İrlanda: IRA iktidara mı geliyor?

Bu makalede okuru tarihin derinliklerine hapsetmeyeceğim. Makalenin ana amacı, İrlanda’nın bugününe ışık tutabilmektir. İrlanda’nın bugününü anlayabilmek için yoksul emekçilerin ve onların çocuklarının gerçekliğine ayna tutmaya çalışacağım. Aynadan yansıyan bu suretleri okuyucunun daha iyi anlayabilmesi için tarihsel uğraklardan ve temel kesişim noktalarından referanslarla günümüze doğru ilerleyeceğim. Bu derinlikli bir tarih analizinden daha çok temel bilgilerin verildiği bir harita olacak. Günümüz İrlanda’sını daha iyi anlamak ve yolumuzu kaybetmemek adına bu haritadan faydalanacağız.

“Sivil düzende doğal duyguların önceliğini korumak isteyen kişi ne istediğini bilmiyordur. Her zaman kendisiyle çelişerek, her zaman eğilimleri ile ödevleri arasında bocalayarak ne insan ne de vatandaş olacaktır; ne kendisi ne de başkaları için iyi olacaktır. Şu zamane insanlarından biri, bir Fransız, bir İngiliz, bir burjuva olacaktır; kısacası hiçbir şey olmayacaktır.”[1]

İrlanda’nın asi çocukları, Fransız Devrimi’nin ışığından çok etkilenmişti. Kıta Avrupası’nın ilk ve tek beyaz kölesi olan İrlandalılar, kraliyete karşı hiçbir ayaklanma fırsatını kaçırmamıştı. Fransız Devrimi’nin buz kırıcıları, elbette ki tüm dünyada yeni bir yol açmıştı ama İrlanda kendi renkleriyle bu devrime yeni bir soluk katmaya çalışıyordu. İrlandalı mizacı, iş bilir İngiliz’in tam tersidir. Engels, İrlandalı adamın girdiği ortamda aklın ve mantığın derhal orayı terk ettiğini söyler. Kapitalist rasyonalitenin bu derece felce uğratılması işçi sınıfının mantığına tamı tamına uygundur. İrlandalı devrimcilerin ilk yenilgisi 1798 yılındaki ayaklanmada olmuştur. Bu yenilginin sonunda gerçekleşen İngiliz-İrlanda Birliği (The Anglo-Irish Union) anlaşması, İrlanda’nın otonomisini tamamen ortadan kaldırdı. Tarihin acı bir cilvesidir, Jakobenlerin uzanamadığı yoksul İrlanda köylüsüne yüzyıllar sonra Bolşevikler de uzanamayacaktır. 1 Ocak 1801’de yürürlüğe giren Birlik anlaşması sonrasında İrlanda parlamentosu tamamen kapatıldı. Bu bozgunun ardından bağımsızlık mücadelesi son bulmadı. ‘Birliğin Kaldırılması’ sloganı 1820’lerde İrlanda’da özgürlük isteyenlerin kitlesel söylemi haline geldi. Gelecekte IRA – İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (Irish Republican Army) temelleri olacak olan Birliğe Karşı Olanlar Derneği 1840 yılında kuruldu. Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı çalışmasında İrlanda’nın bağımsızlığına ilişkin çekincelerini kaleme alır. Engels’in bağımsızlığa ilişkin çekincelerinin temelinde İrlandalı ve İngiliz işçilerin bölünmesi tehlikesi yatmaktadır. Ona göre, adadaki ulusların kurtuluşu sömürücü sınıflara karşı birlikte mücadele etmelerine bağlıdır:

“Diğer taraftan İrlandalılar umutlarını, İngiltere’yle yasal birleşmenin ortadan kaldırılması için yapılan ajitasyonlara bağlanmışlardır. Bu anlatılanların tümünden, eğitimsiz İrlandalıların İngilizleri en kötü düşmanları olarak gördükleri ve en büyük umutlarının da ulusal bağımsızlıklarını elde etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte İrlanda ıstırabının herhangi bir fesih (repeal) yasasıyla ortadan kalkmayacağı da açıktır. Ama böyle bir yasa, şu an dışarıdan geliyor gibi görünen acılarının nedeninin ülke içinde aranması gerektiğini de ortaya çıkarabilir.”[2]

Engels’in 24 yaşında yazdığı kitap bugün artık çok daha güncel. Kitabın yazıldığı tarihi kat be kat aşıyor olmasının ve günümüze ışık tutmasının önemli bazı nedenleri var. Bu nedenlere değinmeden önce bir kehanet gibi görünen İrlanda bağımsızlığının ve sonrasında yaşanması muhtemel gelişmelerin tam da Engels’in belirttiği biçimde gerçekleştiğini gözden kaçırmamalıyız. Bağımsızlıktan sonra İrlandalılar acılarının son bulması bir yana daha büyük bir trajediyle yüzleştiler ve iç savaşta (1922-23) bağımsızlık için omuz omuza çarpıştıkları yoldaşlarını acımasızca katlettiler. James Connolly, İrlanda halkına sömürücü sınıfların varlığını defalarca hatırlatmış ve Dublin kalesinde yeşil bayrağın dalgalanmasının tek başına bir anlam taşımadığını söylemişti. İngiliz eziyeti yerini İrlandalı eziyetine bırakmıştı. Sınıfları ortadan kaldırmayı başaramayan bir ayaklanma elbette ki acıları ortadan kaldıramazdı. Peki, tüm bu geleceği yüzyıllar öncesinde öngörmek bir büyücülük marifeti miydi? Elbette ki hayır. İyi bir sosyal bilimcinin nasıl olması gerektiğine ilişkin önemli dersler veriyordu Engels. Eric Hobsbawm, sosyal bilimlerde iyi bir araştırmacı olmanın formülünü şu şekilde açıklıyor:

“Engels’in başarıları onun kişisel marifeti değil, onun komünizmi sayesindedir. Onun komünizmi, Engels’e, kapitalizmin savunuculuğunu üstlenen çağdaşlarından daha üstün, ekonomik, toplumsal ve tarihsel kavrayış yetisi vermektedir. Engels’in gösterdiği gibi, ancak burjuva toplumunun yanılsamalarından azade olanlar iyi sosyal bilimci olabilirler”.

Öyleyse özellikle yaşadığımız çağda yaşama sınıf gerçeğiyle bakamayanları ciddiye almamız için herhangi bir neden yok. Sosyal savaş hız kesmeden devam ediyor ve bu katiller düzeni yıkılmadıkça milyonlarcamızın canına mal olacak.

