İşçi Sınıfı Burjuvazi Karşısında I

İki bölümden oluşacak olan yazının temel konusunu, özellikle 1960 sonrasında bir çıkış yapan işçi hareketinin burjuvazinin program, politika ve örgütlenme biçimleri üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri oluşturuyor.

Kimi ön açıklama ve değinmelerle başlamak yararlı olacaktır. Bu yazının, ne Türkiye’nin yaklaşık olarak son 40 yıllık siyasal tarihi üzerine yapılmış incelemelerden daha kapsamlısını gerçekleştirme, ne de bu alanda hiç söylenmemiş şeyleri söyleme iddiası bulunuyor. Daha çok, söz konusu kesite yukarıda açıklanan konu bağlamında yeniden yaklaşılacak.

Tartışmanın eksenini sermaye birikim süreçleriyle birlikte tarif edilecek sınıflararası ilişki ve kurumlaşmalar ve bu ilişki ve kurumlaşmaların birikim modellerindeki tıkanma ve değişmelere bağlı olarak gerçekleşen reorganizasyonları oluşturacak. Söz konusu ilişki, kurumlaşma ve reorganizasyonlarda işçi sınıfının hareketinin doğrudan etkilerinin ayrıştırılması ise özel bir zorluk içeriyor. Zorluk, temel olarak, özellikle Türkiye’nin siyasal yapılanmasında burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki somut karşılaşmaların ancak ikincil bir belirleyen olabilmesidir. Sınıf mücadelelerinin evrensel birikimi, Türkiye burjuvazisinin çoğu durumda kimi önlemleri önceden almasını sağlayabiliyor.

Sınıflararası ilişki ve kurumlaşmalar ele alınırken, ideolojik yapılanma ve bu yapılanmadaki değişim dinamiklerinden hiç söz etmemek kuşkusuz olanaksız. Ancak bu çalışmada ideoloji düzeyi üzerinde özel olarak yoğunlaşılmayacak. Türkiye’deki siyaset-ideoloji ilişkileri bu tercihi gerekli olmasa bile olanaklı kılıyor: “Türkiye’de siyasetin açılımcı zenginliği, ideolojinin döngüsel kısırlığını oluşturur. Aynı nedenle ülkedeki sınıfsal ve siyasal mücadele süreçleri içerisinde, ideolojik formasyonlar, çoğu kez kendi doğal gelişimlerini yaşayamazlar.” 1 Sınıf çelişkilerini hafifletme şansı olmayan düzen, siyaset alanının önemini sürekli olarak yeniden üretiyor. Bu nedenle siyaset, Türkiye’de bir anlamda ideolojinin üstbelirleyicisi olarak çalışıyor.

Yazının birinci bölümünde, 60-80 dönemine ilişkin panoramik bir çerçeve oluşturulmaya çalışılacak. 80 sonrasının kapsamlı bir analizine ise ikinci bölümde girişilecek.

27 Mayıs:

Dünya kapitalist sistemi, o zamana kadar uluslararası kapitalist işbölümü içinde başlıca avantajı tarımsal ürünler üretim ve ihracı ile askeri güç sağlamak olan ve bunun karşılığında döviz olarak tarımsal satış gelirleri ve kredi elde ederek dünya pazarına eklemlenen Türkiye gibi ülkelerin karşısına, 50’li yıllarda, açık finansmanı sınırlayan bir “hesaplı ve planlı kalkınma modeli” koydu. DP’nin “popülist politikaları” sonucu sermaye birikiminin sanayiye akmaması ve ancak 1960’larla 70’li yıllarda realize edilebilen altyapıya yönelik devlet yatırımlarının “hesapsız”lığından muzdarip sanayi sermayesi, ithal ikameciliğe dayanan bu uluslararası stratejiye derhal yakınlaştı. Dolayısıyla, model değişiminin dar anlamda dışardan dayatıldığını söylemek yanlış olacaktır. 1950’lerin sonuna doğru yaşanan bunalımdan doğan otomatik koruma etkisinin yarattığı ortamda özellikle ticaret sermayesi büyük oranda sanayi sermayesine dönüştü. İç ve dış dinamiklerin bu çakışmasıyla ekonomide sanayinin ağırlığının giderek artması kaçınılmazlaştı.

