İki Senaryo ve Bazı Değinmeler

“Duvarların yıkıldığı günümüzde…”

“Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri büyük bir memnuniyet ve dikkatle izliyoruz. Ancak…”

“Doğu Blok’u ülkeleri ile ticaretimizin gelişmesi son derece sevindiricidir.”

“ABD ile ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir.”

“Doğu-Batı yumuşaması olumludur, ama bu durumdan Almanya’daki işçilerimizin olumsuz yönde etkilenmesine izin veremeyiz.”

“Türkiye’nin önemi azalmamış aksine artmıştır”

Bu cümlelerin tümünü iktidar ya da muhalefet partisinden bir politikacının ağzından duymak mümkün. Liste daha da uzatılabilir. Ancak sonuç değişmiyor: Türkiye dünyadaki dönüşümlere hazırlıksız olduğu bir dönemde yakalanmıştır. Mevcut dengelerin bugüne kadar izlediği değişim süreci, Türkiye’nin uluslararası ekonomik ve siyasal alanda karşı karşıya bulunduğu belirsizliği giderek artırmaktadır. Bu belirsizlik içinde Türkiye, ufukta seçebildiği yeşil ve kırmızı ışıklar doğrultusunda yön tayini yapamamanın sıkıntısını yaşıyor.

Sıkıntı, büyük ölçüde, Türkiye’nin 1980 yılıyla birlikte yeni dönüşüm kararları alırken dayandığı dengelerin ayağının altından kaymasından kaynaklanıyor. Dış politikada sergilenen kişiliksiz ve başarısız uygulamalar bu durumun en somut göstergesini oluşturuyor. Ne var ki, dış politikada gözle görülür biçimde ortaya çıkan aksaklıkları ekonomik alanda da algılayabilmek için biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor.Bu yazı, dünyadaki çeşitli dengelerin hızlı bir hareketlilik içinde bulunduğu bir dönemde, Türkiye ekonomisinin karşılaşabileceği yeşil ve kırmızı ışıkları çeşitli senaryolar çerçevesinde ele almayı amaçlıyor.

* * *

Senaryolara geçmeden önce Türkiye kapitalizminin on yıl önce yeni ve önemli kararlar alırken bastığı zemine göz atmakta yarar var. 24 Ocak artı 12 Eylül formülasyonu ile ifade edilen model, kapitalist ve sosyalist sistem arasında belirli bir statükonun siyasal, ekonomik ve askeri boyutlarıyla yerleşiklik kazandığı, Türkiye’nin bu alanlarda uzun yıllardır sürdürdüğü politikalarda ciddi bir değişiklik gerektirmediği bir dönemde başlatıldı.

Kapitalist dünya içinde ise ABD’nin tartışılmaz üstünlüğü ve dış kaynak sağlama açısından Türkiye için vazgeçilmez olan uluslararası mali kuruluşlar, modelin temel payandalarını oluşturdular.

Emek piyasasındaki müdahalelerden toplumsal ve siyasal “istikrar”ın sağlanmasına, döviz kurundan ithalat rejimine kadar bir dizi politikanın uygulanabildiği ölçüde Türkiye’nin bu payandaların gücünden yoksun kalması ve yalnız bırakılması söz konusu olmayacaktı. Ancak, bu modelin hemen ertesinde dünya ölçeğinde iki önemli değişiklik yaşandı. Japonya ve Batı Almanya gerek uluslararası sermaye hareketlerinin denetiminde gerekse mal pazarlarının paylaşımında ABD üstünlüğünü sarsmaya başladılar. Bu gelişmenin Türkiye açısından ortaya çıkardığı sonuç, “mesaj alınıp verilecek” yerlerin artması ve döviz tahsisinde sıkıntıya düşme tehlikesi oldu.

