma rolünü üstlendi.

AKP karşıtlığı ile Gezi Parkı gündemi arasındaki ilişkiye dair yaptığımız bu çözümleme şehir-mekan gündeminin Haziran Direnişi’nin sadece bir boyutu değil, asli özelliklerinden birisi olduğunu ifade ediyor. Haziran direnişinde AKP karşıtlığı ile şehir ve mekan üzerine olan mücadele birbirini takip eden ya da birbirinin yerini alan ayrı iki gündem olmaktan çok, hareketin bu kadar uzun ve geniş katılımlı olarak sürmesini mümkün kılan bir ilişkisellik içerisinde oldu. Diğer bir deyişle şehir ve mekan mücadelesi Haziran Direnişi’ne içkindir; onun mahiyetini belirleyen öğelerden biridir. Haziran Direnişi’nin bundan sonraki uzanımları, tamamen başka bir çatışma alanından, daha büyük ve belirleyici bir hareket ortaya çıkmadığı takdirde bu niteliği içerisinde barındırmaya devam edecektir.

Peki, Haziran Direnişi içerisinde şehir ve mekan üzerine olan mücadelenin merkezi konumu sosyalist mücadele ve sosyalizm projesi açısından ne ifade etmekte? Bu sorunun yanıtını vermeye başlamadan önce Haziran Direnişi’nin bazı özelliklerini yeniden vurgulamak gerekiyor. Haziran Direnişi’nde mekan ve şehir ne kadar merkezi bir unsur olarak varlığını korursa korusun, direnişçilerin siyasi ufku “yerel” ölçekli kaygılarla sınırlı bir reform arayışından ibaret kalmadı; tersine direnişe ülke ölçeğinde hükümetin istifa etmesine yönelik bir siyasal talep damgasını vurdu. Bu açıdan “sosyalizm” vurgusunun mekan/şehir gündemi ile ilişkisini bu durumla, yani AKP karşıtlığı bağlamında tartışmak gerekir. Bu noktada hareketin şehir ve mekan gündemini sürekli bağrında taşımasının sosyalist siyaset açısından birbirini besleyen iki noktada bir avantaj teşkil ettiğini düşünüyorum: Birincisi direnişle ortaya çıkan radikal muhalefet potansiyelinin liberal veya milliyetçi bir soğurmaya maruz kalmasını önlemek açısından sermaye karşıtı bir düzleme doğru yönelerek daha da sınıfsallaşmasını sağlamak. İkincisi ise sosyalizm programının daha da somutlaşmasına ve böylelikle de toplumsallaşmasına katkıda bulunmak.

Şehir-mekan ve direnişin sınıfsallaşması

Bugün AKP karşıtı tepkileri besleyen ve Haziran Direnişi’nin de en önemli itkilerinden biri haline gelen laiklik, bağımsızlık ve özgürlük gibi değerlerin/duyarlılıkların ancak ve ancak sosyalizm tarafından layıkıyla temsil edilebileceği bu derginin sayfalarında da defalarca dile getirildi. Sosyalistlerin bu duyarlılıkları başka herhangi bir gündem tarafından perdelenmeyecek şekilde sahiplenmeleri ve politik duruşlarının bir parçası hale getirmeleri sadece bir kitleselleşme değil gelecekteki sosyalizm projesinin dayanaklarını oluşturma meselesidir. Öte yandan Haziran Direnişi’ne de rengini çalan bu değerlerin/duyarlılıkların düzen içi liberal ve/veya milliyetçi projeler tarafından soğurulup, pasifleştirilmesi gibi bir tehlike her zaman mevcuttur; ki buna dair girişimlerin emareleri şimdiden ortaya çıktığı gibi yaklaşan belediye seçimlerinin de bu tür denemelerin bir sahnesine dönüşeceğinin göstergeleri de gittikçe artmaktadır. Bahsettiğimiz duyarlılıkların böyle bir düzen içi soğurmaya maruz kalmasını engellemenin yolunun sosyalistlerin bunları olabildiğince temsil etmesinden ve bu duyarlılıkların sermaye-karşıtı bir mevziye taşınmasından geçtiğini biliyoruz. Hareketin sermaye karşıtı bir düzleme doğru yönelmesi aynı zamanda onun gerçek bir sınıfsal karakter kazanmasını da mümkün kılacak bir süreci ifade eder. Zira bir toplumsal harekete sınıfsal niteliğini veren şey, Gezi Direnişi sonrasında yapılan pek çok çözümlemede benimsenilen perspektifin tersine, katılımcıların sadece ağırlıkla hangi sosyo-ekonomik statüde oldukları değil, sınıf mücadelesinde nerede konumlandıklarıdır.