İrlanda, bağımsızlık yolundaki en önemli adımını Cumhuriyetçi Orduyu (IRA) kurarak attı (25 Kasım 1913). Örgütün ana amacı, İrlanda adasında bir Cumhuriyet ilan etmek ve Kuzey İrlanda ile birlikte bağımsız ve birleşik İrlanda’yı gerçekleştirebilmekti. Bu amaç o günkü gerçekliğiyle var olmaya devam ediyor. İrlandalı devrimciler Birleşik İrlanda (United Ireland) için bugün de mücadele etmeye devam ediyor. İrlanda ulusu dev adımlarla bağımsızlığa doğru ilerlerken Komünistler buna gözlerini kapatamazdı. Bu mücadelenin dünya tarafından tanınmasında Sol’un büyük bir çabası olmuştur. İrlanda milliyetçiliği ise ideolojik eğilimi ve pragmatik manevralarıyla bu mücadeleye zarar vermiştir. IRA’nın siyasi hareket olarak güçlenmesi 1905 yılında Sinn Féin’in kurulmasıyla mümkün olabilmiştir. Arthur Griffith, tarafından kurulan Sinn Fein, kalbi bağımsızlık için atan tüm İrlandalıları bir araya getirmişti. Bugünün Sinn Fein’i tarihsel olarak bu mirası sahipleniyor olsa da gerçekte artık bu tarihle birebir bağları yoktur.[3] Ayrıca çatı partisi olmanın gereği olarak tüm siyasi yapılar birbiriyle iç içe geçmiştir. Bu siyasi bulamaç, gelecekte İrlanda siyasetini olumsuz yönde etkilemiştir. Özellikle güçlü milliyetçilik bugünlere kadar uzanan ve bir türlü atılamayan bir zehir olarak İrlandalı damarlarında gezmeye devam etmektedir. 1919 yılında tam bir güce kavuşan IRA ve Sinn Fein birbirlerini tamamlayan oluşumlardır. Anglo-İrlanda savaşında (İrlanda Bağımsızlık Savaşı, 1919-21) IRA’nın liderliğini güçlü askeri kabiliyetleri olan Michael Collins üstlenmiştir. Collins, savaş stratejisi ve taktikleriyle ‘Paskalya Ayaklanması (1916) döneminde yapılan hataları tekrar etmedi. Nokta hedeflere yaptığı şok edici saldırılarla kraliyeti dize getirmeye çalıştı. Bu strateji IRA’nın toplumsal meşruiyetini arttırdı. Onlar, kraliyet subaylarına saldıran ve halkı koruyan vatanseverlerdi ve terörizmle ilişkilendirilemezlerdi.[4] Gelecekte bu mirası sahiplenecek olan IRA ise tarihteki bu önemli deneyimlerden gerekli dersleri çıkaramayacak ve İrlanda içinde meşruiyetini zedeleyecek eylemlere imza atacaktı.[5] İngilizler, kendileriyle mücadele edenlerin ortak bir siyasi çizgiye sahip olmadıkları ve sınıfsal olarak da ortaklıkların uzun süre devam edemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden geri çekilirken bile İrlandalılara misilleme yapmayı ihmal etmediler. Pimini çektikleri bombanın çabucak patlayacağını biliyorlardı.

Michael Collins ve Arthur Griffith İrlanda’yı temsilen yaptıkları görüşmeler sonucunda 1921 yılında İngiltere ile bir antlaşma imzaladı (İngiliz-İrlanda Antlaşması). Antlaşmaya göre İrlandalılar kraliyet yemini edecek, başkenti Belfast olan Kuzey İrlanda’yı İngiltere’nin denetimine bırakacak, yani bölünmeye boyun eğecekti.[6] Serbest İrlanda Devleti ya da bir diğer adıyla İrlanda Özgür Devleti’nin nasıl bir özgürlük kazandığına kimse akıl erdiremedi. Anlaşmanın İrlanda meclisinde küçük bir farkla kabul edilmesi işleri daha da kızıştırdı. Éamon de Valera liderliğindeki muhalefet antlaşmayı imzalayanları Paskalya Ayaklanması’nın cumhuriyetçi ideallerine ihanet etmekle suçladı. Bu suçlama tamamen yersiz ya da paranoyakça bir yaklaşım değildi. Kapitalist ideoloji, tarihi dönüm noktalarına genellikle bu biçimde yaklaşmaktadır. İç savaş içindeki Fransa’nın Jakoben terörüyle titretilmesi çabucak Jakobenlerin paranoyaklığına bağlanır. Sözde, hareketi yöneten liderler aklını kaçırmış delilerdir. Oysa habis İngiltere, Fransa’daki tüm kraliyet yanlısı güçlere iç savaşta destek vererek devrimi bastırmaya çalışmıştır. Benzer bir durum 1917 Bolşevik devrimi sonrasında da olmuştur. İrlanda, hızla iç savaşa doğru sürüklenirken bu sefer İrlandalılar toprak mülkiyetini elinde tutan ve mücadeleye ihanet eden sömürücü bir sınıfla yüzleşmiştir.

Rusya’da gerçekleşen devrimin Almanya’da durması, İrlandalı devrimcileri ‘İngiliz-İrlandalı’ ittifakıyla tek başına yüzleşmek zorunda bırakmıştır. Cumhuriyetçiler tarafından ele geçirilen Dublin’deki Merkez Postanesi (GPO) Paskalya Ayaklanmasının tersine yeşil askeri üniforma giymiş İrlanda askerleri tarafından topa tutuldu. Michael Collins, savaş devam ederken Cork’a yaptığı ziyaret sırasında pusuya düşürülmüş ve öldürülmüştü. Düşman tarafın bu ağır kaybına rağmen sosyalist ve cumhuriyetçi güçler iç savaşı kaybetti. İngiltere’yi ve kiliseyi arkasına alan Özgür İrlanda Devleti savaşın galibi olmuş ve kızıl tehlikeyi adadan tamamen söküp atmıştı. Bir yıl önce omuz omuza savaşanlar, yoldaşlarına karşı idam cezaları vermekten çekinmedi. Pişmanlık duyduğunu belirtmesi halinde serbest bırakılma vaadi verilen insanlar ise sosyalist cumhuriyet ideallerinden son ana kadar vazgeçmedi. Sanayisi gelişmiş, işçi sınıfı devrime aç bir Almanya’nın bunu başaramamasının bedelleri, tüm dünya gibi İrlanda için de çok ağır olmuştur. Tam tersine endüstri devrimini emperyalist İngiltere’nin azgınca sömürüsü altında ıskalamış, toprağa bağımlı İrlandalı, devrime Almanya’dan daha fazla hazırdı. Tıpkı Rusya’daki gibi İrlanda’da sosyalist devrime çok yaklaşmıştı. Bolşeviklerin son ana kadar iyimserliği kaybetmediklerini biliyoruz. Sonuçta devrimciler büyük ideallerini ve büyük hayallerini çabucak bir kenara atamazlar. Attıklarında da zaten devrimci olma niteliklerini hızla kaybederler. Devrimin ikinci istasyonu Almanya olamıyorsa İrlanda olur diye düşünürler. Bu tamamıyla ham bir hayal değildi, silahlı mücadele deneyimi olan İrlandalılar gerçekten bunu başarabilme ihtimaline sahiplerdi. Coğrafi uzaklık önemli bir problem gibi görünse de Bolşeviklerin büyük yara aldıkları kendi iç savaşları devrimci kollarını İrlanda adasına kadar uzatmalarına engel olmuştu. İşte modern İrlanda tarihinin kısa bir özeti.

