İkinci Cumhuriyet Modernleşme ile Hesaplaşırken Liberal-Muhafazakar İttifakı

On yıllık iktidar pratiğine baktığımızda, AKP’nin herhangi bir hükümet olmadığı artık açıklık kazanmış durumdadır. Özel olarak Türkiye’nin geleneksel toplumsal ve siyasal yapısını tasfiye etmekle ve yeni bir rejimin inşasıyla ifade edilebilecek bir misyona sahip olduğunu, zaman zaman kendi kadrolarının ağzından da duyduğumuz AKP, bu çapta bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için kapsamlı ve derinlikli bir operasyonun yürütücüsü olmak zorundaydı.

Bu türden tasfiye/inşa operasyonlarını yürütmek ise, salt hükümet gücüyle, oy oranıyla ya da zor aygıtının etkin kullanımıyla açıklanamayacak bir egemenliği gerektirir. Dolayısıyla, elindeki tüm araçlara karşın, AKP iktidarının sahip olması gereken en önemli güç, baskın ve saldırgan bir ideolojik egemenlik olmalıdır. Bu sayede, yerleşiklik kazanmış toplumsal/kamusal kabuller ve siyasal/idari düzen tümüyle kontrol altına alınabilecek, kimileri reddedilirken kimileri yeniden işlevlendirilecek ve nihayetinde Türkiye toplumunun kimyası bütünüyle bozulup yeni bir zemin ve düzen tarif edilebilecektir.

Öte yandan, söz konusu ideolojik egemenliğin hem hedefi hem de başarı göstergesi, tarihin yeniden yazılması çabalarında kendini göstermektedir. Sonuçta yeni rejim, esas olarak eskinin reddiyesi ya da olumsuzlanması üzerine kurulu olduğu sürece, eski tarih yazımıyla hesaplaşmak, onu etkisizleştirmek ya da onun meşruiyetini zedelemek zorundadır. Türkiye’de İslamcı geleneğin bu derinlikte bir girişime tek başına soyunabilmesi, bir alın yazısı haline gelmiş sığlığı ve düzeysizliği düşünüldüğünde, olanaklı değildir.

Düğüm noktalarından biri tam da burada atılmıştır; Türkiye’de yaşanan rejim değişikliğinin failleri olarak İslamcılar ve liberaller, böylesi bir “stratejik ortaklık” zemini üzerinde yan yana gelmiş ve alışverişte bulunmuşlardır. Deyim yerindeyse, İslamcı gelenek boyunun yetmediği noktalara liberallerin omuzlarında yükselirken, bir türlü ciddiye alınmayan liberaller de İslamcı kalabalığın koynunda avuntu bulmuşlardır.

Türkiye’de liberal tarih tezinin çeşitli versiyonları arasında karşılaştırmaya gitmek bu yazının konusu değil. O halde, aralarındaki farklılıklara rağmen neredeyse tümünde ortak bir görünüm arz eden yönlerine değinmek, bu yazının amaçları açısından yeterli olacaktır. Dolayısıyla, burada, tarih ve toplum çözümlemesinin ilkeleri, devlet-toplum ilişkilerinin kavranışı ve modernleşme sürecinde toplumsal sınıfların rolü başlıklarına kısaca değinmeye çalışacağız.

Tarihi “Sökmek”: Birey’in Karşı Konulmaz Kudreti

Klasik liberal düşüncenin bireye verdiği önem, ilk bakışta kapitalist kâr güdüsünün toplumsallaştırılmış bir yansıması olarak bencillikle eş değer bir değerlendirmeyi akla getirebilir. Tümüyle haksız sayılamayacak bu düşünüş, kuşkusuz konunun bilimsel ve kuramsal olarak açıklanması açısından yeterli olmayacaktır. Zira liberal düşüncede birey kategorisine verilen değer, öncelikle yöntemsel bir tercihten kaynaklanmaktadır.

Buna göre, tarih ve toplum çözümlemesinin temeline yerleştirilmesi gereken açıklayıcı ilke, yalıtık ve soyut bir kategori olarak bireydir. Burada ne sınıflardan ve sınıf mücadelelerinden, ne de toplumsal yapının nesnel koşullarından söz edilmektedir. Bunlar, olsa olsa, birey kategorisiyle ulaşılan çözümlemeyi sınamak ya da örneklemek için başvurulan “tali” parametreler olarak değer kazanabilir. Dolayısıyla birey, sadece liberal etik anlayışının vazgeçilmez temeli değil, aynı zamanda liberal tarih ve toplum çözümlemesinin de yapısal kökenidir.

Kuşkusuz söz konusu olan, bireyin fiziksel varlığı değil, zihinsel etkinliği ya da kendisini eyleme iten düşünsel güçleridir. Bu anlamda, liberal düşünce, tarihsel ya da toplumsal olguları çözümlerken, söz konusu olgular dünyasında yer alan bireylerin düşüncelerini, niyetlerini, tasarı ve hedeflerini merkeze yerleştirmekte; incelediği olguların toplumsallığını ise bu tekil düşünce, niyet, tasarı ve hedeflerin basit bir toplamı olarak değerlendirmektedir.

Örneğin Ahmet İnsel’in “toplumsal alanı bütünlüğü içinde ele alıp; toplumsal alanı kuran ve onun hareketine damgasını vuran simgeler dünyasına dikkatlerimizi daha fazla yoğunlaştırmamız gerekiyor”1 sözleri, tam da yukarıda değindiğimiz türde bir toplum çözümlemesini ifade ediyor. Zira toplumsal alan simgeler ya da anlamlar üzerinden kuruluyorsa, bu simgeleri ya da anlamları üretebilecek yegâne canlı türü olarak insan/birey, tarih ve toplum çözümlemesinin merkezine oturtulmalıdır.

Üzerine iktisadi, siyasal veya kültürel damgasını vurduğumuz tüm toplumsal olguların ortak yönleri, onların toplumu oluşturan insanlar tarafından üretilmiş olmalarıdır. İnsan ise en sıradan eylemini bile önce ona bir anlam atfettikten sonra gerçekleştirir.”2

Esasında basit bir totolojiden ibaret olan bu yöntem, insanın her eylemini bir anlam yükleyerek gerçekleştirdiğini söylemekle, bize insanların uyurgezerlik ya da koma halleri dışındaki her faaliyetini bilimsel araştırmanın meşru kanıtı haline getirmeyi önermektedir. Oysa liberal düşüncenin üstü örtülü kabulleri, bilimsel bir sorgulamanın kaçınılmaz hedefi olmak zorundadır. Zira her şeyin kanıtı olan insan/birey, bu yetkiyi eylemlerine anlam atfetme kapasitesinden almakta, böylece tüm insanlık tarihi, bir çırpıda tekil bireylerin geliştirdikleri düşünce, niyet, tasarı ve hedeflerin anlatısına indirgenmektedir.

Ancak hem tarihsel/toplumsal olanın, hem de bilimsel yöntemin kökeni olduğu iddia edilen bireyin, batı felsefesinin hayli tartışmalı bir kategorisi olduğu açıktır. Öte yandan, bireye atfedilen yetki ve meşruiyet, birey ve toplum arasındaki karmaşık ilişkiyi aşırı derecede basitleştirmektedir. Çünkü “toplumsal alanı kuran” bireyin kendisinin hangi güçler ve ilişkiler tarafından “kurulduğu” liberal çözümlemenin ilgi alanı dışındadır. Birey, toplumsal olguları üretmektedir; ancak kendisi tekil ve fiziksel varlığının mutlaklığı sayesinde “üretilmemekte”, belirlenmemekte ve koşullanmamaktadır. Böylesi bir açıklama mantığıyla, insanların hangi toplumsal koşullar içerisinde hareket ettiklerinin açıklanması imkansız olduğu gibi, neden şu ya da bu biçimde düşünüp eyleme geçtikleri de tesadüften başka bir gerekçeyle izah edilemez.

