İnsan Hakları Mücadelesi bir Özgürleşme Mücadelesi midir? (*)
1998 yılı, siyasal ve ekonomik eleştiri açısından halen paha biçilmez değerde bir metin olan Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümüne işaret etmektedir. Marx ve Engels sömürünün etki alanlarının artık yalnızca yerel mekanlara atfedilemeyeceğinden hareketle, kapitalizmin küresel genişlemesi ve sömürünün küresel karakteri arasındaki ilişkiyi kurmaktadır. Bunun sonucu olarak Manifesto, adaletsizliğin çeşitli biçimlerine karşı mücadele etmek amacıyla uluslararası bir gücün oluşturulması çağrısında bulunmaktadır. İnsan hakları hareketinin Marx ve Engels’ten esinlenmemiş olma olasılığına karşın, bu hareket de baskı ve zulümün küresel boyutunu tanımakta ve yaygın insan hakları ihlallerini önlemek amacıyla küresel bir strateji benimsemektedir.
Bu çalışma, insan hakları hareketinin ilan edilmiş amaçlarını yerine getirme konusundaki stratejilerini, Manifesto’nun merceğinden bakarak analiz etmeyi amaçlamaktadır. Burada özellikle göze çarpan bir grup olan “Human Rights Watch” (HRW-İnsan Hakları Gözetimi) üzerinde durmayı tercih ettik. 20 yıldır dünyanın her yerindeki sömürü ve toplu adaletsizlikleri ortaya çıkarmaya ve takip etmeye çalışan HRW 70’den fazla ülkede insan hakları ihlallerine yönelik sistemli bir araştırma yürütmektedir. Manifesto’da ortaya konan hedefler ile HRW tarafından savunanlar arasında görünürdeki bağlantıya karşın, aralarında radikal farklılıklar bulunmaktadır. Tartışacağımız bu farklılıklar, HRW’nin baskı ve zulümün ardındaki sosyo-ekonomik etkenleri gözardı eden ve yanlış bir biçimde hukukun yansız olduğunu varsayan yasalcı yaklaşımından ileri gelmektedir.
Manifesto’nun ortaya koyduğu gibi yasalar, toplumumuzdaki sosyo-ekonomik ilişkilerin bir sonucudur ve HRW’nin yasaları bu ilişkilerden ayrı tutmakta direnmesi analizlerini de önerilerini de çarpıtmaktadır. Sonuç olarak, HRW’nin sömürülen nüfusların özgürleşmesi üzerindeki etkisi zarar verebilecek biçimde sınırlandırılmıştır. HRW’nin yaklaşımından ve yanlış varsayımından kaynaklanan bazı eksiklikleri ortaya çıkarmak amacıyla, Marx ve Engels’in meselenin içyüzünü gösteren kavrayışlarını kullanırken baştan belirtmek isteriz ki, insan haklarının desteklendiği veya tamamen reddedildiği “ya hep ya hiç” ikiliğini kabul etmemekteyiz. Başka bir deyişle, insan hakları mücadelesinin baskı ve zulümün hafifletilmesinde önemli bir araç olduğunun bütünüyle farkındayız ve insan hakları hareketinin kazanımlarını kötülemek ya da değersizleştirmek istemiyoruz. Aşağıdaki eleştiriyi daha ziyade bir genişletme ve aynı zamanda HRW’nin adaletsizlikle savaşma stratejisinin düzeltilmesi amacıyla geliştiriyoruz.
I-Human Rights Watch: Çalışma ve Strateji
HRW’nin stratejisinde eksik olduğuna inandığımız noktaları tartışmadan önce biraz üstünkörü de olsa, bu örgütün yaptığı işi tanımlamak gerekmektedir. HRW en büyük ikinci uluslararası insan hakları örgütüdür. Çalışmalarının çok büyük bir bölümü dünya çapındaki insan hakları ihlallerinin araştırılmasına, bulguların ve tavsiyelerin yayınlanmasına ve ilgili bilgilerin hükümet görevlileri ile medyaya dağıtılmasına adanmıştır.
Burada, 1995-96 yılında rehin çocuk emeği ve Hindistan ile Nepal’deki fahişelik üzerine yayınlanmış iki rapor üzerinde duracağız. “Rape for Profit”te (Kâr Amaçlı Tecavüz) HRW Nepalli kızların Hindistan genelevlerine satılmasını belgelemiştir. Bombay’da değerlendirmeye alınan ve tahmini sayısı 100 bin genelev çalışanının yaklaşık yarısı Nepalli’dir; yüzde 20’sinin 18 yaşının altında kızlar olduğu düşünülmektedir ve yaklaşık olarak yarısına HIV hastalığı bulaşmıştır. Nepalli fahişelerin hemen hiçbiri okuma yazma bilmemekte ve yaklaşık yüzde 70’inin etnik azınlık gruplarından olduğu sanılmaktadır. HRW bu trafiği şöyle açıklamaktadır:
“Hindistan’daki kurbanlar kölelikle eşdeğerdeki koşullara ve ciddi fiziksel tacizlere maruz kalmakta. Uzun yıllar borç esaretinde tutularak, tecavüze ve işkencenin diğer biçimlerine maruz bırakılmaktadırlar.”