İrlanda tarihini merak edenler için R. F. Foster’ın Modern İrlanda kitabı

İrlanda İç Savaşı, Sinn Fein çatısı altında toplanan tüm siyasi yapıları dağıttı. Parçalanmayı bugünün siyasi partileri üzerinden göstermek mümkün. Okur, aşağıdaki listede İrlanda siyasetinde yer alan bugünkü partileri inceleyebilir.

Sinn Féin (Arthur Griffith /1905)-IRA (1919)

        Sol Partiler:

  • Fianna Fáil (Éamon de Valera – 1926) Parti kendisini Sovyetler Birliği’nin ayakta olduğu dönemde Sol-Sosyal Demokrat çizgide konumlandırıyor ve “cumhuriyetçi parti” olarak tanımlanıyordu. Partinin bugünkü çizgisi merkez sağ olarak değerlendirilmekte. Parti, hükümet ortağıdır ve partinin lideri Micheál Martin koalisyon adına başbakanlık görevini yürütmektedir.
  • Sinn Féin (1970): Günümüz’deki Sinn Féin 70’lerdeki bölünmenin sonucu ortaya çıkmıştır. Partinin çizgisi sosyalizm olarak belirlenmişse de mülkiyeti asla doğrudan hedef almamıştır. Bu oluşumun liderliğini uzun yıllar Gerry Adams yürütmüştür. Partinin bugünkü lideri Mary Lou McDonald’dır. Bu parti 1986’yılında bölünmüş ve Republican Sinn Féin adında yeni bir daha parti kurulmuştur. Hâlâ aktif olan bu partinin liderliğini Seosamh Ó Maoileoin yürütmektedir.
  • Labour Party (İşçi Partisi – 1912): Kurucular/ James Connolly, James Larkin ve William O’Brien. Parti’nin bugünkü lideri Alan Kelly’dir. İşçi partisi tıpkı İngiltere’deki benzeri gibi zamanla liberal bir çizgiye evirilmiştir. Partinin eski üyeleri, partinin bugünkü çizgisini Marksizm’in dışında değerlendirmektedir.
  • Green Pary (Yeşiller – 1981): Eamon Ryan’ın liderliğindeki İrlanda Yeşiller Partisi bugünkü hükümette koalisyon ortağıdır. 100 yıldır devam eden Fianna Fáil ve Fine Gael iktidarlarına geçmişte ağır eleştirilerde bulunan yeşillerin lideri Ryan, bu iki partili iktidar yapısı tam düşecekken onlara can simidi olmuştur.
  • People Before Profit/Solidarity (2015): Kârdan Önce İnsan hareketi kolektif liderlikle yönetilen Troçkist bir siyasi örgüttür. Çeşitli hareketlerle güç birliği yapan oluşum mecliste temsil edilmektedir.
  • Communist Party of Ireland (İrlanda Komünist Partisi – 1921; 1924 yılında bölünmüş 1933 yılında tekrar kurulmuştur): İrlanda Komünist Partisi İrlanda siyasetinde güçlü bir etki yaratamamıştır. Parti bugün hâlâ âtıl durumdadır.

Sağ Partiler:

  • Fine Gael (Eoin O’Duffy – 1933): Parti’nin kurucusu Eoin O’Duffy olsa da Fine Gael kurucu liderini Michael Collins olarak kabul etmektedir. O’Duffy, İrlanda’daki faşist yapılanmanın önderi olmuş ve İspanya iç savaşında Francisco Franco saflarında Katolik dayanışma grubu adı altında savaşmıştır. Partinin bugünkü lideri ve aynı zamanda hükümet ortağı olan başbakan yardımcısı Leo Varadkar’dır.
  • National Party (Ulusal Parti – 2016): Parti’nin lideri Justin Barrett’dır. İrlanda’daki faşist hareketin odağı olan bu parti mültecilere ve göçmenlere karşı nefret politikalarının toplumda meşruiyet kazanması için çalışmaktadır. İrlandalılar bu partinin kapatılması ve devlet desteğinden muaf tutulması için mücadele etmektedir. Parti’nin Almanya’daki Nazi hareketinden ideolojik açıdan herhangi bir farkı yoktur.

İrlanda’da bugün faaliyet yürüten belli başlı siyasi partileri yukarıdaki listede sıralamaya çalıştım. Listeye dahil etmediğim Sosyalist Parti gibi oluşumlar mecliste temsil edilmektedirler. Sosyalist Parti, Kârdan Önce İnsan Hareketi (PBP) ile ortak hareket etmektedir. Sağ partilerinde tamamını sıralamanın yararlı olduğunu düşünmüyorum. İrlanda’yı tanıyan okurlar Ulusal Parti’nin (National Party) herhangi bir etkisi olmadığı halde neden bu listede onlara yer verdiğimi sorgulayabilir. Kişisel gözlemlerim doğrultusunda, yasaklanmadığı takdirde bu parti İrlanda’nın geleceği açısından ciddi tehlikeler barındırdığını söyleyebilirim. İrlanda toplumunun kolektif hafızasındaki katı milliyetçilik en ufak bir dalgalanmada bu partinin hızla yükselmesine neden olabilir. İşte o zaman partinin hedefindeki Afro-İrlandalılar ve diğer uluslardan göçmenler açısından bir kâbus yaşanabilir. Avrupa rüzgârı tarafından fazlaca çarpılan ve liberal ideoloji tarafından zehirlenen zihinler bahsettiğim bu tehlikeyi kavrayamayacaktır. Salgın sonrasında ortaya çıkan ekonomik kriz, şimdilik daha hafif bir milliyetçiliğin yükselmesini ve Sinn Féin’in iktidarı zorlamasını sağlıyor.