Diğer yandan 27 Mayıs’ın görünen aktörleri DP’nin olumsuz yaklaşımı altında toplumsal konumları sarsılan genç subaylar ve Kemalizmin etkisi altındaki üniversite gençliği oklu. Ne kadar olabilecekse “gerçekten” Kemalist aydınlar, ülkenin mevcut duruma gelmesini Kemalizmin eksik uygulanmasına bağlıyorlardı. 27 Mayıs’çılar Kemalizmin eksikliğini tamamlamak için de yola çıktılar.

1960-71 dönemi:

Sanayi burjuvazisinin ihtiyaçları ile DP muhalefetinin talepleri arasındaki bu çakışma 1961 Anayasası’nın burjuvaziye gerekenden fazla özgürlük içermesine de neden olmuştur. Bunda, demokrasi rüzgarlarının estiği bir uluslararası konjonktürde ve sanayinin gelişmekte olduğu, işçilerin nicel bir varlık olarak ortaya çıktığı Türkiye’de, sanayi burjuvazisinin sert bir sendika özgürlüğü-grev hakkı kavgasının arzulamaması da rol oynamıştır. Dönemin Çalışma Bakanı B. Ecevit işçi haklarını düzenleyen yasaları TBMM’ne sunarken yaptığı konuşmada bunu açık yüreklilikle belirtiyordu. “Batı demokrasilerinin hemen hepsinde, bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler. sonucunda elde edilmiştir… Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın Türk işçisine tanımak suretiyle toplum ve tarihe büyük hizmette bulunmuş olacağınız şüphesizdir… Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir… Bizde önce kanun gelecek tatbikat arkadan gelecektir.” 2 “İleri görüşlü” bakanın bu konuşması lokavtın yasal bir hak olması talebini de içeriyordu.

Anayasa’nın 47. maddesi “işçiler işverenlerle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacı ile toplu sözleşme ve grev hakkına sahiptirler” deniliyordu. Bununla birlikte, “Grev hakkı, bilhassa memleketimiz gibi ona tamamen yabancı olan toplumlarda ancak bazı kayıt ve şartlarla kabul edilebileceğinden” denilerek, “Grev hakkının kullanılması ve istisnaları ve işverenlerin hakları kanunla düzenlenir” ibaresi, aynı maddenin 2. fıkrası olarak kabul edilmişti. İşçilerin grev hakkını siyasal amaçla kullanmalarına ise anayasa karşı çıkıyordu.

Anayasada tanınan sosyal hakların pratiğe geçirilmesi amacıyla ilk kitlesel işçi gösterisi 25 Kasım 1961’de patlak verdi. 5000’den fazla Sümerbank işçisi, “grevsiz sendika olmaz”, “haklarımızı vermezseniz biz alırız” sloganlarıyla yürüdüler. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği de aynı amaçla İstanbul’da kitlesel bir miting yapma kararı aldı. Ancak miting, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından engellendi.

1963’ün en önemli işçi eylemi İstanbul İstinye’deki Kavel Kablo Fabrikası işçilerinin greviydi. TBMM’de sendikalar ve grev yasalarının görüşüldüğü bir sırada 173 işçi tarafından gerçekleştirilen bu grev sonuçları açısından oldukça önemlidir. 28 Ocak – 4 Mart tarihleri arasında süren grev sırasında işçiler kolluk kuvvetleriyle çatıştılar. Sonunda bakanların aracılığıyla grev işçilerin talepleri doğrultusunda sonuca ulaştı: Yasadışı bu grev nedeniyle haklarında 3-5 yıl hapis cezası talebiyle dava açılan işçiler 275 sayılı TOPLU SÖZLEŞME; GREV VE LOKAVT KANUNU’na eklenen özel bir madde ile (işçiler arasında Kavel Maddesi diye bilinir) affedildiler.