Raporda adı geçen sayısız örnek çalışma, süregiden bu ihlallerde polisin ve yerel resmi görevlilerin müşteri haraç alan ve rüşvet talep eden olarak aktif rol aldığını doğrulamaktadır. HRW açıkça “Hindistan’da Nepalli kadın ve kızların ticaretinin ortaya çıkması her iki ülkenin ekonomik koşulları bağlamında ele alınmalıdır” demekte ve “Nepal’in aşırı yoksulluğunun Hindistan ile olan ekonomik ve siyasal ilişkilerinin Nepalli kızların Hindistan’daki genelevlere satılmasını kolaylaştırdığı”na işaret edilmektedir.
Polisin yiyiciliği ile işbirliğini; mahkemelerin tavrını; bu ticareti yapanlar ile genelev sahiplerinin fiili olarak cezasız bırakılmasını; ve fahişelerin sağlık koşullarını tartıştıktan sonra HRW Nepal ile Hindistan hükümetine ve uluslararası topluluğa somut öneriler getirmektedir. Öneriler, uluslararası antlaşmaların hükmet tarafından onaylanması, bu tehlikeli (zararlı) olguyu durdurmak anlamına gelen ulusal yasaların çıkarılması; bu yasaların uygulanmasını sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesi konularında odaklanmaktadır.
HRW ayrıca Hindistan-Nepal sınırının nasıl kontrol edileceğine, kayıp kadınların nasıl bulunacağına ve polis tarafından kadınların taciz edilmesinin nasıl engelleneceğine ilişkin somut stratejiler önermektedir. Son olarak, uluslararası topluluktan özellikle Hindistan ve Nepal ile ticaret yapan ülkelerden raporda belirtilen önerileri kabul etmesi için her iki ülkeye baskı yapmaları istenmektedir.
Rape for Profit (Kâr Amaçlı Tecavüz) titiz araştırmacı özelliği HRW’nin rehin çocuk emeği ile ilgili “The Small Hands of Slavery (Köleliğin Küçük Elleri) isimli raporunda da bulunmaktadır. Hindistan’da çalışan 60 milyondan fazla çocuğun içinden, “rehin” işgücü olarak çalışan çocukların sayısının en iyimser bir biçim-de 15 milyon olduğu belirtilmektedir. HRW’nin açıklamalarına göre, “rehin alınmış çocuk emeği” çoğunlukla ebeveynlerden birinin girdiği borcun ödenmesi amacıyla kölelik koşullarında çocukların çalıştırılması olgusuna tekabül etmektedir”. Herhangi başka bir borç alma kaynağına ulaşma şansı olmayan ailelerin, umutsuz durumunun sonucu olarak işveren fahiş faiz oranları uygularken “rehin” çocuğa “rehin olmayan” işgücünden daha düşük ücret verebilmektedir. Bu faiz oranları ve ücretler yüzünden bir çocuk işveren tarafından çocuğun ailesine verilen 35 dolarlık borcu ödeyemeden on yıl çalışabilmektedir.
HRW önerilerinde, Hindistan hükümetine rehin alınmış emek kullanımını yasaklayan mevcut kanunların uygulanmasını sağlaması; zorunlu parasız kamu eğitimi uygulaması yapması (Hindistan Anayasası’nda belirtildiği üzere) ve çocuk haklarıyla ile ilgili BM antlaşmalarına uyması çağrısında bulunmaktadır. HRW ayrıca BM kuruluşlarının uluslararası yasalara uyması için Hindistan Hükümeti’ne baskı yapmalarını ve uluslararası borç kurumları ile bağışta bulunan ülkelerin Hindistan’a verecekleri ödünç para ile yardımları iş yasalarına uyulması koşuluna bağlamaları gibi tavsiyelerde bulunmaktadır. Buna ek olarak uluslararası topluluğa ticari yararları zorla işçi çalıştırılması pratiklerinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir güç olarak kullanılması tavsiye edilmekte ve hem Hintli hem de uluslararası perakendeciler ile toptancılardan ve tüketicilerden rehin işgücü tarafından üretilen ürünleri almamaları istenmektedir.
Bir ülkedeki insan haklarının durumunu değerlendirmede ve ülkenin mevcut ulusal yasalarının yeterliliğini belirlemede kullanılan uluslararası insan hakları antlaşmaları, HRW’nin tüm önerilerinin temelini oluşturmaktadır. Uluslararası antlaşmalar bir referans noktasıdır; standardı belirler. Bu standardın kullanımından iki temel öneri ortaya çıkar: İlk olarak, HRW uluslararası standartlara uymayan ulusal yasaların değiştirilmesi önerilerinde bulunmaktadır. İkinci olarak, yasaların etkili bir biçimde uygulanmasını sağlayacak temel olarak kontrol ve kavuşturma ile ilgili bürokratik reform teklif etmektedir. HRW’nin yasalar üzerine yaptığı bu vurgu, dünya çapındaki sömürüyü hafifletme çabası doğrultusunda kuruluşun kabul ettiği temelde yasalcı yaklaşımın karşılığı olmaktadır.