Efsane Nasıl Geri Döndü?

Sinn Féin, 1956 yılından beri büyük baskılarla mücadele ediyor. Bu baskıyı başlatan kişi Fianna Fáil lideri Éamon de Valera’dır. Bu baskının artmasında Sinn Féin’in IRA’nın devam eden faaliyetlerinin yasal sözcüsü durumuna gelmesi büyük bir etkendi. Ayrıca Marksizm’in ilkelerini sahipleniyor olması da İrlanda’daki hâkim sınıfların korkulu rüyası olmasına yetti. Kimse bu hareketin gerçekten mülkiyetle bir kavgasının olup olmadığını sorgulamadı. Soğuk Savaş döneminin ‘kızıl tehlike’ histerisinden Sinn Féin yıllarca çekecekti. Neyse ki parti geldiğimiz noktada Marksist bir hareket olmadığını, Sosyal Demokrat ve Milliyetçi bir ideolojiye sahip olduğunu düzen siyasetine neredeyse ispat etmiş durumda. Buna rağmen son seçimlerde (8 Şubat 2020) hiçbir düzen partisi Sinn Féin’le koalisyon ortağı olmaya yanaşmadı. Düzen partileri, Yeşilleri (Green Party) koalisyona daha uygun bulmuştu. Salgın sonrası kurulan koalisyon hükümeti pek çok sorunla yüzleşmek zorunda kaldı. Artan enerji fiyatları enflasyonu tetiklemiş ve bir türlü çözülemeyen konut krizi büyüyerek üniversite öğrencilerinin de sorunu haline gelmişti. Bu yılın başında binlerce öğrenci ev bulamadığı için uzak şehirlerden Dublin’e seyahat etmek zorunda kaldı. Öte yandan mülteciler İrlanda’daki tüm kritik işlerde yer almalarına ve ülke için ter akıtmalarına rağmen insani koşullarda yaşayacakları bir düzene bir türlü kavuşamadılar. Hükümet insani koşulları 2024’de inşa edeceğini ‘Beyaz Kitap’ aracılığıyla topluma duyurmuş olsa da şimdilik program çok ağır işliyor ve kimse bu konuda ümitli değil. Sığınma kabulü alamamış olan mültecilerin bekleme süresi boyunca ehliyet dahi alamaması ve bir hayalet gibi ama aynı zamanda da bir köle gibi çalıştırılması kapitalizmin ne olduğuna dair güçlü işaretler veriyor.

Tüm bu ekonomik ve politik gelişmeler Sinn Féin’in popülerliğini arttırmış durumda. Yine de geçmişte IRA’nın yaptığı eylemler yüzünden toplumun bir kesimi bu harekete şüpheyle yaklaşmaya devam ediyor. IRA’nın gerçekleştirdiği kör şiddet eylemleri İrlanda Cumhuriyeti içerisindeki konumuna çok ciddi zararlar vermiş ve merkez siyasetin bunu bir koz olarak Sol’a karşı kullanmasını sağlamıştır. Yine de gelinen noktada 90’lı yıllarda kendi sesiyle bile topluma ulaşamayan ve sansürlenen Sinn Féin artık devlet televizyonunda (RTÉ) ve radyolarda geleceğin iktidarı olarak söz hakkını elde etmiş durumda gibi görünüyor. Partinin konut sözcüsü Eoin Ó Broin konut sorununu uygun fiyatlı evler inşa ederek ve çeşitli finansal öneriler sunarak çözebileceğini iddia ediyor. Broin’in açıklamalarını yakından takip eden birisi olarak mülkiyet ilişkilerini bu soruna dahil etmemesini iyiye bir işaret olarak yorumlayamıyorum. Aklı başında olan pek çok İrlandalı konut sorunun temelinde ‘özel mülkiyete’ dayalı sistemin (Anayasal Düzenin) yattığını söylüyor. Bu nedenle Sinn Féin’in önerileri kitleler tarafından beğeniliyormuş gibi görünse de sorunun çözümüne dair köklü bir öneri getirmiyor. Sinn Féin, mülkiyeti hedef alarak ve sosyalizm söyleminde ısrarcı kalarak iktidarın kendisine bırakılmayacağını gayet iyi biliyor. Ayrıca partinin görünmeyen milliyetçi eğilimleri, mültecilere yönelik politika üretmesine engel oluyor. Özetle aşağıdaki son anket sonuçlarının ortaya çıkmasında Sinn Féin’in bir düzen partisi olarak kendini düzen siyasetine ispat ediyor oluşunun etkisi büyük.

Yapılan son seçim anketlerine göre Sinn Féin’in oylarını arttırdığı aörülüyor

Çürüyen Bir Kent ve Gölge Irkçılık (Shadow Racism)

Engels, Dublin’e deniz yoluyla gelmiş ve kente limandan girmenin insanda harika bir duygu uyandırdığını belirtiyor. Denizden karaya doğru ilerledikçe bu büyülü atmosfer yerini barbarca bir sömürüye bırakır. Öyleyse geminin dümenini iletişim bilimlerine kırmanın tam zamanı. Kapitalist ideoloji inşa edilirken kapitalist toplumu var eden iki sınıf bir hayalet kılığına bürünür. Kitle iletişim araçları geliştikçe ve ekonomi gerçek yaşamda az bile olsa bu araçların söylemlerini desteklediğinde, emekçi kitleler her gün biteviye yaşadıkları sömürüye karşı yabancılaşırlar. Özetle burjuvazi ve proletaryanın tanımlanamayan konumları korunmalı ki sömürü düzeni ezeli ve ebedi tahtını kaybetmesin. ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’ kaleme alındığında ortada örtülebilecek bir şey yoktu. Yine de Engels, görülmek istenmeyenleri ifşa etme yürekliliğini gösterdi ve bu yüzden adını yiğit insanların arasına yazdırdı. Aradan yüzyıllar geçti…

