İnsan Hakları Retoriği ve Mücadele Gerçeği

I.

İnsan hakları kavramının ana hatları, kutsanmış düzenliliği alaşağı eden modern dünyanın temellerinin atıldığı yüzyılda, burjuvazinin kapitalist üretim ilişkilerini ulus devlet ölçeğinde iktidara taşıma mücadelesi verdiği süreçte çizilmiştir. Kavramın çıkış noktası olan doğal hukuk öğretisinin tarihi, antik dönemin Yunan-Stoacılığı’na dek uzanmakla birlikte, bu doktrinin bireyi bir “hak öznesi” olarak görmesi için “Kutsal Kilise”nin mutlak hegemonyasının sona erdirilmesini beklemek gerekmiştir. Gerek Greko-Roman felsefesinin gerekse Hıristiyanlık öğretisinin ben yapım 1 yolları, haklarından soyutlanmış bir biçimde ele alınan bireyin ödev ve sorumlulukları üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle, doğumları günahkar sıfatını hak etmeleri için yeterli bir gerekçe olan bireylerin ruhlarını arındırmalarının tek yolu olarak bedenlerini kurban etmelerini salık veren Hıristiyanlık öğretisinin ben yapım biçimi, beden-ruh ikiliği temelinde “zatiyet” niteliği taşımayan bir birey kavrayışına dayanır ki; bu anlayış kişinin kendi bedeni üzerinde söz sahibi olma hakkını dahi elinden almıştır.

Hıristiyanlık öğretisindeki birey kavrayışı bire bir karşılığını feodal toplum düzeninde bulmaktadır. Tanrının akla gelebilecek her soruya önceden hazırladığı bir yanıtın olduğu bir dünyada, serfler tüm bilme -ve bunun sonucu olarak- eyleme yetilerini tanrısallığı temsil eden lorda teslim etmek suretiyle, sosyal ve siyasal hakların konusu dahi olamayacak nesneler haline getirilmişlerdir.

18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin insan aklına duyduğu güven, iktidarı tanrı katından alıp insana verirken, bireye tarihin ve hakkın öznesi olduğunun bilincine varmasını sağlayacak kapıları açmıştır. Bu kapılar Galileo’nun keşiflerinden Thomas Hobbes’un materyalizmine; Rene Decartes’ın rasyonalizminden John Locke’un amprisizmine dek, doğal hak ve evrensel düzen fikrini destekleyen 17. yüzyıl bilimsel ve felsefi birikimleri sonucu zaten aralanmıştır. Modern zamanların en önemli doğal haklar teorisyeni olan John Locke, bireylerin toplumsal sözleşme ile politik topluma geçmelerinden önce içinde yaşadıkları doğal durumda (state of nature) da salt insan olmalarından kaynaklanan doğal hakları olduğunu ileri sürerken, yaşam hakkını, özgürlük ve mülkiyet haklarını en önemli doğal haklar olarak tanımlamıştır. John Locke’un doktrinine yönelik tutucu eleştiriler, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla dek uzanmaktadır. Zevk ve acının ölçülebilir olduğu düşüncesiyle en büyük mutluluğun, herkesin tek tek bireysel çıkarlarının matematiksel toplamına eşit olduğu fikrine dayanan faydacılık felsefesinin (utilitarianism) mimarı Bentham doğal haklar teorisini metafizik bir olgu olarak eleştirirken 20. yüzyılda John Stuart Mill’in “haklar nihai olarak fayda esasına dayanır” formülasyonu için gerekli malzemeyi bırakmıştır. Burada önemli bir noktayı da belirtmek gerekir ki, insan hakları yaklaşımlarında mülkiyete ve bireysel çıkarlara özel önem atfeden filozofların hemen hepsi, kadınları köleleri farklı etnik kökenden gelen insanları, hatta yoksulları bir hak öznesi yani insan olarak değerlendirmemiştir.

Bireycilik nosyonuna dayalı bir insan hakları perspektifi sunan liberal politik felsefe, İngiltere Amerika ve Fransa’da ardı ardına gerçekleşen toplumsal hareketlerin siyasal coğrafyayı yeniden tanımladığı bir devrim atmosferinde; kapitalizmin laissez-faire çılgınlığının adına, ulus-devlet denen siyasi birliklerde konuşlandırılmaya başladığı bir tarihsel konjonktürde ve bu süreçlerin yaşandığı coğrafyalarda ortaya çıkmıştır2 .

Laissez-faire ekonomi politikaları ile adı neredeyse özdeşleşen Adam Smith’in “piyasanın görünmez eli” metaforu ile İngiliz ampiristlerinin “çıkar öznesi” tanımlamaları, liberal insan haklarının konusu olan homo economicus’un takdimi için gereken çerçeveyi sağlamaktadır. Liberalizmin bireyi pazar mekanizması içinde indirgenemeyen ve başkalarına devredilemeyen, kendi bireysel tercihleri, öncelikleri doğrultusunda hareket ederek kendi çıkarlarını maksimize etmeye yönelen “bencil” bir bireydir; aynı zamanda hırçındır da. Hobbes’un antagonistik ve etatist homo lupus’unun izlerini taşıyan homo economicus artık saldırganlığını ekonomik alanda dindirecektir.

19. yüzyıl tarihçisi Jean Michelet’in deyimiyle “yeni çağın amentüsü” haline gelen insan hakları bildirgelerinde ve bu bildirgeleri esas alan anayasalarda mülkiyet, özgürlük, güvenlik ve eşitlik haklarının “doğal ve kaldırılamaz haklar” olarak ilk sıradaki yerini alması burjuvazinin bütünüyle soyut ideal homo economicus’a işlerlik kazandırma ve piyasadaki rekabetin yaratacağı eşitsizlikleri saklayan ulus devletlerin “hayali cemaatleri”nin ortak paydası olarak tasavvur edilen bir üst kimliği; yasa önünde eşit kılınan “soyut vatandaşı” yaratma mücadelesinin somut bir ifadesi olmaktadır.

Uzun lafın kısası, liberalizmin insan hakları listesi burjuvazinin kendi iktidar nesnesinin inşasını mümkün kılacak biçimde yazılmıştır.

Burjuvazinin siyasal iktidar mücadelesinde merkezi bir değer atfedilen özgürlük kavramı, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde “başkalarına zarar vermeden her şeyi yapabilme” şeklinde tanımlanmıştır. Bu açıklamada, liberalizmin birey kavrayışını yeniden yakalamak mümkündür: Özgürlük, kendi mikro mekanlarında birbirlerinin alanlarına müdahalede bulunmadan yaşayan, Marx’ın Yahudi Sorunu’ndaki ifadesiyle “yalıtılmış bireyler”in özgürlüğüdür/hakkıdır. Öyleyse, özgürlüğün pratik anlamı nedir? Marx bu soruya “mülkiyet hakkıdır” yanıtını veriyor:

Demek ki, özel mülkiyet hakkı bir kişinin kendi isteğine göre varını yoğunu kullanma hakkıdır; bu hak başkaları ile ilişkili olmadan toplum birliğinden bağımsız olarak kullanılan bir hak özel kullanma hakkıdır. Burjuva toplumunun temelini kuran bu özgürlük ve onun pratik sonuçlarıdır3 . [MARX Karl]

Kapitalist üretim ilişkilerinin iskeletini oluşturan kutsal özel mülkiyet hakları, liberal politik felsefede öylesine hayati önem taşıyan bir mevzu olmuştur ki mülkiyet, bireyin yaşam hakkı kavramsallaştırmasının dahi dayanak noktasını oluşturmuştur. Mülkiyet hakları kavramına doğal haklar doktrininde oldukça geniş yer veren John Locke yaşam hakkını “bireyin kendi bedenini bir mülk olarak koruma hakkı”4 biçiminde formüle etmektedir. Bu hakla kastedilen, bedenin bireyin üzerine sözleşme yapabileceği bir mülk olduğudur ki; bu da kapitalist üretim ilişkilerinin varlık koşulu olan “özgür emek” hareketinin sağlanması için gereken çerçeveyi çizmektedir. Burjuva toplumunda bu yaşam hakkından “en fazla yararlananlar” ise ellerinde kendi bedenlerinden başka hiçbir mülkü bulunmayanlar sınıfı, proletarya olmuştur. Birey, var kalma mücadelesinde tek çıkış yolu olarak karşısına dikilen ve kendi bedeni üzerinde irade kullanma haklarının neredeyse tamamını çalışma süresi boyunca teslim alan bu sözleşme aracılığıyla özgürlük haklarının kapısından dahi geçemediği kapitalist mübadele ilişkilerine dahil olmaktadır:

Kapitaliste emek gücünü sattığı bu sözleşme, kendisini serbestçe onun tasarrufuna verdiğini deyim yerindeyse akla kara gibi tanıtlar. Pazarlık tamamlandıktan sonra onun başına buyruk birey olmadığı anlaşılır; emek gücünü satmak için özgür olduğu süre onu satmaya zorlandığı süredir ve gerçekten de vampir sömürülecek tek bir adalesi siniri bir damla kanı olduğu sürece onu elinden bırakmayacaktır5 [MARX Karl]

Liberalizmin “bireye saygı”,  “evrensellik”,  “özgürlük” ve “eşitlik” kavramlarını temel alan -Marx’ın deyimiyle- “cafcaflı insan hakları listesi” kapitalist mübadele ilişkilerinin a priori kabul etmek zorunda olduğu, aralarında çelişki bulunmayan bireysel özneler varsayımını destekler nitelikte olan, oy veren hukuk karşısında eşit politik özneleri yaratmakla sınırlı bir özgürleşme modeli sunmaktan öteye gidememiştir. Birbirleriyle benzer toplumsal ilişkilere giren eşit bireylerden oluşan bir toplumda bireylerin kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerinin önünü açan toplumsal kurtuluş projesinin yanından bile geçemeyen liberal insan hakları anlayışı, bir özgürleşme programından çok bireyleri burjuvazinin salt fayda sağlanabilecek nesneler gözüyle baktığı metalara dönüştüren sistemli bir nesneleştirme programının parçası olmuştur.

Sonuç olarak “özgür” kavramının “serbest” ve “bedava” kavramlarıyla birlikte aynı kelime -İngilizce’de free- ile ifade edildiği bir düşünsel çerçevede liberalizmin evrensel dünyasına ait olmayan bu bireyler “(metaya) dönüşme işi de yine kendi sırtına yüklenmiş ve bunun için de kendisine kendisini pazarın gereklerine göre biçimlendirip, yine kendi elleriyle piyasaya sürme işini de kendi yüklensin diye sadece bu işlemlerle sınırlı bir öznelik tanınmış nesne yani kendiliğinden kendi içinde bir nesne olarak kalmasına bile izin verilmeyip, kendisi için bir nesne olmak zorunda bırakılmış bir(er) nesnedir; zira buradaki canlı nesnenin kendisine tabi olacağı düzenlilik insan karşısında öncelliğe ve aşkınlığa sahip bir düzenlilik değil tam tersine kendisi de insan ürünü olan bir düzenliliktir” 6 .

