İşçi sınıfının politik bağımsızlığı ve ittifaklar sorunu: 19. yüzyıldan dersler

Giriş

İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin tüm tarihinde ittifak sorunu ile iktidar sorunu iç içedir.

İşin özüne inildiğinde, bu anlamda ittifak daima sınıflar arasındadır ve iktidarı arayan bir sınıf için neden bir zorunluluk olduğunu Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde şöyle ifade eder:

Gerçekten, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır. Bir sınıfa karşı çıkması yüzünden, sırf bu yüzden devrimci sınıf, kendisini, bir sınıf olarak değil de, hemen bütün toplumun temsilcisi olarak sunar, tek egemen sınıf karşısında toplumun tüm kitlesi olarak görünür.[1]

Bu pasaj bize başlayacağımız noktayı sağlıyor; ancak devrimlerin (hele ki kendiliğinden süreçler sonucunda) hiçbir zaman bu alıntıda tasavvur edildiği kadar net bir bölünme ve mevcut egemen sınıfa karşı geri kalan tüm sınıfların saf tutması sonucunda gerçekleşmemesi nedeniyle geliştirilmesi gerekiyor. Burada kastım teorinin hayatı fazlaca basitleştirmesi ve gri bölgeleri yok sayması değil. Ayrıca devrim gerçekleştiği momentte toplumu gerçekten devrimci saf ve karşıdevrimci saf olarak ikiye bölüyor. Ancak bu ikiye bölünme her ne kadar tarihsel soyutlama düzeyinde egemen sınıf ile devrimci sınıf arasında gerçekleşse de, pratikte çok daha kaotik biçimde işliyor: Egemen sınıfın azınlığını oluşturan kimi üyeleri devrimcileşiyor, devrimci sınıfın kimi öbekleri karşıdevrimci safta yer alıyor ve bu iki sınıf dışındaki sınıflar da her biri kendi meşrebinde saflar arasında ikiye bölünüyor.

Burada en kritik meselelerden birinin şu olduğunu düşünüyorum: Sınıflar tek tek “üyeleri”ne parçalanarak analiz edilemeyecek birer bütünlüktür; ancak her biri, maddi yeniden üretim pratikleri açısından görece farklı bölmelerden oluşur. Marksist teori sınıfları hiçbir zaman bu bölmelerinden bağımsız birer homojenlik olarak ele almaz. Burjuvazinin artı değerin üretimini (yani emek sömürüsünü) gerçekleştiren bir bölmesi olduğu gibi ticari ve finansal bölmeleri de vardır; işçi sınıfının içinde ise sanayi proletaryası, lümpen proletarya gibi bölmeler bulunur. Ayrıca kapitalizmin emperyalist aşaması burjuvazinin içerisinden bir mali oligarşi yaratmış, o da proletarya içinde kendi yansıması olan işçi aristokrasisini oluşturmuştur. Sınıfların tarihsel çıkarları bu bölmelenmeyi aşan bir bütünsel doğrultu oluştursa da, sınıf bölmeleri asla kendiliğinden bu doğrultuda hareket etmez; ortak doğrultunun sınıfın pratiğine öncüsü tarafından empoze edilmesi gerekir.

Bu ortak doğrultunun dayatılması zorunluluğu sadece işçi sınıfı için geçerli değildir. Egemen sınıf da kendi içindeki maddi çıkar ayrışmalarının dağıtıcı çelişkisini hiyerarşik bir egemenlik mekanizmasıyla aşar.

Lenin’in formülasyonundan[2] yola çıkarak, şöyle bir genelleme yapmak mümkün: (1) Olağan, devrimci olmayan dönemde sınıflı toplumun çelişkileri egemen sınıfın, pratik ifadesini devlet örgütlenmesinde bulan iktidar gücü tarafından baskılanır ve kendilerini maddi değil yalnızca ideolojik düzlemde gösterir. Bu dönemde burjuvazi kendi hiyerarşik bütünlüğünü korur, işçi sınıfının tüm bölmeleri ise birbirinden ayrı sınıflar gibi, hatta sanki aralarında uzlaşmaz çıkarlar varmış gibi davranır. Buna ek olarak işçi sınıfı ve genel olarak toplum, burjuvazi tarafından yaygınlaştırılan, sınıfsal olmayan önyargılar (din, millet, hemşerilik, spor takımı taraftarlığı…) ile de parçalanır ve bu parçalar da edindikleri yanlış bilinçler doğrultusunda kendi sınıfsallıklarına (dolayısıyla toplumsallıklarına) yabancılaşır. (2) Devrimci bir dönem daima mevcut toplumsal düzenin maddi yeniden üretimini zora sokan bir bunalımla başlar. Bunalım önce ideoloji alanını sadeleştirir, maddi sorunlar tüm sınıfların birinci gündemi haline gelir. Öte yandan bunalımın yarattığı maddi daralma, burjuvazinin egemenlik mekanizmalarını sekteye uğratır ve bu sınıfı kendi hiyerarşik bütünlüğünü koruyamaz hale getirir: Tarihsel değil ancak gündelik çıkarları farklı, hatta bazı açılardan zıt olan bölmeler kendi çıkarlarını korumak için birbirlerine bunalım ne kadar derinse o kadar düşmanlaşır. Yönetenler, yönetemez hale gelir. Buna paralel olarak genel yoksullaşma, yaygın işsizlik vb. koşullar işçi sınıfının bölmeleri arasındaki farkları silikleştirir, orta sınıfın bir bölümünü mülksüzleştirir ve toplumda genel ve derin bir hoşnutsuzluk hali yaratır. Yönetilenler, eskisi gibi yönetilmek istemez hale gelir. (3) Hiçbir devrimci bunalım sonsuza kadar sürmez. Burjuvazinin kendi içindeki mücadele siyasi ifadesini birden fazla düzen partisi arasında keskinleşen iktidar mücadelesinde bulur. Bunların her biri egemenliği restore etmeye yönelik bir programla hareket eder, nihayetinde biri devlet iktidarını ele geçirir ve sermaye içinde az çok kararlı bir güç dengesini tekrar kurarak bunalımın aşılmasını sağlar. Ancak bu bunalım penceresinde, devrimci bir politik özne de her biri eskisi gibi yönetilmek istemeyen, ancak yenisinin ne olacağı konusunda bazıları kendince bir ölçüde fikir sahibi olsa da hemfikir olmayan yönetilenlerin hoşnutsuzluğunu kendi devrimci programı etrafında birleştirebilir ve devrimi gerçekleştirebilir.