Buna rağmen söz konusu hakların fiili karşılığını bulabilmesi 2 yıl aldı. Burjuvazi, işçi sınıfı istemediği sürece vermek konusunda hiçbir dönemde hesapsız davranmamış, verdiklerinin kıymetinin bilinmesini de sağlamaya çalışmıştır.

Türkiye işçi sınıfı, 1960-70 döneminde, sanayi burjuvazisinin yükselişi ile bağlantılı olarak varlığı açıkça hissedilen maddi bir güç haline gelirken kendi tarihini de yazmaya başlıyordu. 1960 yıllarında proletarya gittikçe artan oranda imalat sanayiinde toplanıyor, imalat sanayiinde büyük işyerleri ortalama 108 işçi çalıştıracak kapasiteye ulaşıyordu. Dönem sonunda, işçi sınıfının faal nüfusa oranı 30’a yükselmişti. 1965’de 5573 olan grevci işçi sayısı, 1970’de 25.963’e ulaşmıştı.

Bu dönem boyunca işçi sınıfı, grevlerden, fabrika işgallerine kadar çeşitli eylem tarzları geliştiriyor, ekonomik alandaki mücadelesine siyasal düzeyde de TİP (TİP’in paralelindeki DİSK) gibi bir yapıyla burjuvaziden örgütsel olarak da ayrışma yollarının aranması eşlik ediyordu.

Özellikle 1968-70 döneminde sermaye birikimindeki tıkanmaya paralel olarak yaşanan yükseliş 15-16 Haziran 1970’de doruğa ulaştı. Direnişin somut nedeni AP tarafından hazırlanan Sendikalar Kanun Tasarısı’ydı. Tasarının hedefi bütün işkollarında Türk-İş’i yetkili kılarak, işçi hareketinin bir “sarı” sendikalar ağıyla denetim altına alınabileceği bir düzenleme getirmekti. Tasarıya göre, “bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki işçilerin üçte birini temsil etmesi” gerekiyordu. Bu maddenin doğrudan doğruya DİSK ve Türk-İş’in üye sayılarının karşılaştırılmasıyla üretilmiş olduğu açıktı. Zaten hükümet sözcüleri de hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için Türk-İş’in 11 Mayıs 1970’de Erzurum’da toplanan kongresinde “Sendikalar Kanun tasarısının yürürlüğe girmesiyle Türkiye’de Türk-iş’den başka işçi konfederasyonu kalmayacağını” ilan ettiler. Yasanın direnişlere yol açan maddesi, önce TİP, sonra CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne müracaatı ile 19 Ekim İ972’de iptal edilinceye kadar yürürlükte kaldı.

12 Mart:

1968 ve izleyen yıllarda sermaye, ekonomik alanda dış ticaret açıklarının büyümesi, enflasyonun yükselmesi ve yatırımların durması vb. etkenlerin gittikçe yoğunlaşan basıncı altına girecekti. Dış borçları ödemek için döviz bulamayan ekonomide yatırımlar durmuş ve mevcut üretimde önemli kapasite düşüşleri yaşanmıştı. Ekonomik krize paralel olarak, siyasal alanda da bunalımın öğeleri birikiyordu. 1960’ların başında, oluşan yeni dengeleri oldukça çabuk kavrayarak, ağırlıklı olarak tarım ve ticaret sermayelerinin ittifakını temsil eden geleneksel DP yapısına sanayi burjuvazisini de ekleyerek sermaye bloğunun tümünü kendi çatısı altında toplayan AP’nin, dönemin sonuna gelindiğind,e yapısını bu biçimde sürdürmesi, aslında daha çok siyasal nedenlerle, zorlaşmıştı. Burjuvazi kendi içinde somut çıkar gruplarına ayrışmıştı. Sermayenin geleneksel partileri AP ve CHP, bu ayrışmaya paralel olarak iç bölünmelere uğruyordu. MGP, MNP, DP, CKMP gibi özellikle tarım ve taşra burjuvazisinin temsilciliğine soyunan partiler önem kazanmaya başlıyordu. Bu ayrışmaların da güçlendirdiği istikrarsızlık, parlamentonun ekonomik-siyasi krize müdahalesini zorlaştırıyordu.