C. B. Macpherson’un da belirttiği üzere emekçiler artık kutsallığın simgesi lordun yerini alan kapitalist aracılığıyla toplumun bir üyesi haline gelmektedir 7 . Liberalizmin insan hakları söylemiyle, kapitalist değişim ilişkilerinin konusu haline gelen birey tanrının gazabından kurtulduğunu sanırken bu sefer de “özgürlük tutkunu” yeni efendisinin emrine sunulmuştur.

18. yüzyılda burjuvazinin siyasal iktidarı ile iktidar nesnesini inşa sürecinde şekillenen ve her ne kadar evrensellik iddiasında olsalar da İngiliz Amerikan Fransız bildirgeleri olarak ulusal ölçekle sınırlı kalan bu haklar, birinci kuşak “sivil ve politik haklar” adıyla anılmaktadır. Uluslararası ölçeğe sıçrama ve yeni hak formülasyonları ise II. Dünya Savaşı sonrasını bulmuştur. İlk kez 1948 yılında hukuksal bağlayıcılığı olmayan “BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin yayınlanmasından sonra, insan hakları kataloğunda bir genişleme süreci başlamış; “çalışma adil ücret sosyal güvenlik sendika ve grev sağlık ve eğitim” gibi hakları içeren ikinci kuşak “ekonomik sosyal ve kültürel haklar” ve ulusların ekonomik siyasi sosyal ve kültürel geleceklerini belirleyebilme haklarını içeren üçüncü kuşak “dayanışma hakları” tanınmıştır 8 . Bu doğrultuda, BM İnsan Hakları Komisyonu Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi adıyla iki metin hazırlamış ve bunlar 1966 yılının Aralık ayında Genel Kurul’da onaylandıktan sonra ancak 1976 yılında yürürlüğe girebilmiştir. Artık kutsanmış birey uluslararası hukukun da nesnesidir.

Esas olarak, bir paradigma değişikliğine karşılık düşen bu gelişmeleri sıklıkla yapıldığı üzere, salt savaştaki “büyük anti-faşist koalisyonun zaferi” ve Naziler’in savaş sonrası ortaya çıkan insanlık suçları ile açıklamak oldukça yetersizdir 9 Bu yaklaşım insan hakları kavramındaki evrimin tüm insanlığın kendi içindeki çelişkilerini de aşan ortak çıkarlarının etrafında şekillendiği varsayımına dayanmaktadır ve bu yanılsamayı beslemek için kullanılmaktadır. Yalnızca Normandiya çıkarması için milyonlarca Sovyet yurttaşının ölmesinin beklenmiş olması bile bu “büyük koalisyonun” nasıl ortak çıkarlar doğrultusunda hareket ettiğini gösterir niteliktedir. Gerçekte, ancak “sosyal devlet” ve “soğuk savaş” ikilisi ile birlikte kavranabilecek liberal insan hakları mücadelesinin uluslararası düzeye taşınmasına neden olan üç dinamikten bahsedilebilir. Birincisi, liberal ekonominin kendi iç evrimidir. Bu süreçte yaşanan iki dünya savaşı ve bir büyük bunalım nedeniyle artık laissez-faire politikaları saygınlığını iyice yitirmiştir. 1946 ve 1947 yıllarında İngiliz ve Fransız ekonomileri halen krizi yaşamaktadır. Kapitalizmin kurtuluşu için yeni bir birikim modelinin icadı gereklidir. Pazar merkezli ekonomi politikalarının yerini alan devlet merkezli düzenlemeci Keynesyen politikalar, “ekonominin tam istihdam düzeyinde dengede ve kararlı büyümesi”nin ancak kitlelerin alım gücünü artırmakla mümkün olacağı tezine dayanıyordu. Fordizm adıyla da anılan ve talep tahrikine dayanan bu birikim modeli, kütlesel üretim-tüketim denkliğinde ve Roosevelt’in “yeni konsensüs” programı çerçevesinde işçi tarafını temsil/kontrol edecek büyük sendikaları gerektirmekteydi 10

İkinci dinamik, 19. yüzyılın başlarından itibaren sosyalist ve işçi sınıfı hareketlerinin ekonomik ve sosyal haklar konusunda verdikleri mücadelelerdir. Avrupa işçi sınıfı kendi devrimini gerçekleştiremese de mücadelesinde burjuvazinin aklında korkulu ve kalıcı bir yer edecek kadar yol alabildi. Savaş sırasındaki halk cepheleri İspanya İç Savaşı, 1945’de İtalya’da ve 1947’de Fransa’da yaşanan devrimci durum işçilere yalnızca baskı ve zorbalıkla yaklaşılmasının burjuvazi açısından tehlikelerini ortaya koymuştur.

Üçüncüsü, 20. yüzyılın başında burjuvazinin ihanet ettiği eşitlik-özgürlük-kardeşlik bayrağının Bolşevikler’in elinde Rus işçi sınıfı tarafından iktidara taşınmasıdır. Tarihin ilk sosyalist devleti ile insanın özgürleşmesinin olanakları yakalandı ve 1918 yılında “İşçi Sınıfı ve Sömürülen Halkların Hakları” ilan edildi. Sovyetler Birliği bir yandan soyut eşitlik kavramının içini insanlar arası somut-gerçek eşitlik ile doldururken diğer yandan da toplumsal gerçekliği dönüştürürken aynı zamanda kendisi de dönüşen yeni insanı yaratma yönünde hızla mesafe katetti.

1945 yılı faşizmin yenilmesinde en çok pay sahibi olan Sovyetler Birliği’nin Stalin ve Molotov’un kişiliğinde Amerikan halkı dahil tüm dünya halkları nezdinde prestijinin en yüksek olduğu; dolayısıyla tüm kapitalist ülkeleri en çok da emperyalizmin yeni efendisi ABD’yi ürküttüğü yıl olmuştur.

Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler’in ikinci kitabında savaş sırasında her yüz Amerikalı’dan 73’ünün savaşı Sovyetler Birliği’nin kazanmasını istediğini; 25 Nisan 1945 tarihinde San Francisco Konferansı’nda Molotov’un etrafını gazetecilerin sardığını ve binlerce kişi tarafından dakikalarca alkışlandığını; kendilerine “Stalin’i Güzelleştirme” (prettify Stalin) misyonu biçen gönüllü Amerikalı bilim insanlarını; iki halkın kardeşliğini anlatan konuşma ve haberlerin bolluğunu yazdı. “Sovyetler Birliği’ne ve halklarına sevgi bütün dünyaya ve Yeni Dünya’ya yayıldı. İyusif Stalin Joseph Stalin oldu ve ‘Uncle Joe’ (Co Amca) bütün Amerikalılar’ın sevgilisi sayıldı” 11 .

Prestijin bu kadarı korkuyu da açıklıyor. Roosevelt’in ölümünden sonra ABD’de yönetime gelen Truman Marshall Byrnes ekibi, Churchill ve Kennan gibi adamların da yardımı ile 1947 yılında “soğuk savaş”ı başlatmıştır. Bu tarihten sonra ABD egemenliğindeki tüm kapitalist dünyanın dış -ve hatta iç- politika-sının en belirgin motifi bağnaz bir Sovyet düşmanlığı olmuştur. “Birleşmiş Milletler(in) ve onun temel taşlarından insan hakları sisteminin kuruluşu(nun) esas olarak Amerikan düşüncesi ve tasarımının ürünü olarak”12 gündeme gelmesine bir de bu açıdan bakmanın ufuk açıcı bir işlevi var. Sovyet sisteminin de kapsadığı ve bizzat hayat verdiği “yurttaş hakları” artık insan hakları sisteminin ve uluslararası hukukun merkezinde değildir. Birey haklarının uluslararası arenaya sıçraması, devletlerin başka ülkelerin içişlerine karışmaması anlamındaki ulusal egemenliğin yerini müdaheleciliğin almasını sağlamıştır. Soğuk savaş atmosferinde bunun ne demek olduğu açıktır. Emperyalizmin elinde insan hakları listesi yeniden oluşturulurken bu kez Sosyalist Blok’a karşı sosyalizmin yıkılmasına hizmet edecek bir ideolojik araç olarak tasarlanmıştır.

Bu soğuk savaş ve sosyal devlet atmosferinde doğan yeni insan hakları paradigmasının “pozitif hakları” tüm “cafcaflı” ve ulvi tanıtımına karşın asıl işlevinin özel mülkiyetçi “negatif haklar”ın bir saldırı aracı olarak örgütlenmesini haklılaştırmak olduğunu ortaya koyarcasına yalnızca burjuva ideolojisinin ve ekonomi politiğinin izin verdiği ölçüde hayata geçmiştir. Nitekim önce Keynesyen ekonomi teorisinin iflası ve “nihayet” Sosyalist Blok’un çözülmesi sonucu bu ekonomik ve ideolojik ihtiyaçların ortadan kalkması bu hakları tamamen anlamsızlaştırmıştır13 . Geçmeden bir kez daha vurgulanması gereken insan hakları sisteminin evriminin bu aşamasında, kaydadeğer olanın bireyin uluslararası hukukun nesnesi haline getirilmesi ile insanların haklarının hamiliğine soyunan ve emperyalizmin hem organik hem de ideolojik olarak güdümünde olan birtakım kuruluşların salt buradan aldıkları bir haklılıkla sosyalist ülkelerin içlerine yönelik manipülasyonlar/operasyonlar üretmesinin önünün açıldığıdır.

Bugün neo-liberalizm, insan hakları konusunda yeni taktikler geliştirirken, eşitlik ve özgürlük bayrağını halen onurla taşıyan sosyalist Küba’ya yönelik saldırıların “hâlâ” soğuk savaş döneminin araçlarıyla sürdürülmesi bu görüşümüzü desteklemektedir. Emperyalizm 90’lı yılların başından itibaren Küba üzerindeki faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. 1992 yılında BM İnsan Hakları Komisyonu’nun onaylayıp Ekonomik ve Sosyal Konsey’e (ECOSOC) gönderdiği eski Kolombiya Büyükelçisi R. Rivas Posada’nın New York ve Cenova’daki “sivil toplum örgütleri”nin Küba’da yerinde inceleme dahi yapmaksızın siparişle oluşturdukları veriler ışığında hazırladığı taslağın geliştirilmiş bir versiyonu olan ve bu ülkede temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddiasını ortaya atan “Küba Karşıtı Önerge”de (Anti-Cuban Resolution)14 , emperyalizmin soğuk savaş boyunca sosyalizme karşı ürettiği politik “insani” argümanların bir özeti okunabilir. Bu önergede Küba, (çözülmeden önce Sovyetler Birliği Demokratik Almanya diye de okunabilirdi) özellikle rejim karşıtı tutukluların insan haklarını ihlal etmekle; vatandaşlarının siyasal katılım-temsiliyet haklarını ellerinden almakla barışçıl dönüşüm(!) yandaşlarına söz hakkı tanımamakla vatandaşlarını bireysel özgürlüklerden (nam-ı diğer mülkiyet haklarından) hareket serbestisinden bireyin kendisini ifade etme ve toplanma haklarından mahrum bırakmakla; BM İHK Özel Temsilciliği ile işbirliği yapmamakla suçlanmaktadır. Bu ve benzeri önergelerdeki tek tek iddiaların geçersiz ciddiyetsiz ve ahlaksız olduğunu kanıtlamak için fazla söze gerek yok. Yine de Küba Karşıtı Önerge’de hakları dile getirilenlerin faşizan eylemlerde bulunan karşı-devrimciler ile Küba’ya CIA ajanı sokmaya çalışan Miamili mafya babalarından oluştuğunu; vatandaşların yüzde 97’sinin katılımı ile kabul edilen Küba Anayasası’nın varlığını (oysa ABD’de seçimlere katılım yüzde 40’lara kadar düşmektedir); milyonlarca insanın ülke sorunlarını parti kongre-lerinde tartışma ortamı bulduğunu (Örneğin KKP’nin 4. kongresine 3.5 milyon kişi aktif olarak katılmıştır); Küba’nın 1988 yılında tamamen kendi gönüllü tavrı ile BM İHK’dan bir heyeti yerinde gözlem yapmak üzere davet ettiğini ve heyete kendi belirlediği kişi ve tutuklular ile görüşme imkanı sağlandığını hatırlatmak yeterli olacaktır. Ancak asıl önemli olan ABD ve diğerlerinin BM dolayımı ile de olsa sosyalist devrimlerinin meşruiyetini sorgulamaya cüret etmesidir. BM İHK ile işbirliği bir başka deyişle sürekli bir denetim mekanizması olarak işlev gören “özel temsilcilik”in kabulü zaten sosyalizmin temel prensiplerinden vazgeçmektir. Küba Dışişleri Bakanı Kouri bu noktayı özellikle vurguladıktan sonra asıl meşruiyetleri sorgulanması gerekenlere işaret etmektedir 15 .