HRW raporlarında dikkati çeken bir başka nokta da, insan hakları ihlallerinin meydana geldiği ekonomik bağlama yönelik dikkatidir. Nepal ve Hindistan analizlerinde HRW ihlalleri teşvik eden ve bunların yasal kovuşturmasına engel olan ekonomik faktörler üzerinde ısrarla durmaktadır. Ne yazık ki, ekonomik boyut sadece HRW’nin analizlerinde ortaya çıkmakta; öneriler bölümünde neredeyse hiç yer almamaktadır. HRW tarafından kabul edilen yasalcı yaklaşımın bir sonucu olan bu yokluk özellikle Komünist Parti Manifestosu’nun çerçevesinden analiz edildiğinde oldukça sorunludur (şimdi bu tür bir analize dönüyoruz).
II-Ekonomik Eleştiri
HRW’nin ekonomik analizlerini incelerken, iki merkezi problem ortaya çıkmaktadır. İlk olarak ve daha önce belirtildiği üzere raporlarda sunulan öneriler büyük oranda HRW’nin kendi sosyo-ekonomik analizlerini gözardı etmektedir. İkinci olarak, raporlarda yer alan ekonomik analizler çarpıtılmıştır. Yerel pazarlar üzerindeki uluslararası ekonomik sistemin etkisini dikkate almamaktadır. Manifesto bize “ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinimi, dünyanın tüm yüzeyinde burjuvaziyi takip etmektedir. Her yere yuva yapmalı her yere yerleşmeli ve her yerde bağlantılar kurmalıdır” hatırlatmasını yapmaktadır. Bu “eski yerel ve ulusal inziva ve kendi kendine yeterliliğin yerine her yönde karşılıklı ilişki, ulusların evrensel düzeyde birbirine bağımlılığının aldığına” işaret etmektedir. Gelişkin kapitalizm bağlamında yerel ekonomiler, özerk değildir ve bir ülkenin ekonomisini küresel pazardan yalıtarak incelemeyi amaçlayan herhangi bir girişim kesinlikle ahmakçadır.
Hindistan Hükümeti’nin yatırımcılara yönelik “Hindistan İş Demektir” başlıklı bir yayınında:
“Düşük işçi ücretleri… küresel ihracatlar açısından Hindistan’ı oldukça rekabetçi bir imalat zemini haline getirmektedir” denmektedir.
“The Small Hands of Slavery” (Köleliğin Küçük Elleri) raporu bu nedenle ellerine geçen ve çoğunlukla 14 saat karşılığında 40 senti geçmeyen oranla çok büyük miktarlarda üretim yapan rehin çocukların, Hindistan’ın mukayeseli üstünlüğü olduğunu belirtmektedir. Bundan dolayı ihracatla ilişkili endüstrilerin yüzde 60’ından fazlasının üretim süreçlerinde rehin çocukların kullanılması hiç de şaşırtıcı değildir. Hindistan ekonomisini dış yatırımlara açmaya niyetlenen 1991 Reformları’nın gündeme gelmesinden bu yana ihracatın 1991’de 18 milyondan 1996’da 32 milyon dolara doğru olgusal yükselişinin (yüzde 78’lik bir artış) de belirttiği üzere yatırımcılar ucuz ihraç malı üretiminin aracı olarak Hindistan’ın düşük işçi ücretlerinden yararlanmaktadır. Evrenselci yaklaşımıyla tutarlı olması için HRW’nin düzenlenmeyen küresel pazarında Hindistanlı çocukların sömürüsünden dolayı suçlu olduğuna işaret etmesi gerekirdi. Şurası açıktır ki; dünya ekonomik sistemi ağır ağır değiştirilene kadar yoksul ülkeler için çocuk emeğini kullanmak ve sömürmek her zaman ekonomik açıdan avantajlı olacaktır.
HRW’nin raporlarındaki analiz bölümünde uluslararası ekonomik sistemi dikkate almaması önerilerinde yerel sosyo-ekonomik koşullara bile gönderme yapmadaki başarısızlığı ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Marx ve Engels HRW’nin ütopik reformistlerin yolunu takip etmeyi tercih etmiş olduğunu söyleyebilirdi. Manifesto’ya göre ütopik hareketler ve örgütler dönüşüm stratejilerini maddesel bağlamından koparırlar. Bu yüzden, HRW’nin toplumsal dönüşüm önerileri iki önemli nedenden dolayı kusurludur. İlk olarak, sömürünün ardındaki tarihsel sosyo-ekonomik etkenlere karşı duyarlı çözümler yerine, HRW’nin bazı önerileri “fantastik” çözümler sunmaktadır. “The Small Hands of Slavery” raporunda HRW Hindistan Hükümeti’ne rehin çocuk emeği kullanılmasının önlenmesi yolunda geçici bir önlem olarak çocukların sendika kurma ve üyesi olmalarına izin vermek amacıyla sendika yasasında değişikliğe gitme” çağrısı yapmaktadır. Bu öneri “fantastik”tir. HRW’nin kendisinin de resmettiği üzere tümüyle güçsüzleştirilmiş ve düpedüz korunmasız Hindistan’ın çocuklarının içinde bulunduğu durumu dikkate almamaktadır. Öneri Hindistan’daki yetişkinlerin önemsiz sendikalılaşma oranlarını da hesaba katmamaktadır. 1997 yılına ait bir BM raporu, “Hindistan’daki işgücünün büyük çoğunluğu örgütsüzdür… İşgücünün yüzde 85’i kendi işinde çalışmakta ya da düzensiz ücretlerle çalıştırılmakta ve sadece yüzde 15’i düzenli maaşlı işlerde istihdam edilmektedir” ifadesinde bulunmaktadır. Yetişkinlerin sendikalı olmadığı bir ortamda, HRW çocukların sendikalılaşmasını nasıl bekler? Bununla beraber HRW sendikaların yokluğu ile Hindistan Hükümeti’nin son zamandaki pazarlarını yabancı sermayeye açma ve ihracatını artırma çabası arasındaki bağlantıyı kurmakta da başarısız kalmaktadır. Bu “fantastik” öneri HRW’nin yerel sosyo-ekonomik koşulların analizini önerilerine yedirmekteki ve hem analizlerine hem de önerilerine küresel pazarı dahil etmekteki başarısızlığını göstermektedir.