Gezi direnişi ile ilgili bugüne kadar yapılan pek çok analizde katılımcıların “demografik” özellikleri ile hareketin politik karakteri arasında bağlantı kurmaya çalışmak gibi eğilimler ortaya çıkmıştı; bir hareketin sınıfsal karakter kazanmasında elbette toplumsal eşitsizlik içerisindeki konumlanmalar göz önüne alınmalıdır; ama sınıfsallığı sosyolojik bir statüye indirgemek “sınıf” denilen kavramın ilişkiselliğini ve işçi sınıfının ancak sermaye ile karşıtlığı bağlamında var olabildiğini gözden kaçırmak anlamına gelir. Bu bakımdan AKP karşıtlığının sınıfsal karakter kazanması sadece, direniş içerisinde yoksul emekçilerin sayısal anlamda artmasıyla değil mevcut muhalefet potansiyelinin sermaye karşısında pozisyon alabilmesiyle mümkün olabilir. Böyle bir düzleme yerleşen bir muhalefet dinamiği belirli bir vadede ve uygun koşullar ortaya çıktığında kendi içerisindeki emekçi ağırlığını artıracaktır; yani emekçi ağırlığının artması hareketin sınıfsal karakterini garantileyen bir durum değildir; hareket içerisinde emekçilerin sayısal ağırlığı ancak sermaye karşıtlığını besleyen bir nitelik kazandığında siyasal anlamda belirleyici bir etmen haline gelir.

Haziran Direnişi sürecinde ana-akım sermaye medyasının bir bütün olarak safını belli ederek iktidarın resmi yayın organı gibi çalışması ve böylelikle de AKP’nin dayattığı toplum vizyonu ile sermaye sınıfının geleceği arasındaki bağın direniş sürecinde alenileşmesi AKP karşıtı tepkiselliği bahsettiğimiz sermaye karşıtlığı düzlemine taşımaya olanak veriyordu. (Bu açıdan NTV önündeki protesto gösterileri direnişin en can alıcı uğraklarından biriydi). Önümüzdeki dönemde, bahsedilen “soğurulma” tehlikesini aşmak için bu bağlantıyı daha da somutlaştıracak kanallara ihtiyaç olacak.

İşte bu noktada Haziran Direnişi’nin bahsettiğimiz şehir/mekan boyutu, hareketin AKP karşıtı karakterini gölgelemek bir yana, onu “sermaye” karşıtlığı ve böylelikle de sosyalizm düzlemine daha da fazla taşıyabilecek, düzenle uyuşmaz radikal pozisyonunu sağlamlaştıracak olanaklar barındırmaktadır. Zira dünya kapitalizminin içerisine girdiği amansız krizi aşmak için şehirlere daha fazla yüklendiği, ortak kentsel mekanlara ivedi ihtiyaçları uyarınca daha da fazla saldırdığı ve bunun Türkiye’ye de en uç biçimlerde yansıdığı düşünüldüğünde şehir/mekan gündemine dair her rahatsızlık, anti-kapitalizm mecrasına zorunlu olarak akmak durumundadır. Bu rahatsızlıkların ve taleplerin içeriği elbette bunları dillendiren emekçilerin fiili sınıfsal konumlarının (ya da nasıl bir emek süreci içerisinde olduklarının) izini taşıyacaktır. Direnişe katılanların sosyolojik anlamıyla sınıfsal kompozisyonunu tartışmak, Haziran’ın politik karakterini hemen bu kompozisyona dayanarak peşinen tayin etmek noktasında değil, işte tam da burada, sermaye karşıtlığını ete kemiğe büründürecek politik sürece nasıl yön verileceği, direniş dinamiklerine siyasetin nasıl taşınacağı noktasında anlamlı hale gelir.

