İlkel Toplumlardan Modern Zamanlara Toplumsal Ritüeller

Son zamanlarda toplumların siyasal açıdan neredeyse aynılaştı. Öncesinde var olan birçok ayrım silikleşti. Dünyaya büyük oranda sağcı politikacı ve politikalar hâkim. Arada göze çarpan farklılıklar ise sadece ekonomik güce daralmış durumda.

Diğer ülkelerle kurulan düşmanca ilişkiler, içeride uygulanan baskıcı politikalar, benzer politikacılar arasında gidip gelen seçimler, farklı ülkelerin birbirine benzeyen ancak modern dünyanın beklenen kültür düzeyine uzak lider profilleri, “kitlelerin” ortaklığı üzerine yeniden düşünülmesine neden oluyor.

Aynı tartışmalar 19. yüzyıl sonlarına doğru da yaşandı. O dönemde de insanlık kaygan bir zemin üzerindeydi kuşkusuz. Sınırlar ve yönetim şekillerinde istikrar aranıyor ancak bulunamıyordu. Bugünden farklı olarak işçi sınıfının siyaset sahnesinde, gerek örgütleri gerekse de sokak gücüyle, kendisini gösterdiği zamanlardı.

İşte o dönem kitlelerin psikolojisi, ilkel insan toplulukları üzerine derinleştirilen araştırmalar sayesinde yeni bir kategori olarak karşımıza çıkıyordu. Felsefi temelde tartışılan insan doğası yeni antropolojik bulgular ışığında tarihsel öncülleri üzerinden yeniden değerlendiriliyordu. Siyaset alanına da yansıması oldu bu tartışmaların.  Marksistler olarak komün tarzı bir yaşamdan dönüştüğümüzü düşünsek de en başından itibaren ataerkil bir doğamız olduğu savunuldu çoğunlukla ve kitlelerin de buna göre tutucu alışkanlıklarla hareket ettiği fikri her dönem baskın geldi.

Ritlerden Törenlere Tekrar Eden Topluluk Davranışları

Genelde aynı anlama gelmek üzere hepsine ritüel dense de toplulukların belli bir durumda, aynı zaman diliminde sergiledikleri tekrar eden kalıp davranışları farklı isimlendirilir. Grup içinde kişilerin konumlarının değiştiği durumlarda sergilenenlere Rit deniliyor örneğin. Doğum, ergenlik, evlilik törenleri buna örnek verilebilir. Söz konusu olan her yıl aynı zamana denk gelecek şekilde yineleyen, toplulukla doğa arasındaki ilişkiye işaret eden bir durumsa ritüel… Hasat şenlikleri örnek olabilir, baharın gelişinin tüm toplulukça belli bazı biçimlerle kutlanması ya da en uzun günde sergilenen tüm topluluk üyelerinin çeşitli roller üstlendiği şenlikler sıralanabilir.

İşin içerisine soyut, doğa üstü, ruhsal kavramların girdiği törenler ise ayin olarak adlandırılıyor. Topluluk somut durumların tarifinden, buna yönelik bir duyguyu sergilemekten daha çok bir gerçeklikten kopuş halini yaşamaya başlıyor. Doğayı belirlediğini düşündüğü güçlerle ilişki kurarak olup bitenlere yön verme çabası ortaya bambaşka bir işleyiş çıkarıyor.

Ezilen İnsanların Ruhu Olarak Ritüeller

Çok bilinen “afyon” tanımlamasından hemen önce din için “kalpsiz dünyanın ruhu, ezilen insanların iniltisidir” der Marks. Bir yanılsama olarak ele aldığımızda ilkel ritüeller de modern dinler de tek tek insanlardan çok insan topluluklarına, yaşamın zorlukları ile baş etme olanağı sağlar.

Beslenmek amaçlı avladığı hayvanlara her zaman kolaylıkla ulaşabilmek ister insanlık. Sıradan bir hayatta kalma istediğidir bu. Ya da her yıl aynı zamanda topladığı yemiş dallarda belirmediğinde sıkıntı hisseder. Bu sıkıntı yeni arayışlar için harekete geçirecektir kendisini, belleği olarak kaydedilecektir aynı zamanda. Bulduğu somut çözümler her zaman işe yaramaz. Yer değiştirmek her zaman çıkar yol olmayabilir ya da kısmen işe yarar topluluğun ancak bir kısmı hayatta kalabilir…

Sapiensler, hayatta kalma çabası içerisinde sergiledikleri davranışların işe yarayanlarını geliştirdi ve kuşaklar arası aktardı. Çözüm bulana kadar yaşadığı zorlukları bilişsel olarak unuttu belki ancak duygusunu yitirmedi. Psikoloji, hayatında hiç karşılaşmadığı ya da karşılaşmayacağını bildiği durumlardan korkan insanların fobilerini böyle açıklar. İlk cenaze merasimlerinin yerleşik hayata geçmeden çok önce (milattan 50 bin yıl önce) Neandertaller tarafından gerçekleştirildiği düşünülüyor. Çevresinde şifa veren çeşitli çiçeklerle bulunuyor ölmüş ilkel insanlar. Topluluk onları şifa olsun diye mi koydu bilinmiyor ama duruma “müdahale etmeye” çalıştıkları açık.  Öleni mi yoksa öleceklerini artık biliyor olan ve bunun korkusunu yaşayan kendilerini mi iyileştirmeye çalışıyorlardı acaba?