Sovyetler Birliği yıkıldı ve burjuvazinin kamusal politikalara yönelik zoraki tavizinin temeli ortadan kalktı. Devlet artık öğrencilere ve yoksul işçilere insanca yaşayabilecekleri yerler inşa etmek yerine daha fazla otel inşa etti. Dublin, turizm kentiydi ve oluk oluk akacak olan para için her yol mubahtı. İşçiler bu gelecek olan paranın kendilerine yarayacağı konusunda kandırılmakta ve insanlar refahın bu paraya bağlı olduğuna inandırılmaktaydı. Dublin adım adım bir insan kıyım makinesine işte böyle dönüştürülüyordu. Sömürü eski azgınlığıyla geri döndüğüne göre sokaklar Engels’in gözlerinin şahit olduğu o barbarca görünüme yeniden kavuşabilirdi. Tüm bu barbarlığı görmediğiniz sürece sorun yok; peki, bu gerçeklik gözünüzden kaçamayacak kadar kendini dayatıyorsa ne olacak? Meclis önüne çadır kuran evsizler ve öğrenciler burjuvazinin canını sıkmaya devam ediyor. Yoksa tarih tekerrür mü ediyor? Engels’in yüz yıllar önce yazdıklarını, bugünün gerçekliği olarak yeniden not alırken yakalıyorum kendimi. Elbette farklı ve elbette kendi özgünlüğüyle. Sömürü daha da gelişmiş, hepimizi kurtaracak olan teknolojik devrim yoksulları daha fazla tutsak etmişti. Gençler alkolizmin ve uyuşturucunun pençesinde çürürken, sistem tipik bir Malthus taktiği sergileyerek artık nüfusun yıkıcı etkisinden bu çürümeye göz yumarak kurtulmayı planlıyor, kurtulacağını sanıyor. Kitleler ‘özgürlük’ kılıfı altında esrarın yasallaşmasının olağan olduğuna inandırılıyor. Ara sokaklara girmeyenler ve film camlı arabalarından inmeyenler için Dublin tüm güzelliğiyle kendini sergiliyor. Oysa bu kişi yıkımı ve çürümeyi görmek istiyorsa ve sefalete dair yeterli kanıtlar arıyorsa şu satırları yeniden okumalı: “Dublin’in sıkışık dar sokaklarından ya da Glasgow’un fakir semtlerinden geçecek olursa, bu gözlemlerin doğru olduğunu anlamak için yeterli kanıtla karşılaşacak.”[7] Sömürünün azgınlığı arttıkça çürümenin dozu da artıyor. Dublin, geceleri daha da tehlikeli ve çekilmez bir hal alıyor. Dublin güzel bir kent değil, o artık herkesin gitmekten korktuğu ve habis bir ur gibi kendiyle birlikte İrlanda’nın diğer kentlerini de çürüten çirkin bir kent. İrlanda’da kentlerin dışında kırsalda yaşayan insanların çoğu Dublin’e karşı iyi duygular beslemiyor.

Kırsaldaki yaşamın kent yaşamına göre farklı olduğu ve zamanın dahi farklı aktığı tartışılmaz bir gerçek. Tullamore’da yaşadığımdan beri Jean-Jacques Rousseau’nun düşüncelerini daha iyi kavramaya başladığımı fark ediyorum. Çünkü yaşamımda ilk defa bu kadar uzun bir süre kentlerden uzaklaşmış oldum. Çiftliklerde dolaşırken ve uçsuz bucaksız kırlarda büyükbaş hayvanların özgürce dolaşıp güneşlendiğini izlerken ‘çılgın kalabalıkların uzağında’ farklı bir yaşamın olduğunu keşfediyorum. Böylece Thomas Hardy’nin dünyasına adım atıyorum:

“Kentler insan soyunun uçurumudur. Birkaç kuşak sonra soylar ölür ya da yozlaşır; onları yenilemek gerekir, bu yenilemeyi sağlayan da her zaman kırlardır. Öyleyse çocuklarınızı, deyim yerindeyse, kendilerini yenilemeye ve çok kalabalık yerlerin sağlıksız havasında kaybedilen gücü tarlaların ortasında yeniden kazanmaya gönderin.”[8]

Bu yazarların gözünde çocukların vahşi sömürü altında ölümüne çalıştırıldığı, kadınların fabrikalarda doğum yapmaya zorlandığı bir vahşet mekanıydı kentler. Şimdi, Tullamore, Clara veya Kilbeggan’da yaşayan insanların kentlere bir korku nesnesi olarak bakmasını daha iyi anlıyorum. Tüm bu kır romantizmi, insanın temel yaşama güdüsüne tutunmasıyla ilgili. Bu yüzden Hardy ya da Rousseau’yu suçlamamalı okur. Eğer insanlar ekonomik açıdan kırlarda yaşamaya devam edebilseydi düşünce biçimimiz Engels’in dediği gibi yüz yıllar boyunca olduğu yerde ilerlemeden çakılı kalacaktı. Kentleri hava kirliliğinden, uyuşturucudan, fuhuştan, göçmen köleliğinden kısacası bir kıyım makinesi konumundan kurtaracak olan sınıf mücadelesidir.

İrlanda’ya baktığımda şunu görüyorum: “Bu ülkede ‘sosyal savaş’ tüm çıplaklığıyla görülmektedir. Herkes kendini kolluyor ve sadece kendisi için mücadele ediyor.”[9] Herkesin kendini kolladığı ve kendi zenginliği için rekabet ettiği bir toplumda derin çürüme ve çöküş görünmez hale gelebiliyor. ABD bu konuda ibretlik bir örnek olarak görülebilir. Görünmeyen bir diğer bölümde ise göçmenler ve mülteciler yer alıyor. Kölelik koşullarında çalıştırılan ve İrlandalılarla eşit eğitim imkanlarına erişemeyen bu insanlar şuursuz bir barbarlığın kurbanı oluyor. İrlandalılar ülkelerinde ırkçılığın olmadığıyla övünüyorlar. Bu içi boş bir kibir ve garip bir milliyetçi düşünüş biçiminden başka bir şey değil. İrlanda’da görünürde doğrudan ırkçı saldırıların olmaması (bunun ne kadar böyle olduğu da tartışmalı) ülkede ırkçılığın olmadığı şeklinde yorumlanmasına neden oluyor. Buradaki gözlemlerime dayanarak bu yüzden İrlanda’da gerçekte bir tür “gölge ırkçılığın” (shadow racism) olduğunu düşünüyorum.