Bu noktada Türkiye çapında milyonlarca insanın katıldığı ve her gün katılımcıları çeşitlenen bir direnişin sınıfsal bileşimi ile ilgili kesin belirlemeler yapmak o kadar da kolay değil. Sadece hareketin genel görünümünden çıkarsayabileceğimiz bazı savlar öne sürebiliriz. Öncelikle özellikle İstanbul’da uzmanlık ve eğitim gerektiren zihinsel emek süreçleri içerisinde emek gücünü satarak yaşamını sürdüren, beyaz yakalı olarak da tabir edilen mühendis, doktor, banka emekçisi, büro çalışanı vb. gibi kesimlerin şimdiye kadar hiç olmadığı düzeyde bir politizasyon ve aktivizm içerisine girdiklerini ve direnişe kendi ağırlıklarını yansıttıklarını görüyoruz. (Bunlar dışında Korkut Boratav’ın ifadesiyle “eğitim yoluyla edinilmiş becerilerini işverenlere değil müşterilere satarak geçinen avukat, mal, müşavir vb. gibi bağımsız profesyonel” 7 grupların da kapitalizmin sömürü mekanizmaları içerisinde yer alan beyaz yakalı emekçilerle birlikte direnişte yer aldıklarını belirtmek gerekiyor.)

Sadece Gezi Parkı ve Taksim özelinde düşünüldüğünde bu kesimin eğitimden gelen “kültürel sermayelerine” eşlik eden bir özgüven ve dışavurumculuğun, direnişin çokça bahsedilen “yaratıcılığının” ve kendine özgü mizahının temel kaynağı olduğu söylenebilir. Haziran Direnişi sırasında çoğunluğu hizmet sektöründe ve gittikçe niteliksizleşen ve monotonlaşan işlerde çalışan bu kesimler, hem iş süreçleri hem de AKP’nin dayattığı “donuk” ve tek-biçimli toplum vizyonu karşısında baskılanmış nitelik ve yaratıcılıklarını radikal bir muhalefet alanında ifade etme olanağı buldular. Direniş genişleyip de AKP kendi düz, yüzeysel ve arkaik sağcılığına daha fazla rücu ettikçe bu kesimlerin yaratıcı arayışları iyice belirginleşti, radikal politik karakterini korudu ve zaman içerisinde bir mücadele aracına dönüştü.

Bunun dışında bu kesimin direnişe yine kitlesel olarak büyük bir destek veren 90 kuşağı yakıştırmasıyla maruf üniversite ve lise gençliğiyle ortak bir dil tutturabildiğini görüyoruz. Haziran Direnişi’nin “tarzına” dair yeni pek çok unsurun bu kesimlerin girdileriyle somutluk kazandığı doğrudur. Öte yandan direnişin Türkiye ölçeğindeki bütünlüğüne baktığımızda “beyaz yakalı” bileşeni sabit olmakla birlikte emekçilerin diğer bölmelerinin de özellikle mahalle dinamiğini oluşturacak şekilde direnişin bir parçası olduğunu görüyoruz. Mersin, Adana ve en çok da Hatay gibi şehirlerde ise tepkinin daha çok AKP’nin mezhepçi politikalarına yönelik olduğu göze çarpıyordu; Alevi dinamiği özellikle Hatay’da çok belirgindi. Sanayi sektörünün mavi yakalı işçileri elbette hareket içerisinde yer aldılar; ama görünen o ki ya sol sendikaların direnişin “yeniliği” karşısında halen eski reflekslerle felç olmalarının da etkisiyle hareket içerisinde varlıklarını belirginleştirecek düzeyde bir nicel güce sahip olamadılar; ya da doğrudan ekonomik talepleri üzerinden değil bu talepleri içerip aşan AKP karşıtlığı altında kendilerini ifade ederek işçi sınıfı içerisinde yer aldıkları katmanın ayırt edici özelliklerini harekete yansıtamadılar.