İkinci ve daha önemli değişiklik ise Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın yöneldiği “yenilenme” sürecinin iki sistem arasındaki mevcut statükoyu bir kaosa dönüştürmesiyle ortaya çıktı. Özellikle Macaristan ve Polonya’da yaşanan ve kapitalist restorasyona dönük gelişmeler, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi içinde edinmeye çalıştığı konumu ve olanakları tehlikeye düşürücü nitelikte gelişmelerdi. Türkiye’nin kapitalistleri ve iktidar, ABD ve Avrupa’ya, ” bu ülkelerin kapitalizme geçmelerinin çok uzun süre alacağı, üstelik bu konuda acele destek vererek riske girmemek gerektiği” yönünde kraldan çok kralcı mesajlar gönderme telaşına düştüler. Burada da telaşın kaynağı önemli ölçüde, döviz (borçlanma) kaynaklarını kaptırma korkusu oldu.

Yukarıda kısaca değindiğim gelişmelerin Türkiye kapitalizminin mevcut sorunları açısından sadece yeni sıkıntılar getirmediğini belirtmek gerekiyor. Değişen dengelerle birlikte çeşitli olanakların da ufukta göründüğünü farklı senaryolar çerçevesinde ortaya koymaya çalışacağım.

* * *

Olası senaryolardan biri, dünya ölçeğinde bugüne kadar ortaya çıkan gelişmelerin sonucunda biçimlenen dengelerin kalıcılaşması, kısacası izlediğimiz film şeridinin dondurulması olarak ifade edilebilir. Burada özellikle altı çizilmesi gereken varsayım, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya dışında, sosyalist ülkelerdeki restorasyon sürecinin daha ileri götürülmeyeceği varsayımıdır. Bu durumda, Türkiye açısından Avrupa Topluluğu (AT) üyeliğinin en azından bir umut olmaya devam edeceği kanısındayım. Türkiye’nin bugünkü koşullardaki ihracat ve yatırım (birikim) olanakları çerçevesinde egemen sınıflar açısından önem taşıyan unsur, AT üyeliğinin gerçekleşmesinden çok AT ile ilişkilerin sağlayacağı “motivasyon gücüdür”. Bu motivasyonun büyük ve küçük sermayeler arasındaki uçurumu ve dolayısıyla tekelleşmeyi artırıcı bir etkide bulunacağından kuşku duyulmamalı. Senaryonun Türkiye’ye yükleyeceği rol, özellikle Avrupa pazarına ucuz tüketim ve ara malı satabilen birkaç holding ve satabildiği ölçüde girdi almaya yeterli dövizi kazanabilen bir ekonomiden öteye geçmeyecektir. Başka bir deyişle, bu senaryo altında Türkiye kapitalizmi, bugün de olduğu gibi düşük bir birikim hızı, güvencesi olmayan bir kaynak yapısı ve her an kaptırabileceği bir pazar sıkıntılarını yaşamaya devam edecektir. Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümler ivme kazanmadığı sürece bu ülkeye coğrafi yakınlık, Türkiye’ye ciddi ekonomik açılımlar yapması olanağını sağlamayacaktır.

Sermayenin son yıllarda yaşadığı en yakıcı sorun, on yıl boyunca kazanılan mevzilerin ardından, birikim hızını artırıcı sıçramalar yapacak alan bulamamasıdır. İzlenen birikim modelinin mantığı gereği iç pazar böyle bir alan olma niteliğinden çok uzaktır. Dışa sıçramanın yolu ise yeni teknoloji içeren ve mevcut sermayeyi değersizleştirecek geniş çaplı yatırımlardan geçiyor. Dünyadaki dengeler bugünkü konumlarını koruduğu ve “sihirli bir el” Türkiye’yi AT’ye sokmadığı sürece, bu senaryonun egemen sınıflar için fazla cazip olmayacağı açık.