Okuduğum ve taradığım kaynaklarda böyle bir kavramsallaştırma yapılmadığını gördüm. Bu yüzden Gelenek Dergisi aracılığıyla bu kavramı literatüre kazandırabileceğimi düşünüyorum.[10] Gölge ırkçılığın görünür ırkçılıktan daha yumuşak bir ırkçılık olduğunu düşünmemeli okur. İrlanda’ya sığınan bir mülteci, yasalar tarafından etrafına örülen duvarlar yüzünden her türlü engellemelerle karşılaşır. Bu engellemeler göçmen işçiler için de geçerlidir. İnsanlar eğitim durumlarına bakılmaksızın belirli çalışma koşullarına sıkıştırılır ve onlardan genellikle kölelik düzeninde basit işleri yapması beklenir. Sığınmacılar uzun başvuru süreleri nedeniyle kısa süreli ve para kazanmak için girdikleri bu işlerin tutsağı olurlar. Mühendis olarak gelen biri, beş yıl bekledikten sonra profesyonel bir fabrika kölesi olup çıkar. Dil öğrenimi ve entegrasyon programları çok kısıtlı olduğu için çoğu insan İrlanda vatandaşı olsa bile ölene dek toplumun ve İrlanda işçi sınıfının bir parçası olamaz. Burada yazdıklarım Türkiye için de önemli verilerdir. Bizzat şahit olduğum bir olayda yirmi yıldır ülkede bulunan Brezilyalı bir işçinin başlangıç seviyesi (beginner) İngilizce eğitimi almaya geldiğini gördüm. Devletin bu insanların dil dahi öğrenmesini istemediği açık. Haftada bir gün ve bir buçuk saatlik bir eğitimle süper zekalı bir robot değilseniz dil öğrenemezsiniz. Bu işçinin sosyal yaşama girememesinin kendi suçu olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. İrlandalılar sanıldığı kadar dost canlısı ya da insan meraklısı değiller. Ayrıca dil öğretmek tek tek gönüllülerin, arkadaşların ya da dostların üsteleneceği bir iş değil. Uzun yıllar dil dahi öğrenmeden ter akıttığınız bu ülkede on ya da on beş yıllık bekleme süresinin ardından sınır dışı edildiğinizi öğrenirsiniz. O güne kadar çalışarak elde ettiğiniz tüm haklar, emekliliğiniz dahil bir çırpıda elinizden uçup gider. İşte gölge ırkçılık böyle bir şey. Sokakta ırkçılığı görmüyorsunuz diye kamusal düzende ırkçılığın olmadığını iddia edemezsiniz. Gelelim kölelik rejimine.

19 Ekim 2021 tarihinde Irish Examiner gazetesi şöyle bir haber geçti:

“38 yaşındaki Ganalı Joshua Baafi, İrlanda’da balıkçılık yapıyordu. Çalışma koşulları dayanılmaz ve korkunçtu. Baafi, günde 23 saat ve ara vermeden çalıştı. Ayda yalnızca 1000 €’dan biraz fazla para kazandı. Afrikalı göçmen, kaçak bir sığınmacı olduğu için bu korkunç sömürü koşullarından uzaklaşmaya cesaret edemedi. Bu gerçekler, Maynooth Üniversitesi hukuk bölümü tarafından yürütülen ve Uluslararası Taşımacılık Çalışanları Federasyonu tarafından finanse edilen ve yasa dışı erkek göçmen işçilerin İrlanda balıkçılık endüstrisindeki durumunu inceleyen bir raporun yayımlanmasıyla ortaya çıktı. Joshua Baafi, hasta bir göçmen işçinin mola vermek istediği için kaptanın emriyle denize atıldığını ve ölüme tek edildiğini, günde 20 saat ve bazen de 48 saat çalıştığını ifade eden Baafi sadece 5 saat uyku molası verebildiğini belirtti.”[11]

Engels’in kitabını okuyanlar, yukarıdaki haberin onun kitabında yazdıklarıyla paralelliğini rahatlıkla kavrayacaktır. Sırf görmediğimiz ve etrafımızda olanlara gözlerimizi kapattığımız için kendimizi medeni bir dünyada yaşadığımız konusunda kandırmaya devam edebiliriz. Oysa kapitalist sömürü dünyasında gözlerinizi kapatmanız sizi barbarlıktan korumaya yetmeyebilir. İrlanda’da geçirdiğim iki koca yıl boyunca ülkedeki siyasi partilerin buna düzen dışı olarak nitelendirebileceğim yapılar da dahil göçmenler ve mülteciler konusunda hiçbir şey yapmadıklarına tanıklık ettim. Sadece bol siyasi söylem ve popülizm üretiyorlar. Yine de açıklanan bazı raporların ya da konuşma metinlerinin gerçeği daha iyi kavrayabilmek adına kullanılması gerektiğini düşünüyorum. İrlanda İşçi Partisinin geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği ulusal konferansta yayınlanan bir deklarasyonda mültecilerin durumunu şu şekilde özetliyor:

“Önerge 24: İşçi Partisi, Hükümetin Beyaz Kitap’ta öngördüğü ve mültecilerin insani yaşam koşullarında kalmasına ilişkin planlarını 2023 ortasına kadar tamamen uygulamayı taahhüt eder [hükümetin planı bunu 2024 yılında tamamlamak – Y.N.]. Buna ek olarak Konferans, 2018 yılında İrlanda’da 64 modern kölelik vakasının rapor edildiğini üyelerin dikkatine sunar. İrlanda’da 27 cinsel istismar, 37 zorla çalıştırma vakası tespit edildi. Tüm bunların yanında çocukların suça itildiği ya da bir şekilde suça karıştırıldığı 4 vaka rapor edildi. Ayrıca Küresel Kölelik Endeksi tahminlerine göre İrlanda’da modern kölelik koşulları altında yaşayan insan sayısı yaklaşık 8000’dir. Ailelerinden kopmak zorunda kalmış ve eğitim düzeyi oldukça düşük bu insanlar istismar karşısında tamamen savunmasızdır. Bu nedenle konferans modern köleliğin kurbanı olan göçmen ve mülteci işçilerin ihtiyaçlarının acilen gündeme alınmasını ve kamuoyu oluşturulması çağrısında bulunmaktadır.”[12]