İnsan topluluklarının ilkel dönemlerde neden sonuç ilişkisini doğru kurdukları doğa olayları bugüne göre oldukça sınırlı. Zamanını belirleme yetenekleri de var. Ancak değişiklikleri öngörebilmek için doğanın kendisine verdiğinden fazlasını üretebilecekleri çağları beklemeleri gerekecek. Her sabah güneşin hangi yönden doğacağını bilseler de “ya doğmazsa” endişeleri oldu. Mevsim geçişlerinin ne zaman yaşanacağı kestirilse de sürekliliğine dair güvene uzunca bir süre erişemediler.

Ama birlikte hareket etmekten vazgeçmediler. Ateş defalarca sönse de yakmayı başardılar, besin bulabilmek için her gün kilometrelerce yürüdüler, kendilerinden onlarca kat büyük hayvanların peşinden gittiler haftalarca. Sınırlı bir farkındalık ve bilinçle… Kendilerini tehlikelerden koruyan korku,  olumluya yakınlaştıran keyif, savaşmalarını sağlayan öfke, sınırlarını geliştiren merak gibi duyguları da her zaman eşlik etti sınırlı farkındalıklarına.

Kültürel olarak aktarılan topluluk alışkanlıklarının işleyiş dinamiklerine yönelik en doğru açıklama bulunabilir mi bilinmez ancak bilişsel ve ruhsal açıdan bir bütünlük içinde deneyimlenen yaşantılar oldukları açık. Bunları aydınlatma amacını güden, antropoloji, psikoloji, sosyoloji, siyaset gibi bilim dalları doğal olarak kendi alanındaki veri setleri üzerinden ancak kısmi yanıtlar üretebilecektir.

Kitlelerin Psikolojisi Var

Toplum psikolojisi üzerine yazılan ve günümüzde hâlâ baskısı yapılan ilk kitap 1895 yılında, Fransız sosyolog Gustave Le Bon tarafından kaleme alınıyor. Kitlelerin, varlığından çok hareketleniyor olmasını yorumluyor. Değerlendirmelerini Fransız Devrimi üzerinden yapıyor ve o günlerde kendisini gösteren işçi sınıfı eylemleri üzerinden aktarıyor. Kitle dediği işçi sınıfı; politik halk yığınları. Liberal akademisyenlerin işçi sınıfı hareketleri üzerine olumsuz yorumlar yapma ayinlerinin kutsalı sayabiliriz kitabı. Bir kitap çalışması olmasına rağmen iddialarını ispatlama, bunlara yönelik referans gösterme kaygısı yok ve bir kaynakçası da bulunmuyor.

Hâlâ bir kullanım değeri bulunduğu için yazılanları derleyecek olursak; kitlelerin her türlü amaç için bir araya gelebileceğini ancak sürecin zekâdan çok bilinçdışı dinamiklerle işlediği iddia ediliyor. Gerçekliği olmayan bir fikir dahi kitlelere telkin yoluyla sunulabilir, tekrarlarla öğrenilir ve diğerlerine rahatça sirayet eder; kolaylıkla vahşileşebilen bu yapı, kitlelerin psikolojisinde anlayan bir lider tarafında zorlanmadan yönetilebilir deniyor çalışmada.

Yeterince derinlikli olmasa da kitleleri bilinç dışında açıklayan kuramların öncülü olması dolayısı ile önemli bir eser. Kitle veya aynı anlamda kullanılan siyasal organizasyonların, çeşitli düzeylerde örgütlenmelerin bireylerin bilincinden çok ruhuna seslendiği tezi buradan köken alıyor. Yine topluluk içinde bireyin silikleştiği ve gerçek dışı da olsa fikirlerin kabul edildiği iddiasının kökeninde de işçi sınıfının hak arama mücadelelerine oldukça mesafeli bu kitap var.[1]

Kitle Psikolojisinde Bilinçdışı

Le Bon’un bilinçli olmayan şeklinde tarif ettiği kitleyi Freud aynı kavram üzerinden yeniden tartışır. Freud için de tıpkı bireyde olduğu gibi kitlede de bilinçdışı bir alan vardır. Ancak burası sadece telkin, hipnoz, vahşileşme, akıl dışı davranma tabirleriyle açıklanamaz. Kitle ruhunun sadece yıkıcı değil yapıcı ve olumlu tarafları da vardır. Hem tarihsel hem bireysel gelişkinlik sağlayabilir. Grup psikolojisinde bilinçdışı libido, benlik ideali, özdeşim gibi psikanalitik işleyişler olduğunu söyler.