Bu dönemde ordu, burjuvazinin OYAK’la başlattığı sermayeye eklemleme operasyonunun başarısını da kanıtlayarak, 12 Mart 197l’de burjuvazi adına ekonomik-siyasi krizi çözmek üzere girişimde bulundu. Neredeyse tamamen sola ve işçi sınıfına dönük olarak yaşanan baskı döneminin yarattığı “güven ortamı”, yatırımların ve verimliliğin -grev yasağının da katkısıyla-artmasına yol açmış gerçek ücretler düşerken ekonomi serpilmişti.

Fakat sokakta sağlanan istikrar, hükümette gözlenemiyordu. Birincisinin yıkılması üzerine kurulan ikinci Erim kabinesi de ancak 11 Aralık 197l’den 17 Nisan 1972’ye kadar sürebildi.

Her ne kadar gerçek ücretler düşürülmüş, grevler yasaklanmış ve sendikalar baskıya tabi tutulmuş ise de bütün bunlar kısa ömürlü olmuş ve gerek sol, gerek işçi sınıfı bu baskı döneminden eskisinden daha güçlü çıkmıştır. 12 Mart, Türkiye kapitalizmine uzun vadeli olarak kayda değer bir yarar sağlamamıştır. 12 Mart’ın attığı her adımda görülen yarımlık, almaya soyunduğu her tedbirde gösterdiği ikircikliğin nedenlerini, en başta burjuvazi içinde görülen çıkar bölünmeleri ile duraksatılan ama “kökünün kazınmasına” girişilemeyen işçi hareketinde görmek gerekiyor. Bu dönemde ithal ikameciliğin nesnel sınırlarının görülmüş olmasına rağmen, burjuvazinin de bu modelde hâlâ yeterince kâr ediyor olması, model değişiminin ve bununla birlikte bir çok sorunun da 1980’lere devralmasına neden olmuştur.

1971- 80 dönemi:

1970’ler ithal ikameciliğin “uzatmalı yılları” oldu. Özellikle, 1977’den sonra bir model değişimi kendisini dayatırken, toplumsal muhalefet bu tür bir girişimin önünde en büyük engeli oluşturmaktaydı-. İşçi hareketi 1977’de zirveye ulaşmış, sonrasında ise gerilemeye başlamıştı. 1970’lerle birlikte burjuvazi gittikçe artan bir şiddet dozajıyla birlikte işçi sınıfının mevzilerini geriletmenin savaşımını başlatmıştı.

1975 yazında grevler, iş bırakma ve iş yavaşlatma eylemlerinin yaygınlaşması, sermaye içindeki çelişkileri “erteledi”. Sonraki aylarda burjuvazi ve işveren örgütleri, gerek toplu sözleşme düzeninde değişiklikler yaparak, gerek” dayanışma”larını pekiştirerek işçi sınıfının ekonomik mücadele alanını daraltma arayışına girdiler. Türkiye Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS), Ağustos 1976’da “olağandışı ücret taleplerini önlemek için” işçi-işveren-hükümet üçlüsünden oluşan korporatif bir organ (Ücretler Konseyi) kurulmasını önerdi. MESS, bu ay Türkiye’de işveren örgütlenmesinin tarihinde ilk kez, bütün bağlı işletmelerle protokol imzalayarak toplu sözleşme görüşmelerini merkezi düzeyde yürütme yetkisini üzerine aldı. Aynı ay, TİSK genel sekreteri Rafet İbrahimoğlu “hükümetlerden ve siyasi partilerden gerekli anlayış ve alakayı göremediklerinden” yakınarak “işverenlerin grev ve lokavt fonu kurarak tam bir dayanışma içinde bulunması” gerektiğini savundu. 26 Ağustos’ta işverenlerin “örgütlenmeye ve eylem birliğine” çağrıldığı geniş bir toplantı yapıldı. TÎSK Başkanı Halit Narin, bu toplantıda MESS örneğini izleyerek bütün işverenlerin toplu sözleşme yetkilerini TiSK’e devretmelerini istedi.