Toplumsal devrimi sınıflar yapar, ama onun başlangıcı olan siyasal devrimi daima bir devrim partisi gerçekleştirir. Bu partinin iki temel görevi olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, işçi sınıfının mümkün olan en geniş kesiminin bir devrimci politik doğrultu etrafında birliğini sağlamak; ikincisi, diğer yönetilen sınıfların bilhassa çıkarı açıkça kapitalizmin restorasyonundan yana olmayan, emeğiyle geçinen kesimlerini bu devrimci politik doğrultuya eklemlemek. Bu iki görevden her biri, başarıldığı ölçüde diğerini kolaylaştıran bir diyalektiğe sahiptir: İşçi sınıfının devrimci birliği, hem sergilediği kitlesel gücün ikna ediciliği ile orta sınıfları kendisine çeker, hem de kapitalist toplumun maddi yeniden üretimini daha da sekteye uğratıp bunalımı derinleştirerek saflaşmayı keskinleştirir. İşçi sınıfının devrimci doğrultusuna eklemlenen orta sınıflar ise ideolojik atmosferin düzenden değil devrimden yana bir nitelik kazanmasına yardımcı olur; burjuvazinin olağan koşullarda işçi sınıfını parçalayan ideolojik hegemonyasının daha da sarsılmasını sağlar ve devrimci sınıfın birliğinin yaratılmasını kolaylaştırır.

Devrim partisi, bu iki görevi başarabildiği ölçüde bunalımı egemen sınıfın iç hesaplaşması olmaktan çıkarır ve bu iç hesaplaşmayla zayıflamış düzen cephesi ile, biriken çelişkilerin bunalım ortamında serbest kalan enerjisinden beslenen devrim cephesi arasında bir hesaplaşmaya dönüştürür. Bu taraflaşma devrimi garanti altına almaz, ama bu taraflaşma olmaksızın devrim mümkün değildir.

Bu bahsi kapatmadan önce iki not düşmek istiyorum. Birincisi, temelinde Leninist öncülük nosyonu olan bu soyutlama, sık sık yanlış biçimde Ekim Devrimi nesnelliğine (yani burjuvazinin kapitalizm öncesi egemenliğe karşı kendi siyasi devrimini başlayıp bitiremediği ve devrimci atmosferin politik hegemonyasını işçi sınıfına kaptırdığı duruma) sınırlanır. Ben bu yazıda, aynı formülasyonun 19. yüzyıldaki devrimci durumlarda da geçerli olduğunu göstererek, günümüzde de geçerli olan genel niteliğini ispat etmeye çalışacağım. İkincisi, doğal olarak bu yazı salt teorik bir çaba değil. Yazıya konu olan tarihsel dönem ve o dönemdeki devrimci mücadelenin en ileri mevziisini oluşturan siyasi ittifak olan I. Enternasyonal’e 2022 yılı başlarken Türkiye’deki politik atmosferden bakıyor, kimi dersler çıkartıyor ve paralellikler kuruyorum. Ancak yazının akışını ikide birde kesip bu paralelliklere işaret edecek parantezler açmayacağım ve bu işi okura bırakacağım.

Bu notlarla birlikte, başlayabiliriz.

1848 itibariyle durum

Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş eserine yazdığı Sunuş’ta, 1848 Devrimi ve ardından monarşinin restorasyonundan bahsederken “burjuvazi artık yönetemiyor, proletarya henüz yönetemiyor” tespitini yapar[3] ve Lenin Paris Komünü’nden bahsedeceğinde bu tespitin altını özellikle çizer.[4]