Freud’un analizinde kullandığı kitle örnekleri ordu ve kilise cemaatidir. Toplulukları bir araya getiren kişilerde gerek lidere gerekse de topluluğun diğer üyelerine aktarılan libidinal (sevgi/cinsellik temalı olan) bir enerji olduğunu iddia eder. Bu enerjiyle bir arada olma hali, topluluğun lidere atfettiği özelliklerle özdeşimini sağlayacağı bir bağ oluşturacaktır. Söz konusu dinamiğin bencillikten özgeciliğe dönüşüm yaratan yönüne dikkat çekilir.

En bireyci bulunan kuramlardan biri olan psikanalizin Ego’yu yani Ben’i grup psikolojisi dinamikleri üzerinden açıklaması sadece kitle hareketlerinin bir başarısı olmasa gerek. Sürü psikolojisi olarak zaman zaman değersizleştirilmeye çalışılsa da insanların bir arada olma zorunluluğu söz konusu kuram tarafından fark edilmiş durumdaydı. Topluluk liderle oluşabilirdi ama bu lider her zaman bir kişi olmak zorunda değil yerine ikame edilmiş bir ideal de olabilirdi.[2]

Geçtiğimiz yüzyılın başı itibariyle başlayan tartışmalar güncelliğini benzer kavramlar üzerinden sürdürüyor.

Büyük Grup Kimliği

Kişinin çekirdek kimliğinin yanında en az onun kadar önemli olduğu varsayılan bir grup kimliği olduğu düşünülüyor artık. Bu karakter veya kişilikten daha stabil ve kendine özgü dinamikleri olan bir kavram olarak değerlendiriliyor. Genelde etnik, ulusal veya dinsel alanda tanımlanan bir grup olma dinamiğini anlatıyor söz konusu kavram. Politik veya ideolojik hareketlerin oluşturduğu grup kimlikleri benzer özelliklere sahip olsa da diğer kimliklerin altında bir seçenek olarak şekillendiği için büyük grup kimliği olarak kabul edilmiyor.

İnsanların belli bir coğrafyada belli bir işleyişe dahil olmasını sağlayan bu kimlik, çocukluktan itibaren tahmin edilebileceği üzere resmi veya kültürel yaşantılarla oluşuyor. Bu alanda en çok çalışanlardan psikanalist Vamık Volkan, “bir direğin etrafında toplanan insanların üstündeki çadır bezi” analojisini kullanıyor kavramı açıklarken. Araştırmacının çalışma alanı ise eski Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa, Orta Doğu… Kısa bir dönem, “çözüm süreci” sırasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün danışmanlığını yaptığı biliniyor.

Bu çadır bezinin her ülkede benzer dinamik ve yöntemlere oluşturulduğunu ve bu işleyişin kişinin kendisini büyük topluluğun bir parçası olarak hissetmesini sağladığını iddia ediyor. Bu sayede koşullar, yönetenler, işleyiş değişse de topluluklar istikrarlı bir biçimde küçük farklılıklarla birlikteliğini sürdürüyor. Bir bellek işlevi olduğu da söylenebilir. Grubun temel özelliklerini tanımlayan, dostu düşmanı belirleyen, çeşitli sembol ve simgeleri olan, kendisince önemli tarihsel olayları dönüm noktası olarak kaybetmiş bir bellek.[3]

İdeolojiler alanına benziyor ancak onun gibi sadece bilişsel değil. Her bir bilgi bir duygu ile kaydedilmiş ve gündelik hayatta yakınlık ve mesafe tayin ediyor. Örnek verecek olursak; ait olunan ulusal kimliğin sembollerinin görüldüğünde gurur hissedilmesi, o sembolü kullananlarla özdeşlik duyumsanması… Ya da düşman olarak kategorize edilen grubun simgeleri görüldüğünde tiksinti hissedilmesi, onun parçalanması, onu kullananlarla ilişkiye girilmemesi hatta kavga edilmesini sağlıyor bu kimlik.

Kimliğin Oluşumu

Farklı coğrafyalarda büyük grup kimliklerinin oluşum sürecinde de benzer özellikler görüyoruz. Bir insan yavrusunun zihinsel fonksiyonlarının gelişimine benzer dinamiklerin işlediği iddia ediliyor kimlik oluşumunda. Olumlu yaşantılar, onları hatırlatan semboller grubun bir parçası olmakla hatırlanıyor. İnsanlığa ait erdemli olma gibi iyi değerler bizlik olma halinin bir parçası sayılıyor. Kötü özellikler diğer gruplara mâl ediliyor. Bunların yanında atfedilen olumlu değerler üzerinden yaratılan “karizmatik kurucu lider” tüm grubun özdeşim nesnesi oluyor. Yakın veya uzak tarihten seçilen olaylar grubun zaferi veya travması olarak kaydedilerek bunlar üzerinden toplumsal ilişkilere yön veriliyor.