Bir diğer nokta ise, bireyin düşünce, niyet, tasarı ve hedefleri konusunda saydam, homojen ve tutarlı bir bilince sahip olduğu kabulüdür. Liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, incelediği olguları ilgili bireylerin anlamlar dünyası ile açıklamaya çalışırken, söz konusu anlamlara mutlak bir değer atfetmekte, hatta toplumsal alanın zenginliğini tekil zihinsel kapasiteler içerisinde güdükleştirmektedir. Böyle bakıldığında, en karmaşık tarihsel ve toplumsal süreçler, kimi tekil bireylerin düşünceleri ve eylemleri ile rahatlıkla açıklanabilmektedir.

Daha ötesi, eğer tüm toplumsal alan bireylerin anlamlar dünyası tarafından kuruluyorsa, örneğin kapitalist sömürü ilişkisinin yapısal bir nitelik taşıdığını söylemek yerine, birilerinin söz konusu ilişkiyi sömürü olarak “anlamlandırdıkları” için ortada bir sömürü olduğunu söylemek de mümkündür. Ya da kapitalizmin nesnel bir toplumsal ilişki olmak yerine, işçiyi de patronu da aynı düzeyde esir alan bir zihniyet kalıbından ibaret olduğunu, eğer söz konusu zihniyet kalıbı değiştirilebilirse işçi ve patron olmak gibi sıfatlardan arınıp insani yön ve niteliklerimize kavuşabileceğimizi söylemek de garip karşılanmamalıdır.

Kapitalizmin buhranıyla, patronuyla ve işçisiyle birlikte bütün bir ‘iş dünyası’nın derece derece sarsılmakta oluşu, intihara dahi yeltenen patronlar ve sokaklara dökülmüş işsizler manzarasına ‘doğal varlık’lar olarak baktığımızda dört yanımızı kuşatmış bir geçim sıkıntısı/tehlikesi heyulası görürüz. Ama eğer ‘insani varlık’ olma yön ve niteliklerimizle bakar isek, aynı manzara, bize öncelikle, temel insani özelliğimizin, yapıyor ve yaratıyor oluşumuzun şu ‘iş’ denilen cendereler içinde kısılmış, budanmış, hapsedilmiş insani eylemliliğimizin zincirlerinden kurtulmuş olması diye de gözükebilecektir.”3

Bu haliyle liberal tarih ya da toplum düşüncesi, gerçek anlamda bir çözümlemeden ziyade bir anlatılar külliyatı oluşturmaktadır. Bu külliyat içerisinde bulabileceğiniz düşünce, niyet, tasarı ve hedefler, esasında ayrı bir sorgulamanın konusu olmalıyken, liberal yöntemin çözümleme diye önümüze sunduğu olguları oluşturmaktadır. Oysa bireyi saydam, homojen ve tutarlı bir özne olarak görmek, Callinicos’un sözleriyle ifade edersek, “günlük konuşma diline uygun olabilir, ama gerçeklikle ilişkisi Ptolemaos astronomisininki kadardır”4.

Devlet – Toplum İlişkisinde Temsiliyet ve Sınıflar

Liberal düşüncenin tüm çeşitlerinde ortaklık gösteren bir diğer bakış ise, devlet ile toplum (buna sivil toplum da diyebiliriz) arasında hiçbir geçişkenlik içermeyecek ölçüde katı ve dışsal bir ilişki kurmasıdır. Buna göre, devlet aygıtı toplumun yapısal dinamiklerinden türemek şöyle dursun, toplumsal alanın varlığı ile sürekli bir çatışma içerisinde bulunmaktadır. Bu karşıtlık içerisinde kalındığında, haliyle, devletin toplumsal kökenlerini araştırmak imkânı ortadan kalkmakta, tüm insanlık tarihi devlet ve toplum denen kategorik oluşumların mücadelesine indirgenmektedir.

Kuşkusuz devletin toplum ile mükemmel bir uyum içerisinde olduğunu söylemek liberal düşüncenin panzehiri değildir. Zira bu tartışmada ustaca saklanan gerçeklik, devletin bir sınıfsal aidiyeti olduğu kadar, toplumun da farklı ve çelişki içerisindeki sınıflara bölünmüş durumda olduğudur. Dolayısıyla, devlet ile toplum arasındaki ilişkileri konu edinen bir sorgulama, hem devleti tüm toplumun karşısında bağımsız ve tarafsız bir aygıt olarak görmekten, hem de toplumu özdeş çıkarlara sahip yekpare bir kütle olarak değerlendirmekten vazgeçmelidir.

Oysa devlet ile toplum arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğunu iddia etmek ve tüm tarihin anahtarının bu çelişkide gizlendiğini söylemek, liberal tarih ya da toplum çözümlemesinin temel ilkelerindendir. Ancak liberal düşüncede devlet ve toplum arasındaki ilişki bu derece merkezi bir konuma sahip olmasına karşın, ne devletin ne de toplumun inceltilmiş bir tanımını bulmak mümkün değildir. Tanım olarak sunulanlar ise, ya devletin bir aygıt olarak aşırı derecede araçsallaştırılmış bir tarifinden ya da toplumun son derece yüzeysel ve ampirik olgulara dayalı bir betimlemesinden ibarettir5.

Kuşkusuz, devlet ve toplum kavramlarının anlamlı bir tanımını yapmak konusundaki bu duyarsızlık, bir işleve sahiptir. Öncelikle, devletin toplumla olan tüm ilişkisi bir karşıtlık ve dışsallık olarak tarif edildiğinde, devletin toplumsal yapıdaki sınıfsal çıkarlarla kurduğu ilişki tamamen görüş alanının dışına çıkarılmaktadır. Bu şekilde, toplum içerisindeki sınıflarla aynı türde ve yoğunlukta bir ilişki kurduğu iddia edilen devletin sınıfsal tercihleri ve aidiyeti de karanlığa gömülmektedir. Dolayısıyla, devletin kapitalist üretim ilişkilerinin düzenlenmesi ve yeniden üretimi konularındaki rolü ustalıkla gizlenmekte, devletin, yekpare bir varlık olarak toplumun tüm sınıflarıyla tek bir ilişki biçimi tutturduğu iddia edilmektedir.

Cumhuriyet devleti, çağdaşlaşmak için, kendi kurumları aracılığıyla iktisadi bir hayat yaratmaya çalışır. Devlet işletmeleri ve devlet ihaleleri, gümrük politikaları, teşvik-i sanayi kanunları ve düşük faizli krediler bu amaçla kullanılırlar.”6

Yani liberal düşünce, devletin burjuvazinin sermaye birikimini hızlandırmak adına giriştiği ve esasında bedeli emekçi sınıflar tarafından ödenen düzenlemelerin, devlet ile burjuvazi arasındaki sınıfsal ilişkiyi değil, iktidarı elinde tutan kadroların geleneksel devletçilik ve otoriter siyaset anlayışlarını güçlendirme çabalarını gösterdiğini iddia etmektedir. Bu ise, devlet ile toplum ilişkilerini sınıf çözümlemesine dayanmadan kavramaya çalışmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü “toplumsal ilişkiler bir kez toprağın ve sanayinin mülkiyetinden, ticaret ve bankacılıktan, ücretli emeğin ve küçük köylünün durumundan kopartılınca müphem bir iktidar ve ezilen ilişkisi yaratılmış”7, tüm Türkiye tarihi bu güdük kalıbın içine tıkıştırılmaya çalışılmıştır.