Marx ve Engels’in ütopik reformistlere yönelik ikinci eleştirisi, HRW’nin gerçek toplumsal dönüşümün popüler politik mücadeleden ayrılabileceği şeklindeki yanlış varsayımına ışık tutmaktadır. HRW, halktan gelen bir toplumsal hareket yaratma sürecini es geçerek tepeden aşağıya doğru yönelen stratejilerin uygulanmaya konulmasıyla, baskının ortadan kaldırılabileceğine inanmış görünüyor. Elbette yasal değişim baskıya karşı popüler bir direnişe yardım etmektedir; taleplerin eklemlenebileceği baskının kavranabileceği ve teşhir edilebileceği bir alan yaratır. Tarihsel olarak yasal haklar, çok çeşitli sosyal adalet mücadelesinde önemli rol oynamaktadır. Bununla birlikte, aydınlar ve benzeri aktivistler tepeden aşağı stratejilerin iktidarsızlaştırıcı olduğuna dikkat çekmektedirler. Bir tepeden aşağı strateji ile ilgili en önemli sorun sömürülenlerin kendi özgürleşme süreçlerinde hiç payı olmaması çoğunlukla diğerlerine bağımlı hale gelmeleridir. Bastırılmış kesimleri harekete geçirmenin zorluğuna karşın kimse onların birer aktör olduğunu onların birlik oluşturma ve dönüşüm getirme potansiyelini gözardı etmemeli ya da bu noktayı geçiştirmemelidir.
Marx ve Engels, HRW’nin kendi önerilerini yasalcı bir yaklaşımın ötesine geçirmeyi ihmal ettiği iddiasında bulunabilirdi; çünkü “burjuvazinin isteklerine ve servetine başvurmak zorunda bırakılmakta” ve bu nedenle “sınıf mücadelesini öldürmekte olduğu” iddiasında bulunabilirdi. Sonuç olarak, popüler politik bir hareketin doğuşuna olanak sağlayabilecek halktan gelen bir stratejiyi benimsememektedir. Sayısız örnek çalışmasını esaslı bir politik değişim talebine dönüştürememektedir. Bu durum son tahlilde, insan hakları ihlallerini depolitize eden bir eksikliktir. Manifesto’dan öğrendiğimiz üzere reformistler ile ütopik reformistler muhafazakar ya da “politik eylemi reddeden” burjuva sosyalistleri olarak tanımlanmaktadır. Marx ve Engels “sosyalist burjuvalar modern toplumsal koşulların tüm avantajlarını kesinlikle bunlardan kaynaklanan tehlikeler ve mücadeleler olunmaksızın yaşamak istemektedirler” yargısında bulunmaktadırlar. HRW söz konusu olduğunda Manifesto’nun bu tür reformistlere dair betimlemeleri oldukça sert kaçmaktadır; ancak çizdiği tabloda bir doğruluk payı bulunmaktadır.