Söz konusu dinamikler çoğu ulusun, dinin, mezhebin, etnik kimliğin oluşmasında göze çarpan unsurlar. Elbette ki bunları bilen bir özne tarafından büyük bir farkındalıkla madde madde uygulanan bir yapılandırma değil söz konusu olan. Dönemin nesnel koşulları çerçevesinde farklı siyasi öznelerin iktidarlarını kurma etkinliği olarak okuyabiliriz.

Ritüellere Eklenen Devlet

Ritüel, insan soyunun devamlılığını duyumsatan bir uygulamadır. Tarih öncesi bulgular, günümüzden 40-50.000 yıl öncesine kadar av hayvanlarının çoğalmasına, avın verimliliğine, cinselliğe ve ölüme ilişkin inanış ve uygulamaların varlığına işaret eder. Öte yandan ritüel uygulamaların kökenini Homo Sapiens öncesi insansı türlerine, hatta şempanze ve gorillere dek uzatan araştırıcılar da vardır.

İlkel toplumlarda doğayla olan ilişkisi içerisinde tamamen zihinsel süreçlerin yani yaşamı kavrayışın bir yansıması olan bu uygulamalar tarım toplumuna geçişle birlikte farklı işlevler kazanmaya başlayacaktır. Benzer olaylar benzer davranış kalıpları ile sergilense de artık sadece topluluk ve doğa yoktur. Ritüellerin içeriğine siyasal erk de dahil olmuştur. Topluluk bir bütün olarak değil kutsal bir kişinin çevresinde kümelenenler olarak ritüelleri yaşantılayacaktır. Daha önce grup üyelerinin deneyim ve duygularını topluca dışa vurduğu süreçte artık doğa güçlerini kontrol altına alma amacı daha fazla öne çıkacak, bunu sağlayabilecek kutsal kişiler “ayini” yönlendirecektir.

İş bölümünün arttığı, erken devletlerin oluştuğu sınıflı toplumlarda ise artık ayinler “kutsal yöneticiler” varlığında gerçekleşecektir. Yöneten ve yönetilenlerin farklı sınıflardan olduğu bu toplumlarda ayinler aynı zamanda zorun yanında rıza işlevi gören birer yönetsel aygıt olacaklardır.

Hiyerarşinin iyice belirginleştiği devletin profesyonellerce yönetildiği uygarlık aşamasında ise ayinlerde de bir hiyerarşi görünmeye başlar. Doğa üstü kutsallık hala geçerli olmakla birlikte topluluk üyeleri ait oldukları sınıflara göre ayinde yer bulacaklardır.

İlkel avcı toplayıcı toplumlarda ritüeller, topluluğu, varlıklarını sürdürecek koşullara ulaşma çabasına ikna etme amacı taşırken, sınıflı toplumlarda bu amaca yenileri eklenecektir. Artık kutsal olanın, yönetenin varlığını meşrulaştırma aracı olan ayinler, tıpkı toplumda olduğu gibi hiyerarşik bir düzende gerçekleştirilecek ve mevcut eşitsizliği olağanlaştıracaktır.

İlkel toplumda olduğu gibi sınıflı toplumda da kişinin kendisini topluluğun bir parçası olarak hissetmesine yarayan ritüeller aynı zamanda (bir yanılsama olsa da) bireylerde temel güven duygusu gelişmesini de sağlayacaktır. İş bölümü nedeniyle oluşan eşitsizlikler, ritüellerle oluşan doğa veya kutsal olan karşısında tüm topluluk üyelerinin bir olduğu hissiyatı ile örtülecektir.[4]

Modern Toplumların Ritüelleri: Ayin mi? Tören mi?

Bilinmeyen olaylardan kaçınma davranışı geliştirerek kaygıyı azaltan ve temel güven duygusunu geliştiren psikolojik işlevi, bireyi toplumla bütünleştiren eğitsel yönü, siyasal yapıyı meşrulaştıran ideolojik rolü olsa da ritüel biçimlerini farklı şekilde isimlendirme eğilimi olduğu biliniyor. Modern zamanlarda resmi ritüeller tören veya seremoni olarak adlandırılırken dini içerikli olanlara ayin deniliyor.

Ortak işlevleri nedeniyle aynı isimle anılması gerektiğini düşünenler olduğunu da belirtelim. Her iki ritüelde de simgesel, standart, tekrarlayıcı, pratik sonuç almaktan çok ruhsal bir etkinliğe sahip olma, kendiliğinden ve değişime kapalı olma gibi ortak yönleri olsa da ayinin “kutsal” alana, törenin ise somut dünyevi yaşantılara yönelik kurgulandığı söylenebilir. Her ne kadar resmi törenlerde de devlet, lider, ırk gibi kavramların kutsandığı algısı oluşabilse de modern zamanlarda törenlerin çıkış noktasının bu olmadığını hatırlamak gerek.