Soğuk savaşın bu iki karakterli argümanları öylesine sık ve çeşitli araçlarla yeniden üretilmişlerdir ki; aklını bu saldırılara karşı koruyamayan kimi sol aydınlar üzerinde de kalıcı şizofren etkiler yaratmıştır. Artık insan hakları üzerine her söylev veren “hem nalına hem mıhına” vururken “şişi ve kebabı” yakmamaya da gayret etmektedir. Omurgasızlıktır bahis konusu olan. Aklı burjuva ideolojisi ile iğdiş edilmiş; dünyayı devlet karşıtlığı ile kör bir sivil toplumculukla algılayan; bilinçsizce postmodern bu insan hakları anlayışı aynı zamanda fahişelik çocuk emeğinin istismarı şiddet gibi kapitalizmin çirkin çıktılarından da hazetmemektedir. Hem mülkiyetin tahakkümüne karşı çıkılmakta hem de bu “özel mülkiyet dünyasının” ürünü uluslararası hukuktan medet umulmaktadır16 . Bir yandan Marx’ta “insanın yüceliği” sosyalizmde “insanın özgürleşme potansiyeli” bulunurken; diğer yandan örneğin devlete küsüp mazlumlaşıveren şeriatçılara payandalık yapmayan sol “ikiyüzlülük” ile; ve kapitalist bir dünyada emekçilerin çıkarlarını temel alan bir düzeni korumaya çalışan sosyalist ülkeler “monarşik hatta yarı-askerilik”le itham edilmektedir. İşte bu “hem hem” ve “ne ne” gerilimi insan hakları gündeminde sol-liberal yeni solcu komünalist külliyatın ruhunu oluşturmuştur. Zamanla burjuva liberal kulübe transfer olmayanların solla ilgisi (ya da solculuğu) şekilsiz (siyasetsiz) bir neo-liberalizm karşıtlığı ve kültürel bir kategoriye ya da sömürgeciliğe indirgenmiş bir “neo-emperyalizm” karşıtlığı ile hâlâ açıklayıcı ve ikna edici -ve hatta kimi zaman romantik olabilmek için marksizme başvurmak zorunda olmalarındandır. Dolayısıyla insan hakları sorununa getirdikleri yaklaşım, insanın özgürleşmesi probleminin ekonomik siyasi ve örgütsel mücadele ile bağlantılarını talileştirerek ulusalüstü hukuka -ne demekse- bel bağlamasıyla ütopik reformist; insan hakları mücadelesini siyasetin yerine ikame etme çabası ile apolitik; çelişkilerin demokratizasyonu ve görececilikle postmodern; bu çelişkileri de birey-toplum ve sivil toplum-devlet arasında kavraması nedeniyle sivil toplumcu; bireyden başka özne tanımazlıkla fetişist; devrimci şiddeti de kapsamak üzere toplumsal dönüşümü olanaksızlaştıracak ölçüde şiddet karşıtı sivil itaatsizlikçi bir perspektife sahiptir.

Kuşkusuz bugün, Türkiye’de insan hakları gündeminde daha sağlıklı bir alan açabilmek için bu tezlerin her biri ile hesaplaşmak gereklidir. Ama bu çalışmanın birincil işlevi bu değil. Yine de “söylemesem ölürdüm” kabilinden kimi tartışmalara geçerken değineceğiz. İşe (reel) sosyalizmin meşruluğunun nerede aranması gerektiğiyle başlamak yerinde olacaktır. Öncelikle yanlış olan:

Reel sosyalizm ise bu dengeyi (bireyin özgürlüğü-toplumsal çıkar ilişkisi kastediliyor) gerçekleştiremediği için ölmek zorunda. Çünkü başından beri enerjisini moral-politik meşruiyetini, bu kendi kendine koyduğu bireysel özgürlük ile toplumsal özgürlük arasındaki sıhhatli ilişkiyi kurmak iddiasından almaktaydı. Bunu çözemedi ve çözemeyecek. Eğer sosyalizmin hâlâ politik bir ütopya olarak geçerli olduğuna inanıyorsak insan hakları konusunun bu en önemli ayağı sayılabilecek konuda politik bir perspektif geliştirmek zorundayız17 . [AKÇAM Taner]

Bir de insan hakları kavramını tarihsel ve toplumsal koşullardan bu dünyanın gerekliliklerinden bağımsız bir biçimde ve adeta Hegelci bir tarzla tarih-üstü metafizik bir “bütünlük” olarak kuran Alman dostlarımızın buradan çıkardığı reel sosyalizm eleştirisine bakalım.

Her insan hakkı birbirleri ile karşılıklı bağımlılık ilişkisindedir; dolayısıyla parçalanmaz bir bütünlük oluşturur. Siyasal ve sivil haklar herhangi bir koşula bağlı olmaksızın gereklidirler ve ekonomik/toplumsal haklarla telafi edilemezler. Nitekim bunu biz kendi ülkemiz Demokratik Almanya’da (DAC) oldukça üzücü bir biçimde gördük18 . [HEUER Uwe-Jens, SHIRMET Gregor]

Neyse ki, insanlığın nihai kurtuluşununun/özgürleşmesinin komünist bir dünyada gerçekleşeceği önermesi genel kabul görmektedir. Sınıfsız topluma geçiş öncesinde ise sosyalizmin kendini bir dünya sistemi olarak kurması gerekmektedir. Sınıfsız toplumu uğruna mücadele edilmesini anlamsızlaştıracak derecede uzak bulanların 19 , dünyanın bütün ülkelerinde eş zamanlı devrimler beklentisi de olamayacağına göre, bu süreç içerisinde iktidarı alan proletaryanın modeli reel sosyalizm olacaktır. Bir kez “reel sosyalizm” “çirkin sosyalizm” demek değildir ve dahası:

Kimileri için tartışmalı olabilir ancak: sosyalist devrimin sınıfsız bir topluma doğru bir sıçrama, üstelik de en önemli sıçrama olmaktan öte bir meşruluk kaynağı yoktur20 . [HEKİMOĞLU Cemal]

Bunu “sosyalizm insan haklarını takmaz” diye okumak abestir. Kapitalizmin uluslararası işbölümü ve pazarı, halen dünya ölçeğinde egemenken üstelik sınıf mücadelesi içerisinde taşıdığı “geri dönüş dinamikleri” ile sürerken tekil sosyalist ülkeler hem emperyalizmle hem de burjuva ideolojisi ile yeniden ve yeniden hesaplaşmak zorundadır. Sosyalist Blok’un çözülüşünden bizim de siyasal devrimin hiçbir toprağı kapitalizme karşı “şerbetlemediği” sonucunu çıkarmaya hakkımız var. Bir mücadele üstelik de tarihin gördüğü en makyavalist düzene karşı bir mücadele söz konusu ise onun kendi iç gereklilikleri de söz konusu demektir. Bu zorunluluklar ile “birtakım soyut ilkesellikler ve ideal modeller” arasında çe-lişkilerin bulunması herhalde sosyalizmin suçu değildir. “Reel” olanının bile. “Sosyalist devlet her türlü eksik ve fazlasıyla işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin burjuvazi karşısındaki en önemli silahıdır. Sosyalizmi kurma çabalarının maliyeti, iktidarın yeniden burjuvaziye teslim edilmesinden büyük olamaz”21 . Sonuç olarak, sosyalistlerin hareket alanını ve araçlarını belirleyen burjuva normları değil, kendi tarihsel haklılıkları ile toplumsal meşruiyetleridir.

Bir de sivil toplum merkezli eleştirilerden birini ele alalım:

“Sosyalizm iddialı ülkelerdeki idamlar yaşam hakkı ihlalleri azınlıklar üzerindeki baskılar düşünce özgürlüğü sınırlamaları hak arama özgürlüğündeki sınırlamalar grev hakkının olmayışı22 , bireyin devleti eleştirmedeki önüne konan zorluklar… Bu uygulamalardaki devleti ve partiyi adeta kutsallaştıran monarşik hatta yarı-askeri yapının, insan hakları ve sivil toplum iradesi üzerindeki olumsuz etkileri görmezden gelinmiştir” 23 .

Leninist partinin, tarihsel anlamda “özel bir araç” olarak ne burjuva hukukunun ne de gelecekteki sosyalist toplumun normları ile yargılanamayacağı çok söylendi. Ancak açıklamaya buradan başlamak da bir şey ifade etmeyecektir. İlkin Marx sivil toplum ve özgürleşme sorununu egemen sınıf-egemen ideoloji bağlamında çözümlemekte ve “işçilerin sivil toplumun ideolojik terörüne karşı örgütlenmeleri gerektiğini” söylemektedir. Özgürleşme toplumu ve devletiyle kapitalist ilişkilerin; bunun içinde özel mülkiyetin tasfiyesi ile gerçekleşecektir. Brecht’in ustalığına yakışır bir berraklıkla ortaya koyduğu biçimiyle:

Kendi ülkelerindeki iktisadi yaşama egemen olanları kovmamış olanların, SU ülkesini özgürlük bulunmamakla suçlaması, bunların kurtuluşun örgütlenmeyi gerektiren iktisadi bir dava olduğunu anlayamadıklarını gösterir24 . [BRECHT Bertolt]

Peki Marx’ın karşısına Rosa Lüxemburg çıkarılabilir mi? “Marx’ın eserlerinde bütünsel bir insan hakları analizi geleceğe yönelik bir insan hakları projesi mevcut” olmadığı iddiasıyla ve nedense bunu bir eksiklik olarak düşünüp, bu açığı “özellikle düşünce özgürlüğü sorununa bir slogan miras bırakacak kadar ciddiyetle eğilmiş ve tespitleri ‘reel sosyalizmin çöküşü’yle daha da güncel hale gelmiş olan marksist geleneğin ünlü siması Rosa Lüxemburg’un görüşleri”25 ile kapama çabası giderek yaygınlaşmaktadır. Liberal kamp karşısında klasik marksist tezlere güvensizlikle dolu ve neredeyse kompleksli bu yaklaşım öncelikle tarih önünde devrimci ve politik kişiliği ile saygın bir yeri hak eden büyük devrimci Rosa Lüxemburg’a haksızlık etmektedir.