Aynı biçimde, toplumsal alan da hiçbir sınıfsal yapılanma tarafından bölünmemiş, bu anlamda nesnel olarak farklılaşmış çıkarlara sahip olmayan bir masif topluluk olarak görülmektedir. Toplumun kendi içinde kimi çıkar farklılaşmaları olsa da, bunlar devletle kurulan çelişkili ilişki karşısında tali ve ertelenebilir durumda olan farklılaşmalardır. Toplum devletle bu karşıtlığı içerisinde, her türlü özgürleşmenin, demokratikleşmenin ve ilerlemenin biricik kaynağıdır. Dolayısıyla, liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, sınıf kavramına başvurma gereği dahi duymadan, toplumsal gelişimin dinamiklerini açıkladığını iddia edebilmektedir.

Esasında devlet ile toplum arasında bir ayrılık olduğu düşüncesi marksizm tarafından da ileri sürülmektedir. Buna göre kapitalist sömürünün ayırt edici noktası, artı-değere el koyma sürecinin açık bir siyasal ya da hukuksal zor’a başvurulmadan gerçekleştirilmesidir. İşgücü piyasasında karşı karşıya gelen emek ve sermaye bir anlaşmaya varırken, devletin ya da siyasal/hukuksal otoritenin dayattığı bir zorunluluğa tabi değillerdir. Bu anlamda, kapitalist sömürü ya da artı-değere el koyma süreci, siyaset ya da devlet alanının dışında gerçekleşir. Ancak bu durum, yani kapitalizmde sömürünün siyaset alanının dışında gerçekleşiyor olması, bu sömürü ilişkisini mümkün kılan toplumsal düzenlemelerin de siyaset alanının dışında gerçekleştiği anlamına gelmez.

Devlet, kapitalist sınıfın özel alanda gerçekleştirdiği sermaye birikiminin genel koşullarını sağlamak üzere kamusal alanda yer alır. Bu nedenle, devletin egemenlik ilişkilerinin korunması ve yeniden üretilmesindeki rolüne, egemen sınıf(lar) ya da fraksiyonlarıyla olan doğrudan ya da dolaylı bağlarından çok, sermaye birikimiyle olan ilişkisi ışığında bakılmalıdır.”8

O halde, devlet ile toplum arasındaki ilişki liberal düşüncenin iddia ettiğinden çok daha geniş ve derin boyutlara sahiptir. Üstelik devletin toplumla kurduğu ilişkinin gerçek içeriğini ortaya çıkarabilmek, ancak toplumsal yapının sınıf perspektifiyle ulaşılmış bir çözümlemesi ile mümkündür. Bu anlamda, kapitalist üretim tarzının genel koşullarını düzenlemek ve yeniden üretmek rolüne sahip olan devlet, toplumdan bağımsız ya da ayrık olmadığı gibi, toplumsal yapıya sürekli müdahalede bulunarak, artı-değer sömürüsünün koşullarını devam ettirmektedir. Dolayısıyla devlet, kapitalist toplumdaki sınıf çatışmalarının hem sonucu, hem aracı, hem de hedefidir. Devletin, toplumdan ayrı ve ona karşı olduğu yönündeki bir tez, ancak devlet ile burjuvazi arasındaki temsiliyet ilişkisini gizlemek açısından anlamlı sayılabilir. Oysa bu temsiliyet, İzmir İktisat Kongresi’nden yasaklı 1 Mayıs’lara kadar sayısız örnekle açığa çıkmış durumdadır.9

Devletin sınıfsal aidiyeti konusundaki bu vurgu, toplumun sınıfsal karakteri açısından da tekrarlanmalıdır. Liberal tarih ya da toplum çözümlemesinin varsaydığının aksine, toplumsal alan nesnel olarak farklılaşmış sınıf çıkarları tarafından ifade edilen bir çatışmayı barındırır. Üstelik bu çatışma, sadece siyasal program ve mücadele açısından değil, yöntemsel tutarlılık açısından da vazgeçilmez bir kalkış noktası oluşturur. Çünkü “sınıflı toplum, içinde sınıflar barındıran bir toplumdan çok sosyal yapının anlaşılmasında sınıf ilişkilerinin belirleyici rol oynadığı bir toplumu tanımlamaktadır”.10

Dolayısıyla toplum ya da sivil toplum, kapitalist üretim tarzının nesnel koşullarına uygun biçimde uzlaşmaz çıkar çatışmalarıyla belirlenen bir sınıfsal ayrışmayla tanımlanmalıdır. Özel olarak sivil toplum kavramı ise, Hegel’den bu yana, özel mülkiyet sahibi bireylerin kişisel çıkarları doğrultusunda ve özgürce meta ilişkisine girebildikleri toplumsal alanı ifade etmektedir. Marx’ın bu alanı tarif etmek üzere “üretim ilişkileri” kavramını geliştirdiğini hatırlatmak yerinde olacaktır; zira üretim ilişkileri üretim araçlarının mülkiyeti doğrultusunda çizilen bir eşitsizlikle belirlenen ilişkilerdir.

İşte toplumu devlete bağlayan hat da bu eşitsiz ilişkilerin ortasından geçmektedir. Devlet, toplumsal alanın sınıfsal yapısını koruyan ve yeniden üreten siyasal/kamusal düzenlemelerin hayata geçirilmesinde asli bir rol üstlenmektedir. Kaba bir deyişle, sermaye sınıfı üretim ilişkilerini denetlerken, devlet de kamusal alanı düzenlemekte ve denetlemektedir. Liberal çözümleme, “kamu yönetimi” ile “yöneten sınıf” kavramları arasında bir ayrım gözetmeyerek11, kapitalist üretim tarzındaki işlevsel farklılaşmaları yok saymaktadır. Oysa devlet, burjuva sınıfıyla doğrudan ilişki kursun ya da kurmasın, onun varlığı kapitalist üretim tarzının varlığına ve yeniden üretimine bağlıdır. Çünkü, devletin kapitalist üretim tarzının genel koşullarını sağlamak işlevi, ancak “toplumsal işbölümüne ve bazı toplumsal grupların, diğerlerinin artı-ürününe el koymasına”12 dayandığı sürece yerine getirilebilir.

Ancak liberal yazında, devletin sermaye birikim biçimine yönelik düzenleyici ve kolaylaştırıcı hamleleri incelenmek şöyle dursun, sermaye sınıfının düzenli olarak baskı altında tutulduğu iddia edilmektedir. Güçlü devlet tezi olarak nitelenebilecek bu düşünceye göre, devlet, sivil toplumu ve bu topluluk içerisinde de burjuvaziyi her koşulda baskı altında tutmuş ve bağımsız bir inisiyatif geliştirmesini engellemiştir.13 Ancak bu derece baskı altında tutulan ve devlet seçkinlerinin kontrolü altında nefes alıp vermek zorunda olan burjuvazinin, o kadar teşviki, krediyi, grev karşıtı düzenlemeleri nasıl elde ettiğine dair bir açıklama sunulmamaktadır.