HRW’nin tepeden aşağı stratejisi ekonomik bağlamın sınırlı analizleriyle birlikte, yapısal bir eleştirinin yokluğu ile de bağlantılıdır. Sömürü ile mücadelede iki strateji arasında bir ayrım yapılabilir; ilki basitçe mevcut yapı içindeki işlevsel bozuklukları eleştirir; diğeri ise yapının kendisini değiştirmeye çalışır. Komünist Parti Manifestosu’nda burjuva toplumunun varlığının sürekliliğini sağlamak amacıyla, burjuvazinin bir kısmı toplumsal sorunları çözümlemeye istekli olduğu vurgulanır. Ekonomistler, hümanistler, işçi sınıfının durumunu düzeltmeye çalışanlar hayırseverler… akla hayale gelebilecek her türlü reformistler bu gruba dahildir. Muhafazakar ve burjuva sosyalistlerine yönelik eleştirilerinde Marx ve Engels bu konuyu gündeme getirmektedirler. HRW’nin yapısal bir eleştiri getirmedeki başarısızlığı onu reformistlerle benzer bir kategoriye sokmaktadır. Örneğin “Rape for Profit” (Kâr Amaçlı Tecavüz) raporunun en ulvi amacı, fahişeliğin en sömürücü biçimlerini ortadan kaldırmak ve bu sayede Nepal ve Hindistan’daki milyonlarca genç kız ile kadının acısını hafifletmektir. HRW’nin toprağın üç- beş elde toplanmasının, Nepal nüfusunun büyük bir çoğunluğu için yaşamı nasıl zorlaştırdığına betimlemeleri yoksulluk ile fahişelik arasındaki yapısal ilişkiyi anladığına işaret etmektedir. Buna karşın, HRW ikisi arasındaki bağlantıyı gözardı etmekte ve bundan dolayı önerilerinde yapısal bir eleştiriden kaçınmaktadır. Önerileri yasal hakların genişletilmesiyle sınırlı kaldığı ve toprağın dağıtımı gibi yapısal meselelere değinmediği için HRW’ye işlevsel bozuklukları çözme rolü düşmektedir. HRW fahişelerin sayısını düşürse bile, fahişeliğe yol açan yapısal etkenler değişmeden kalacak ve bu yapıya içkin sömürü ilişkileri başka biçimlerde yeniden ortaya çıkacaktır.
Dolaylı bir biçimde Manifesto’dan, sömürünün yapısal karakterine değinmeyen reformların sonuçta yapının varlığının sürekliliğine neden olduğunu öğreniriz. Manifesto’nun en temel varsayımı, işkence, kölelik, fahişelik gibi sömürü biçimlerinin mevcut yapıya içkin olduğu ve sadece bu yapının tesadüfi bir aşırılığı olmadığıdır. Yalnızca rehin çocuk emeği benzeri sözü edilen bu aşırılıkları (işlevsel boşlukları) ortadan kaldırmak, yapının korunmasına hizmet etmektedir; çünkü ekonomik ve politik çatışmaya yol açabilecek “saygı duyulmayan” nitelikleri saklanmış olacaktır. Bu bazı marksistler tarafından savunulan “daha kötüsü daha iyiyi getirir” stratejisi benimsenmelidir anlamına gelmemektedir. Daha ziyade işlevsel bozuklukların çözümlenmesinin baskıyı sona erdirme hususunda yetersiz bir strateji olduğunun farkında olunmalıdır.
III-Hukuk Eleştirisi
Yapısal bir eleştirinin yokluğu, HRW’nin hukuk ile piyasa arasındaki ilişkiyi sorgulamadaki gönülsüzlüğünde izlenebilir. Daha önce de belirtildiği üzere, HRW uluslararası yasaların evrenselliğine vurgu yapmaktadır. Bu, HRW stratejisinin önemli bir boyutudur; çünkü uluslararası yasal standartların yerel durumlara uygulanabilir olduğunu ve uygulanması gerektiğini; bu tür uygulamaların sömürülen nüfusların özgürleşmesine katkıda bulunduğunu ileri sürmektedir. Yasa önünde herkesin eşit olduğu ve hukukun tarafsızlığı HRW’nin temel varsayımıdır.
Diğer yandan, Marx ve Engels’in evrensel yaklaşımı sermayenin ulusal sınırları önemsizleştirdiğini iddia ederek ekonominin uluslararası niteliğine vurgu yapmaktadır. Manifesto’dan yasaların, ekonomik ilişkilerin birer yansıması olduğunu ve bunun ne ulusal ne de uluslararası yasaların tarafsız bir konuma sahip olmadıklarına daha çok üretim ilişkilerini yansıttıklarına işaret ettiğini okuyoruz. Marx ve Engels, “hukuk ahlak ve dinin (işçiler için) ardında sadece bir sürü burjuva çıkarının pusuda beklediği burjuva önyargıları olduğunu” kanıtlamıştır.
HRW, verili tarihsel bir dönem içinde belirli ülkelerdeki kimi ulusal yasaların neden yetersiz olduğunu açıklamamaktadır. İnsan haklarına saygının zaman içinde geliştiği ve giderek kendini asal sistemde gösteren gelişmeci bir hukuk modeline razı olmaktadır. Böylece tarih boyunca kanunlar gelişirken, insan hakları pozitif yasalarda keşfedilmeyi ve yansıtılmayı bekleyen tarih ötesi nitelik taşır hale gelmektedir. Hukukun gelişmesine ilişkin olarak HRW’nin savunduğu konuma bakmaksızın, HRW’nin hukukun tarafsız olduğu varsayımı onu sosyal ekonomik ve politik koşulları yasal sistemden ayırmaya itmektedir.