Aydınlanma çağının ürünleri olan bu törenler eski siyasal yapının yerine kurulan işleyişin onaylanmasına hizmet ederken, diğerine göre daha anlaşılır olma, tanımlı bir topluluğa seslenme, akla uygun hareket etme çabası sergiler. Bunu ancak sınıf savaşımlarının elverdiği ölçüde yapabildiğini, toplumdaki devrimci dinamiklerin burada belirleyici olduğunu da ekleyelim.

Yine somut hayatta farklı deneyimlense de kutsal önünde herkesin eşitliğini vaaz eden, paylaşımcılığı vurgulayan, duygudaşlığı hedefleyen ritüeller ayin kavramına denk düşerken; mevcut siyasal iktidarın konumunu pekiştirenler tören olarak adlandırılıyor. Burada da son yıllarda laik de olsa, kapitalist işleyişin sürmesi yönünde tercihini kullanan siyasi iktidarların, dinselliğin ağırlığını arttırma çabasında olduklarını ve bu durumun sınırları belirsizleştirdiğini söyleyebiliriz.

Ritüeller Bellek Oluşumuna Katkıda Bulunur

Toplumlar da varlığını sürdürmek için anımsamak zorundadır. Olanları kaydederler ve bunu topluluğun bireylerine aktarırlar. Nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin ritüeller toplumsal bellek oluşumuna hizmet ederler. Özellikle yeni kurulan düzenler geçmişle bağların koptuğunu hatırlatan yaşantılar geliştirmek zorundadır. Bunun en sık görülen örneği, devrimlerle değişen günlük kıyafetlerdir.

Yine modern ritüellerin bir anlatısı vardır. Tarihte bazı olayları seçer ve hatta mitleştirir. Bunu eğitim kurumlarında anlatır, şiirlerle şarkılarla ezberletir. Tarihsel anma günleri belirlenir bu anma günlerine özgü birtakım etkinlikler oluşturulur.  Bu etkinliklerde mutlaka uyulması gereken kurallar olur.

Törende neyin gösterisi yapılmış olursa olsun törenin kalıpları diğer yaşam alanlarına da sızar. Zaman ve mekanla ilgili belli sınırları bulunmakla birlikte bu sınırlarından taşabilir. Törenlerin, deneyimleyenlerin hayatına önemli anlamlar kattığı düşünülür. Gerek bilişsel gerekse de fiziksel tekrarlar üzerine kurulu olan bu ritüeller sayesinde neredeyse bilinçsiz bir öğrenme süreci gerçekleşir. İsa’nın çarmıha gerilişi dinine bağlı Hristiyanlar tarafından her an hatırlanmakla kalmaz neredeyse yaşanır.

Aynı durumun modern ulus devletlerin kuruluş süreçleri için de geçerli olduğu düşünülür. Bağımsızlık günlerinde yapılan karnavallar, anlatılan kuruluş mitosu, bu anlatılara eşlik eden ezberlenmiş şiirler, kalıp davranışlar törenin olmadığı durumlarda da kişinin zihninde işlem yürütmeye devam eder, küçük sembollerle hızlıca hatırlanır hale gelir.

Törenlerin üzerine kurulduğu zemin hem öğretilerinin kolay akılda kalmalarını sağlayacak hem de güçlü duygularla saklanmalarını kolaylaştıracaktır. İster seküler ister dini bir tören olsun kompozisyon aynıdır. Topluluk yüceltilir, seçili düşmana lanet okunur. Mümkünse bunlar kolay anlaşılır cümlelerle yapılır. Ve elbette sonunda geleceğe dair söz verilir ya da daha anlaşılır tabiriyle “ant içilir”. Diz çökme, asker gibi durma, ellerini açma, özgün selam verme şeklinde tamamlayıcı bedensel devinimler de yine belleğin oluşumuna katkıda bulunan kalıplardır.[5]

Modern Zaman Ritüelleri

Görkemli törenler dendiğinde akla ilk gelen yakın zaman örneği Nazi Törenleri olacaktır.  1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde hızlıca bir yıllık takvim neredeyse her aya bir tören denk gelecek şekilde kurgulanır. Ocakta Nazilerin iktidara gelişini kutlama ile başlayan törenler eski muhafızların, Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin anması, Hitler’in doğum günü kutlanması, ulusal günün kutlanması, hasat şenlikleri, gençlik günleri vb. ile devam ediyor, Aralık ayında Noel kutlamasıyla sonlanıyordu. Yüz binlerce kişinin katıldığı bu törenlerde en yüksek rakam, 1938 yılında her yıl Eylül ayında Nürnberg’de düzenlenen parti kongresinde bir milyon olarak kayıtlara geçer. Bunların bazıları pagan veya Hristiyan geleneklerinden değiştirilerek kutlanırken bazıları ise özgün icatlardı.