Bir tarafta da 1973’lerden başlayarak gittikçe örgütlü bir biçimde sanayi burjuvasinin sesini duyuran TÜSİAD vardı. Sosyal politika konusunda TİSK ile TUSİAD’ın, hatta Odalar Birliği’nin genelde pek farklı tellerden çaldıkları söylenemezdi. Ancak sendikal mücadelenin kızıştığı 1970’lerin ikinci yarısında, toplu sözleşmelere yaklaşımda TİSK ile TÜSİAD’in birbirlerine ters düştükleri de gözlemlenecekti. Sendikaların taleplerini, tekelci konumlarından dolayı göğüsle- yebilme gücüne sahip TÜSİAD’cılar daha uzlaşmacı bir tavır içine girerken, TÜSİAD’cılar kadar güçlü olmayan sermayedarlar -ki, bunlar TİSK’te sayıca daha fazla duruma gelmişlerdi- uzlaşma yerine çatışmayı tercih eder durumdaydılar. Bu nedenle TÜSİAD, bir kaç kez TİSK’i sınıf çelişkilerini artırmakla eleştirecekti.

MC iktidarları ve AP azınlık iktidarı döneminde BÖLGE ÇALIŞMA MÜDÜRLÜKLERİ eliyle işyerlerine işçileri temsil etmeyen sarı, gerici, faşizan sendikalar getirildi. Çok sayıda “ülkücü” özellikle KiT’lere ve kooperatif kuruluşlarına yerleştirildi. İçerden bu kişilerin, dışarıdan örgütlü faşist komandoların saldırıları ile işyerlerinde baskı oluşturuldu, işçiler dövüldü, hatta öldürüldü; DİSK üyeleri sendika değiştirmeye zorlandı.

Bu dönemde burjuvazinin işçi hareketinin yükselişine karşı siyasal alanda ürettiği politikaların eksenine (her zaman olduğu gibi) havuç / sopa taktiği oturuyordu. Bu noktada MHP ve CHP üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak durmak gerekiyor.

MHP:

İktidarın artan muhalefet hareketlerini ve devrimci güçleri üniversite içinde ve sokakta sindirebilmek için aşırı milliyetçi militanları kullanabileceğini düşünmesi, MHP’nin ilk aşamada rahatsız edilmeden gelişmesine neden oldu. Sonraları geleneksel bastırma yöntemlerinin yetersiz kalmasıyla, aşırı milliyetçi kadrolar “devlete yardımcı” güçler olarak kullanıldılar. Bu yardımına karşılık olarak MHP’ye iktidardan yararlandırma yoluna gidildi.

MHP büyük atılımını, 1977’de gerçekleştirdi: Bir milyona yakın oy alarak 16 milletvekilliği kazandı. MHP’nin oy tabanını daha çok orta ve düşük gelirli katmanlar oluşturuyordu. MHP’nin siyaset sahnesinde etkin bir rol oynaması, 1 Nisan 1975’te 1. MC hükümetinin kurulmasıyla başladı. AP’nin liderliğinde kurulan bu koalisyon hükümetinde MHP mecliste sadece üç üyeye sahip olmasına karşın iki bakan (A. Türkeş ve Mustafa Kemal Erkovan) ile temsil edildi. Kabinede MHP’ye verilen bu iki koltuğun, parlamentoda değil, sokakta ve devlet kurumlaşmasında temsil ettiği gücün karşılığı olduğu açıktır. 22 Temmuz 1977’de oluşturulan 2. MC hükümetinde MHP, bu kez beş bakanlık elde edecekti.