Lüxemburg’un ‘burjuva demokrasisinin toplumsal çekirdeğini politik biçiminden sürekli ayırdık. (…) kılıfı yeni bir içerikle doldurmak gerekiyor’26 derkenki sistematiğinin II. Enternasyonal çizgisinden ne farkı vardır Bugün ekonomizm, reformizm vs. anlamında ne varsa hepsini Stalin’in omuzlarına yükleyenler 70’lerdeki ‘ileri demokratik düzen’ stratejilerinin neleri hareket noktası olarak aldığını bilmiyorlar mı?” 27 [HEKİMOĞLU Cemal]

İşte marksist olduğunu öne sürenleri dahi geleneksel tezlerimize karşı güvensizliğe -ve hatta komplekse- sürükleyen Avrupa aydınının insanlığın topyekün kurtuluşundan ümidi kesmesi “yaşanabilir bir kapitalizm” arayışları ve emperyalizmin ideolojik ve yer yer fiziki terörü olmuştur. Cadı kazanlarının altına atılan odunlardan birinin üzerinde de insan hakları yazmaktadır. Nixon’dan başlayarak Ford Carter ve Reagan’ın siyasi danışmanlarının aklında insan haklarının hep Sovyetler Birliği’nin “normalleştirilmesi” için bir araç olarak tasarlandığı ve ne yazık ki bu aracı da etkili bir biçimde kullandıkları açıktır. 80’li yılların dönümünde artık Sosyalist Blok çözülürken, içeriği liberal birey haklarına indirgenmiş azınlık haklarının AGİK gibi yapıların elinde bu süreci hızlandırmak amacıyla, yeniden güncellenmesiyle emperyalist insan hakları retoriği birincil misyonunu tamamlamıştır.

İnsan hakları mücadelesinin tarihinde sosyalizm düşmanlığı dışında bir şey bulamamak elbette ki bir indirgemecilik olacaktır. Ancak bizim burada yapmak istediğimiz üretilen ve dolaşıma sunulan envai çeşit yanılsamanın karşısında, baskın eğilime işaret etmek ve bilinçleri biraz olsun berraklaştırmaktır. İnsan hakları gündeminde kavramın çıkışında ait olduğu liberal paradigmaya karşın salt emperyalist ikiyüzlülük (hipocracy) düşünüldüğünde bile solun avantajlı bir konuma sahip olduğu anlaşılır. Buna geleceğiz ama önce “sosyalizmsiz yeni düzen”de insan haklarının geçirdiği başkalaşımı tahlil etmek bu kesitteki tartışma başlıklarını ele almak gerekmektedir.

… Ve nihayet emperyalizm, “yeni bir ortaçağ” denen bir döneme vardı. Kapitalist ilişkiler bütün dünyaya yayılırken aynı zamanda refah taşıma anlamında kapsayıcılığını bütünüyle yitirdi. İnsani olan her ne var ise metalaştırılıp tüketildi. İnsanlığın en az yarısı açlık sınırının altında yaşıyor. Bunlar da yeterince yazıldı. Biz bunların insan hakları açısından sonuçları üzerinde duracağız. Sorun kapitalist metropollerin kendi içlerinde ve çok daha yaygın ve yakıcı olarak gelişmemiş ülkelerde mutlak bir “insani koşullardan dışlanma”nın yaşandığı bir dünyada efendilerin düzenin bekasını nasıl sağlayacaklarıdır. Eğer her politikleştirici süreç hızla düzen dışı dinamiklerle buluşma potansiyelini de taşıyorsa yerel ölçekte burjuvazi küresel ölçekte ABD sonuç olarak politik temsilciler eliyle yürütülmesi gereken yönetme işini hangi araçlarla sürdürebilir

Başa dönersek, işte dünyayı insan haklarına sahip olan ve olmayan coğrafyalara veya medeniyetlere bölen bu yeni yaklaşım, eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Bunun için önce insan haklarının içeriğinin biraz eğilip bükülmesi gerekmekteydi. Sosyalizmin çözülmesinden sonra zaten iyice gereksizleşmiş olan ekonomik ve sosyal haklar bireysellik ilkesine aykırılıkları nedeniyle insan haklarından sayılmamaya başlandı. Soros’a kendilerine ilişmemesi için yalvararak tükendiğini tescilleyen Üçüncü Dünya’nın hakları da ironik bir şekilde islamcıların “ölünün hakları”na dönüştü. Ayrıca bir yandan devletin baskı/denetim teknolojisi Orwellvari yetkinleşir örneğin dinleme teknolojilerindeki geliş-meler “görülmüştür” kaşelerine gerek olmaksızın haberleşme gizliliği hakkının ihlalini olanaklı kılarken diğer yandan düzenin ideolojik aygıtları ve özellikle öne çıkan medya aracılığı ile egemen ilişkiler alanına kıstırılmış tüm insanlar sistemli bir aptallaştırma sürecine maruz bırakılmaktadır.

Ek olarak, Yokohoma Bildirgesi gibi doğrudan müdahalelerle solun alanı sınırlanmakta ve bu sınırlı alandaki faaliyetleri de etkisizleştirilmektedir. Sonuçta, bu vektörel toplam insan haklarının hukuki boyutunu itibarileştirmiştir. Yine de bundan bir ilke olarak bahsedemiyoruz çünkü emperyalizmin pragmatizmi her türlü ilkeselliği dışlamaktadır. Bir mülteciler sorununda ABD ve Avrupa’nın halen BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (MYK) ihtiyacı vardır. Bu ülkeler kendi ülkelerinde görmek istemedikleri mültecileri çeperlerinde tutmaya çalışmakta ve örneğin Türkiye’de BM MYK bir süredir “mülteci hakları” üzerine “yetkililere” eğitimler vermektedir. Avrupa Türkiye’yi mülteci akımlarının birikeceği bir tampon bölge olarak eğitmek istemektedir. Pragmatizmden söz ederken bir de kapitalizmin insan hakları gündeminden “haklarınız için kullanım kılavuzları”ndan (user manuel for your human rights) insan hakları uzmanı hukuk bürolarına uzanan bir insan hakları pazarı kotarmış olduğunu da vurgulayalım.

Salt vicdani boyutuyla insan haklarının insancıllığa indirgenmesi ve siyasetin kitleleri düzene yeniden kazandırma esasındaki işlevinin etkisizleşmesi, siyaset ve insan haklarının ahlak söyleminde içiçe geçmelerine neden olmuştur. Buna “küreselleşen dünyanın acilleşen bir arada yaşama etiği” ihtiyacına yanıt olarak insan haklarının öne çıkarılması da eklemlenmiştir. Liberal insan hakları paradigmasının doğuşunda “kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma” biçiminde formüle edilen “insani” ahlaki söylem dinsel ahlakın yerini almış ve dinin apolitikleştirilmesinde kullanılmıştı. Ancak bugün için, yeni olan ahlakın siyasetin bıraktığı boşlukları yamamaya koşulmasıdır. Artık en geçer akçesi “dürüstlük” olan burjuva siyaseti, emekçilere ne ekmek ne hürriyet ama hepsinden önce “temiz toplum” “temiz siyaset” vaat etmektedir. Özelleştirmeye KİT’lerin kleptoman siyasetçilerin arpalığı olmaktan kurtarılması gerekçesiyle haklılık aranmaktadır.

68’in politik dalgasının her yeri sallayıp geri çekilişinden sonra, Avrupa’da bıraktığı apolitik tortular olan ve yeniden politikleştiklerinde Alman Yeşilleri ile mantıksal sonuçlarına ulaşan “Yurttaş İnisiyatifleri” Susurluk gündemiyle bu kez ülkemizde güncelleşiyor. Ama bu sefer siyasetin özneleri olarak. Neo-liberalizm ne zamandır bizzat sınıfsız kimlikleriyle yurttaşları göreve çağırmaktaydı. “Apolitik siyasi özne” garip bulunabilir ama bunun da vebali siyasi krizinin yarattığı çatlaklara düzenin siyaset yasağı koyması ile “Yurttaş İnisiyatifleri”nin arkasına gizlenerek siyaset yapmaya çalışan sol-liberal partinin boynundadır.

İnsan haklarının hukuki boyutunun aşındırılmasının uluslararası ilişkilerdeki yansıması, insan haklarının sahipliğini ilan eden ülkelerin “insan haklarından yoksun” buldukları ülkelere keyfi müdahalelerde bulunma olanağı vermesi olmuştur. Artık sadece “insani olan” söz konusu ise bunun içeriği, BM sözleşmelerinin yazılı maddelerinden daha esnek ve ideolojik süreçlerle belirlenmeye daha açık olacaktır. Kuşkusuz “insani olan”ın da ekonomik siyasi diplomatik ve askeri maliyetleri vardır ve ABD egemenliğindeki dünyada bunun anlamı adı ister “insani yardım/müdahale” ister “uluslararası terörizmle mücadele” olsun NATO ya da ABD’nin dünyanın herhangi bir yerindeki bir çatışmaya isyana ya da Irak örneğinde olduğu gibi resmi yönetime karşı istediği yöntemle müdahalede bulunabileceğidir. BM’den icazet almak ne kelime CIA’nın casusları insani komisyonlardan “diplomatik ya da başka resmi kimlikler”28 almaktadır. Müdahale yöntemi ise genellikle askeri olmuştur, çünkü “barışcıl çözüm planları” da somut olarak çatışan tarafların somut çelişki ve çıkarlarının siyasi içeriklerinden arındırılması nedeniyle işlevsizleşmiştir. Bugün televizyonunun karşısına oturan herhangi biri 10 dakika boyunca Endonezya, Kosova ya da Somali gibi “uzak ve anlaşılmaz” yerlerdeki çatışmaları izledikten ve ne tür ihlallerin yaşandığını vicdanları sızlayarak dinledikten sonra, yine de çatışmanın nedeni hakkında en ufak bir malumata sahip olamadan bir sonraki habere geçecektir. Bu yeni bir gerçekliği/tarihi yorumla(t)ma ve statükoyu sonsuzlaştırma tekniğidir.