Liberallerce, Sovyetler Birliği’nin de varlığı süresince çeşitli devlet törenlerine ağırlık vermiş olması, faşizmle aynı yerden köken aldığına kanıt olarak gösterilmeye çalışıldı. Sınıfsal temel, tarihsel misyon, insana ve dünyaya bakış ve etik değerler açısından birbirine karşıt bu iki siyasal-ideolojik hareketin kitleleri harekete geçirebilme yetilerine bakarak aralarında benzerlik kurmak bildiğimiz anti-komünist hilelerden biridir. Sonuçta “ritüeller”e yüklenen anlam ve onların toplumsal yaşamdaki yeri açısından faşizmin ahmaklaştırıcı etkisine karşılık sosyalizmin “aydınlanma” bağlantısı, zaman zaman ipin ucu kaçsa da geliştirilen ritüellerde her zaman kendini hissettirdi.

Devrimin başlarında yeni doğan çocuklara isim koyma geleneği dini kurumlardan alınarak parti görevlilerinin katıldığı bir ritüele dönüştü. Birçok bebek bu dönemde traktor, barrikad, oktyabrina, ninel (lenin’in tersten okunuşu), marlen (marx ve lenin), stalina (bunu tahmin etmek zor değil), revmir/revmira (dünya devriminden türetilmiş) gibi isimler aldı. Yine evlilik törenlerindeki bütün geçmiş yapı değiştirildi yerine Sovyetleri temsilen katılan bir memurun bulunduğu eğlenceli şakalaşmaların olduğu sade kutlamalar getirildi. Ve elbette kuruluş yıl dönümünden, gençlik örgütlerinin geleneksel yürüyüşüne kadar birçok özel gün kutlamalarında ve anmalarda sergilenen resmigeçit törenleri yaratıldı.

Ama bunlar sadece bu iki ülkeye özgü pratikler değil. Özellikle 1870-1914 arası dönemde özellikle paylaşım savaşına hazırlananlar başta olmak üzere yeniden şekillenen tüm ülkelerde uygulandı. Özellikle Avrupa ülkelerinde insanlar, icat edilen törenlerin yerden mantar gibi bitişine tanık oldular. Krallık yıldönümleri, Bastille Günü, Olimpiyat Oyunları, İngiltere Kupa Finali ve Fransa Turu, yineleyici kutlamaların yeni bir biçim içinde canlandırılmasıydı.

Yaratılan törenlerin bazıları olduğu gibi monarşiden alınırken bazıları monarşik güçlere atıfta bulunularak canlandırılmıştır. Örneğin modern İngiltere’nin simgesi olan İngiliz Kraliyet Ailesi’nin taç giyme törenleri 1870’lerde yeniden canlandırılmış, toplumsal etkisi her geçen gün arttırılmıştır. İçeriye ve dışarıya güçlü İngiltere yaşıyor mesajının bu şekilde verilmesi tercih edilmiştir. Fransız Devrimini temsil etmesi amacıyla dikilen Eyfel Kulesi ise Fransız İmparatorluğunun fethettiği yerlerde yaptığı su kemerlerini hatırlatması düşüncesiyle tasarlanmıştır. Yine aynı yıllarda ABD’de meydanlara dikilen anıtlar, yapılan devasa heykeller, bugün simge olan hükümet binaları güçlü bir devleti sergileme amacından başka bir şey değildir.[6]

Modernite hesaplaştığı monarşilerin irrasyonel davranış kalıplarını devralarak yinelenen kutlamalara yol açıyordu. Oysaki aydınlanmanın böyle bir yaşam düşüncesini yadsıması beklenir. Tören yoluyla yeniden canlandırmalar dışında bellek oluşturması, bireylerin topluluğa aidiyet hissinin, buna bağlı huzurlu hissetmesinin daha özgün yollarını geliştirmesi beklenebilir. Ancak kapitalizmin ne ekonomik işleyişi ne de siyasal yetkinliği buna izin vermeyecek kadar tek düzedir. Zenginliği biriktirme istikrarının olmaması, krizlerle derin çöküş ve yoksullaşmaların belli periyotlarda yenilemesi, sınırlı ve plansız biriken zenginliğin eşit ve adil biçimde dağıtılmamasının toplulukları geleneksel kalıplarda kalmaya zorladığını düşünülebiliriz. 

Birinci Dünya Savaşı’na yönetsel bir krizle giren Almanya’nın savaşı kaybetmesinden de anlaşılacağı üzere bu canlandırmalara ayıracak enerji ve ekonomik gücü yeterince olamamıştır. Ancak hem modern sembollerini kurmakta gecikmiş olma hem de Birinci Dünya Savaşı’nda kaybettiklerini fazlasıyla geri alma hırsı söz konusu ülkeyi faşizmle anılan devasa törenler şeklinde görülen ritüellere taşımıştır diyebiliriz.