Kendisini en açık biçimde Komün’de gösterse de, bu durum gelgitli bir biçimde 19. yüzyıl Kıta Avrupası’nda sınıflar mücadelesinin hâkim karakteristiğidir. Fransız Devrimi’yle açılan bu yüzyıl boyunca Avrupa’da her ülkede burjuva devrim süreçleri yaşanmış ve pek çoğunda burjuvazi yeni egemen sınıf olarak iktidara yerleşmiştir. Ne var ki bu iktidar henüz hayli kararsız ve sallantılıdır. Bir yanda, burjuvazi devrim sürecini olabildiğince “ekonomik” geçirmek ve eski egemen sınıfı tamamen mülksüzleştirip ortadan kaldırmak değil burjuvalaştırıp kendisine eklemlemek; böylece eski siyasi egemenlik mekanizmalarını da yıkmak yerine devralmak çabasındadır. Mümkün olan her yerde burjuva devrimlerinin siyasi hedefi cumhuriyet değil meşruti monarşi olmuş; devrimin demokratik içeriğinin şiddetini eski rejimin ayak direme miktarı ve gücü belirlemiştir. Öte yanda, burjuvazinin eski rejime karşı devriminde en “olağan” müttefiki, ücret karşılığı emeğini satın aldığı kentli, mülksüz işçi sınıfıdır ve bu sınıf bugün müttefik olsa da müstakbel mezar kazıcı, bir sonraki devrimci sınıftır. Marx ve Engels’in erkenden gördüğü bu gerçek, burjuvazi açısından da farkında olunmayan bir sır değildir. Fransız Devrimi’nde baldırıçıplakların oynadığı rolün sol muhalefete açtığı alan[5] bir erken uyarı olmuş, 1830’daki Temmuz Devrimi’nin işçi sınıfında yarattığı hayal kırıklığının ardından sanayi kentlerinde yaşanan proleter ayaklanmalar ise işçi sınıfının giderek kendi çıkarları doğrultusunda siyasallaşma becerisi kazanıyor olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde herkese göstermişti.

19. yüzyıl boyunca, eski egemenler ve sonraki devrimciler arasında sıkışan burjuvazi her devrimci süreçte ecel terleri dökmektedir. Devrimcilikte elini korkak alıştırdığında (bir kısmı bizzat burjuva olan) monarşist gericiler ensesine yapışmakta; fazla idealist davrandığında devrimin dümenini işçi sınıfına kaptırma tehlikesi baş göstermektedir. 1830’da güçlü biçimde görünen bu eğilimin Fransa’ya özgü olmadığı 1848’de tüm Kıta Avrupası’nı saran devrimci yükselişte ortaya çıkmıştır.

İşçi sınıfının bu devrimci döneme girerken sahip olduğu en ileri siyasi program olan Komünist Manifesto’da burjuvazinin devrimci rolüne dair, belki de bu rolü abartan tutarsız bir iyimserlik olduğu sıkça söylenir.[6] Ne var ki bu tutarsızlığın kaynağı Marx ve Engels’in öngörü eksikliği değil, yukarıda gerekçelerini aktardığımız “ne ileri git asıl ne geride kal basıl” halidir. Marx ve Engels, illüzyonlara kapılmamakta, ancak burjuvazinin devrimi elinden kaçırabileceğini ve işçi sınıfına kaptırabileceğini düşünmektedir. Nitekim Manifesto devrimci duruma işçi sınıfı adına müdahale etmek için yazılmıştır ve olgunlaşmakta olan işçi sınıfını güçlendirmeye çağırdığı politik doğrultu, Almanya’da yaklaşmakta olan burjuva devrimini desteklemekten ibaret değil, bu devrim gerçekleştiğinde pek beklemeden devamını getirmeye yöneliktir;

(…) komünist parti, burjuvazi ile proletarya arasındaki keskin karşıtlığın olabildiğince duru bir bilincini işçilerde oluşturmaktan da bir an bile geri kalmıyor; öyle ki, Alman işçileri, burjuvazinin kendi egemenliğiyle birlikte getirmek zorunda kalacağı toplumsal ve siyasal koşulları, bir çırpıda, burjuvaziye karşı birer silah olarak çevirebilecek ve böylece Almanya’da, gerici sınıfların devrilmesinin hemen ardından, burjuvazinin kendisine karşı mücadele başlayabilecektir.

Komünistler dikkatlerini ağırlıklı olarak Almanya’ya çeviriyorlar, çünkü Almanya bir burjuva devrimin arifesinde bulunuyor ve çünkü (Almanya’ da bu devrim, geneliyle Avrupa uygarlığının çok daha ileri koşulları altında ve 17. yüzyılda İngiltere’dekinden ve 18. yüzyılda Fransa’dakinden çok daha gelişmiş bir proletaryayla birlikte gerçekleşeceğinden) Alman burjuva devrimi, olsa olsa bir proletarya devriminin doğrudan “giriş sahnesi” olabilir.[7]

Ve sonrasında Engels dönemi geriye doğru değerlendirirken kendilerinde bir tutarsızlık varsa bunun burjuvaziden devrimcilik beklemek değil, proletaryanın 1848’de, burjuva devriminin hemen akabinde kendi devrimin yapabileceğini düşünmek olduğunu belirtir.[8]

1848, 1789’da başlayan burjuva devrimleri döneminin kapanışıdır.[9] Devrimci yükseliş tüm Avrupa’da burjuvazinin en zengin kesimleri ile eski rejim arasında uzlaşmalar şeklinde gerçekleşen bir karşıdevrimle iç içe geçerek sonuçlanmış; kısa süre sonra Fransa’da “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” ile monarşi restore olmuş ve işçi sınıfı da, devrimci küçük burjuvazi de ortada kalmıştır. Bu tarihten itibaren işçi sınıfı, özerk siyaset yapma becerisine sahip olsa da olmasa da devrimci durumlarda esasen burjuvazi ile karşı saflarda yer alacak, bu beceri tarihsel bir ihtiyaç olarak kendisini dayatacaktır.     