Hemen eklemek gerekir, bu senaryonun gerçekleşme olasılığı çok düşüktür. Ne Sovyetler Birliği’ndeki ne de Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve bunların kapitalist dünyadaki etkileri, daha uzun bir süre ivmesini düşürmeyeceğe benziyor. Bu koşullarda, öncelikle dış politika alanında daha sonra da ekonomik alanda, Türkiye’nin giderek daha önemsiz bir konuma gelmesi kaçınılmaz oluyor. Bu noktada ikinci senaryonun unsurlarına geçilebilir. Sosyalist ülkelerde yaşanan gelişmelerin dünya kapitalizmiyle eklemlenme derecesini “makul sınırların” üstüne çıkaracağı varsayıldığında, Türkiye açısından önemli olumsuzluklarla birlikte bazı yeşil ışıkların da yanabileceğini düşünüyorum.

Döviz bunalımını belirli sınırlar içinde ve geçici olarak aşmayı başaran Türkiye kapitalizmi, yukarıda da belirttiğim gibi, üretken yatırım yapacak alan arıyor. İkinci senaryonun varsayımları altında, sorunun en etkin çözümü, yatırımları (ve aynı zamanda dış ticareti) başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerine yöneltmek olabilir. Bu durumun bazı belirtilerini örneklendirmek mümkün. Azerbaycan olaylarının iç politika malzemesi olarak kullanılmasına ilk tepki Sabancı’dan geliyor. Sabancı bir toplantıda şöyle konuşuyor: “Sovyetler Birliği ile 728 milyon dolarlık yatırım bağlantısı yaptığımız bir zamanda, Azerbaycan olayları bizi hiç ilgilendirmez. Sovyetlerle bu nedenden ötürü ilişkileri gerginleştirmek aptallık olur.”

Bir başka örnek Sovyetler Birliği’nden getirilen doğalgaz anlaşması kapsamından verilebilir. Anlaşmaya göre Türkiye her yıl giderek artan oranda doğalgaz almayı, bunu gerçekleştiremese bile bu miktarın bedelini ödemeyi taahhüt ediyor. Doğalgaz bedelinin yüzde otuzu nakit, yüzde yetmişi ise tüketim malları ve inşaat sektörlerinde yatırım yapılarak ödeniyor. Anlaşma süresinin 25 yıl olduğu göz önüne alındığında Türkiye’nin hem ticaret hem de birikim düzeyinde, Sovyetler Birliği’ne, değişen dünya konjonktüründe ne derecede bel bağladığı görülebilir.

Senaryonun uzantıları burada kalmıyor, Türkiye Doğu Avrupa’daki potansiyel birikim alanında paya sahip olabilmek için, kuruluş aşamasında olan Avrupa Kalkınma Bankası’nda aktif üye olmaya çalışıyor. Avrupa Kalkınma Bankası özellikle Macaristan ve Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinin “kapitalizme geçişlerini hızlandıracak” projelerin finanse edilmesi amacıyla kuruluyor. Türkiye bankaya aktif üye olarak katıldığında, bu projelerin ihalelerini alma, kısacası yatırım yapma olanağına kavuşacak. Gerçekleşme olasılığı yüksek olan ikinci senaryonun Türkiye’ye sağlayacağı yeşil ışıklar Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere bağlı kalıyor. Ancak ışıkların ne kadar süreyle yeşilde kalacağı, Amerikan, Japon ve Alman sermayelerinin iznine bağlı oluyor.

İkinci senaryonun Türkiye kapitalizmine en olumsuz etkileri ise AT ve ABD ile ilişkilerde ortaya çıkıyor. Gelişmelerin bugünkü hızının sürmesi durumunda, Türkiye’nin sadece AT’ye üyeliği değil, bu sürecin yukarıda söz ettiğim “motive edici gücü” de tam bir hayal olacaktır. Yaşanmakta olan restorasyon, Amerikan ve Avrupa sermayesi için cazip hale geldiği ve uluslararası para akımlarını çekebildiği ölçüde Türkiye hem dış politikada hem de ekonomide giderek “yalnızlaşacak” ve önemsizleşecektir.

Her iki senaryonun ekonomik etkileri ne olursa olsun, egemen sınıflara, Türkiye toprağında sosyalizm mücadelesi verenlere karşı kullanılacak moral etkisi yüksek ideolojik malzeme sağladıklarını da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×