Örneğin, Ankara kent planı yapılırken, burjuvazinin kentsel rantları yağmalayacağını ve bunun da planlamayı olumsuz yönde etkileyeceğini söyleyen şehir plancısı Jansen, “Gazi Paşa’nın böyle bir planı uygulayabilecek kudreti var mı” diye sormuş ve Mustafa Kemal’in hışmına uğramıştır. Ancak sonuç Jansen’i haklı çıkarmış, burjuvazi arsa spekülasyonundan büyük bir vurgun gerçekleştirmiştir.14 Bir başka örnek ise, 30’ların devletçiliğine dair verilebilir. Büyük Buhran’ın ardından pazar sorunu derinleşen Türkiye burjuvazisinin tek çaresi, uluslararası pazarlarda rekabet etmesi mümkün olmadığına göre, ülke içinde kendi pazarını yaratmak, yani “meta dolaşımını içselleştirmekti”.15“Bu ise sanayinin gelişme hızını arttırmayı gerektiriyordu. Devletçilik böyle bir zorunlulukla ortaya çıktı”.16 Devletin tüm ülkede işletmeler kurarak sanayi sektörünün güçlenmesi için çabaladığı bu dönem, bu anlamda sermaye birikim biçiminin gerekliliklerini karşılamayı amaçlıyordu.

Savaşta yakılıp yıkılmış, her tür altyapı ve sermayeden yoksun bir ülkede herhangi bir faaliyetin sadece geliştirilmesi değil, aynı zamanda ve öncelikle mümkün kılınabilmesi için gerekli teşvikleri kim sağlayacaktı? Bu, devletten başka kim olabilirdi?”17

Ancak devletin yapabilecekleri bununla sınırlı değildir. Türkiye’de iktidarı elinde tutan kadrolar, kapitalistleşme sürecinin genel çerçevesini çizmek konusunda da rol üstlenmişlerdir. Şerif Mardin’in belirttiği gibi18, Osmanlı’da verim, rasyonel işletme, ticareti teşvik etmek, para ve altın politikası geliştirmek gibi duyarlılıklar yoktur. İşte devlet, bu türden duyarlılıkların gelişmesine zemin oluşturması amacıyla, kültürel ve ideolojik alanlarda da kapitalistleşme sürecinin genel dinamiklerini harekete geçirecek bir rol üstlenmiştir. Çünkü hem Türkiye burjuvazisi topluma önderlik edecek ikna gücüne sahip değildir, hem de toplumun dinamiklerinin harekete geçmesini bekleyecek zamanı yoktur.

Tersten Kemalizm: Özgücülük ve Sınıfsızlık

Buraya kadar çizilen çerçevenin bir sonucu olarak, liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, modernleşme sürecinin açıklanmasında da kapitalistleşme dinamiklerini ve toplumsal sınıfların bu dinamiklerle kurduğu ilişkiyi gözden kaçırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, modernleşme süreci salt “çağdaşlaşma”, “sekülerleşme” ya da “batılılaşma” gibi kavramlara indirgenmekte; başka bir ifadeyle söz konusu kavramların kapitalistleşme dinamikleriyle ilişkileri incelenmemektedir. Oysa kapitalistleşme süreçleri salt emek ve sermaye arasındaki doğrudan ilişkinin sınırları içerisine hapsedilemez. Modernleşme sürecinin, kapitalizmin toplumsal egemenliğini pekiştirici boyutları gözden kaçırılmamalıdır; Türkiye’de de modernleşme sürecinin, “aynı zamanda, bankaların da artmaya başladığı”19 bir süreç olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Bu anlamda, kapitalistleşme süreçleri, artı-değer sömürüsünü ve sermaye birikimini mümkün kılacak/kolaylaştıracak kimi toplumsal, siyasal, hukuksal ve kültürel koşulların da yaratılmasını ve düzenlenmesini ifade etmektedir. Örneğin, Türkiye’de cumhuriyetle birlikte hafta tatilinin Cuma gününden Pazar gününe alınması, salt bürokrat seçkinlerin “batı hayranlığı” ile açıklanamaz. Bu değişiklik ile devlet seçkinleri toplumun geleneksel değerlerine aykırı hareket etmiş olabilir; ancak burjuvazinin çıkarlarına aykırı hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü tatil gününün değiştirilmesi, Türkiye burjuvazisinin dünya kapitalizmiyle eklemlenmesini kolaylaştıracak pratik bir düzenleme olarak hayata geçirilmiştir.

Oysa liberal yazına göre, Türkiye’de yaşanan süreçlerde devlet seçkinleri geri kalmışlığa bir çare olarak batılılaşmayı ya da çağdaşlaşmayı görmüşler ve tüm süreci de bu hedef doğrultusunda yürütmüşlerdir. Diğer bir deyişle, Osmanlı’da iktidarın koşulsuz sahibi olan merkezi bürokrasi ve devlet seçkinleri, Osmanlı’nın kudretini kaybetmesiyle kendi iktidarlarının da yok olacağını sezerek, devleti kurtarmaya soyunmuşlardır. Halktan kopuk olan bu bürokrat seçkinler toplumsal bir destek bulamadıkları için de batı emperyalizmine dayanmış ve batılı, laik, çağdaş bir cumhuriyet projesini yürürlüğe koymuşlardır. Bu düzlemde halk ile karşı karşıya gelen bürokratik seçkinler, artığa el koyma süreçlerinde kendisine rakip olarak gördüğü burjuvazinin gelişmesinden de rahatsız olmuş, giderek bürokrasi ile burjuvazi arasında artığa kimin el koyacağı mücadelesi baş göstermiştir.

Devlet sınıfı, kendisi-için-bir-sınıf olarak hareket edebildiği ölçüde, hem kendi gelir tabanını, hem de kendisini meşrulaştıran sistemi korumak isteyecektir. Pazar ilişkilerinin yaygınlaşması ve tarımsal artıktan pay almaya başlayan tüccar sınıfının büyümesi gerçekten de böyle bir tepkiye neden oldu.”20

Burada önemli olan devletin ve devlet seçkinlerinin ayrıcalıklı konumlarının kurtarılmasıdır. Bu nedenle, devlet iktidarı toplumla paylaşılmamalı, toplumun seçkinlerin ayrıcalıklarına karşı bir tepki göstermesi engellenmelidir. Çünkü Osmanlı’dan bu yana, kendisini her koşulda yeniden üreten bir devlet geleneği vardır ve bu geleneğin korunması, her türlü toplumsal ilerleme ya da refah hedefinden daha önceliklidir. Batılılaşma gibi “kültürel” hedeflerin toplumsal yapıya uyumsuzluğu ve bürokrat seçkinlerin bu uyumsuzluk nedeniyle halkla organik bir bağ kuramaması da, bu devlet projesinin doğal bir sonucudur.21 Oysa bu varsayımda örtük olarak ima edilen ve liberallerin sevinçle üzerine atladıkları iddia, burjuvazinin merkezi iktidar aygıtından dışlandığı ölçüde, halkla organik bir bağ kurduğu, en azından kurabilecek potansiyele sahip olduğudur. Türkiye tarihinden burjuvazinin esasında halkçı olduğu yönünde bir kanı edinebilmek ise, ancak su katılmamış bir liberal olmayı gerektirmektedir.

Görüldüğü gibi, bu modelde ne Osmanlı’nın kapitalist dünya içerisinde tuttuğu yer, ne toplumsal yapı çözümlemesi, ne sınıflar arası ilişkilere dair bir bakış, ne de tarihsel sürece dair ampirik veriler söz konusudur. Liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, Türkiye’de yaşanan süreci, kimi bürokrat ve seçkinlerin düşünce, niyet, tasarı ve hedeflerinden ibaret kılmakta; daha doğrusu, yüz yıllık modernleşme sürecini bir grup insanın zihniyet dünyasıyla açıklamaya çalışmaktadır. Sonuç olarak, liberal düşünce, Türkiye’de yaşanan süreci bir kültür/medeniyet çatışmasına indirgemekten başka yol önerememektedir.