İçi içe iki ihtiyaç: Sınıfın politik bağımsızlığı ve diğer sınıflarla ittifak

Giriş bölümünde çerçevesini çizdiğimiz üzere, bir devrimci sınıf siyasi iktidarı ele geçirmeye yönelik özerk siyasi mücadelesini kendisini yalnızlaştırıp izole ederek değil, kendi belirleyiciliğinde sınıflararası bir ittifak sistemi oluşturarak ilerletir. Bu, her durumda bir ihtiyaçtır zira devrimci sınıf, egemen sınıfın elindeki iktidar aygıtlarını paralize etmek için genel bir toplumsal anarşiye ihtiyaç duyar. Söz konusu devrimci sınıf işçi sınıfı olduğunda ise ihtiyaçtan öte bir zorunluluktur; zira, bir mülk sahibi sınıfı devirip yerini almak isteyen başka bir mülk sahibi sınıftan farklı olarak işçi sınıfı, kuracağı sınıfsız toplumun maddi ilişkilerini “eski toplumun bağrında” oluşturamaz ve devrimci siyasetini bu maddi güce yaslanarak yapamaz. Örneğin kendisine müttefikler satın alamaz. Onun toplumsal devrimi gerçekleştirebilmek için mutlaka öncelikle siyasi iktidarı ele geçirmesi ve kendi devletinin çatısı altında kuracağı kamusal ve kolektif ekonomik yapı ile kapitalist toplumun maddi temeli olan meta ekonomisini, bir yangını havayla temasını kesip oksijensiz bırakarak söndürmeye çok benzer biçimde sönümlendirmesi gerekir.

Bu doğrultunun korunabilmesi için, nasıl bir ittifaka dayanıyor olursa olsun yeni siyasi iktidarın belirleyici gücünün işçi sınıfı olması gerekir. Proletarya diktatörlüğünün özü budur: İşçi sınıfı müttefikleriyle birlikte iktidarı ele geçirdikten sonra, yine kendi öncülüğünde ama onlarla birlikte devrimci bir devlet kuracaktır. Bu devletin kısa vadedeki görevi karşıdevrimci güçleri yenilgiye uğratmak ve siyaset yapamaz hale getirmektir. Ama uzun vadedeki asıl zorlu görevi, işçi sınıfının devrimdeki müttefiklerini (ve devrim sırasında tarafsız, dolayısıyla hareketsiz kalan herkesi) işçileşmeye, yani onları işçi sınıfından ayrı birer sınıf olarak tanımlayan küçük mülkiyetlerinden ve bu küçük mülkiyet üzerinden üreyen önyargılarından vazgeçmeye ikna etmek olacaktır.

İşçi sınıfı, ittifaklarını, devrimden sonra bozup müttefiklerine ihanet etmek için değil, müttefik olduğu sınıfları sınıfsız topluma giden yolda kendisine asimile etmek için (de) kurar. Örneğin 20. yüzyıl boyunca komünizmin sembolü olmuş olan orak-çekiç; işçi sınıfı ile emekçi köylülüğün ittifakının sembolüdür ve bu ittifak emekçi köylülüğün işçileşmesini sağlayamadıkça sosyalizmin ilerlemesi sekteye uğramış, küçük köylü mülkiyeti gerici ideolojilerin önemli kaynaklarından biri haline gelmiştir.[10]

Bu, işçi sınıfının siyasette en az ittifaklar kadar yaşamsal olan ikinci bir ihtiyacının altını çizer: politik birlik ve bağımsızlık. Bir sınıf ve o sınıfın siyaseti, kendi sınırlarını çizmeden başkalarıyla birlikte hareket etmeye kalkarsa, kendi taleplerini politik olarak savunamaz, müttefiklerine dayatamaz ve sonunda araçsallaşır. Yani bir sınıf ittifak kurabilmek için, önce kendisini politik olarak kurmalı, onu kendisi için sınıf haline getirecek, onun tarihsel çıkarlarını politik mücadelede savunacak ve dayatacak bir örgüte sahip olmalıdır.

Komünistlerin öncelikli işi işçi sınıfı için bu örgütü yaratmaktır.

Bu ilkenin önemi de kendisini 1848 devrimlerinde göstermiştir. Marx ve Engels, 1850 yılının Mart ayında kaleme aldıkları “Komünistler Birliği Merkez Komitesi’nden Birlik’e Çağrı” metninde[11] Almanya’da işçi sınıfının en önemli sorununu şöyle tanımlar:

[Almanya’da] Birlik’in geçmişte güçlü olan örgütlülüğü gözle görünür biçimde zayıflamıştır. Devrimci hareketliliğe doğrudan katılan pek çok üyemiz gizli örgütlülüğün miadının dolduğunu ve toplumsal eylemin yeterli olduğunu zannetmiştir. Tekil bölgeler ve topluluklar Merkez Komitesiyle olan bağlarının zamanla zayıflaması ve kopmasına izin vermiştir. Dolayısıyla, Almanya’da küçük burjuvaların Demokrat Partisi örgütlülüğünü güçlendirirken işçi partisi tek sağlam dayanağını yitirmiş, örgütlülüğü en iyi durumda yerelliklere sıkışmış ve yerel amaçlara yönelik hale gerilemiş, bunun sonucunda genel hareket içerisinde tamamen küçük burjuva demokratların önderliği ve hegemonyasına tabi hale gelmiştir. Bu durumun devam etmesine göz yumulamaz; işçilerin bağımsızlığı mutlaka yeniden sağlanmalıdır.[12]

Marx ve Engels, buradan devamla devrimci-demokrat küçük burjuvazinin ekonomik ve politik taleplerinin ne olduğunu, bunların işçi sınıfının çıkarlarından nasıl ayrı olduğunu ayrıntılandırır ve kendisi de ezilmekte olan küçük burjuvazinin, devrimin yaklaşmakta olan ikinci dalgasında, bir önceki dalgada büyük burjuvazinin oynadığı çelişkili rolü oynayacağını, bir yandan kendi çıkarlarını elde etmeye çalışırken bir yandan devrimi frenlemeye çaba göstereceğini belirtir. Bu noktada, işçi sınıfı ile küçük burjuvazinin tek bir parti çatısı altında ittifakı sorunu gündeme gelir:

Şu anda, her yerde baskı altında olan demokratik küçük burjuvazi proletaryaya genel birlik ve uzlaşı öğütlüyor; dostluk eli uzatıyor ve her türlü demokratik görüşü kucaklayacak büyük bir muhalefet partisi kurmaya çalışıyor. Yani işçileri, [küçük burjuvazinin] kendi özel çıkarlarının perde gerisinde kalıp genel sosyal-demokrat söylemin baskın olacağı ve barışı korumak uğruna proletaryanın özel taleplerinin temsil edilmeyeceği bir partide kafeslemek istiyor. Böylesi bir birlik yalnızca onların faydasına ve tamamen proletaryanın zararına olacaktır. Proletarya büyük zorluklarla kazandığı bağımsız pozisyonu tamamen kaybedecek ve bir kez daha resmi burjuva demokrasisinin bir eklentisi düzeyine gerileyecektir. Dolayısıyla bu birliğe en kesin biçimde karşı çıkılmalıdır. İşçiler ve bilhassa Birlik, kendisini alkışlayan bir seyirci güruhu düzeyine indirgemek yerine, resmi demokratlara paralel biçimde, bağımsız bir işçi partisinin gizli ve açık örgütünü oluşturmak için çalışmalıdır. Ve Birlik, her topluluğunun, proletaryanın konumu ve çıkarlarının burjuva etkisinden bağımsız biçimde tartışıldığı işçi birliklerinin merkezi ve çekirdeğine dönüşmesini hedeflemelidir.[13] 

Bu bir izole olma çağrısı değildir. Zira devrimci dalganın yükselişinde zaten birlik kendiliğinden, eylemlilik içerisinde kurulacaktır ve işçi sınıfının bu ortamda devrimci küçük burjuvazinin ideolojik hegemonyasına girmemesi, fiziksel mücadelesini kendisi gerçekleştireceği devrimin zaferini ona kaptırmaması için, örgütsel bağımsızlığını güvence altına alması gereklidir. Marx ve Engels, küçük burjuvazinin yaklaşan devrimde iktidara geleceğini ve bu durumda proletaryanın iki görevi olacağını düşünmektedir: (1) Üretici güçlerin olabildiğince büyük bir bölümünün devlet çatısı altında kamulaştırılmasını zorlamak ve (2) devrimci değil reformist davranacak olan demokratların önerilerini sonuna kadar götürerek özel mülkiyete karşı bir saldırıya dönüştürmek.[14]

Almanya’da ikinci bir devrimin yaşanacağı ve bu devrimde küçük burjuvazinin iktidara geleceği öngörüsü doğrulanmamış; aksine büyük burjuvazi devrimden elde ettiği ekonomik kazanımları ilerleterek 1850’ler boyunca genel olarak kıta Avrupası’nda ve bilhassa Almanya’da büyük bir sermaye birikimi ve zenginleşme dönemi yaratmış,[15] komünistlerin payına da Köln Davaları, mahkûmiyetler ve sürgün düşmüştür. Öte yandan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının devrimci durumda takınacakları pozisyona yönelik genellemeler, sonrasındaki tüm devrimci durumlarda tekrar ve tekrar kendisini göstermiş ve doğrulanmış; işçi sınıfının, küçük burjuvazinin devrimcileşen kesimi üzerinde ideolojik hegemonya kurması ve onun özel mülkiyete dair tutucu, sınıfsal önyargılarının devrimci hareket içinde hareketi frenleyecek bir belirleyicilik kazanmasını engellemesi tüm devrimlerin temel meselelerinden biri haline gelmiştir.

İşçi sınıfının bu ihtiyacı, ancak sınıfın birleştirici tarihsel çıkarlarını gözeten bir Devrim Partisi’nin sınıf içerisinde ideolojik ve örgütsel olarak kök salmasıyla mümkündür; zira devrimci durumda siyaset, olağan koşullarda olduğundan çok daha fazla sıradan insanlar arasında yapılır hale gelir. Siyasi partilerin tarihsel tecrübelere ve teoriye dayanan, görece olgunlaşmış, köşeli ideolojik pozisyonları büyük bölümü bu düşünceler ile ilk kez derinlemesine tanışan, harekete geçmiş kitleler içerisinde serbestçe salınmaya ve birbiriyle sürtüşmeye başlar. Bu ortamda, kendi tarihsel çıkarlarına ideolojik açıdan daha sıkı sarılan sınıf, diğerlerinin üzerinde de daha güçlü bir ideolojik hegemonya kurar ve devrimin doğrultusunu belirler hale gelir.      

Bu olgunlaşma, düzen cephesinde de bir uzmanlaşma ihtiyacı doğurmuş, zamanla küçük burjuvazinin politik devrimcilik ile ekonomik tutuculuk arasındaki çelişkisini düzen içinde tutacak bir “Reform Partisi” burjuva siyasetinin olağan bir unsuru haline gelmiştir. Modern sosyal demokrasinin ideolojik misyonu da budur.