Marx ve Engels diğer yandan hukukun gelişmesinin maddi güçlerin gelişimi tarafından koşullandırıldığı iddiasında bulunmaktadır. “Ama burjuva hukuk sistemi herkes için geçerli bir hukuka dönüştürülen sınıf iradenizdir; bu asıl karakteri ve yönelimi sizin sınıf varlığınızın ekonomik koşulları tarafından belirlenen bir iradedir.” Başka bir deyişle kanunlar bazı grupları diğerlerinden kayıran üretim ilişkilerini yansıtmaktadır. Uluslararası yasaları dünya çapında uygulamanın olanaklılığı, ekonominin küreselleşmesinin doğrudan bir sonucudur. Bu görüşe göre, yasal sistem mevcut üretim tarzının koruyucusudur. Hukuk aynı zamanda, hangi koşullar altında zor kullanımının gerektiğini belirler ve bu sayede toplumda neye izin verildiğinin alanını tanımlar. Hukuk tarafından tanımlanan sınırları toplumun büyük çoğunluğunun kabul etmesini sağlamak için, sosyo-ekonomik ilişkiler ile yasal sistem arasındaki ilişkinin gizlenmesi gereklidir. Bu nedenle, bu sistemin tarafsız ve adil olarak resmedilmesi çok önemlidir.
Daha derin bir düzlemde, yasaların çeşitlilik gösteren bir toplumu homojen bir bütün olarak gösterme örneğinde olduğu gibi toplumun farklı kesimlerini mevcut ekonomik ilişkiler içinde eritmeye çalışan bir toplumsal bütünleşme aracı olarak işlev yüklendiğini görüyoruz. Manifesto’dan okuduğumuz gibi: “Özgürlük eğitim hukuk vb. konulardaki kendi burjuva düşüncelerimiz, yalnızca sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş içeriği yine sınıfınızın maddi varoluş koşulları tarafından belirlenmiş olan iradesi ise bizzat düşüncelerinizde burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünleridir. Toplumun belli bir kesimine fayda sağlayan verili bir yasa sanki bir bütün olarak toplumun çıkarlarını yansıtıyormuş gibi sunulmaktadır. Yasa toplumun tüm üyelerinin çıkarına işliyormuş temsil ettiği çıkarlar evrenselmiş gibi görünme zorundadır. Hukuk talimatlara ve yasalara uymak yolunda kitlelerin “kendiliğinden rızası” kendi alışkanlıklarını iradelerini ve kanaatlerin değiştirdiği zaman maksimum kapasitesine ulaşır.
Bir kere uluslararası kanunlar uluslararası ekonomik sistemle birlikte incelendiğinde, mevcut yasal antlaşmalardan, sanayileşmiş ülkelerin eşitsiz kâr sağladığı görünür hale gelmektedir. Bu HRW’nin çabalarının uygunsuz olduğundan ziyade yasalara vurgu yapması nedeniyle etkisinin sınırlı kaldığı anlamına gelmektedir. Kanunlar büyük ölçüde baskıya neden olan aynı sosyo-ekonomik nedenleri yansıttığı için maddi güçler çok daha ciddi bir biçimde anılmalıdır ki bunun en belirgin örneklerinden biri, Üçüncü Dünya ülkelerinin sanayileşmiş ülkeler tarafından ekonomik boyunduruk altına alınmasıdır.
IV-Haklar Eleştirisi
HRW yalnızca hukukun bir gereklilik olarak tarafsız olmayan doğasını tanımlamamakla kalmaz aynı zamanda, Marx’ın açıklığa kavuşturduğu gibi insan haklarının sınırlı doğasının da farkına varmaz. Marx’ın haklar eleştirisi ile hukuk eleştirisi arasında bir örtüşmenin var olmasına karşın, hakları olumsal tarihsel etkilerin ötesinde gören liberal inancın verili olduğu durumlarda ilk eleştiri çok daha radikal olmaktadır.
Marx’ın bazı metinlerinde ortaya koyduğu üzere, liberal anlayışın en temel sorunu soyut bir eşitlik nosyonuna sahip olmasıdır. Soyut eşitlik bireyleri belli başlı sosyal ve ekonomik durumlardan ya da ilişkilerden ayrı tutan formal bir biçimde eşit kabul eder. “Yahudi Sorunu Hakkında” kitabında Marx, liberal siyasal hakların evrensel eşitliği yakalayamadığını sömürüyü ortadan kaldıramadığını iddia etmektedir. Marx’ın tarihsel ve maddesel analizlerinde soyut eşitlik nosyonu kapitalist üretim tarzının bir sonucu biçiminde ortaya konmuştur. Marx soyut eşitliğin, pek çok liberalin bizim sanmamızı istedikleri gibi mutlaka rasyonaliteden türetilmediğini iddia etmektedir. Rasyonel bir süreç temelinde herhangi biri diğer insanları eşit(ler)i olarak tasavvur edebilir. İyi bilindiği üzere, Aristoteles köleler ile kadınların soyut düzeyde Yunan erkek vatandaşlarına eşit olduğunu düşünmez. Bununa birlikte, Descartes’den bu yana rasyonalistler insanları eşit olarak görme eğilimindedir, fakat “Meditasyonlar”da açıkça belirtilen rasyonel prosedür tüm insanlarda cogito’nun olduğunu varsayar; bu da onların soyut eşitliğidir.