MHP burjuvazinin ve onun temsilcilerinin gözünde bir taşla dört kuş vurmanın yoluydu. Bir taraftan MHP militanlarından devrimcilere ve işçi sınıfına karşı vurucu güç olarak faydalanılıyor, diğer yandan da sınırlı da olsa aşırı milliyetçi bir hareket yardımıyla, yoksulluğun nedenleri ve bunun sorumluları konusunda bir bulanıklık yaratılmaya çalışılıyordu. Bir yandan MHP militanlarının gerçekleştirdikleri her eylem ya da cinayet nedeniyle devrimci güçler suçlanarak, komünizm tehlikesi gündemde tutuluyor ve böylece orta sınıflar korkutulup, “güçlü bir hükümet” düşüncesine yönlendiriliyor, diğer yandansa faşizm tehlikesi gündemde tutularak solun ve sınıfın varolanı koruma perspektifine sıkışması sağlanıyordu.

Düzen dışına taşma potansiyeli olan toplumsal muhalefeti dizginlemek ve paralize olmasını sağlamak içinse başka kanallara da ihtiyaç vardı. CHP, bunlardan en önemlisiydi.

CHP:

1960’larla birlikte yükselen, sanayi burjuvazisinin önemini kavrayıp kısa sürede restorasyonunu gerçekleştiren AP, CHP’yi burjuva siyasal yelpazesinde gittikçe gereksiz kılmaya başlar. Fakat yılların partisi, bu değişimi kısa sürede kavrayıp, kendisini verili dinamiklere uygun olarak yeniden şekillendirmeye girişti. Bu dönemde, CHP, maddi varlığım gittikçe artan oranda hissettiren işçi sınıfında kendisine bir toplumsal destek görmüştür.

Diğer yandan işçi sınıfının oluşturduğu potansiyel tehdit, gerek siyasal alanda TİP’le, gerekse sendikal alanda DİSK’le ifadesini bulan burjuvaziden siyasal ve örgütsel anlamda bağımsızlaşma eğilimleri CHP’nin deneyimli politikacılarının gözünden kaçmıyordu. Ecevit’ten dinleyelim: “Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskıdan kurtarıcı ve toplumu sosyal adalet içinde kalkındırıcı tedbirler alınmazsa, ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları, kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaîleşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir.” 3

CHP, 1960’lı yılların sonundan başlayarak, sendikal hareket içinde de kendine yandaş akımlar bulmuştur. Gerek DİSK’in yükselişi karşısında Türk-İş içinde belirmiş olan “sosyal demokrat ideoloji” yandaşları, gerekse daha sonraki DİSK içinde ciddi bir ağırlık kazanan TKP’li sendikacılar, CHP’nin sendikal hareket içinde etkinliğini artırmasına yardımcı oldular.

CHP, bu dönemde ilerici harekette truva atı rolünü oldukça başarılı bir biçimde oynamıştır. Ancak, bu dönemde CHP’nin işlevi bununla sınırlı kalmamış, sosyal demokratlığın diğer misyonu olan burjuvaziye alternatif bir program sunabilme yetisini de fazlasıyla göstermiştir. CHP’nin özellikle sanayi burjuvazisine sunduğu programın eksenini, burjuvazinin bu kesimiyle işçi sınıfının çıkarlarının aynı doğrultuda olduğunu göstermeye çalışmak olmuştur. Ancak, bu dönemde CHP, burjuvazi tarafından tek başına iktidara gelemeyecek kadar “işçici” bulunmuş ve daha çok bir AP-CHP koalisyonu arzulanmıştır.