Bir bünyenin kendisine takılan başkasına ait dokusu farklı böbreği ya da kalbi atmak istemesi gibi, Türkiye’nin tarihi toplum yapısı da batı kurumlarını kabul etmeyecekti. Ve yetiştirilmek istenen kapitalistler de batılı emperyalistlerle işbirliğine gitmek zorunda kalacaktı.”22

Bu sözlerde ifadesini bulan liberal düşünce, başta taşıdığı özgücü tutumla dikkat çekmektedir. Liberallerin kemalizmle paylaşmaktan hiç rahatsız olmadığı “biz bize benzeriz” sözleriyle özetlenen bu düşünce, Türkiye’nin toplumsal yapısının tamamen orijinal olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, batıda yaşanan süreçler ile Türkiye arasında bir benzerlik, ortaklık ya da yakınlık bulmanın imkânı olmadığı gibi, Türkiye’nin geçirdiği süreçler, batıda görülen kurumsal ve düşünsel çerçeve ile de açıklanamaz. Türkiye’de kapitalistleşme sürecinin, batıdaki süreçlerle farklılıklar taşıdığı elbette doğrudur; ancak açıklanması gereken de budur. Yani liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, bir kez daha tam da açıklanması gerekeni çözüm olarak sunmakta, bilimsel bir sorgulamanın temeli olabilecek nesnel veriyi bilimsel sonuç olarak ileri sürmektedir.

Sol liberal teori, kapitalizmin (aslında çok çeşitli biçimlere bürünebilecek olan) gelişme sürecini Batı’daki gelişme biçimiyle özdeşleştirir. Böylece kapitalizme geçişin biçimlerinin farklı tarihsel iklimlerde farklılaşması, tanım gereği olanaksız hale gelir. Buradan da, Batı’nın özgül gelişme biçiminin gözlenemediği toplumlarda, kapitalizmin (ve sivil toplumun) gelişmediği sonucuna varılır. Oysa sorun tam da kapitalizmin gelişmesinin bu toplumlardaki özgün biçimini yakalayabilmektir.”23

Ancak Küçükömer’in sözlerinde dikkat çeken başka hususlar da vardır. Örneğin yetiştirilmek istenen burjuvazinin toplumsal bir destek bulamayınca emperyalizmle işbirliğine gitmek zorunda kalması iddiası hiç de çarpıcı değildir. Çünkü bir ülke burjuvazisinin emperyalizmle işbirliğine gitmesi anormallik değil, kuraldır. Küçükömer, “batı tipi burjuva yaratmak isteyen İttihatçılar, ancak, belli deyimle komprador yaratabilirdi”24 demektedir, ancak bunun neresinin garip olduğunu ise açıklamamaktadır. Öte yandan, bürokrat seçkinlerin dayattığı batılılaşmayı reddeden halkın, kendisini islamcı-doğucu cepheye yakın hissettiği iddiası da, bir hayli tartışmalı olsa dahi, islamcılığın halkçı ya da emekçi karakterli olduğunun kanıtı sayılamaz. Olsa olsa, liberallerin el çabukluğundaki maharetini gösterebilir.

Liberal düşüncenin toplumsal ya da tarihsel süreçleri herhangi bir sınıfsal bakışla incelemedikleri ölçüde, tarih araştırmalarında kurak bir alanın dışına çıkamadıklarını da belirtmek gerekmektedir. Çünkü tüm tarihi devlet ile toplum arasındaki “kategorik” karşıtlığa indirgeyen ve toplumsal yapı içerisindeki farklı sınıf pozisyonlarını görmezden gelen bir bakış açısı, Türkiye tarihinde toplumsal dinamiklerin gerçek bir gelişme gösterdiği uğrakları da umursamayacaktır. Buna göre devlet ile toplum, sürekli hissedilen, ama ampirik olarak pek gözlenemeyen bir çatışma hali içerisindedir. Kimi yorumlarda, gerici 31 Mart ayaklanmasını sivil toplumun bir göstergesi olarak ileri sürmek densizliğini sergileyebilmek de, bu ampirik veri kıtlığını aşmak için başvurulan bir çare olsa gerektir.25 Buna karşın, Türkiye işçi sınıfının herhangi bir tarihsel eyleminin liberal kalemlerce toplumsal dinamiklerin gelişimi bağlamında değerlendirildiği görülmemiştir.

Saraçhane mitingi, 15-16 Haziran kalkışması, Tariş direnişi, Zonguldak büyük madenci yürüyüşü, AKP dönemindeki büyük Tekel işçileri direnişi ve bu çapta olmayan ama çok yeni olan THY işçileri direnişini bu teorinin dışında tutarlar, çünkü mızrağın çuvala girecek hali yoktur.”26

Bu açıdan bakınca, liberal tarih ya da toplum çözümlemesinin, esasında, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına ve emekçilere yönelik saldırılarını gizlemek konusunda önemli bir işleve sahip olduğu da görülmektedir. Türkiye tarihi boyunca, kimi dönemsel ve retorik örnekleri ciddiye almazsak, tek bir ilerici siyasal talep dile getirmemiş olan Türkiye burjuvazisi, liberal düşünürlerce toplumsal gelişmenin ve demokratikleşme sürecinin öncü aktörü olarak anlatılmaktadır. Tarihin her anında mağdur ve gelişme potansiyelleri sınırlanmış burjuvazi, kendi cisminde Türkiye toplumunun gelişme ve ilerleme arzularını temsil ediyormuş gibi resmedilmektedir. Böylece Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar tüm süreç devlet ile burjuvazi arasındaki çatışma olarak sunulmakta, bu yolla da burjuvazi ile halk bir çırpıda özdeş hale getirilmektedir.

Üstelik bu özdeşlik o kadar güçlü bir biçimde vurgulanmaktadır ki, gündelik hayattaki açık sınıf çelişkileri ve maddi koşullardaki muazzam uçurumlar dahi, söz konusu özdeşliği bozamamaktadır. Bu nedenle olsa gerek, İnsel gibi liberaller, demiryollarının devletçi bir algıyı yansıttığı için halk tarafından benimsenmediğini, buna karşın karayolunun halktan kabul görüp popülerleştiğini söyleyebiliyor. İnsel’e göre, demiryolları “birinci, ikinci ve üçüncü sınıf yolculuk” ayrımı yaptığı için devletin ayrımcılığını göstermektedir; oysa karayolları herkesin eşit olduğu bir düzenleme olduğu için halkın özlemleriyle buluşabilmiştir.27 Bunlar gerçekten söylenebilmektedir; çünkü karayollarında köy otobüsüyle yolculuk etmek ile son model ciplerde seyahat etmek, İnsel gibiler açısından sınıfsal bir parametre oluşturmamaktadır.

Liberaller, İslamcılar ve İkinci Cumhuriyet:
“Aynı Bağın Gülüyüz Biz…”

Sınırlı bir çerçevede değindiğimiz liberal tarih ya da toplum çözümlemesinin özellikleri, yine de dinci gericilik ile liberaller arasındaki ortaklığın nasıl bir zemin üzerine inşa edildiğini gösterecek veriler sunmaktadır. Özellikle AKP iktidarı ile başlayan süreçte, dinci gericiliğin siyasal ve ideolojik temsilcileri, Birinci Cumhuriyet’in temel referanslarına yönelik saldırılarını, liberal tezlerden devşirmişlerdir. Kuşkusuz, islamcı yazın kendisini liberal tezlerin menziliyle sınırlamamış, işi ifrata vardırmaktan çekinmeyerek uçuk tarih yorumları da üretmiştir. Ancak bu “aşırılıklar” liberaller için bir masumiyet kanıtı sayılmamalı, liberal düşüncenin sunduğu “gollük pasları” unutturmamalıdır.