Sözde insan haklarının, tarih ötesi bir statüsü olduğu ifadesini taşıyan görünürde liberal nosyonu reddederek, Marx insan haklarının maddesel temelini açığa çıkarmaya çalışmaktadır. George Brenkert Marx’a göre soyut eşitliğin, kapitalizmin en temel ön kabulü olan mübadelenin ürünü olduğuna işaret etmektedir. Var kalabilmek için kapitalist sistem “her bireyin mübadele ilişkilerine giren özneler olduğunu varsaymak zorundadır; yani her bir birey bir başkasının kendisiyle olan sosyal ilişkisinin aynısını onunla kurmaktadır. Bu nedenle değiş tokuşun özneleri olarak ilişkileri bir eşitlik ilişkisidir. Herhangi bir ayrımın izine rastlamak bunlara arasında bir çelişkiden hatta bir farktan bile bahsetmek mümkün değildir”(Grundrisse). Bu yüzden mübadeleye dayanan kapitalizm insanlar arasında formel bir eşitlik durumunu önceden varsaymak durumundadır.
Bu sayede, diğer üretim tarzlarındaki mübadele biçimlerinin aksine kapitalizm toplumsal rollerden (kast ya da feodal sistemlerde olduğu gibi) ve hükmetmekten (kölelikte olduğu gibi) doğan zorunluluklardan bağımsızlaşması bakımından özgündür.
Ancak mübadele sahiden gerçekleşecek olursa, eşitliğin formel düzeyde sınırlandırılması gerekir ve eşitlik tamamen sağlanamaz. Başka bir deyişle eğer herkes sadece formel olarak değil de tümüyle eşit olursa mübadelenin gerçekleşmesi için hiçbir neden olmazdı. Bu Brenkert’in iddia ettiği gibi mübadele ilişkilerine dair başka iki ön koşul olduğunu göstermektedir: İlk olarak, bireyler gerçekten farklıdır; farklı ihtiyaçları ve yetenekleri vardır; ikinci olarak, insanlar artıkdeğere sahiptir “vazgeçebilecekleri, başkasına devredebilecekleri bir şeyler vardır.” Bu iki ön koşul – mübadele ilişkilerinin sürmesi için gerekli rızaya sahip kendi kararlarını veren bireyin mübadele ilişkilerinde eşit olduğu soyutlamasına paralel olarak, genel olarak hakların tanınmasına yol açmaktadır. Buradan haklarının tanınmasının rızaya bağlı mübadele ilişkilerine dayanan kapitalist üretim tarzının bir türevi olduğunu anlıyoruz.
Kapitalizmde her bir birey ancak karşısındaki bir ürünün sahibi olduğu takdirde onu farklı olarak nitelendirip bir ilişki kurar. Bu nedenle, kapitalist toplumlardaki temel hak bireye içsel ya da dışsal olsun özel mülkiyet hakkıdır. Örneğin, sözü geçen güvenlik ve hareket özgürlüğü gibi temel haklar, bireyin vücudunun kendi mülkü olduğunu ileri süren mülkiyet hakkından evrilmiştir. Mülkiyet hakkı mübadele ve formel eşitlik nosyonlarından doğan ilk hak olduğu için, diğer tüm yasaların temeli haline gelmektedir. Toplumdaki ilişkiler giderek artan bir biçimde kapitalist mübadele ilişkileri tarafından belirlendikçe hakların tanınması gelişmektedir. Bu sayede, yeni haklar ortaya çıkmaktadır. “Haklar hiçbir zaman ekonomik yapının ve onun kültürel gelişmesinin üstünde değildir.” (Gotha Programının Eleştirisi) yargısında bulunurken Marx kesin olarak kapitalizmin bu analizinden yola çıkmaktadır.
Sonuç olarak, HRW’nin özellikle insan haklarını ihlal etmeye yatkın olan ülkelerde, insan eşitliğine saygının daha az geliştiği şeklindeki açık varsayımı yerine Marx bu ülkelerde insan haklarının kapitalist mübadelenin tüm ilişkileri karakterize etmemesi nedeniyle ihlal edildiği iddiasında bulunurdu; yani pre-kapitalist sosyal ilişkiler halen bu ülkelerdeki hayatın pek çok alanında hakimdir. Marx kapitalizm ve insan hakları konusunda eleştirel olduğu kadar tarihsel analizleri sınırlı bir biçimde de olsa, onu kapitalizmin ve hakların ilerlemeci olduğu yargısına götürmektedir. Brenkert’in belirttiği gibi Marx’a uygun bir marksist çerçevede haklar vulgar bir biçimde “ille de burjuva sınıfına has çıkarlara hizmet eder” şeklinde eleştirilemez. “Kaba bir gerçek olarak insan haklarına yönelimin işçi sınıfının belli çıkarlarına hizmet ettiği aşikar olmalıdır.”