Bir devrimci ittifak olarak I. Enternasyonal

1848 devrimlerinin bitişiyle birlikte Kıta Avrupası’nın içine girdiği hızlı sanayileşme dönemine, aynı zamanda yoğun bir siyasal gericilik eşlik etmişti. Bir yanda komünist hareket yeraltına çekilip örgütsüzleşirken, diğer yanda işçi sınıfı benzersiz bir toplumsal ağırlık kazanıyor, sınai üretimin sermaye birikiminde üstlendiği rol sınıfın üretimden gelen potansiyel gücünü büyütüyordu. Dahası, temel derdi rekabette İngiliz sınıfdaşlarını yakalamak olan Kıta Avrupası burjuvazisi, yaşanan zenginleşme sürecinin meyvelerini işçi sınıfıyla paylaşmamak için dönemi karakterize eden siyasal gericiliğe ve baskıcılığa yaslanıyordu.

I. Enternasyonal bu koşullarda kuruldu. Marx’ın kaleme aldığı “Açış Çağrısı”nın başlıca teması, 1848-50 döneminden bu yana yaşanan zenginleşmenin işçi sınıfını yaşam koşullarında hiçbir değişiklik yaratmamış olması, öte yandan toplumda gelir eşitsizliğinin ulaştığı benzersiz boyutlar ve “en zengin” olarak tanımlanan insanların sayısındaki artıştı.[16] Bu eşitsizlik, proleter olsa da olmasa da emeğiyle geçinen insanlara yönelik görece genel bir örgütlenme çağrısının zeminini sağlıyor, ancak sol-içi teorik ve ideolojik tartışmalara hemen hiç girilmiyordu; örneğin Komünist Manifesto’da polemiğe girilen “küçük burjuva sosyalizmi”nin alametifarikası olan kooperatifçilik hareketi “Açış Çağrısı”nda İngiltere’deki On Saat Yasası’yla birlikte emekçilerin 1848’den bu yana elde ettiği en büyük kazanım olarak selamlanıyordu.[17] İşçi sınıfının farklı ülkeler arasında ve gelişkin kapitalist ülkelerin içindeki eşitsizlikleri göz önüne alındığında, burjuvaziye karşı Enternasyonal’in öncülük yapacağı sınıf hareketinin kırmızı çizgileri, devrimci örgütlerin mümkün olan en geniş birliğini sağlayacak biçimde olmalı, bulanık olmamalı ama Komünistler Birliği’ne göre daha geriden çizilmeliydi:

Enternasyonal’in amacı, Avrupa’nın ve Amerika’nın mücadeleci tüm işçilerini tek bir dev ordu bünyesinde kaynaştırmaktı. Bu yüzden, “Manifesto” da ortaya konmuş olan ilkelerden yola çıkamazdı. Enternasyonal’in, İngiliz sendikalarına, Fransız, Belçikalı, İtalyan ve İspanyol Proudhon’cularına ve Alman Lassalle’cilerine kapı kapamayacak bir programı olması gerekiyordu. İşte bu program (Enternasyonal’in Tüzüğünün Giriş Bölümü) Marx tarafından, Bakunin’in ve anarşistlerin bile teslim ettikleri bir ustalıkla kaleme alındı. “Manifesto” da yer alan önermelerin nihai zaferi için, Marx ancak ve yalnızca işçi sınıfının (birlikte eylem ve tartışmanın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkacak olan) düşünsel gelişmesine güveniyordu.[18]     

Bu çerçevede Enternasyonal’in kuruluşunda Marx tarafından kaleme alınan geçici tüzükte, kelimenin gerçek manasıyla tek bir kırmızı çizgi vardır:

Emekçi sınıfların kurtuluşu bizzat bu sınıflar tarafından kazanılmalıdır ve bu kurtuluş için mücadele, sınıf ayrıcalıkları ve tekelleri için değil, eşit hak ve ödevler için ve tüm sınıf egemenliğinin kaldırılması için olmalıdır.[19]  

Bu, devrimci mücadele içerisindeki teorik ve ideolojik ayrımların geçici olarak dahi rafa kaldırıldığı manasına gelmemektedir. Örneğin Marx, birkaç ay sonra Proudhon’un ölümünün ardından kendisinden bir değerlendirme yazısı isteyen J.B. Schweitzer’e yazdığı mektupta, Proudhon’cu düşünceye yönelik tüm eleştirilerini tekrar edecektir[20] ve I. Enternasyonal’in varlığı boyunca farklı ideolojik ve teorik hatlar arasında polemik hiç eksik olmayacaktır. Ancak Enternasyonal’in büyük önemi şudur: Tüm bu karşılıklı eleştiriler saklı kalmak kaydıyla, sınırları düzenin bittiği yerden başlayan devrimci bir siyasi ittifak kurulmuştur.

Bu ittifakı oluşturan farklı siyasi öbekler arasındaki teorik ve ideolojik ayrımlar, sadece kurucularının (Blanqui, Proudhon, Bakunin, Lassalle…) düşünsel farklılıklarından değil, aynı zamanda, bulundukları ülkelerdeki sınıf hareketlerinin, hatta işçi sınıfının lümpen proleterler, göçmen işçiler ve benzeri farklı bölmelerinin politik gelişkinlik düzeyleri arasındaki farklılıklardan da kaynaklanmaktadır.[21] Öte yandan bu ayrımların somut sonucu, doğrultu birleştirici bir faktör olmadığında pratik siyasetin çatallanmasıdır ve Marx, Enternasyonal’in kuruluşunu gerekçelendirirken bu çatallanmayı o güne dek yaşanan yenilgilerin temel sebebi olduğunu ifade eder:

[Emekçi sınıfların ekonomik kurtuluşuna] yönelik bugüne kadarki tüm girişimler, her ülkede emeğin çok sayıdaki bölmesi arasında dayanışma yetersiz olduğu ve farklı ülkelerin emekçi sınıfları arasında kardeşçe bir birlik olmadığı için akamete uğramıştır.[22]

Kanımca, üye yapılar arasında kurduğu haberleşme ve dayanışma ağının pratik yararları ötesinde Enternasyonal’in asıl faydası şudur: Enternasyonal, her bir yapı için düzenin asimile edici, oportünizmin çeşitli biçimlerine, bilhassa da ulusal şovenizme yönlendiren basıncını hafifleten; birlikten gelen kuvvetten doğan (ve kuşkusuz Marx ve Engels’in teorik dehasından beslenen) bir düzen dışı ağırlık merkezi yaratmıştır. Görece kısa bir süre için de olsa I. Enternasyonal, giderek şiddetlenen bir fırtınada farklı boyut ve sağlamlıktaki gemilere bir rota birliği sağlamıştır. Örneğin bu sayede sendikal mücadeleyi reddeden eğilimler ile tek mücadele yolunun bu olduğunu düşünen eğilimler arasında dahi bir ortaklaşma sağlanabilmiştir.

Sade ve doğru ilkelerle kurulan bu ittifakın değeri, 1870’te Fransa-Almanya savaşının yarattığı, devrimci olanaklar da barındıran siyasi kriz ortamında ortaya çıkmış; Avrupa işçi sınıfı şovenizmle bölünmeyi reddettiği ölçüde, krize de sarsıcı bir devrimci yanıt vermeyi başarmıştır.

İttifak ve devrimci durum: Komün

Detaylıca tartışmak bu yazının kapsamını aşar, ancak 1870’deki Fransa-Almanya savaşı kapitalizmin emperyalist aşamasına geçişi imler ve 1. Dünya Savaşı ile arasında mantıksal bir bağ bulunur. 1848’den itibaren Avrupa’da yaşanan olağanüstü sermaye birikimi, her biri birer emperyalist güce dönüşecek olan ilk kapitalist ülkeleri birbirine doğru sıkıştırmış ve burjuvazi açısından savaş bir ihtiyaca dönüşmüştür. Komün ise, Avrupa işçi sınıfının bu yağmacı ve ilhakçı ihtiyaca karşı yurtsever ve barışçıl cevabıdır.

Bu cevap Fransa, hatta özel olarak Paris proletaryası tarafından verilmiş olsa da enternasyonaldir. Savaş doğal olarak Avrupa işçi sınıfının üzerinde her ülkenin burjuvazisi tarafından uygulanan şovenist ideolojik basıncı artırmış olsa da; işçi sınıfının savaşan taraflar ve savaşın birinci derecede ilgilisi olan İngiltere gibi ülkelerdeki baskın hassasiyeti barıştan yanadır.

I. Enternasyonal işçi sınıfının takındığı bu pozisyonun baş mimarlarından biridir. Savaş çıktıktan hemen sonra Paris’ten başlayarak Fransa ve Almanya’da yer alan çeşitli seksiyonlardan savaşı bir ilhak ve hanedan savaşı olarak mahkûm eden, devrim çağrısı yapan açıklamalar yayınlanır ve bu açıklamaların tümüne Enternasyonal Genel Konseyi’nin savaşa yönelik 23 Temmuz 1870 tarihli ilk bildirgesinde referans verilir.[23] Saldırgan Fransa’dır ancak bu aşamada dahi Alman işçi sınıfına: “Eğer Alman işçi sınıfı bugünkü savaşın sıkı sıkıya savunucu niteliğini yitirip, Fransız halkına karşı bir savaş biçiminde yozlaşmasına izin verirse, ister zafer ister yenilgi, her ikisi de bir yıkım olacaktır” uyarısı yapılmaktadır.[24] Savaş hızlıca sonuçlanıp ardından Fransa’nın iç savaşına, yani Komün’ü kuran ayaklanmaya dönüşecek, bu süreçte Enternasyonal çizgisini koruyacak ve dünya çapında işçi sınıfının Komün ile dayanışmasını örgütlemek için elindeki tüm olanakları kullanacaktır.[25] Öyle ki, Komün yenildikten sonra burjuvazi sadece Fransa’da değil basın yoluyla İngiltere’de de, Enternasyonal’in Komün’ün baş kışkırtıcısı olduğu yönündeki bir kara propagandayla saldırıya geçecektir.[26]

Enternasyonal’in bu süreçteki en önemli faydalarından biri de işçi sınıfını oportünist bir siyasi pozisyona çekmeye yönelik müdahaleler karşısında tampon görevi görmesi, bu müdahaleleri durduramasa da etkilerini azaltması olmuştur. Örneğin, Fransa’da yenilgi sonrası kurulan Üçüncü Cumhuriyet Ulusal Meclisine vekil seçilen ve Komün kurulduğunda onu mahkûm eden bir açıklama yapan Henri Tolain hain diye damgalanmış ve üyelikten ihraç edilmiştir.[27] Ya da Enternasyonal’in Komün konusundaki ortak tavrını ortaya koyan Fransa’da İç Savaş yayınlandığında, Enternasyonal Genel Konseyi’nin iki İngiliz üyesi (Odger ve Lucraft) imzalamak yerine istifa etmek zorunda kalmıştır.[28] Bu olaylar oportünizmin etkisini kuşkusuz tamamen durdurmamış, ama bu eğilimleri öncelikle Enternasyonal’in merkezi ideolojik çerçevesinin koyduğu engeli atlamak zorunda bırakmıştır.