Komünizme giden yolda önemli mesafeler almasına rağmen, kuruluş döneminin iç savaş koşulları ardından faşist işgale karşı tek başına savaşmak gibi yaşamsal zorluklarla karşılaşan Sovyet iktidarı, devraldığı coğrafyada hâkim bulunan dinci gericiliğin hegemonyasını kırmayı başarmış, çarlık düzeniyle bağlarını tamamen koparmış olsa da topluluk yaşantılarında sosyalizme özgün denilebilecek deneyimlerin geliştirilmesinde istenen sürekliliği sağlayamamıştır. Sosyalizmin insanını yaratma konusunda üretim, eğitim, sağlık, kültür, sanat gibi alanlarda ciddi başarılar sağlansa da özellikle ikinci savaştan sonra ideoloji alanında olduğu gibi toplumsal ritüeller konusunda da yeterince “devrimci” olunamadığı, rekabet edilen kapitalist ülkelere biçimsel olarak benzer yöntemler kullanarak ancak “günü kurtarabildiği” söylenebilir. Bu deneyimden yola çıkarak; sınıf mücadelesinde çok önemli bir yeri olan ritüellerin, devrimci bir perspektif ve o ritüelleri metafizik düşünceye hizmet etmekten alıkoyacak bir uyanıklık olmadığında, yalnızca statükoculuğa yol açmakla kalmayacağı, aynı zamanda işçi sınıfını sinsice silahsızlandırabileceği açıktır.

Ülkemizde Modern Ritüeller

Cumhuriyet yönetimi Türkiye’de en başından itibaren tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi modern ritüeller yaratma çabası içerisinde oldu. Resmî törenler şeklinde kendini gösteren bu ritüeller en başından beri yeni kurulan siyasal düzenin ideolojik araçları oldular. 29 Ekim, 30 Ağustos, 23 Nisan ilk Ulusal Bayramlar olarak ilan edilirken, 1930’larda 19 Mayıs ve ilkokullarda okutulacak olan andımız şiiri de yeni düzeni tesis edecek araçlar olarak belirlendi.

Tümünün amacı diğer ülkelerdekiler ile aynıydı. Geçmişle bağları koparıp yeni düzeni tesis ederken, yeni bir toplumsal bellek ve aidiyet duygusu geliştirmek. Törenler, laik bir Cumhuriyet anlayışı üzerinden ve kurucu lidere göndermelerle şekillendi. Türk kavramı ulusu simgeleyen kimlik olarak tercih edildi.

Bugün her bir tören karşı devrimci dinci müdahalelerle doğrudan kaldırılamasa da toplumsal etkisi azaltılarak unutturulmaya çalışılıyor. Çünkü özellikle kurtuluş savaşı ve cumhuriyetin kuruluşuna işaret edenler bu coğrafyada anti emperyalist, halkçı, laik, bağımsız bir yaşama işaret etme potansiyelini içinde barındırıyor. Yeterlilikleri, egemenlerce kullanım biçimleri, bugün toplumun farklı azınlıklarında çağrıştırdıkları bu yazının tartışma sınırlarının dışında kalıyor.

Andımız ritüeli ise doğrudan kaldırıldı. Andımız okuması için yapılan bazı eleştiriler mevcut. Bunlardan birisi “Türk” kimliğine vurgu nedeniyle sayı ve politik etki bakımından önemli bir kesimi oluşturan bazı halkların bilimsel ve psikolojik açıdan dışarıda bırakılması. Bir diğeri “Ulu Önder” tanımı ile kurucu liderin kutsallaştırması. Bunlardaki haklılık payı göz ardı edilemez. Hele ki doğrudan çocukların zihnine yöneliyor olması ayrı bir olumsuzluk. Toplum yaşantısına yönelik düzenlemelerde çocuklar başlığı hassas ama bir o kadar kolay alanlardan bir tanesidir. Eşitlik, paylaşma, dayanışma, kardeşlik gibi evrensel insani değerler dışında kalanların çocukların gündemlerine dahil edilmesinin uygun olmadığı malum. Bu nedenlerle söz konusu uygulamanın kaldırılmasına bir itirazım olmayacaktır ancak kaldıran siyasal görüşün toplumu daha geri sembollerle belirleme çabası olduğu da unutulmamalı.