Bu durum elbette, özellikle İstanbul gibi sıcak parayı kendisine çekecek “küresel bir şehir” tasarımı üzerinden dönüştürülen şehirlerde işçi sınıfının değişen yapısı ile ilgili. Bu şehirlerde bildiğimiz anlamıyla fabrika bazlı üretim ve sanayi proletaryası erimiş değil elbette; fakat bunların şehir ekonomisi ve toplumsal hayat içerisindeki görece ağırlığı geçici ve esnek çalışmaya dayalı, genişleyen hizmetler sektörü karşısında azalmış durumda. Bu durum aynı zamanda zaten hiçbir zaman fabrika veya çalışma mekanlarıyla sınırlı kalmamış olan sömürü ilişkilerinin, kent hayatının bütününe yayılmış olması durumunu daha da belirginleştirdi. Bu da günümüz kapitalizminde işçi sınıfının daha parçalı bir yapı arz ederek, içerisindeki katmanların hem toplumsal yaşayış hem de mekansal/coğrafi dağılım noktasında çeşitlenmesi sonucunu doğurdu. Tüm bu görüntüyü bir malzeme olarak kullanarak “işçi sınıfının” artık silinmeye yüz tuttuğu ve devrimci bir dönüşümün öncüsü olamayacağı şeklindeki tezler ise işçi sınıfını sadece mavi yakalı sanayi proletaryasına eşitleyen dar ve biçimci bir kavrayışın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Halbuki işçi sınıfını “emek gücünü satarak yaşamını sürdürmek” gibi üretim ilişkileri temelindeki genel bir ortaklığa ve sermaye karşısındaki pozisyona referansla değerlendirenler ve onun politik dönüştürücü potansiyelini sanayi proletaryasının yaşam koşullarında değil sermayeyle olan uzlaşmaz çelişkisinde arayanlar açısından proletarya hem bir gerçeklik hem de bir siyasi özne olarak merkeziliğini koruyor. Bu, siyasi strateji belirleme noktasında hiçbir şeyin değişmediği anlamına gelmiyor elbette. Kapitalizmin değişen birikim rejimlerine paralel olarak işçi sınıfının iç kompozisyonunda ve mekanla ilişkisinde ortaya çıkan farklılaşmaları siyasi strateji belirleme noktasında hesaba katmayı ihmal eden anlayışlar Haziran Direnişi’nde de gördüğümüz gibi, olan biten karşısında bir felç durumu yaşıyor. Direniş sürecinde sınıf sendikalarının en hafif tabirle “tutuk” görüntüsü sendikaların içindeki sorunlu işleyiş ve konjonktürel politik sınırlamalar dışınd,a biraz da modern kapitalizmin ve işçi sınıfının bu dönüşümüne ayak uyduramamak gibi yapısal bir sorunla da ilişkili. 8

Direnişin bu amorf karakterine bakarak şöyle bir değerlendirmede bulunulabilir: Haziran Direnişi AKP’nin neoliberal ekonomik politikalarından dolayı ortaya çıkan işsizlik, güvencesizlik, sömürü yoksulluk gibi “iktisadi” sorunların esas olarak kışkırttığı ve bunlardan kaynaklı yaşamsal ihtiyaçların seslendirildiği bir “sınıf tepkisi” olarak ortaya çıkmadı; ama “sınıfsal” bir tepki niteliğine sahip pek çok özelliği de içerisinde barındırıyordu. Şöyle ki, öncelikle direnişin katılımcıları genel olarak geleceklerini, AKP’nin sürdürmeye çalıştığı neoliberal düzenin sağlayabileceği ranta bağlamayan ve bu politikaların her gün daha da sıkıştırdığı ve belirsizleştirdiği yaşamlarından memnun olmayan, çeşitli katmanlardan emekçiyi içeriyordu. Bu katmanların hepsinin de istifasını istemekte ortaklaştığı AKP ve Tayip Erdoğan sadece islamcı bir ajandayı değil aynı zamanda bu ajandayla bütünleşmiş “rant” ekonomisini simgeliyordu. Bununla birlikte baştan beri bahsettiğimiz hareketin içerisinde baştan sona sabit bir öğe olarak varlığını sürdüren şehir ve mekan boyutundaki itirazlar, sadece AKP’nin otoriter politikalarına değil bir bütün olarak sermayenin şehirlere ve kamusal mekanlara Cumhuriyet tarihinde hiç görülmeyen bir açgözlülükle saldırmasına karşıydı. Kısacası direniş karşı karşıya kaldıkları ekonomik sıkıntılar yüzünden “bıçak kemiğe dayanıp” sokaklara çıkan kitlelerin bir “sınıf tepkisi” olmasa da, ortaya çıkan hareket bir bütün olarak karşısına aldığı rejimin niteliği düşünüldüğünde “sınıfsal bir tepkiydi”.