HRW insan haklarının kapitalist mübadele ilişkilerinin doğal sonucu olmasına karşın teorik ve pratik açıdan toplumumuz için elzem olduğu eklemesini yaparak, şu ana kadar yapılan haklar eleştirisinin izinden gitseydi ne olurdu? Biz Marx ve Engels’in büyük olasılıkla bu görüşe katılacağına inanıyoruz. Fakat aynı zamanda hakların açıkları ile son kertedeki yetersizliklerini anlamanın çok önemli olduğu fikrini de uyandırırlardı. Mülkiyet hakkını bir kez daha düşünün. Marx mülkiyet hakkı özgürlüğün bireyci doğasını ele geçirdiğini söylemektedir. “Yahudi Sorunu Hakkında” kitabında bu tür hakların tam anlamıyla “politik özgürleşmeye” katkıda bulunduğunu iddia etmektedir: “Mülkiyet hakkı başkalarını hesaba katmadan ve toplumdan bağımsız olarak birisinin servetini kullanmaya ve bundan iradi olarak tasarruf yapma hakkıdır. Bu hak her bir birey bir başkasında kendi özgürlüğünün gerçekleştirilmesinden ziyade sınırlandırılmasını görmeye iter. “Mevcut sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin el değmeden bırakılmasına ek olarak mükiyet hakkı tüm siyasal haklarda olduğu gibi son kertede yabancılaşmaya yol açan ve toplumsal olmayan insan kavrayışına dayanmaktadır.
Marx’ın ikna edici bir biçimde tartıştığı üzere, liberal gelenekteki politik özgürleşme insanların kendi içlerine çekilmiş, yalıtılmış monadlar olarak değerlendirildiği bireyciliğe ve atomizasyona dayanır. Kişi başkalarının mülkiyetinin dokunulmazlığına ancak kendi mülkiyetinin dokunulmazlığı sağlandığında razı olur. Marx’a göre, politik özgürlük “başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapma hakkı”dır. Liberal geleneğin özgürlüğü, birinin diğerinden ayrışması üzerine kurmasının, özgürlüğü anlamakta sınırlı bir yol olduğunu da eklemektedir. Marx’ında aynı biçimde tanımladığı benmerkezci ya da egoist çıkarlar kapitalizmin yasal öznesi ve son kertede etik öznesi hakkında bilgi verir. Yasalarda olduğu gibi insan hakları “burjuva sınıfının -burjuva toplumu gibi- dayandığı temel ilişkiler bütününü tanımlamaya hizmet eder.” Politik özgürleşme açıkça gelişmeyi temsil ederken “insanın özgürleşmesinin son biçimi” de değildir.
Eğer Marx HRW’nin çalışmalarını inceleseydi büyük olasılıkla en önemli amacı özgürleşme olan bir örgütün tüm çabasının yalnızca var olan üretim ilişkilerinin sonucu olan bireysel hakları yerleştirme çabasının dramatik olduğunu iddia ederdi. Marx insanın özgürleşmesinin politik hayatın soyut eşitsizliğinin, sivil hayatın sayısız eşitsizlikleri tarafından altının oyulmadığı ve insanların kendi çıkarlarını güden bireyler olarak ilişki kurmadıkları zaman gerçekleşeceğini ileri sürmektedir.
Buradan hem Marx’ın ve Engels’in hem de HRW’nin özgürlük alanını genişletme isteklerine rağmen, özgürlük kavrayışlarının farklı olduğunu görebiliriz. Marx, yasalcı bir strateji benimseyerek HRW’nin sonuçta özgürlüğü, politik özgürleşme gibi bireyci haklar alanıyla sınırladığı iddiasında bulunurdu. Politik özgürleşme, toplumun gelişmesine olanak verirken bu özgürleşme biçimi mevcut sosyo-ekonomik ilişkilerin bir ürünüdür ve bu yüzden sisteme içkin yabancılaşmanın ve bugünkü eşitsizliğin üstesinden gelemez özgürlük nosyonunu Marx ve Engels’in sorguladığı gibi insan türünün potansiyeli üzerine değil de bireysel haklar üzerine kurar.
Marx, “insanın özgürleşmesinin, gerçek birey olan insanın soyut vatandaşlığı içselleştirdiği günlük yaşamında, işinde ilişkilerinde insan (species being) haline geldiği ve kendi potansiyelinin (foreces propes) toplumsal güç olduğunun farkına vararak ve örgütlenerek ve bu toplumsal gücü siyasal iktidar biçiminde kendisinden ayırmadığı zaman tamamlanmış olacağını belirtmektedir.
Marx rekabetçi ve ayrışmış soyut düzeyde eşit bireylerin değil, komünal bir yaşam ve kollektivite üzerinden özgürlüğü kuran insanın özgürleşmesini destekler: “Herkesten yeteneğine göre ve herkese ihtiyacı kadar!” ancak bu tür özgürlüğe ulaşmak için (kapitalist) üretim ilişkilerine karşı konulması ve bu ilişkilerin değiştirilmesi gerekmektedir; bu tam olarak HRW’nin talep ettiği aşamadır. Makalenin başında sorulan soruya -insan hakları mücadelesi bir özgürleşme mücadelesi midir?- dair yanıt karışıktır:
HRW; insanın özgürleşmesini gözden kaçırarak, politik özgürleşmeyi savunmaktadır.
(*) Recontre International, Paris 13-16 Mayıs 1998. Bu tebliğ, Komünist Parti Manifestosu’nun 150. yıldönümü toplantısında sunulmuştur.