Hedefe ulaşmanın her yolunu mübah sayan araçsalcı pragmatizmin bu sefer usulü mutlaklaştıran simetrik karşıtı (…) bu zihniyet kalıbı; milli/yerel ölçeklerde olduğu gibi global düzeyde de her nevi dünyayı değiştirme teşebbüsüne karşı muhafazakar bir tutuma dönüşme istidadı taşıyor. Siyasal hedefleri, talepleri ikincilleştiren hatta bunlar karşısında duyarsızlığı telkin eden; bir veçhesiyle katı bir hukuksal dizge bir veçhesiyle de ‘kaygan’ bir ‘insancıllık’ ahlakı olarak işletilen insan haklarına riayeti kendi başına amaçlaştıran söylemin kazandığı dogmatik hüviyet böyle statükocu bir yönelimi en azından potansiyel olarak bağrında taşıyor -en azından sistem ta-rafından bu yönde işlevselleştirilmeye çalışılıyor çalışılacak29 . [BORA Tanıl]

Bu yaklaşıma ABD, NATO veya Suriye krizindeki Türkiye’nin pervasızca şiddet kullanımı ve/veya tehdidi geriliminde meşruluk aranmasının mesnetsizliği sol-liberal partinin tavrında açığa çıkmıştır. Suriye krizinde barışçıl diplomatik çözüm talebi Apo’nun “kuzu kuzu” teslim edilmesinden başka bir anlama gelmemiştir. Her şeyin kendisinden kalkarak ve kendisiyle sınırlı kalarak ve de tarihsel materyalist yöntemin ilişkilendirerek anlamlandırma çabalarının sosyolojik analizin “yutan elemanı” görecelikle ekarte edilerek açıklandığı postmodernist tezler şiddeti de içermek zorunda olan toplumun devrimci dönüşümünün olanaksızlaştırılmasının felsefi temellerini oluşturmuştur.

II.

İnsan hakları konusundaki çeşitli konumlanışlarda temel alınan bir diğer sorun giderek daha fazla ahlaki bir içerikle donatıldığını belirttiğimiz bu kavramın evrenselliği mevzusu olmaktadır. Tartışılan belli bir tarihsel mekanda, belli toplumsal gelişmelere yanıt olarak ortaya çıkmış dolayısıyla o kültürel-politik ortamın damgasını taşıyan bir ilkeler dizisinin, tüm insanlık için geçerli ilan edilmesinin ahlaki meşruluğudur.

Aydınlanmanın ve insan aklının tarihin öznesi olarak insanın bilinçli eylemliliğinin sorgulanması ile başlayan dünyayı görecelilik, kültürel özerklik, etnik, dinsel, kültürel kimliklerin kutsal dokunulmazlığı vs. ile açıklayan postmodernist yaklaşımların gelişimi ve işleviyle birlikte bu tartışmaların anavatanı da biliniyor. İlginç olan evrensellik iddiasıyla doğan insan hakları kavramına bugün adına “kültürel görecelik”çiler diyebileceğimiz milliyetçi islamcı ve Asyacı tepkilerin “insan haklarının Avrupa emperyalizminin bir operasyonel nüfuz etme aracı olduğu” gibi sol bir söylemi öne çıkararak alternatif bir meşruluk kaynağı yaratma girişimleridir. Oysa bu kendi kültürel farklılıklarına yapılan vurgular, verili çerçevenin hegemonyasının kabulü ve ona “kendi sınıfsal egemenlik ilişkilerinin o ‘özgün’ biçimlerinin teorileştirilmesi” ile eklemlenme çabalarından ötesini göstermemektedir. Nitekim çeşitli uluslararası toplantılarda, özellikle Asyalı ve islamcı temsilcilerin temel sorunu, evrensellik olurken Avrupalı ve Amerikalı delegeler bu gündemi pek ciddiye almamaktadırlar.

İnsan hakları ile ilgili katıksız bir saflık dışında bu durumun anlaşılması için evrenselliğin kapitalist ilişkilerin doğasında aranması ve bugün gelinen nokta itibariyle sermayenin küresel arzusu olan yerel politik aktörlerin anlamsızlaştırılması eğiliminin kavranması gereklidir. Gerek “insan hakları emperyalizmi” kavramı merkezinde sorunu ele alan sosyalist yaklaşımların gerekse bir yandan kimlik vurgusunun çekiciliğine kapılmaktan kendini alamayan ama asıl olarak insanın özgürleşme problemini insan haklarının evrensel gelişimi ile ilgili ütopik reformist arayışlarla yanıtlayan sol-liberal yaklaşımların şimdiye dek tartışma dışı bıraktığı önemli bir olgu burada anahtar bir işlev görür: eşitsiz gelişme. Kapitalizm bağrındaki çelişkileri, kapitalistleşme sürecine geç giren “en geri ve en ileri ilişkileri bir arada yaşayan” zayıf halkalarda biriktirir. Bu yasallıklar ve onların mekanizmaları Gelenek okurları için açık olmalı. İşte bu süreçlerdir ki; hem bu ülkelerdeki burjuva ideolojisinin hegemonya sorunlarının yapısallığını ve dolayısıyla zorun yani insan hakları ihlallerinin zorunluluğunu gösteririr hem de bu zorunlulukların doğurduğu uluslararası zafiyeti…

Evrensellik iddiasına karşı, kültürel görecelik tartışmalarının, dünya kapitalist zincirinin iç tartışmaları olarak ortaya çıktığı açıktır. Ancak bu gelişmelerin ortaya çıkış nedenleri hakkında “postmodernizm geldi böyle oldu” sığlıklarını aşan bir kavrayışa ulaşmak için, eşitsiz gelişmenin kapitalizmin dünya pazarına entegrasyon esasında bir iç bütünlüğü olduğu gerçeğini kapsadığı; yani mesela Hindistan’daki rehin çocuk emeğinin en zalimane sömürüsünü Adidas’ın ya da Nike’ın gerçekleştirdiği veya dünyadaki tüm kontrgerilla güçlerinin merkez üssünün Pentagon olduğu akılda tutularak emperyalist merkezlerle zayıf halkalar arasında çelişki yaratan süreçlerin aydınlatılması gerekmektedir. İkiyüzlülük, emperyalist sistemin en kötü özelliği değildir. Oyunun kurallarını koyanlar açısından temel belirleyen kendi birincil çıkarlarıdır. Bu gerilimde, kendi işçi aristokrasilerine yaslanarak gerçekleştirdikleri küresel hegemonik açılımlar, zayıf halkaları zorlamaktadır. 1992 BM Viyana İnsan Hakları Konferansı’nda Çin delegasyonunun görüşleri çok daha geniş bir kesimin sıkıntılarına tercüman olmuştur:

İnsan hakları kavramı, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Bir ülkenin özgül toplumsal siyasal ve ekonomik koşulları ve özgül tarih kültür ve değerleri ile yakın bir şekilde bağlantılıdır. Farklı tarihsel gelişme aşamaları, farklı insan hakları gerekliliklerine sahiptir. Farklı gelişme aşamalarındaki ya da farklı tarihsel gelenek ve arka planları olan ülkeler de insan haklarının farklı anlayışlarına ve pratiğine sahiptirler...”30

Bu karşı koyuşlar, esas itibari ile bu ülkelerin sömürü biçimlerini istismar eden “ikiyüzlü” Batı’nın uluslararası insan hakları hukuğuna karşı kendi iktidarlarının kültürel rasyonalizasyonuna yönelik pragmatik ve en az Batı kadar “ikiyüzlü”; kimi şeriatçı kimi ırkçı hepsi de kültürel duruşlardır. Bununla beraber insan hakları kavramının içeriklendirilmesi biçiminde kendini gösteren ideolojik bir mücadelenin olduğu da doğrudur. Avrupa merkezli insan hakları paradigmasına karşı geliştirilen argümanlar, bu nedenle bir yandan burjuva liberalizminin sol eleştirisine yaslanırken, diğer yandan da postmodernist görecelik/kimlik referanslarına başvurması bir çelişki ya da olumsallıktan öte bu konumlanışın kendinden kaynaklanan eklektizm zorunluluğunu göstermektedir. Mevcut bireyselci, faydacı, hazcı, tüketimci, anti-hümanist insan kavrayışlarına karşı getirilen geleneksel toplulukçu dayanışmacı kolektif sorumlulukları tanıyan hak-ödev dengesi gözeten toplumsal malların dağılımında adaleti önemseyen tepkiler böylece anlaşılabilir. İdeolojiler dünyasında bir eğilim ancak haddini aşarak yol alabilmektedir. Ekonomik ve sosyal haklardan yoksunluk açlık ve yoksulluk çocuk emeği istismarı fahişelik gibi kimi sorunların fahiş derinliği “açlığı ve yoksulluğu insan hakkı ihlali saymayan” liberal paradigmanın yerine “hakları sorumluluklardan ayırmayan kendi kültürel değerlerinin” savunulması gibi geçiştirici sonuçlar verecektir. Bu masum eleştiri vara vara “sınıfsız-sömürüsüz kaynaşmış kültürler”e varmaktadır. Kapitalist sosyal formasyonlar dahil bütün sınıflı toplumların kültüründe ezilen sınıfların var kalma mücadelerinde ürettikleri kollektivist dayanışmacı motifler vardır. Ama işin doğası gereği aynı kültür egemen ton olarak sömürünün ve baskının yeniden üretim koşullarını da taşır. Buraya kadarı biliniyor. Ötesine de geçilecek. Ancak önce buraya kadar da gelemeyenlerle hesaplaşma zorunludur.

Başta Marx olmak üzere, Avrupa düşüncesi konuyu fazla tek yönlü basit bir süreç olarak düşünmüştü (…) burjuva veya proleter biçimler altında düşünülmüş bir dünya medeniyeti projesi, gelinen noktada hem tutmamış gözüküyor hem de gerçekçi gelmiyor. Günümüzde etnik-kültürel farklılıkların öne çıktığı bir sürece girmiş bulunuyoruz (…) herbiri temel insani sorun durumunda olan sınıfsal cinsel kültürel çevresel sorunların hiçbirisi diğerlerinden daha az önemli çözümü ötekine otomatik olarak bağlı değildir31 . [AKÇAM Taner]

Öznelliğe duyarlı ve kültürel açıdan eşitlikçiliği göreceliğin cazip taraflarını oluşturuyor32 . [ÖZDEK Yasemin]

Tekrar olsun, marksizm ilgilendiği toplumsal sorunların çeşitli boyutlarına/veçhelerine karşı “demokratik” bir tutum benimsemez. Onun elinde tüm toplumsal ilişkiler eşdeğerli değildir. Zaten işin güzelliği de buradadır ki, ortadaki arapsaçının önce hangi ucundan tutulup hangi düğümlerin nasıl çözüleceğine -bazen de aşılacağına- ilişkin bir yöntem önerir. Bu “hiyerarşi” çözenin keyfiyetinden değil çözülenin nesnelliğinden kaynaklanır. Bütün uçlarından aynı anda aynı yönde ve eşit şiddette çekilerek çözülen bir düğüm olmaması bir yana bir kapitalist formasyondan bahsediyorsak ortada en azından bu düğümün varlığı kendi varlık koşulu olan dolayısıyla sorunu inkar eden geçiştiren bir taraf vardır: burjuvazi. Öyleyse her ne saik ve söylemle dile getirilirse getirilsin bu noktayı gözardı eden tüm yaklaşımlar burjuvaziye hizmet etmekten kurtulamaz.

İnsan hakları gündeminin uluslararası alanda tartışmasız bir hegemonya kurması, bütün aktörleri bir taraf olmaya zorlamış, özellikle tüm dünyada islamcıları sıkıştırmış; ama aynı zamanda insan hakları söyleminin ağırlığının uluslararası sözleşmeler bağlamındaki hukuki boyutundan ahlaki vicdani boyutlara kayması sonucu şeriatçılara bu “insancı” ahlaki söylemi dinsel ahlaki söylemle ikame etme olanağı da vermiştir.