Hareketin bahsettiğimiz bu sınıfsal niteliği kazanmasında öne çıkan bir gündem olarak Gezi Parkı ve şehir merkezlerindeki ortak kamusal mekanları korumaya yönelik genel duyarlılık aslında, direnişteki bahsettiğimiz “beyaz yakalı” ve öğrenci ağırlığının kendi yaşamsal koşullarına daha fazla “dokunuyordu”. Zira bunlar işçi sınıfı içerisindeki konumları itibariyle hem çalışmak hem de sosyalleşmek için merkezdeki mekanlar ile daha fazla bağ kuruyor ve buralara yönelik bir aidiyet duygusunu kazanabiliyorlardı. Öte yandan şehir/mekan gündeminin sadece kent merkezlerindeki kamusal mekanlara sıkıştırılması bu gündemin özellikle işçi sınıfının yoksul kesimlerini kapsama ve siyasallaştırma kapasitesinin de sınırlanması anlamına gelir. Zira neoliberal birikim rejiminin kentlere saldırısı aynı zamanda şehir merkezinde yaşayan emekçilerin buralardaki barınma olanaklarının ellerinden alınması, merkezden uzaklaştırılarak şehrin çeperlerine doğru dağıtılması anlamına geliyordu. Kentsel dönüşümün en hızlı ve yıkıcı şekilde kendisini gösterdiği İstanbul’da içerdiği şehir/mekan vurgusuna rağmen Gezi Parkı eylemliliklerinin şehrin içlerinden sürülmüş on binlerce emekçiyi bünyesine katamaması ve bunların son yıllarda yaşadığı yıkımı gündeme dahil edememesi sadece tek bir mekana (ve doğal olarak da ona mahsus sosyalliğe) odaklı mücadele gündeminin eksikliğine işaret etti. 9

Bu aynı zamanda, hareketin kendiliğinden karakterinin de dayandığı sınırları gösteriyor. Zira Gezi Parkı ile direnişin merkezi öğelerinden birisi olan şehir/mekan gündeminin Türkiye’de bir bütün olarak sermaye düzenine karşı bir blok oluşturabilmeye yönelik sağladığı olanak ancak siyasi ve ideolojik mücadeleyle değerlendirilebilir. Bugün artık fazlasıyla parçalanmış işçi sınıfının farklı katmanlarını pek çok diğer başlık dışında şehir/mekan gündemi üzerinden buluşturabilme işi bir siyasi doğrultu ve bu doğrultu etrafında bir örgütlenmeyi/örgütü gerektirir. Haziran Direnişi’ndeki şehir/mekan boyutu bu açıdan siyasi strateji söz konusu olduğunda “bildiğimiz her şeyi unutmayı” salık verenlerin tersine örgütlülüğün ve ideolojik mücadelenin önemini bir kez daha teyit etmiş bulunmaktadır.