Liberal tarih ya da toplum çözümlemesi, elbette, yeni bir olgu olarak değerlendirilemez. Türkiye’de 1960’lı yıllardan başlayarak kendisini gösteren, 1990’larda İkinci Cumhuriyetçiler olarak adlandırılan bir liberal damar her zaman varlığını sürdürmüştür. Ancak AKP iktidarı ile birlikte, eski rejimin tasfiyesinde özel bir misyon yüklenen liberal düşünce, islamcı tezlerle de el ele vererek yeni rejimin resmi ideolojisini ve resmi tarih yazımını oluşturmaya başlamıştır.

Bu yeni resmi tarih yazımına göre, Türkiye’de ezici biçimde müslüman kimliğiyle tanımlanan halk; elitist, jakoben, kemalist devletin ağır baskısı altında yaşamış, inançlarını ve ibadetlerini saklamak zorunda kalmış, geleneklerini savunamamış, bağımsız bir inisiyatif geliştirmesine izin verilmeyerek iktidardan sürekli dışlanmıştır. Klasik bir merkez-çevre modelinden türetilen bu anlatı, AKP iktidarını çevrenin merkeze karşı mücadelesi perspektifine oturtmuş ve AKP’li yılları halkın iktidarı eline geçirmesi ve eski rejimin sahiplerini tasfiye ederek iktidarsızlaştırması olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla, liberal tarih anlatısına göre kategorik olarak demokrasinin ve özgürlüklerin temsilcisi olan halk, AKP ile birlikte kendisine bir temsilci de bulmuştur.

Şu anda Türkiye’de vesayet rejimi sonrası demokratik rejimin yapısı ve sınırlarını esas belirleyecek olan, AKP’nin demokrasi algısı ve perspektifidir. AKP’yi de iteleyen, zorlayan dönüşüm tepeden değil toplumdaki bu değişimden gelmektedir. AKP’yi demokrasi patikasında tutmaya devam eden etmen, Türkiye’de 1980’den beri vesayet rejimi güçlerine karşı hiçbir iktidar partisinin göstermediği bir direnişi ve mücadele azmini sergilerken, bunun siyasal karşılığını almasıdır.”28

Liberal tarih yazımına göre, yaşanan bu süreç bir gericileşme olarak da açıklanamaz. AKP’yi ve AKP ile yaşanan toplumsal dönüşüm sürecini bir gericileşme olarak eleştirenler, kemalizmin ilerici olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Oysa kemalizm ilerici olmadığı gibi, ilerici-gerici kavramları da bürokratik seçkinlerin halka dayattığı kavramlardır. İşte AKP iktidarı süresince gördüğümüz dönüşümler, eski rejimin dayatmalarının çözüldüğü, çevrenin merkeze karşı, sivil toplumun devlete karşı ayaklandığı ve halkın iktidarı eline geçirdiği/geçirmek şansını yakaladığı bir özgürleşme sürecinden başka bir şey değildir.

Ancak bu iddiaların dayandığı merkez-çevre modeli, en azından mantıksal olarak son derece tutarsızdır. Bir kere, merkez ile çevrenin konumları, ancak statik ve belirli bir zamanda yapılmış saptamalar açısından değerlendirilebilir. Sürecin başında merkez olarak tanımlanan güçler her zaman o konumda kalmakta, çevre olarak tanımlananlar da hiçbir dönüşüm göstermemektedir. Bir kez çevre ayaklanıp merkezi ele geçirdiğinde ise, aynı denklem yeniden kurulmakta, sahipleri değişmekle birlikte merkez ile çevre arasındaki ilişki üzerine kurulu model tekrar işlemeye başlamaktadır.

İkinci olarak, bu modelde merkez her zaman baskıcı, yabancılaşmış ve dış güçlerle ittifak halinde iken, çevre mutlak olarak bağımsız, halkçı, demokratik ve özgürlükçüdür. Çevre olarak tanımlanan toplumsal yapı içerisinde gerici, ırkçı ya da otoriter-faşizan yönelimler olamayacağı gibi, herhangi bir siyasal-ideolojik program da yoktur. Bu anlamda, her daim saydam ve bütüncül bir portre çizen çevre’ye karşılık, merkez siyaset ve ideolojinin membaı, baskıcı, otoriter ya da gerici uygulamaların tek ve zorunlu sahibidir. Dolayısıyla bu modele göre, islam inancı ve müslüman halk, devletin katı baskısı altında sürekli ezilmiştir; islamcı, hatta açık biçimde gerici özellikler taşıyan siyasal talepler, çevre’den geldiği için demokratik ve özgürlükçü karakterdedir; çevre her zaman eşitlikçi, özgürlükçü, halkçı ve kendiliğinden bir nitelik taşır.

Laikliğin öznesi devlettir, ittihatçı Kemalistlerdir ancak yerelde halk vardır, İslami kimlik vardır, özneler yoktur. Özneler ancak AKP, Nurcular vs. gibi siyasete, halkın tepkisine aracılık ederler. Bu anlatımda Halkevleri örneğin, Kemalist seçkinlerin topluma dışsal bir müdahale aracıdır ancak ‘islami kimliğin’ gelişiminde sayıları giderek artan kuran kurslarında, imam hatip liselerinden, taşra da maddi olarak da sürekli güçlenen tarikat örgütlenmelerinden bir müdahale aracı olarak bahsedilmez. Tarikatlar söz konusuysa, bunlar ilelebet var olan, geleneksel, sivil toplum örgütleridir.”29

Bu noktadan sonra, islamcı düşünce ve hareketler, her türlü eleştiriden muaf tutulmaya başlanmış, laik ya da çağdaş bir yaşamın savunusu darbecilik, seçkincilik, kemalistlik ya da vesayetçilik olarak damgalanmıştır. AKP’ye karşı muhalefet etme potansiyeli bulunan toplumsal kesimlerin ideolojik cephaneliği, liberaller tarafından bu şekilde boşaltılmıştır. İlerici olmanın utanılacak bir şey olduğunun ilan edildiği bir ülkede, toplumsal yaşamın gericileştirilmesine direnecek bir güç bulmak zordur.

İslamcı cephede ise, kendilerine sunulan verimli topraklardan en çok hasatı almanın mutluluğu gözlenmektedir. Bir anda Türkiye’nin yegâne demokratik ve halkçı siyasal akımı olduğu keşfedilen islamcılık, tutarsızlıkları ve çelişkileri konusunda özel bir açıklama yapma zorunluluğundan bile kurtulmuş görünmektedir. Örneğin, laik toplumsal kesimleri totaliter-otoriter olmakla, “ötekini tanımamak”la, çoğulculuğa izin vermemekle suçlayan liberaller, Bulaç’ın “İslamiyet parçalanmaya tahammül edemez”30 sözlerindeki toplumsal tekçiliği garip karşılamamaktadır. Ya da devlet ile mutlak bir karşıtlık içerisinde olduğu söylenen, devlet tarafından sürekli itilip kakıldığı iddia edilen islamcılığın, bizzat katı bir devletçilik anlayışına sahip olması, liberallerin keskin gözlerinden kaçabilmektedir.