İnsan hakları gündeminde tartışmaya kültürel görecelik üzerinden eklemlendiğini söylediğimiz islamcılar -Türkiye’de de geçerli olmak üzere- üç kategoride değerlendirilebilir. Yanlış bir biçimde şeriatçılar olarak adlandırılan (oysa tüm is-lam çeşitlemeleri şeriatçıdır) radikal dinci kesim insan haklarının Batı’nın islam ülkelerine zulmetmek için icat ettiği şeytani bir mefhum olduğu iddiasındadır. Şeriatçı retorik “bütün beşeri varlık Allah’ın eseri ise onun bir lütfu olan insan aklı kendisini yaratanı aştığını öne süremez ki; sürse bile bu Allah’a şerh koşmak yani dinden çıkmak olur” gibi esastan; “gerçek eşitlik ve kardeşlik öbür dünyadadır; bu dünya sınanma dünyası olduğu için şeriatın tüm vahşi ve ayrımcı öğeleri zorunludur dolayısıyla meşrudur” gibi usûlden gerekçelerle kendi alanını korumaya çalışmaktadır. Ali Hamaney’in ifadesiyle: “Doğruyu ve yanlışı bulmak istediğimizde Birleşmiş Milletler’e değil Mukaddes Kur’an’a gideriz. Bize göre İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Şeytan’ın müritlerinin anlamsız bir kolleksiyonundan başka bir şey değildir” 33 .

Dinci gericiliğin dış ilişkiler sorumluları gibi çalışan islamın “okumuşları”, postmodernist kültürel farkçılığın en hamarat savunucuları olarak ikinci kategoriyi oluşturmaktadırlar. Şeriatın insan hakları gündemindeki açmazlarını görmezden gelerek yol alan bu yaklaşım, söylemini islamın insan haklarını özünde kapsadığı tezi üstüne kurmaktadır. Allah kullarına doğuştan gelen yaşama mülkiyet eşitlik gibi haklar ihsan eylemiştir. Liberal paradigmada en önemli sorun noktalarından biri olan bu hakların korunması ve sınırları bu dünyaya ilişkin fani sorunlar olarak böylesi kutsal bir dolayımla atlanmaktadır: tüm hakların kaynağı olan Allah yani onun yeryüzündeki temsilcisi şeriatçı siyasal iktidar ya da cemaatin “sivil” otoritesi aynı zamanda bu hakların sınırı ve koruyucusudur da. “Hukuk önünde”nin yerine konan “Tanrı katında” retoriğinin üstünde bütün eşitsizlikleri meşrulaştıracak biçimde mükemmelce kurgulanmış “gerçek dünya” tasarımı gülümserken; cemaat ve iktidarın bir kutsal organik bütünlük oluşturduğunu iddia eden faşizan kavrayış ile ilkel ilahi bir doğal hukuk anlayışının basit toplamı bu retoriğin altından sırıtmaktadır. Böylece bir yandan Hıristiyan karakterinden laik bir karaktere negatif özgürlüklerden pozitiflere doğru evrilen mevcut insan hakları anlayışından bile çok gerilere sıçranırken; diğer yandan gücünü Tanrı’dan alan dinsel iktidar hem siyaset hem de zor tekeli kutsallaştırılarak meşrulaştırılmaktadır. Birilerinin diğerlerini “patates dininden” ilan etmesi bundandır.

Dinci gericilik gerek şeriatı çeşitli biçimlerde kendi hukuksal yapısının temeli olarak kabul eden ülkelerin anayasalarında; gerekse 1981 yılında İslam Konseyi’nin Mısır Pakistan Suudi Arabistan gibi islam ülkelerinden uzmanlara hazırlattığı “İslami İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” gibi uluslararası çalışmalarda liberal demokrasinin vazettiği çerçeveyi tekrarlamış; bunların kaynağı olarak Allah’ı gösterirken de hepsinin kullanımını şeriatla sınırlamıştır. Ancak bir kez kalkış noktası olarak kültürel özerkçilik alındıktan sonra ilgili “kültürel özgünlük”ler ifade yoksa icat edilmelidir.

“İslam hukukunda öyle hak kategorileri vardır ki bunların Batı hukukunda karşılıkları bulunamaz. Sözgelimi Allah’ın hakkı (Hukukuallah) Kişinin Kendine Dönük Hakları (Hukukunefis) ve hatta ölünün hakları vb.” 34

Artık, gem azıya alındıktan sonra da, Muhammed’in Veda Hutbesi’nin “tarihin ilk insan hakları bildirgesi” ve Kur’an’ın “genişletilmiş bir haklar manzumesi” olduğu; dahası İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin İslam’dan fazlaca etkilendiği, bu nedenle “insan haklarının asıl Batı için yeni bir şey” olduğu iddia edilebilmektedir. Nitekim, “namuslu kadınlara iftira atan (kastedilen asıl olarak kocasının bir mülkü olan kadının bedeninin bir başkasıyla paylaşılması olan zinadır) ve sonra bu hususta 4 şahit getiremeyenlere 80 değnek vurun” diye buyuran bir ayetten “Kur’an kadın haklarında hukuksal devrim yapmıştır”35 başlığıyla bir yazı çıkarılabilmektedir. İfrada kaçan “insan hakları öğretisinin gerçek kaynağı tek kelime ile islamdır” buyurarak insan haklarının halihazırdaki meşruiyet kaynaklarını dışlamaktadır 36

Şeriatçılar arasında bir üçüncü kanat olarak değerlendirilmeyi hak eden liberal-reformist islamcılar “bireysel haklar kataloğu” formülasyonunu insanlığın ortak geleceği için “bir arada yaşamanın asgari koşulu” olarak kabul etmektedirler. Bassam Tibi, Abdullahi A. An-Na’im ve Yaşar Nuri Öztürk gibi islami “okumuş”lardan oluşan bu grup yine insan haklarının islamın özüne aykırı olmadığından hareketle; islamın ahlakını ön plana çıkararak, bu özün tarihsel bir ürünü olduğunu öne sürdükleri hukukunu (şeriatı) artık küresel geçerliliğini kabul ettirmiş modern insan hakları çerçevesinde yeniden gözden geçirmeyi, başka bir deyişle şeriatın dinsel karakterli bir reformunu önermektedirler. Şeriatın mevcut karanlığını örneğin A. A. An-Na’im bu özün biçim kazandığı tarihsel kesitin toplumsal koşulları ile Y.N. Öztürk ise “putperest Arap şuuraltının” geriletici et-kileri ile açıklarken hepsi de tek güvenilir kaynak olarak Kur’an’a dönerek bir yeniden yapılanmayı mümkün ve gerekli görmektedir. Mümkün olanın sınırlı olması kaçınılmaz; sınırsa bir hayli ilginç. Şöyle ki An-Na’im Kur’an’ın Mekke’de inen ayetlerinin Medine’de inen ayetlere göre daha barışçıl eşitlikçi vs. olduğu keşfi ile revizyonun dayanağının bu ayetlerle sınırlı tutulmasını talep etmektedir.

Zaman zaman dramatik sonuçları da olan şeriatçıların iç tartışmaları bir yana bırakılırsa reformist şeriatçıların kendi önerilerini aşan bir değeri olduğu anlaşılır ki bu da sol-liberallerden uluslararası “insan hakları lobileri”ne geniş bir çevrede heyecan ve meşruluk yaratmalarıdır. İşte bu önemli bir tehlikeye işaret etmektedir.

“Bir hukuk bilimi ve etik sistem olarak özenle hazırlanmış islam hukuku (şeriat) olarak bilinen kurallar islamın ikinci ve üçüncü yüzyılları boyunca Emevi ve Abbasi devletlerinin iktidarları ve pratiklerinden bağımsız olarak derece derece ve büyük ölçüde teorik ve okullu alimlerin ihtimamlı çalışmaları ve yorumlamaları ile geliştirilmiştir…” Böylece “bugün şeriat olarak bilinen prensipler devlet tasdiğinden daha çok toplumsal konsensüs görünümündedir…” Ve “İslami ideoloji hakların koruyucusu olarak varsayılan hukukun şekillenmesine ve işleyişine katkıda bulunmaktadır.” Ama “sömürgecilik altındaki ve bağımsızlıktan sonraki islam toplumlarında Batı’nın kültürel emperyalizminin bir aracı olarak algılanan insan haklarına karşı açık psikolojik ve politik direnç vardır.” Sonuç olarak, “Şeriatın pek çok özelliği prensipte uluslararası insan hakları standartları ile uyumludur; ancak…”37

Alıntılanan bu görüşlerin en sonundaki “ancak”a dayanılarak meşrulaştırılması hatta bunlarda “gerçek şeriatçılar” karşısında insanın özgürleşmesi olanaklarının bulunması; ve üstelik bu “yakın ilgi”nin gerek kendini marksizme referansla tanımlayan gerekse öyle ya da böyle marksizme bulaşan (kelimenin gerçek anlamıyla) çevrelerce gerçekleştirilmesi tam bir gaflettir. Öncelikle islami kanatlar arasında özgürlükçü bir perspektifle çelişki mücadele aramak beyhude bir çabadır. Belirli bir tarihsel konjonktürde şeriatın hangi yüzünün öne çıkacağına karar veren iç mücadeleleri değil, bir bütün olarak onu saran siyasi atmosferdeki gelişmelerdir. Zira bir kez şeriatta insanlık adına değerler aranmaya/bulunmaya/uydurulmaya başlandıktan sonra liberal şeriatçılara açılan kapıdan sanılanın aksine demokrasi özgürlük falan değil tarikatlar, şeyhler, şıhlar, mollalar; Müslüman Gençlik Hizbullah Akıncılar gibi paramiliter örgütler; durup durup tahrik olup devrimci öğrencilere saldıran kentleri ateşe veren aydın katleden yobaz güruh girecektir. Şeriatçıların beş paralık mazlumluk edebiyatına38 gönül kaptıranlar en azından islamcı ekiplerin iç bütünlüğünün çok boyutluluğundan öğrenilebilir. Örneğin radikal muhafazakar şeriatçıların yönetimindeki Ankara Büyükşehir Belediyesi “insan hakları mücadelesi kulvarında koşturan ve iddiası olan bir organizasyon”39 Mazlum-Der’in eski genel başkanı ile dayanışmasını 3.5 trilyonluk iş vererek gösterirken; İstanbul Pendik Belediyesi düzenlediği şeriat eğitimi programı çerçevesinde konferans için çağırdığı Abdurrahman Dilipak Şükrü Karatepe ve “Kuşatılanlar” adlı kitabında ABD açısından “şeriatçı iktidar” spekülasyonları yapan Graham Fuller gibi isimleri lüks otellerde ağırlamaktadır.

Yeri de gelmişken, insan hakları gündeminde özel bir yeri olan “mazlumluk” üzerine düşünmek gerekiyor. Değil mi ki mazlum hakları en çok gaspedilendir. Bizim coğrafyamızda “mazlumluk”un belki de örneğin “Amerikan aklının pratik düşünme biçimi”nin kavrayamayacağı ideolojik bir anlamı vardır. “Alma mazlumun ahını.” Tesadüf değil kuşkusuz her yeni gün türbancılardan çetecilere en olmadık adamlar mazlumlaşıveriyorlar. Toplumun bu “mazlum zaafı” garip bir mazoşizm gibi gözükse de Pir Sultan yoldaşı Börklüce’den beri tüm çetin toplumsal mücadelelerin anlamlı bir dönüşüm gerçekleştiremeden ezilmesinin yarattığı tepkisel bir direnme noktası olarak gelenekselleşmiştir. Ne de olsa mazlumluk bir cennet biletidir!