Bu noktada Gezi Parkı gündemiyle bugüne kadar hiç olmadığı kadar toplumsallaşan, şehirlere ve toplumsal mekanlara sahip çıkma güdüsüne “ekolojist tepkiler” diye burun kıvırmak AKP karşıtlığını sermaye karşıtlığıyla bütünleştirecek olanaklardan birini heba etmek, bu karşıtlığın düzen karşıtlığına ve sosyalizme açılan kanallarından birini tıkamak anlamına gelir. AKP karşıtlığının temel dayanakları olan özgürlükçülük, bağımsızlık ve laiklik gibi değerlerin liberalizme ve milliyetçiliğe doğru çekiştirilmesinin önüne geçilmesi açısından hareketin çekirdeğindeki şehir/mekan gündemi bir avantajdır. Öyleyse şehir-mekan gündemini baskılamak ya da küçümsemek yerine onu parçalanmış işçi sınıfının ortak gündemi haline getirmek, ülke ölçeğindeki siyasetle, yani bugün için konuşursak AKP karşıtlığı ile olan bağlarını daha da güçlendirmek ve AKP karşıtlığını sermaye karşıtlığına doğru yaklaştıracak ve böylece sınıfsal niteliğini daha da belirginleştirecek kanallardan biri olarak görmek gerekir.

Sosyalizmin somutlaşması ve şehir-mekan gündemi

Dünya kapitalizminin en büyük krizlerinden birinin yaşandığı ve Türkiye’de de kırılgan ekonomiye her kulvarda bir yönetememe krizinin eşlik ettiği bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’deki egemen sınıfın içerisine girdiği sıkışmaları aşmada baskı ve zor dışında başka bir yolu ve yöntemi olmadığından direnişin de önümüzdeki dönemde farklı biçimlerde de olsa devam edeceğini öngörebiliriz. Haziran Direnişi’nin aldığı mesafe ile birlikte, kitleleri AKP’nin yarattığı yıkım karşısında uyarmak ve harekete geçme çağrısı yapmaktan ibaret bir politik faaliyet ancak, en iyi ihtimalle, mevcut hareketlenmeyi bir süre daha konsolide etmeye katkıda bulunabilir. Zira Haziran günleri AKP’nin Türkiye toplumuna yönelik zorlamaları karşısında siyasi bir dönüşüme yataklık edecek düzeyde bir tepkinin ve duyarlılığın biriktiğini, ve bu duyarlıkları devamlılık arz eden bir siyasi harekete dönüştürmeye yetecek derecede cesaretin mevcut olduğunu gösterdi. Direniş bu gücüyle devam ederse düzen siyaseti içerisindeki dengeleri tek başına sarsabilir ve belirli bir vadede AKP’yi sermaye için bir alternatif olmaktan çıkarabilir; ama direniş bu haliyle, tek başına, sermaye düzeninin kendisini yerinden edecek bir dönüşüm yaratacak durumda değildir. Böyle bir dönemde bu kadar büyük bir ölçeğe ve bu derece süreğenliğe kavuşmuş bir halk hareketi ancak yaşanılan “kriz” karşısında bir siyasal alternatif oluşturabildiğinde gerçek bir kopuşa zemin hazırlayabilir.

Böyle bir alternatifi işaret eden sosyalizm vurgusunun, ortaya çıkan bu muhalefetin geleceği açısından taşıdığı önem açık. Öte yandan “sosyalizm” sadece düzenin kendisini yeniden üretmedeki bütün çarelerini tükettiği bir noktaya referansla kendisini bir politik alternatif olarak kuramaz; kapitalizmin dip noktasında kendi kendine ortaya çıkabilecek veya kendisini arayış içerisindeki zihinlere dayatacak bir “son çare” değildir. Sosyalizm iddiası sadece kapitalizmin ve Türkiye özelinde de AKP’nin yıkımının radikal bir eleştirisini çağrıştırmaktan ibaret kaldığında ona gerek kalmaz. Zira, Türkiye’de Haziran Direnişi ve dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan büyük ayaklanmalar bu “radikal eleştiriyi” büyük şehirlerin meydanlarına yazdılar ve “eleştirme” eşiğine çoktan ulaştılar. Sosyalizmi gerçek bir alternatif haline getiren şey kapitalizmin yarattığı yıkım karşısında yeni bir toplum, ülke ve dünya tahayyülü yaratabilmesi; uğruna mücadele edilecek somut bir proje sunmasıdır. Sosyalizm mücadelesi, geleceğin toplumuna dair ayrıntılı bir tasvir ortaya koyamaz elbette; ama kapitalizmin bugünkü görünümünün ve yarattığı yıkımın karşısına neyin konulduğunun hiç değilse genel hatlarıyla belirginleşmesi gerekir.