Entelektüel ve aktivist İslamcılık siyaset önceliklidir. Çünkü kaynağında devletin bekası ve Müslüman toplumların kurtarılması fikri var. (…) Sünni İslam dünyasında dinin muhafazası ile devletin muhafazası kültürel olarak birbirinden ayrılamaz şeylerdir.”31

Liberal tarih yazımının en önemli hizmetlerinden biri de, tüm Türkiye tarihini tek bir olgunun farklı anlardaki görünümüne indirgemesidir. Buna göre, Türkiye’de mevcut olan tek çelişki devlet ile toplum arasındadır; bu çelişki değişik tarihsel uğraklarda sürekli tekrarlanarak kendini göstermektedir. Açıkça idealist bir kurgu olan bu yoruma göre, tüm Cumhuriyet tarihi “sürekli biçim değiştiren (ama kendisi hiç değişmeyen) bir ‘töz’ün kendisini tekrar tekrar ortaya koymasının bir yansıması haline gelir”.32 “Bu hikâyenin en büyük sorunu aşırı basitliğidir” diyen Boratav da, tarihin açıklanmasında tek bir parametreye başvurmanın yöntemsel sorunlarına işaret ediyor:

Bu hikâye altı yüz yıllık bir tarih kesitini bir buldozer gibi tarar; bütün girintileri ve çıkıntıları düzleştirir ve her soruyu yanıtlar. Dolayısıyla, her şeyi açıkladığı için hiçbir şeyi açıklamayan ve aslında gerçek bir içerikten yoksun olan o sihirli formüllerden biri olarak karşımıza çıkar.”33

Oysa bu aşırı derecede basit tarih çözümlemesi, başta AKP olmak üzere, islamcı akım tarafından muazzam derecede araçsallaştırılmış, bir tarih yorumu olmanın ötesine taşınıp, mevcut siyasal iktidarın başlıca meşruiyet kaynaklarından biri haline getirilmiştir. Türkiye’de bir bürokratik oligarşinin olduğunu ve siyaseti bu oligarşinin “parmağında döndürdüğünü”34 söyleyen Başbakan Erdoğan, tam da sözünü ettiğimiz araçsallaşmış tarih yorumunu sunmaktadır. Ya da Tüpraş’ın özelleştirilmesinde yapılan yolsuzluklar nedeniyle AKP hükümetinin başı ağrıyınca, Başbakan yine aynı jargona sarılarak “bürokratik oligarşi direniyor”35 demekte ve özelleştirmelere karşı çıkanları “oligarşi” ile özdeşleştirmektedir. Sonuç itibariyle sadece geçmiş değil, bugün ve gelecek de liberal tarih yazımının açtığı kanallara oturtulmakta ve en gerici ya da halk düşmanı uygulamalar, halkçılık, çevre’nin temsilciliği, toplumun desteğini alabilmek gibi argümanlar üzerinden meşrulaştırılmaktadır.

Türkiye’de devletten beklenti içinde olan ve ‘çevre’de konumlandırılan grupların sistem dışına itilmeden taleplerini siyasetin konusu haline getirebilmeleri demokratikleşmenin önemli bir kazanımıdır. Ak Parti farklı toplumsal grupların sorunlarını genel bir demokratikleşme perspektifiyle siyasetin konusu yapmış, marjinal ve lokal taleplerin hem sistem dışı kalarak radikalleşmesini önlemiş, hem de sistem içinde ayrışma sebebi olmasına izin vermeyerek kuşatıcılığı korumuştur.”36

Fakat AKP’nin sıralanan faydalarının ötesinde, Türkiye kapitalizmi açısından çok değerli bir başka katkısı daha olmuştur. Liberal tarih tezlerinin açtığı yoldan ilerleyen AKP iktidarı, hiç ummadığı kadar kolay bir şekilde Türkiye’de sermaye düzeninin ve özel olarak da islamcı geleneğin bütün suçlarını aklama imkânı bulmuştur. Türkiye kapitalizminin bütün sorunlu ve suçlu yanları, bu süreci bir dönem taşıyan kadroların omuzlarına yüklenmiş; böylece hem gerici dönüşümlerin önü açılmış, hem de tüm tarihsel ağırlıklardan kurtulunmuştur.

Modernleşme sürecinin istenmeyen çıktıları ile yüzleşme olarak başlayıp, aydınlanma ve modernizmi kötülüğün kaynağı, hatta kendisi olarak gösteren yeni-muhafazakarlık bu adımı atarken kapitalizmi bu günahlardan azade kılacak önemli bir ideolojik sığınak inşa etti. İşte AKP’nin taktiği burada gizli. (…) AKP, güya tarihle yüzleşip, hafıza denizlerinde gel-git yaratırken Türkiye’de kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yerleşmesi sürecini ağzına dahi almamakta, tüm fatura ‘tepeden modernleşmeci’, (laikçi ve/veya mason/Yahudi/sabetaycı ve/veya elitist ve/veya pozitivist) bürokrasinin ihtiraslarına indirgenmektedir. Buna göre modern Türkiye tarihinde her felaketin kökeninde işte bu ittihatçı-kemalist çizgi vardır. Bu nedenle başka dinamikler ve üstbelirleyen aramak gereksizdir.”37

Ancak bu temize çekme sürecinin sadece geçmişe dönük bir kaygıdan beslendiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye kapitalizmi 90’ların biriktirdiği yaygın öfke ve tepkiden de kurtulmanın yollarını aramış, bu aranış da AKP iktidarının liberaller ile kurduğu ittifak sayesinde kendisine bir cevap bulmuştur. Sonuçta, üst üste gelen krizlerle yoksullaşmış, siyasal aktörler nezdinde sisteme inancı zedelenmiş ve devlet-mafya örgütlenmelerinin ayyuka çıkmasıyla düzenin halk düşmanı karakterini görmeye başlamış bir halkın öfkesi, zararsız kanallara yönlendirilmek zorundaydı. İşte böylesi bir ihtiyaç anında, liberaller ile AKP arasındaki ittifak işe yaramış, “geniş halk yığınlarının egemen sınıfa yönelik bilinçdışı öfkesi, gündelik söyleme kolaylıkla modernleşme ve laiklik düşmanlığı olarak tahvil”38 edilmiştir.

Sonuç: İttifakın Sahibi Var…

Sözünü ettiğimiz işbirliği, kuşkusuz yeni bir olgu değil. Türkiye tarihinde liberaller ile islamcıların el ele verdiği, işbirliğine gittiği ya da ittifak halinde davrandığı örnekler bolca bulunmaktadır. Ancak AKP iktidarıyla simgelenen ittifakın ayırt edici yönü, Türkiye kapitalizminin radikal biçimde dönüşüme ihtiyaç duyduğu bir uğrakta yeniden kurulmuş olmasıdır. Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi ve İkinci Cumhuriyet’in inşası olarak tanımladığımız bu süreçte, AKP iktidarı özel bir misyon yüklemiş; liberaller ise bu misyonun hem makyajını yapmak hem de cephanesini sağlamak konusunda çaba harcamışlardır.

Ancak şimdiye kadar birçok sarsıntıyı atlatmış olmasına rağmen, liberaller ile islamcılar arasındaki ittifakın tutarlılığı ve sağlamlığı kuşkuludur. Esas olarak bir yıkım seferberliğinde bir araya gelen taraflar, kuruluş aşamasına girildiği andan itibaren aralarındaki işbirliğini yeniden tarif etmek zorunda kalmışlardır.

Bu yeniden tarif süreci ise, iki açıdan sorunludur. Birincisi liberal kesimin yeni rejimin inşasına dair bir toplumsal projesi yoktur; imam hatipler ya da kürtaj yasağı gibi konularda rahatsızlık belirtmelerine rağmen, liberallerin kemalizmden daha ileri ve ayrıksı bir toplumsal proje sunmaları mümkün değildir. İkincisi ise, AKP ve islamcı kesim, söylem üretmek konusundaki sığlığını, iktidar aygıtını kullanmak konusundaki içgüdüsel yeteneğiyle telafi etmekte; sonuçta, apaçık gerici ve yobaz uygulamaları özgürlük, diyalog, çokkültürlülük gibi liberal sözlerin içine yerleştirebilmektedir. İktidar gücü, AKP için, söylenen ile yapılan arasındaki tutarsızlığı zararsız hale getirmektedir.