Düzenin “mazlumluk” serüveni ise işe bir kıvançla başlıyor. Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal, bütün “mazlum milletlere” örnek oluyor. Demek ki, devletlû mazlumluğumuz “hasta adam”dan başlamış ve devletin bekası ile kafayı bozmuş; iç ve dış düşmanların “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”ne yönelik ağır tehditleri altında bugüne gelmiştir. İşte bu nokta bir güç retoriği olan faşizmin insan hakları söylemine eklemlenmesini sağlayacak bir olanak oluşturmuştur. Mazlumluk ile güç insan hakları ile milliyetçilik arasında bir gerilim veridir ama aynı zamanda bir haklılaştırma ilişkisidir de. Bazen yaşam bazen grev insanlığın her türlü hakkını gasp için örgütlenmiş ETKO (Esir Türkler Kurtuluş Ordusu) ve TİT (Türk İntikam Tugayı) bu mazlumluk edebiyatı üzerine kurulu saldırganlığı açıkça yansıtmaktadır. Doğrudan ya da dolaylı bunları besleyen binlerce yazı, söylev, film toplumun kollektif belleğinde de yer etmiştir. Bu saldırganlık yine egemen sınıfın politikalarının bir uç yorumcu ve tetikçisi olan faşist hareketin söyleminden okunabilir.

MHP MYK üyesi ve eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Şefkat Çetin: “Üç yaşındaki masum yavruya kurşun sıkabilen itlerin savunuculuğunu yapanlar da itleşmiştir. İtleşenlerin sesini medya aracılığı ile sevimli göstermekte ısrarcı olanlar da itoğlu itleşmiştir. (…) İnsan olma özelliğini kaybetmiş bunlar artık.”

Türk Dil Kurumu Başkanı Prof.Dr. Ahmet Bican Ercilasun: “Her ne kadar bu ülkenin bazı eşekleri özgürce anırabiliyorsa da bütün eşeklerin anırma özgürlüğünün olduğu söylenemez. (…) Eşeklerin ve özellikle iri kıyım eşeklerin anırmalarına hiç bir kısıtlama getirilmemeli, hatta bugüne kadarki kısıtlamalar göz önüne alınarak başkalarının onlara çüş demeleri yasaklanmalıdır.(…) Ülkenin tüm köpeklerinin diledikleri gibi havlayamadıkları bir gerçektir.(…) Ayrıca bazı insanların köpekleri sık sık taşladıkları gözlemlenmektedir. Ülkemizi başka ülkelere çirkin gösteren bu tür olumsuzluklara yol vermemek için tüm taşlar bağlanmalıdır.”

Ortadoğu Gazetesi başyazarı Necdet Sevinç: “Polis ülkenin birlik ve bütünlüğü için canını siper ederken, ‘ben hukukçuyum abi!’ diye ortalıkta dolaşanların eşkiyayı savunmaktan başka sorumluluklarının olması gerekir. Biliriz ki, bütün bu şamata hukuk anayasa insan hakları türünden masum siperlerin gerisine gizlenerek koparılan fahişe çığlığı, polisi sindirmek emniyet görevlilerini baskı altına almak gibi bir planın parçasıdır” 40 .

Bütün bunlar bir yere kadar tabii ki… Özellikle 90’lı yıllarda “kapitalizmin 1. ligine” yükselmek için Avrupa trenini yakalama telaşı ile Kürt sorununun tehdit konseptindeki çıtayı yeniden yükseltmesi ve 80’lerin ortalarından itibaren “insan hakları” başlığıyla bir mücadele alanı yaratmış olan solun bir yandan kitlelere diğer yandan uluslararası kuruluşlara ulaşması arasındaki gerilim, insan haklarının kaba bir pragmatizmle ele alınmasına neden olmuştur. Haliyle “kahrolsun insan hakları” diye korsan gösteri yapan polis teşkilatında bir insan hakları bürosu kurulmuş polis kolejlerinin müfredatına da insan hakları dersi eklenmiştir. Bir ara İnsan Hakları Bakanı’mız bile olduktan sonra bu işi Bakan’dan daha ciddiyetle yerine getirecek bir müşteşarlık kurma hazırlıkları sürüyor. Devletin bu rahatlığında Sosyalist Blok’taki çözülmenin “bu kış komünizm gelecek” paranoyasını hafifletmesinin etkisi olsa da asıl yenilik insan haklarını bir “milli güvenlik stratejisi/politikası” çerçevesinde değerlendirme yeteneğidir. Uluslararası gündemde de insan haklarının sürekli “terörizmle mücadele” ile birlikte anılıyor olması bunu kolaylaştırmıştır.

Öyle ki ‘terörizm’e karşı sert önlemleri insan haklarını ‘tam’ uygulamanın şartı (bedeli) sayan değil tersine insan haklarına ilişkin bazı tavizlere daha etkin bir ‘terörle mücadele’ mekanizması kurmanın şartı (bedeli) olmak kaydıyla razı gelen bir zihniyet yasama sürecine hakim oldu41 [Birikim]

Uzun zamandır yalnız devlete yönelik tehditleri gerçek ve “milli” insan hakkı ihlali olarak tanıyan bu zihniyet, İtalya krizi gündeminde diplomatik bir işleve de soyunma fırsatı buldu. “Cani” ilan edilen Öcalan’a ikamet izni veren İtalya’nın üzerine insan hakları retoriğiyle gidilmek istendi. “Türk’ün insan hakları” söylemi ilk kez somutlanma olanağı yakalar gibi oldu. Bir de üzerinde zıplanan meyveler ve dolaplar olmasa… Ama faşist faşistti ve polis işbirliği ile gerçekleştirdikleri linçler silahlar satırlar ile asıllarına rücu ettiler.

III.

Bütün bu anlatılanlarla, sosyalist siyasetin insan hakları gündemindeki kısıtları ortaya kondu. Ama daha önce de vurguladığımız gibi, önemli olanaklar da vardır. Bir kez bu toplumda insan hakları mücadelesi ile sosyalizmin birlikte anılması oldukça eskidir. Serteller’in Fevzi Çakmak ve eski Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü’yü de yanlarına alarak 17 Ekim 1946 tarihinde kurdukları “İnsan Hakları Cemiyeti” CHP ve dönemin basını tarafından “komünist işi” olarak algılanmıştır. “Gayrı-siyasi” olduğunu ilan etmesine rağmen, Cemiyet’in üç ay dayanabildiği bir karşı-kampanya ile kitleler nezdinde insan hakları -tıpkı demiryolları gibi- komünistlerin kimliğine yazılmaya başlandı. Buna “Türkiye Barışseverler Cemiyeti” deneyimi eklendi. 1949-51 yıllarında dünyada yaygınlaşan barış derneklerinin uzantısı olarak, 21 Mayıs 1950 tarihinde Behice Boran’ın etrafında toplanan bir grup sosyalist aydının giriştikleri bu mücadele de Kore Savaşı’nı protesto ettiği için derneğin kapatılması ve yöneticilerinin tutuklanması ile son buldu.

Soğuk savaş döneminde yaprak kıpırdamazken barış ve eşitlik taleplerini yine sosyalistler taşımıştır.

Oysa bugün, sömürünün eşitsizliğin metalaşmanın yani insani olan her şeyin reddinin ayyuka çıktığı bir dünyada, solun büyük bir bölümü insan hakları konusunda ideolojik yanılsamalar içerisindedir. Devletle “kafayı bozmak” elbette devrimciliğin tanımına içkindir ama bu tanımlamayı ancak onun sınıf karakterine ilişkin bir netlikle birlikte hak edebilir. Bu netlik yok ise en sivilinden liberal en bireycisinden demokrat olmak aşılamaz. Birey fetişi bir insan hakları savunucusunu yurttaşın deklase niteliğiyle apolitizme, araç denetiminin mutlaklaşmasıyla statükoculuğa götürür ama kesinlikle özgürlüğe değil. Özgürleşme insanın nesneliğini yani köleliğini geriletme, aynı anlama gelmek üzere özneliğini üretme mücadelesidir. Her üretimse tanımı gereği kollektiftir ve emekle gerçekleştirilir. Herhangi bir çabayı emek yapan da doğanın ve toplumun yasalarının/zorunluluklarının keşfi anlamındaki bilinçtir. Dolayısıyla bir; insanların özneliğini/özgürlüğünü üretebilmesi için üretim araçları onları üretenlerin elinden alınmamalıdır. Daha açık bir deyişle, mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmeli, üretim araçları toplumsal olarak mülk edinilmelidir. İki; bu da ancak işin kendi iç gerekliliklerine göre örgütlenmiş, kollektif emekle gerçekleştirilebilir.

Bu gerçeklerin ışığında insan hakları başlığında sosyalistlerin önündeki öncelikli görev barbarlığın dışındaki tek seçeneğin sosyalizm olduğunu cüretle savunmaktır. Birey fetişi mutlak olarak aşılmalıdır. Emekçilere yaslanan bir kolektif haklar savunusu, asla bireyin özgürlüğü ile çelişmeyecek ama onun kapılarını açacak olan sosyalist siyasetle anlam kazanacaktır. Bu arada devletin bazen “mağdur” ettiği eski katiller ve insan aklına ilahi bir zincir vurmaya yeminli şeriatçıların “hani benim haklarım” sıkıştırmasından da özgürleşilecektir. İnsanın özgürleşmesi sorununun, sınıf mücadelesine tabi kılınmasına kapsam meselesi çerçevesinde direnenler “insan hakları” söylemindeki kapsamın yalnızca mülk sahibi beyaz erkek vs. olduğunu ve bir sınıfın insanlığın geleceğini temsil edebileceğini artık kabul etmelidir. Sınıf-ideoloji-siyaset-örgüt ilişkilerinin netleşmesi ile “kurtuluşun örgütlenmeyi gerektiren iktisadi bir dava olduğu” anlaşılacaktır. Kapitalizmin küresel egemenliğine yeniden teslim olan dünyada, insanlığın infazdan önceki son hakkı sosyalistleri siyaset görevine çağırmak olacaktır.