Haziran Direnişi’nin içerdiği şehir/mekan gündemi işte tam bu noktada da; sosyalizmin yaratabileceği kazanımları belirgin bir şekilde sunabilmek noktasında da önemli bir olanağı içerisinde barındırıyor. Kapitalizmin neoliberal döneminde kamusal mekanlara görülmedik düzeyde saldırması, her kesimden emekçiyi tahammül edilemez derecede boğan bir şehir hayatını dayatması kendisini Haziran Direnişi’nde şehirlerde alternatif toplumsallıklar ve kamusal alanlar yaratma arayışı içerisinde gösterdi. Tüm bu arayışların ve “denemeler”in ülke ölçeğinde yürütülecek bir siyasi mücadelenin parçası haline gelmedikçe kalıcı devrimci sonuçlar doğuramadığını sadece Haziran Direnişi’nden değil daha önceki Wall Street’i İşgal Et gibi eylemler sürecinden biliyoruz. Fakat bunların siyaseten yetersizliklerini veri alıp bu doğrultuda ortaya çıkan yakınmaları ve arayışları küçümsemek ve bu başlıkları “boş geçmek” sosyalizm iddiasının toplumsallaşmasını da dert edinmemek anlamına gelir. Zira mevcudun radikal eleştirisinin yeterince olgunlaştığı bir durumda sosyalizmin, kitleleri uğruna harekete geçirebilecek bir alternatif haline gelebilmesi, bıktırıcı şehir hayatı ve sermaye tarafından kısıtlanmış kamusal mekanlar karşısında eşitlikçi ve özgürlükçü bir kentsel toplumsal yaşamı somut olarak hissettirebilmesine de bağlıdır. Lefebvre’in “şehir hakkı” olarak nitelediği emekçiler için daha az yabancılaşmış, daha adil, özgür ve yaratıcı bir şehir/toplum hayatı tek başına bir siyasal doğrultu belirlemeye yetmez; zira bu kavram siyasi mücadelelerle içeriklendirilmedikçe bir boş gösterenden daha fazlasını ifade etmez. 10 Öte yandan kapitalizmin şehirdeki kamusal alanlara saldırısını doruğa çıkardığı bir dönemde, şehir ve mekanla ilişki içermeyen ve bunu seslendirmeyen bir sosyalist siyaset de toplumsal bir karşılık bulmada zorluk yaşayabilir.

Bu elbette sosyalistlerin alternatif kentsel tasarımlar öneren bir projeciliğe kendilerini mahkum etmeleri ya da Harvey’in önerdiği ama tam olarak kapitalizmi bir bütün olarak nasıl dönüştüreceği belirsiz bir “şehirleri örgütleme” çağrısı uyarınca hareket etmeleri gerektiği anlamına gelmiyor. Marksizm yerel ve tikel olanla bütünün, yani kapitalizm (ya da baştaki teorik tartışmayı hatırlarsak bir yerdeki kapitalist toplumsal formasyon) arasındaki bağı ortaya serme çabasını içeriyorsa sosyalist mücadele de bu yerel ve tikel yakınmaları bütünsel bir siyasal iktidar arayışında bütünleme çabasını içerir. Bu açıdan sosyalizmi klasik – ve bana kalırsa kapitalizm koşullarında beyhude- bir projeci arayıştan ayıran şey, kapitalizmin şehir ve mekanla ilgili iyiden iyiye artırdığı yakınmaları ülke ölçeğinde verilecek bir devrimci siyasi mücadelenin hem bir bütünleyici parçası hem de bir bağlantı köprüsü haline getirmektir. Bu açıdan sosyalist bir perspektif, şehir siyaseti ile ülke siyaseti ve buna mukabil yerel dinamikler ile ulusal ölçekli siyasi aktörler arasında bir ikilik kurarak bunlar arasındaki ilişkiyi tarif etme işine soyunamaz; yapması gereken şehir ve mekanla ilişkili rahatsızlıkların ve yakınmaların bütünsel bir siyasal mücadele ile bağlantısını kurmak ve bu yakınmaları ülke ölçeğinde diğer tüm siyasi mücadele başlıklarıyla ve sosyalizm hedefiyle ilişkilendirmek, bütünleştirmek olabilir. Öte yandan bu da ancak ve ancak sosyalizm iddiasının hiç değilse kaba hatlarıyla eşitlikçi ve özgürlükçü bir şehir ve mekan anlayışını içerisinde barındırması ile mümkün olabilir. Eğer Haziran Direnişi sosyalistlerin kendilerine yeni siyaset ve seslenme alanları açmasını gerekli kılıyorsa bu yeni alanlardan birisi de şimdiye kadar pek üzerinde düşünmediğimiz şehir ve mekan gündemidir.