Söylenmek istenen, liberaller ile islamcılar arasındaki ittifakın artık geçersizleştiği ya da AKP’nin liberallere ihtiyacının kalmadığı değildir. Burjuva siyasetinin pragmatik genleri, bu tür ittifakları da ayrışmaları da her zaman gündeme getirebilir. Önemli olan, böylesi ittifakların üzerine inşa edileceği zeminin yıpranmasıdır. Yıpranmak yok olmak anlamına gelmemektedir elbette; ancak neyi yıkacakları konusunda net bir hedef ortaklığına sahip olan taraflar, yerine kuracaklarının neye benzeyeceği konusunda su geçirmez bir bütünlüğe sahip değillerdir.

Bu saptama da, AKP ile liberaller arasındaki ittifakın bozulmasını Türkiye’nin kurtuluşu için bir şart olarak değerlendirenlerin beklentilerinin aksine, söz konusu ittifaktaki boşlukların ve pürüzlerin sol muhalefetin darbelerine en açık ve duyarlı noktaları oluşturduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yani mücadele koşullarını AKP ile liberaller arasındaki küskünlüğe indirgeyenler yanılmaktadır. Eğer bu ilişkiden bir muhalefet potansiyeli çıkarılacaksa, AKP ve liberallerin küskünlüğünün değil, işbirliğinin daha fazla imkân ve alan sunduğu bilinmelidir. AKP ile liberaller arasındaki ittifak, çeşitli badireler atlatsa da, henüz işlevini tamamlamamıştır. Daha önemlisi ise, ittifakın tarafları kendi özgüçlerinin ötesindeki bir üstbelirleyene tabidirler ve bu üstbelirleyen de sermaye sınıfının tarihsel ve güncel çıkarlarıdır. Deyim yerindeyse, bu ittifakın bir sahibi vardır.

Bu anlamda, AKP ile liberaller arasındaki boşluk ve pürüzlerin zararsız bir hale getirilmesi, en azından kararlı bir dengede tutulabilmesi, ancak bu ittifakın üzerine sermaye sınıfının çıkarlarıyla dokunmuş bir örtü serilmesi ile mümkündür. Bu ise, AKP’nin de liberallerin de daha fazla araçsallaşmaları, sermayenin vahşi saldırganlığının dolaysız savunucularına dönüşmeleri anlamına gelmektedir. Bu süreç ilerledikçe, özgürlük ve sivilleşme de, dindarlık ve açılımcılık da işe yaramamaya başlayacaktır. Türkiye’de kapitalizmin en güçlü olduğu iktidar döneminin, sermaye sınıfının halk kitleleriyle burun buruna geldiği bir finalle kapanması olasılığı da buradan beslenmektedir.

 

Dipnotlar

  1.  Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, 9. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları, 2012, s. 8.
  2.  A.g.e., s. 8.
  3.  Ömer Laçiner, “Kapitalizmin Krizi: İmkanlar, Dinamikler”, Birikim, sayı 234, Ekim 2008, s. 15.
  4.  Alex Callinicos, Tarih Yapmak, çev: Nermin Saatçıoğlu, İstanbul: Özne Yayınları, 1998, s. 27.
  5.  Sungur Savran, “Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru”, 11. Tez, sayı 2, Şubat 1986, s. 16.
  6. İnsel, Ahmet; a.g.e., s. 47.
  7.  Erhan Nalçacı, “İkinci Cumhuriyet’in Kuruluşuna Eşlik Eden İdeolojik Salgı: Vesayet Rejimi”, içinde İkinci Cumhuriyet’in Düzeni, (der.) Erhan Nalçacı – Suat Özeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2012, s. 33.
  8.  Haldun Gülalp, Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, çev: Osman Akınhay – Abdullah Yılmaz, İstanbul: Belge Yayınları, 1993, s. 77.
  9.  Erhan Nalçacı, a.g.e., s. 33.
  10.  Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi – Günümüzde İşçi Sınıfı, İkinci Baskı, İstanbul: Alan Yayınları, 1996, s. 60.
  11.  Korkut Boratav, “Türkiye’de Devlet, Sınıflar ve Bürokrasi: Çağlar Keyder’in Kitabının Düşündürdükleri”, içinde Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, İkinci Baskı, İstanbul: Yordam Yayınları, 2010, s. 189.
  12.  Ellen Meiksins Wood, Kapitalizme Karşı Demokrasi – Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, çev: Şahin Artan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 47
  13.  Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Sekizinci Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 113.
  14.  Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Birinci Cilt, İstanbul: Tekin Yayınları, 1998, s. 432.
  15.  Haldun Gülalp,; a.g.e., s. 31.
  16.  Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Birinci Cilt; İstanbul: Tekin Yayınları, 1997, s. 164.
  17.  Stefanos Yerasimos,; “Tek Parti Dönemi”, içinde Geçiş Sürecinde Türkiye, (der.) İrvin C. Shick – E. Ahmet Tonak, Beşinci Baskı, İstanbul: Belge Yayınları, 2006, s. 93.
  18.  Şerif Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Sekizinci Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s. 169.
  19.  Yalçın Küçük, a.g.e., s. 77.
  20.  Çağlar Keyder, a.g.e., s. 41.
  21.  İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, İkinci Baskı, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2001, s. 15.
  22.  A.g.e; s. 81.
  23.  Sungur Savran, a.g.e., s. 31.
  24.  İdris Küçükömer, a.g.e., s. 78.
  25.  Ahmet İnsel, a.g.e., s. 78.
  26.  Erhan Nalçacı, a.g.e, s. 34.
  27.  Ahmet İnsel, a.g.e., s. 87.
  28.  Ahmet İnsel, “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası”, Birikim 251-252, 2010, s. 8.
  29.  Neslişah Başaran, “İkinci Cumhuriyet Tarihi de Yeniden Yazarken”, Gelenek 114, Ocak 2012: http://mlam.tkp.org.tr/makaleler/ikinci-cumhuriyet-tarihi-de-yeniden-yazarken-neslisah-basaran
  30.  Ali Bulaç, İslam ve Fundamentalizm, s. 102.
  31.  İsmail Kara, “Her Müslüman İslamcıdır İfadesi Biraz Teşvik Kokuyor”, (röp.) Fadime Özkan, Star gazetesi, 13 Ağustos 2012: http://haber.stargazete.com/yazar/her-musluman-islamcidir-ifadesi-biraz-tesvik-kokuyor/yazi-662820
  32.  Sungur Savran, a.g.e., s. 22.
  33.  Korkut Boratav, a.g.e., s. 190.
  34.  http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=151834
  35.  http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=118536
  36.  Yasin Doğan, “AK Parti ve Dönüşüm”, http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/YasinDogan/ak-parti-ve-donusum/740
  37.  Aytek Soner Alpan, “Geçmişin Siyasal Yeniden Üretimi Olarak Tarih: Tarihle Yüzleşmek Söylemi”, Gelenek 116, Nisan 2012: http://mlam.tkp.org.tr/makaleler/ge-mi-siyasal-yeniden-retimi-olarak-tarih-tarihle-y-zle-mek-s-ylemi-aytek-soner-alpan
  38.  Çağdaş Sümer ve Fatih Yaşlı, “Liberal – Muhafazakar İttifak Üzerine Notlar”, içinde Hegemonyadan Diktatoryaya: AKP ve Liberal – Muhafazakar İttifak, (der.) Çağdaş Sümer – Fatih Yaşlı, Ankara: Tan Yayınları, 2010, s. 18.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×