12 Eylül:

Az çok 1970’lerin başından beri varolan sorunlar 1980’de artık ertelenemez duruma gelmiş, burjuvazinin bu dönemde gerek kendi içindeki ayrışmaları törpüleyememesi, gerekse toplumsal muhalefetin iktidarı tehdit etmemekle birlikte tıkanmış sermayenin önünde yeni engeller yaratması nedeniyle gerekli dönüşümü gerilimsiz bir şekilde halletme fırsatına sahip olamamış ve bir askeri darbe “beklenir” olmanın ötesinde düzenin bütün güçleri açısından “istenir” hale gelmişti. 1979 ortalarından sonra TİSK, TOB (Odalar Birliği), işverenlerin militan örgütü MESS (o dönemde Başkam T. Özal idi.) ve TÜSİAD hep birlikte işçilere karşı saldırıya geçmişlerdi. Bu kuruluşların sendikal mücadeleye ilişkin taleplerinin neredeyse tamamı 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Anayasa’ya da yasa hükmü olacaktı. Rahmi Koç, “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark; alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisiyse tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok” 4 diyerek sevincini belli etmekten kaçınmıyor.

Sonrasında 24 Ocak kararlan ile programatik bir biçimde gündeme gelen yeni ekonomik paket, işçi sınıfının ve diğer kesimlerin ekonomik ve siyasal kazanımlarının sadece geçici olarak bastırılmasını değil, kalıcı bir biçimde geriletilmesini gereksiniyordu. 12 Eylül bunu 12 Mart’tan aldığı dersle de oldukça kararlı bir biçimde yerine getirdi. 20 yıldır burjuvazinin başını ağrıtan 1961 Anayasası’ndan kurtulmak da bunun bir boyutuydu. 12 Eylül, kendisini öyle açık bir biçimde 27 Mayıs düşmanı ilan etmişti ki, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak bilinen ve 27 Mayıs darbesini kutlayan milli bayramı bile ortadan kaldırdı.

12 Eylül’ün 27 Mayıs’a olan öfkesi, uzun vadeli ve asli hedefi olan kitlelerin siyasetten uzaklaştırılmasından bağımsız olarak anlaşılamaz. Bu dönem boyunca ve bugün de hâlâ bütün kurumlar bu hedef doğrultusunda düzenlenmiş, siyasal partilerin işlevleri daraltılmış, yürütme erki güçlendirilmiş, siyasal alan alternatifsiz kılınmış, “halk”ın kendisini ifade edebileceği bütün kurumlar kapatılmıştır. 1985’le birlikte liberalizm, “çağ atlıyoruz” “köşeyi dönüyoruz” söylemleriyle tersine bir görüntü verilmeye çalışıldıysa da Demirel devletin yıpranmasından dem vurarak ve sınırlı bir politizasyon hedefiyle sahneye bir “demokratikleşme paketi” ile çıktıysa da bu süreç hâlâ devam etmektedir.

80 sonrası yeniden yapılanmaların kapsamlı bir değerlendirmesi ve geleceğe dönük çıkarımlar bir sonraki yazının konusunu oluşturuyor… 

Dipnotlar

  1. Çulhaoğlu Metin; “Siyaset ve İdeoloji 2; Türkiye’ye Bakarken” Gelenek, no: 28, Eylül 1988, s. 66.
  2. Türk-İş, “Sendikalar ve Grev, Lokavt Hakları: Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasaları ile İlgili Meclis Tutanakları Derlemesi”, Türk-İş Yayını, Ankara 1964,s. 131.
  3. Ecevit Bülent, “Ortanın Solu”, (2. Baskı), İstanbul 1966, s. 21.
  4. Aktaran Sönmez Mustafa, “Türkiye Ekonomisinde Bunalım: 2, 1980 Sonbaharından 1982’ye”, Belge Yay., İstanbul 1982, s. 90 – 91.