 

Dipnotlar

  1. Henri Lefebvre, The Production of Space, Wiley-Blackwell: Londra, 1991, s. 31.
  2. David Harvey, Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz Metis: İstanbul, 2013. Ayrıca bkz. Mustafa Kemal Bayırbağ, “Siyaset Bilimi ve Kent Çalışmaları”, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinlerarası İlişkiler içinde. Derleyenler: Gökhan Atılgan ve E. Atilla Aytekin, Yordam Kitap: İstanbul, 2012.
  3. David Harvey, “Neoliberalism as Creative Destruction” [Yaratıcı Yıkım olarak Neoliberalizm], The Annals of the American Academy of Political and Social Science, Mart 2007. Ayrıca bkz. Tarık Şengül, “Gezi Parkı Başkaldırısı Ertesinde Kent ve Siyaset”, soL Gazetesi, 1-5 Ağustos 2013.
  4. Şengül, a.g.e.
  5. AKP’nin kentsel dönüşüm politikalarında “hukuksuzluğun”, keyfi uygulamaların ve enformalitenin rolünün kısa bir değerlendirmesi için soL gazetesinmin Bakış ekinde 6 Temmuz 2013 tarihinde yayımlanan Tuna Kuyucu röportajına bakabilirsiniz. Ayrıntılı bir çözümleme için Tuna Kuyucu, “Law, Property and Ambiguity: The Uses and Abuses of Legal Ambiguity in Remaking of Istanbul’s Informal Settlements”, International Journal of Urban Regional and Research, May 2013.
  6. Bu konunun ele aldığı kısa bir tartışma için soL Gazetesi’nin Bakış ekinde 29 Haziran 2013 günü Jean François Perouse ile yapılan söyleşiye bakılabilir: http://solgazetebakis.com/2013-haziran-temmuz/kentlesen-sermaye-metalasan-kent/jean-francois-perouse-ile-soylesi/
  7. Bkz. Korkut Boratav’ın sendika.org’daki “Olgunlaşmış Sınıfsal bir Başkaldırı” başlıklı söyleşisi: http://www.sendika.org/2013/06/her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/
  8.  Bunun kısa bir değerlendirmesi için bkz. Kemal Okuyan, “İşçi Sınıfı Modern bir Sınıftır, Ya Sendikalar?”, soL Gazetesi, 31 Temmuz 2013: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/isci-sinifi-modern-bir-siniftir-ya-sendikalar-77254
  9.  Bu durumun bir analizi için soL Gazetesi’nin Bakış ekinde yer alan 29 Haziran tarihinde Jean François Perouse ve 6 Temmuz tarihinde Tuna Kuyucu (http://solgazetebakis.com/2013-haziran-temmuz/sehirde-direnmek-sehir-icin-diretmek/tuna-kuyucu-ile-soylesi/ ) ile yapılan söyleşilere bakılabilir.
  10. David Harvey, Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz, Metis: İstanbul, 2013.