 

Dipnotlar

  1. Politik felsefesini bilgi/iktidar iliskilerini açıklamak üzerine kuran Michel Foucault’un, en mikro düzey olan insan bedeni üzerindeki bilgi/iktidar iliskilerini incelerken bireyin toplum düzenine uyumlulaştırılmaşında bir baska deyisle normallestirilmesinde kullanılan mekanizmalara referans vermek amacıyla türettiği bir kavramdır. FOUCAULT Michel; Technologies of the Self, 1988, MARTIN L. H. (1) HUTTON P. H (der.) The University of Massachusetts Press, s.16-49.
  2. Kapitalistlesme ve ulusal birliğini oluşturma sürecinde geri kalan Almanya’da bireyciliberal felsefenin yerine Hegel’de billurlaşan devletçi felsefe gelişmistir.
  3. MARX Karl; Yahudi Sorunu, çev: Niyazi Berkes, Sol Yayınları, Ankara 1968, s. 35.
  4. FIELDS A. Belden, NARR W. Dieter; “Human Rights as a Holistic Concept” Human Rights Quarterly, Vol 14 (1), The John Hopkins Press, 1992, s. 3.
  5. MARX Karl; Kapital Cilt-1 (çev. Alaattin Bilgi), Sol Yayınları, IV. Baskı, Ankara 1993, s.314.
  6. CANGIZBAY Kadir; “İnsan Hakları Kavramı Üzerine”, İnsan Hakları Yazıları, Eylül-Ekim 1998, sayı 3, İnsan Hakları Derneği Yayınları, İstanbul, s. 109.
  7. GORDON Colin; “Governmental Ratio-nality: An Introduction”; The Foucault Effect içinde, Burchell G., Gordon C., Miller P. (der.), 1991, s.1-51.
  8. İnsan haklarının bu biçimde kuşaklandırılması tarihsel gelişmenin doğasında var olan sınıf çeliskilerinin inkarıyla birikimci/evrimci bir insan hakları sistemine varılmasına hizmet etmektedir. “17. ve 18. yüzyılların ‘burjuva’ devrimlerini 20. yüzyılın ilk yarısındaki sosyalist ve marksist devrimlerini ve II. Dünya Savası’nın hemen ardından baslayan ‘antikoloniyalist’ devrimlerini izleyen modern tarihin çesitli asamalarında insan haklarının içeriği bir kusak ile ilintilendirilen hakların diğer bir kusağın baskın gelmesi ile güncelliğini yitirdiği ya da yitirmesi gerektiği beklentisi ile değil diğer kusak hakların da eklemlenmesi ile tamamlayıcı/bütünleyici ve genislemeci bir sekilde tanımlanmıştır.” (“Hu-man Rights” Encyclopaedia Britannica CD-98 Multimedia Edition v.98.0.0.91998) Bu görüş sol-liberal düsüncede belirgin bir yer etmistir. Örneğin Taner Akçam buradan hareketle tarihi ezilen kesimlerin kendi haklarını insan hakları kataloğuna dahil etme mücadeleleri olarak özetlemektedir. (AKÇAM T.; “Dnsan Haklarının Evrimi ve Marksizm”, Birikim, Kasım 1990, sayı 19 s.17.) Daha vahimi “bireyin ve toplumun özgürlesmesini” tarihsel süreç içinde tüm kesimlerin kendi haklarını insan hakları kataloğuna yazarak tamamlayacak olan bir gelisim olarak tasarlayanlar da vardır. (KANAR Ercan; “İnsan Hakları Hukuk Ütopya ve Sol” İnsan Hakları Yazıları Özel Sayı-1 s. 94-101.) Oysa açık değil mi: proleterin kazandığı her hak burjuvanın kaybettiği bir haktır. Yani her sınıf ancak karsıdakinin bir hakkının üzerine kendi hakkını yazmaktadır.
  9. Nürnberg mahkemelerinde Naziler’in insanlığa karsı işledikleri suçlardan dolayı da yargılanması üzerine kurulu bu tez için örneğin bkz. HEUER U.J. ve SHIRMER G.; “İnsan Hakları Emperyalizmi” Sosyalist Politika, Eylül 98, s. 109; ve SUNTINGER W.; “İnsan Hakları Kavramı”, İnsan Hakları Yazıları, Eylül-Ekim 1998, s.51; ve “İnsan hakları”, AnaBritannica, Cilt-11, 1988, s. 579.
  10. ANSAL Hacer; “Önsöz” Alternatif Tek-noloji D. Dickson, Ayrıntı yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1992.
  11. KÜÇÜK Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler Cilt-2, Tekin Yayınevi, 3. basım İstanbul 1987, s.278 ve 283-4.
  12. Bu görüsü A. Giddens’dan aktaran ÖZDEK Yasemin; “Globalleşme İnsan Hakları ve Azın-lıklar”, Birikim, Haziran 1995, sayı 74, s.27
  13. Anlamsızlaşmayı, liberalizmin vazettiği birer insan hakkı olarak anlamsızlasma, islevini doldurarak asılma anlamında kullanıyoruz. Yoksa Marx’tan bu yana tüm marksistler için, isçi sınıfının kapitalist toplumda da burjuvaziden kopardığı her türlü hakkın direnmeyi gerektiren bir anlamı var. Özellestirmeye karsı durusumuz gibi… Ancak çoğu sol-liberal, yeni solcu ve hatta sosyalistin atladığı bir noktayı da belirtme gereği duyuyoruz. Eğer kapitalizmin tarihinde kazanım olarak saydığımız her ne var ise, hepsi zorlu sınıf mücadeleleri ile elde edilmisse (ki bu kuskusuz doğrudur), bu kazanımlar neden açıkça sınıf mücadelesinin üstünü örten/üzerine çıkarılmaya çalısılan insan hakları gibi bir baslığın altına yazılsın? Kendisini sosyalist siyaset baslığından bağısık tutarak, “sosyalist bir insan hakları kavrayısı” üretmeye soyunanlar bu soruya tatmin edici bir yanıt -böyle bir yanıt eğer var ise- vermek zorundadırlar.
  14. ABD tarafından gündeme getirilen önerge, 27.01-6.03.1992’de BM DHK’nin 48. oturumunda, 1976 yılında Venezüella’da ABD Büyükelçisi olan ve o dönemde Barbados’a sefer yapan Küba Havayolları’na ait bir uçaktaki patlamanın sorumlusu Orlando Bosch’un serbest bırakılması için kampanya düzenleyen Otto Reich tarafından sunulmus ve 1998 yılına kadarki tüm oturumlarda oy çokluğu ile onaylanmıstır. Ancak Küba yönetimi, bu yılki oturumda önergenin reddini sağlamıstır. (KOURİ Raul Roa; “In Its Legitimate Defense Cuba at the Human Rights Comisson”, Editora Politica La Habana, 1992. s.1-78.)
  15. “Bu masanın etrafındakiler, devlet gücünün her gün issizliğe, sözde uyummekanizmalarına ve enflasyona karsı gösteri yapanları bastırdığı, hatta öldürdüğü, paramiliter güçlerin düzenli olarak dilenci çocukları, yoksulları, uyusturucu bağımlılarını ve diğer marjinalleri gözaltında kaybettiği ya da infaz ettiği; ordunun topraklarını savunan yerli halklara ve köylülere karsı insansızlastırma (scorched earth) politikaları uyguladığı, şovenist ve ırkçı saldırganlığın 3. Dünya ülkelerinin göçmenleri hedef aldığı ve Nazi pratiklerinin yenilendiği ülkelerin temsilcileridir. Bunun da ötesinde, burada ülkesi Panama’yı isgal eden, Nikaragua’daki kirli savaşı destekleyen, en kötü insan hakları ihlalcileri arasında yer alan Güney ve Orta Amerika hükümetlerini destekleyen ABD temsilcisi oturmaktadır.” (KOURİ Raul Roa; age., s.29.)
  16. HEUER Uwe-Jens ve SHIRMER Gregor; age., s.109-16.
  17. AKÇAM Taner; age., s.19.
  18. HEUER Uwe-Jens ve SHIRMER Gregor; age., s. 112.
  19. AKÇAM Taner; age., s.1518.
  20. HEKİMOĞLU Cemal; “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları-2”, Gelenek, 1986-1991 Yazıları, İstanbul, Temmuz 1998, s. 261.
  21. Temel Siyasi Tezler, Sosyalist İktidar Brosürleri-1, Gelenek Yayınları, İstanbul, 1995, s.36.
  22. Yalnızca 3 sayfa sonra da yazar, “devlet halen sosyalistlik iddiasını tasırken Rusya isçi sınıfının sabun için dahi grev yapma durumunda kaldığını” iddia edecektir.
  23. KANAR Ercan; age., s.96
  24. BRECHT Bertolt; Me-Ti Tarihte Diyalektik, (çev. Ahmet Cemal) Günebakan Yayınları, 1997.
  25. SANCAR Mithat; “Düşünce Özgürlüğü Sorunu”, İnsan Hakları Yazıları, Eylül-Ekim 1998, sayı 3, İnsan Hakları Derneği Yayınları, İstanbul, s. 9.
  26. M. Sancar da R. Lüxemburg’un bu sözlerini alıntıladıktan sonra, bu ayrımın sadece yarının toplumunda değil, bugünün mücadelesinde de kılavuz edinilmesini öneriyor. SANCAR Mithat; age., s. 11.
  27. HEKİMOĞLU Cemal; age., s.262.
  28. 8.1.1999 tarihli Milliyet gazetesinin New York Times’a dayanarak verdiği “ABD casusları BM kimliğiyle Irak’taydı iddialarını eski silah denetçisi Ritter da doğruladı” baslıklı haberinden, s.17. Bu “suç” artık ABD yönetimi tarafından gururla itiraf ediliyor.
  29. BORA Tanıl; “Egemen İdeoloji ve İnsan Hakları”, Birikim, Eylül 1994, sayı 65, s. 11-2.
  30. Aktaran ÖZDEK Yasemin; “Evrensellik/Kültürel Görecelik Geriliminde İnsan Hakları”, Birikim, Eylül 1994, sayı 65, s.16.
  31. AKÇAM T.; age., s.21.
  32. ÖZDEK Yasemin; age., s.20.
  33. Aktaran ÖZDEK Yasemin; age., s.24.
  34. MAYER Ann Elizabeth; Islam and Human Rights: Tradition and Politics’den aktaran Yasemin Özdek, age., s.24.
  35. Prof. Dr. BAYRAKLI Bayraktar; “Kur’an Kadın Haklarında Hukuksal DevrimYapmıştır”, Sabah Gazetesi, 18 Aralık 1998, s.28.
  36. HATEMİ Hüseyin; İnsan Hakları Öğretisi’nden aktaran Yasemin Özdek, age., dipnot 66, s. 36.
  37. AN-NA’İM A. Abdullahi; “Günümüzde İslam Hukuku ve Dnsan Hakları”, İnsan Hakları Yazıları, Özel Sayı-1, İnsan Hakları Derneği Yayınları, İstanbul, s.64-71
  38. Bu edebiyatın mizahi bir elestirisi için bkz. BAHA Turgut; “Ne Çok İnsan Hakkı İhlali Varmış”, Sol, Haziran 1998, sayı 3, s.33.
  39. Tanımlama Ercan Kanar’a ait: “İnsan Hakları Mücadelesinde İHD”, İnsan Hakları Yazıları, Özel Sayı-1, İnsan Hakları Derneği Yayınları, İstanbul, s.5.
  40. Sırasıyla Milliyetçi Çizgi 18.01.1995, Türk Yurdu Mart 1995, Ortadoğu Gazetesi 28.03.1993’ten aktaran BORA Tanıl; “Milliyetçilik ve İnsan Hakları”, Birikim, Haziran 1995, sayı 74, s.15.
  41. BORA Tanıl; “Egemen İdeoloji ve İnsan Hakları”, Birikim, Eylül 1994, sayı 65, s.12.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×