Kölelik koşullarında çalışmak durumunda kalan erkekler, bedenini satmaya zorlanan kadınlar ve suç işlemesi için istismar edilen çocuklar. İşte kapitalist bir ülkenin toplumu sürüklediği felaketin özeti. İşçi Partisi’nin belirtmediği diğer sorunlara açıklık getirelim. Mültecilerin eğitim hakları konusunda derhal devletin sorumluluk üstlenmesi için mücadele edilmesi ve İrlanda işçi sınıfının bu konuda doğru bilgilendirilmesi adına çaba harcanmalıdır. Göçmenler ve mülteciler İrlanda işçi sınıfının bir parçası olacaksa eğer bu eğitim imkanları sunulmadan mümkün olamayacaktır. Belli ki burjuvazi mültecileri çok yönlü bir silah olarak kullanmaktadır. Dünyadaki tüm devrimci hareketler bu silaha karşı uyanık olmak zorundadır. Bu sadece İrlanda’ya özgü yerel bir sorun değildir. Ayrıca eğitim niteliğinin tamamen ortadan kalktığı kapitalist ülkelerde (buna Türkiye de dahil) eğitim yalnızca göçmen işçilerin sorunu da değildir. Bu yüzden İrlanda’daki tüm siyasi partiler acilen göçmen bürosu kurmalı ve bu bürolarda mümkün oldukça göçmenlerin dilini konuşabilen insanlar görev almalıdır. Burada sıraladıklarım acil olarak yapılması gerekenleri kapsamaktadır. Yine de İrlanda’daki sol siyaset açısından çok umutsuz olduğumu söylemek durumundayım. İrlanda’da Türkiye’dekine benzer bir parti binası kültürü yok ve insanlar sık sık buralarda toplanıp sorunlarını ele alma fırsatı bulamıyor. Bu yüzden Doğulu insanın hâlâ Batılı insanda ne bulduğunu anlamıyorum. Para ve gücün onu Batı’ya çektiğini rahatlıkla kavrayabiliyorum, ancak artık düşünce biçimi olarak Batı’nın dünyaya sömürü ve istismardan başka verebileceği hiçbir şey yok. Bu sözlerimden okur Avrupa işçi sınıfıyla ve devrimci yapılarla bağların koparılması gerektiğini anlamasın. Düşünce ve bilgi üreten güçlü Batılı kaynakların artık bir kenara atılması gerektiğini söylüyorum. Eğer devlet alın teriyle para kazanan bu köleleştirilmiş insanlara bir şeyler sunmuyorsa alternatif kanalları bizler açmak zorundayız. Türkiye’de de ‘Türkçe’ dil eğitimlerinin verilmesi halinde pek çok göçmen işçinin ve onların çocuklarının kurduğumuz bu eğitim merkezlerine akın edebilmesi pekala mümkündür (Semt Evleri bu anlamda önemli bir fırsat ve deneyim sunabilir). Tarihte buna benzer deneyimlere sahibiz. Kolektif hafızamızı zorlar ve gerekli okumaları yaparsak bunu rahatlıkla öğrenebiliriz. Zor ve ağır bir görev olduğunu bilmekle birlikte Partinin işçi sınıfı için aynı zamanda bir okul olacağı tartışılmaz bir gerçektir:

“Çartistler ve sosyalistler, eğitimin gelişmesi adına kendilerine çok sayıda okuma odası yapmışlardır. Her sosyalist ve hemen hemen her Çartist kuruluşun birçok iş kolunda bu tür yerleri vardır. Burada çocuklar, burjuvazinin tüm etkinliklerinden uzak bir biçimde tam bir proleter eğitimi alırlar. Okuma odalarında sadece proleter gazeteleri ve kitapları bulunur. Bu düzenlemeler burjuvazi için çok tehlikelidir. Burjuvazi “Mechanics’ Institutes” gibi bu tür birkaç kuruluşu proleter etkisinden kurtarmayı ve bu kuruluşları burjuvazi için yararlı bilgilerin öğrenildiği yerler haline getirmeyi başarmıştır. Şimdi buralarda işçileri burjuvaziye karşı girişilen hareketten koparabilecek ve belki de burjuvaziye para kazandıracak birkaç icat yapılmasını sağlayacak doğal bilimler okutulmaktadır; halbuki uzun iş saatleri ile perişan olmuş, bu kocaman kentte doğanın bir parçasını bile göremeyen işçi için doğal bilimlerle uğraşmak şimdilik tamamen gereksizdir. Burada bir de serbest rekabetin tanrısına inanan ve işçiye açlığı kabullenmekten başka yapacak mantıklı bir şey bırakmayan ekonomi politik okunur; verilen eğitimin amacı insanı, hâkim politikaya ve dine itaatkâr kılmaktır. Böylece eğitim işçiler için sessiz bir itaatten, pasiflikten ve kaderini kabullenmeye teşvik eden bir tekrardan başka hiçbir şey değildir. İşçi kitlelerinin doğal olarak bu derneklerle hiçbir ilişkileri yoktur, onlar proleter okuma odalarında okurlar ve kendi çıkarları ile ilgili olan konuları tartışırlar. Bu konuda, kendi kendine yeterli olan burjuvazi, ‘dixi et salvavi’ [söyledim ve ruhumu kurtardım – E.N.] diyor ve ‘kötü niyetli demagogların isyankâr nutuklarını ciddi bir eğitimin sağladığı avantajlara tercih eden’ bir sınıftan kızgınlıkla yüz çeviriyor. Bununla beraber burjuvazinin çıkarlarından ayrıştığında, işçilerin de iyi bir eğitimi takdir ettikleri, proleter, özellikle de sosyalist derneklerde verilen bilim, estetik ve ekonomi konulu konferanslardan bellidir. Giydikleri ceketler paramparça olan birçok işçinin, Almanya’daki birçok ‘eğitim görmüş’ burjuvadan daha bilgili bir şekilde jeolojiden, astronomiden ve diğer konulardan söz ettiklerini duydum. Çağın çığır açan, ünlü felsefi, politik ve edebi literatürünün işçiler tarafından ilgiyle okunması İngiliz proletaryasının ne dereceye kadar bağımsız bir eğitim alabildiğini göstermektedir. Sosyal koşulların ve bunların öngördüğü önyargıların esiri olan burjuvalar, ileriye dönük her şey karşısında titrer ve istavroz çıkartırlar. Proletarya ise bunu dört gözle bekler ve bütün bu bilgileri zevkle ve başarıyla öğrenir. Bu konuda, özellikle Sosyalistler, proletaryanın eğitilmesinde harikalar yaratmışlardır. Fransız materyalistlerini, Helvetius, Holbach ve Diderot’yu İngilizceye çevirmiş ve ucuz kitaplar halinde, en iyi İngiliz eserleriyle birlikte basmışlardır. Strauss’ın İsa’nın Hayatı ve Proudhon’un Mülkiyet’i de sadece işçiler arasında yaygınlaşmıştır. Shelley, o dahi, kâhin Shelley ve toplumu, coşkulu bir duygusallıkla acı bir dille hicveden Byron, okuyucularını en çok proletarya arasında buluyordu.”[13]