Solcuların da Ritüelleri Var

Modern zamanların geliştirilen erken icatlarından biri olarak işçi sınıfı hareketinin 1 Mayıs kutlamaları gösterilir. 1890 başlarında 1 Mayıs günü devrimciler arasında bayram olsun mu olmasın mı tartışmalarına yol açmış, Alman Sosyal Demokratlarının önerdiği şekliyle her yıl kızıl bayrak sembolü ve çeşitli fabrikalardan, iş kollarından işçilerin yürüyüşlerinin sergilendiği bir törene dönüştürülmüştür. Tüm Avrupa’da yükselen işçi sınıfı hareketlerinin bu ritüeli kolayca kabullenmeleri kutlamaların hızlıca yayılmasına ve sürekliliğinin sağlanmasına yol açmıştır. Bir bayram olarak kutlanmasındansa her yılın mayıs ayının ilk gününün genel grev ilan edilmesi talebi de işçi sınıfının siyasal temsilcilerince tartışılmış ancak bu görüş sadece Avusturyalılar tarafından kabul görerek ancak belli bir süre uygulanabilmiştir. Grev tercihinin bayram olarak kutlanmasına göre daha etkili sonuçlar aldığı da söylenmektedir.[7]

Kitleler denince akla ilk gelmesi gereken kesim olan işçi sınıfını iktidara taşıma ve onun tarihsel çıkarları doğrultusunda değerler oluşturmayı amaçlayan siyasal öznelerin ritüelleri yok sayması, kullanmayı düşünmemesi gerçekçi değil. Dahası, ritüellerin kitleler açısından hem bilinçlenme hem de mücadele etme açısından yeri doldurulamayacak bir işlev üstlendiği ortada. Ancak sonuçta ritüel ritüeldir ve hiçbir zaman işçi sınıfı hareketinin ideolojik şekillenmesinde başat bir unsur haline gelmemeli, onun tartışılamayacak kudreti işçi sınıfının öncü partilerinde tembelliğe davet çıkarmamalıdır.

Sonuç olarak

Ritüeller ilkel toplumlardan itibaren insanın dünyayı kavrama ve dönüştürme çabasına eşlik eden, sosyalliğini geliştiren, güven duygusunun oluşmasına katkıda bulunarak yaşamın devamlılığını sağlayan önemli bir araç olmuştur. Aynı işlevleri bu sefer sınıflı toplumlarda ayrıcalıklı grubun konumunu meşrulaştırıp dolayısıyla mevcut eşitsizliklerin üstünü örterek sürdürmüştür.

Yakın zamanlarda oluşturulan her yıl yinelenen devlet seremonileri olarak kutlanan ulusal kurtuluş günleri, anma günleri gibi resmi bayramlar da ritüel özelliği taşır. Bunlar dini kutsal temalar yerine, seküler içeriklere sahiptir. Aydınlanma çağının birer ürünü olup yeni toplumların ulus temelinde inşa edilmelerine aracılık etmişleridir. Siyasal hiyerarşinin belirgin varlığı güçlü devlet hissiyatı yaratarak mevcut işleyişe güven duyulmasını sağlarken, sınıf savaşımlarının üstü de bu sayede örtülmüş olur.

İktidarda olmasa da siyasal akımlar dahil her türlü toplulukta bireyleri birbirine yakınlaştıran aidiyet hissiyatlarını geliştiren, grup kimliğinin oluşmasına katkıda bulunan, dışarısıyla mesafeyi belirleyen, topluluk davranışlarını düzenleyecek ortak belleğin oluşmasına katkıda bulunan bayramlar, anmalar, kutlamalar şeklinde ritüeller bulunmaktadır ve faaliyetlerin sürekliğinde önemli işlevler üstlenmektedir.

Ritüellerin kullanımı devrimci dönüşüm iddiasında bulunan siyasal özneler için de kaçınılmaz olabilir. Ancak özellikle yeni insanın yaratılması sürecinin bir parçası olarak inşa edilmesi gereken ritüellerin komünizmin kuruluşunda ilerlendikçe bireylerin, kendilerini tüm insanlığın bir parçası olarak, eşit ve özgür hissedecekleri şenliklerle sınırlandırılmalarında yarar olduğunu düşünebiliriz. Aksi halde gerek bir bütün olarak topluluğun gerekse tek tek bireylerin, nesnel sorunları doğru bir biçimde duyumsama ve rasyonel çözümler üretebilme kapasiteleri, ritüellerin oluşturabileceği yanılsamalar nedeniyle azalabilecektir.


Dipnotlar

[1] G. Le Bon, Kitleler Psikolojisi, 1.Baskı, Hayat Yayınları, İstanbul, 1997.

[2] S. Freud, Kitle Psikolojisi ve Ego Analizi, 2. Baskı, Oda Yayınları, İstanbul, 2017, s.43.

[3] V. Volkan, Körü Körüne İnanç, 1.Baskı, Okuyanus Yayınları, İstanbul, 2005, s.50-51.

[4] S. Özbudun, Ayinden Törene Siyasal İktidarların Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, 1. Basım, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 1997, s.120.

[5] P. Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, 2.Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 93.

[6] E. Hobsbawm, Geleneğin İcadı, 2.Baskı, Agora Kitaplığı, İstanbul.

[7] Hobsbawm, a.g.e., s.332.