Bu uzun alıntının bize öğrettiği gibi burjuvazi iyi ve ileri olan her şeye düşman. Toplumlarımızı yönettiğini düşündüğümüz bu aklın, toplumlarımıza derin bir çürüme ve akılsızlık dayattığını artık kavramak zorundayız ve zincirlerini görmek istemeyen modern kölelere zincirlerini göstermekle görevliyiz. Şimdi, böylesi bir tabloda görece sol ve bazen de sosyalist söylemlerle Sinn Féin oylarını artırıyor ve öyle görünüyor ki gelecekte iktidarın sahibi onlar olacak. Peki, mültecilerin kölece sömürülmesine gözlerini kapatan ve anayasadaki mülkiyet haklarına dokunmayacağını taahhüt eden bir siyasi parti İrlanda işçi sınıfının kurtarıcısı olabilir mi? İrlanda, Türkiye’deki sol hareketler tarafından hep çarpık değerlendirilmiş ve baş aşağı olarak analiz edilmiş bir ülke. İrlanda’da yaşayıp kendi önyargılarımla karşılaştığımda bu gerçekle hızlı bir biçimde yüzleştim. İrlanda’da IRA ya da bizim anladığımız manada bir sosyalizm iktidara gelmiyor. İktidara neyin geldiğini ise kestirebilmek kolay. Biriken sınıf öfkesini hafifletebilmek için sosyal demokratlar iktidara yürüyor. Avrupa’da doğal yollardan iktidara gelmek ve meşruiyet kazanmak istiyorsanız Marksizm’den ve onun ilkelerinden olabildiğince feragat etmek zorundasınız. Bu yüzden İrlanda gerçeğiyle yüzleşmek ve artık olmayan hayaletleri varmış gibi kabul etmeyi bir kenara bırakmak zorundayız. Unutulmamalı ki bağımsız bir İrlanda’da tıpkı Engels’in ön gördüğü gibi İrlanda işçi sınıfı kendi ulusunun acımasız sömürgenleriyle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Onurlu bir çıkışın yolu Avrupa’nın ilk gazetesi Times’da Haziran 1844’de verilmiştir. “Saraylara savaş, kulübelere barış! Çok geçmeden bütün ülkede duyulabilecek dehşetli bir savaş narasıdır bu. Zenginler dikkatli olsun!”


Dipnotlar:

[1] Rousseau, J. Jean. (2019). Èmile. Çev: Yaşar Avunç. İstanbul: İş Bankası/Kültür Yayınları, s.9.

[2] Engels, Friedrich (2013). İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu. Çev: Oktay Emre. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.268.

[3] Aynı durum bugünkü IRA için de geçerlidir. 70’lerdeki yoğun mücadelenin eski IRA ile doğrudan ilişkisi yoktur. Tarihsel olarak bu mirası sahipleniyor görünseler bile eski IRA bir çatı örgütü olarak burjuva kuvvetleri de içerisinde barındırıyordu. Bu yüzden okur Paskalya Ayaklanmasını organize eden IRA ile bugünkünü birbirine karıştırmamalı ve ortak bir mücadele çerçevesinde değerlendirmemelidir.

[4] 21 Kasım 1920’de 14 Britanyalı istihbarat ajanı sabah Dublin’de öldürüldü ve öğleden sonra İrlanda Kraliyet Polisi’nin bir futbol maçında kalabalığın üzerine ateş açmasıyla dört kişi öldü, 65 kişi de yaralandı (Bu olay İrlanda’nın ilk ‘Kanlı Pazar’ı olarak bilinir) Olaydan bir hafta sonra, 17 Auxiliary mensubu IRA tarafından Cork Kontluğu’nda, Kilmichael’da pusuya düşürülerek öldürüldü.

[5] Yine de IRA’nın eylemleri hâkim söylemin literatürü olan ‘terörle’ direkt olarak ilişkilendirilmemeli. Özellikle Kuzey İrlanda’da 70’li yıllarda başlayan İngiltere’nin devlet terörünü göz ardı ederek yapılan tüm yorumlar kapitalist ideolojiyi ve yapılan katliamları başkasını suçlu göstererek haklı gösterme çabasıdır. Türkiye televizyonlarında siyaset bilimci sıfatıyla tartışma programlarına katılan yorumcuların bu ayrımı yapamadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Onların esas derdi Birleşik Krallığın çıkarlarını korumak ve kapitalizme yaranmaktır.

[6] ‘Irish Republican Army – Irish military organization’ https://www.britannica.com/topic/Irish-Republican-Army

[7] Engels, a.g.e., s.142.

[8] Rousseau, a.g.e., s.40.

[9] Engels, a.g.e., s.151.

[10] Sosyal Bilimler milyonlarca insanın aynı anda katkı koyduğu bir alan olduğu için böylesi bir kavramsallaştırma daha önce yapılmış olabilir ve henüz bununla denk gelmiş olamayabilirim. Yine de burada hassas bir yönlendirme yapmak gerektiği kanaatindeyim. ‘Gölge Irkçılık’ tanımlamam özellikle İrlanda için kullanmayı tercih ettiğim yerel bir tanımlama. Elbette bu tür bir ırkçılık dünyanın her yerinde olabilir ve oluyordur. Yine de İrlanda fazlasıyla kendine özgü bir örnek. İnsanlar ölümüne çalıştırılırken, mülteci anneler doğrudan hüküm denen koşullarda sanki suç işlemişçesine bir hapishane yaşamı içerisinde mücadele verirken İrlandalıların bu gerçek durum karşısında ırkçılığı görmeme eğilimlerinin politik altyapısı var. Görmemek veya bu insanların yaşamından bihaber olmak gölge ırkçılığın ağır psikolojik temellerine de işaret etmektedir. İnsanları ülkede ırkçılığın olduğuna inandırmaya çalışan Afrikalılara deli gözüyle bakılması da cabası.

[11] ‘Migrant fishermen report exploitative working conditions’ https://www.irishexaminer.com/news/arid-40724814.html

[12] İrlanda İşçi Partisi’nin ulusal konferansı 13 Kasım 2021 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Türkiye’deki okurlar 8000 sayısının az olduğunu düşünebilirler. Oysa bu sayı sadece kayıt altındaki mültecileri kapsamakta ve İrlanda nüfusu göz önüne alındığında resmi rakamlar dahi hiç de azımsanacak düzeyde değildir.

[13] Engels, a.g.e., s.239-240.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×