Kuşkusuz Paris Komünü’nün enternasyonalist tutumu yalnızca I. Enternasyonal sayesinde inşa edilmedi. Öte yandan, I. Enternasyonal’in sağladığı ideolojik rehberliğin bulunmadığı, hatta tersi yönde eğilimlerin uluslararası işçi hareketi içinde serbestçe ifade edilebildiği bir sonraki dünya savaşı/devrimci kriz döneminde işçi sınıfının ilk tepkisi burjuvazinin şovenizminin peşine takılmak oldu. I. ve II. Enternasyonallerin 1870 ve 1914 yıllarındaki devrimci kriz/emperyalist savaş durumlarına verdikleri farklı tepkilerin karşılaştırılması, bir ittifakın işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını ilerletebileceği gibi en kritik anda onu yarı yolda bırakabileceğini de gösterir.

Doğru ittifak, yanlış ittifak

I. Enternasyonal Komün’ün yenilgisiyle birlikte açılan gericilik döneminde yalnızca burjuvazi tarafından kriminalize edilmemiş, aynı zamanda kendi içindeki merkezkaç kuvvetlerini taşıyamaz hale gelmişti. Enternasyonal’in merkezinin ABD’ye taşınma kararının da alındığı 1872 Lahey Kongresi, bir politik ağırlık noktası olarak I. Enternasyonal’in sonu sayılabilir. Resmi dağılma 1876’da yaşansa da, aradan geçen dört yılda Enternasyonal’in kayda değer bir politik faaliyeti olduğunu söylemek mümkün değil. Nihayetinde I. Enternasyonal, 1876 Temmuzunda kendisini feshetti. Bu bilgiyi kamuoyuyla paylaşan açıklama, aynı 12 yıl önce Marx’ın kaleme aldığı “Açış Seslenişi” gibi, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” çağrısıyla son buluyordu.[29]

II. Enternasyonal 1889’da, yani fiili dağılmadan 17, resmi dağılmadan 13 yıl sonra kuruldu. Aradan geçen süre zarfında birinci kuşak kapitalist ülkelerde öbeklenen tekelleşmiş burjuvazi içindeki emperyalist güç dengeleri ve hiyerarşi az çok netleşmiş, ayrıca sermaye birikim süreci bu ülkelerin işçileri arasındaki farklılıkları azaltmıştı. Öte yandan kapitalist sistemin 1873 itibariyle içine girdiği Uzun Bunalım tüm dünyada kâr oranlarının düşüşünü hızlandırmış; bu durum bilhassa Fransa karşısındaki zaferi sayesinde olağanüstü kâr oranlarına kavuşan Alman sermayesi için bir doruktan düşme biçiminde gerçekleşmişti.[30] Öte yandan, kâr oranları düşüyor olsa da burjuvazinin zenginliği benzersiz boyutlara ulaşmıştı. Emperyalist tekellerin sahip olduğu maddi olanakların büyümesi, onlara işçi sınıfı içerisinde orta sınıf gibi davranacak bir işçi aristokrasisi yaratarak oportünizmi güçlendirme ve kendisine yedekleme olanağı sağlıyordu.

Lenin’in emperyalizmin önemli bir yan ürünü olarak altını çizdiği bu durum,[31] II. Enternasyonal’in kuruluşundan itibaren şovenizmin en önemli kaynağı oldu.[32] Enternasyonal’in başını işçi hareketinin en güçlü olduğu Almanya çekiyordu, öte yandan daha kuruluş aşamasında reformizm II. Enternasyonal’in içinde yer alan zayıf bir eğilim değil, basbayağı sağ kanadı olmuştu. Reformist hattı temsil eden “Olasılıkçılar” (Possiblists) 1889’da Paris’te, II. Enternasyonal’in kuruluş kongresine paralel ayrı bir kongre düzenlemiş, Enternasyonal’e 1891’deki Brüksel Kongresi’nde katılmışlardı.[33] Marksizmin en gelişkin temsilcilerinin bulunduğu Alman sosyalist hareketi, II. Enternasyonal’in daha güçlü sol kanadını oluşturuyor ve sağ kanatın proleter devrim fikrini kökten reddeden görüşlerinin egemen hale gelmesini engelliyordu.

Ne var ki, Almanya’da da Lassalle’ın Bismarck ile el sıkışmasından bu yana varlığını sürdüren, I. Enternasyonal’in politik gücü ve Marx ile Engels’in bıkmadan usanmadan sürdürdükleri ideolojik müdahaleler karşısında gerilese bile asla tamamen ortadan kalkmayan sosyal demokrat oportünizm önemli bir güçtü.[34] Sonuçta Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) de Marx’ın tüm eleştirilerine rağmen sosyalistler ile Lassalle’cı oportünizmin 1875’te Gotha Programı etrafındaki uzlaşısıyla kurulmuştu. 1891 Ekiminde kabul edilen Erfurt Programı bu uzlaşının teorik izlerini kısmen temizlese de (ki, bu programın Olasılıkçılar’ın II. Enternasyonal’e katıldığı Brüksel Kongresi’nden iki ay sonra kabul edilmesi bir teorik çıpa atma çabasını göstermektedir) söz konusu politik eğilim partiden temizlenmiş falan değildi; aksine giderek yerleşiklik kazanıyordu:

Engels’in derdi Parti içerisinde giderek güçlenen reformizm ve oportünizmdir. Hastalığın kaynağı ise Gotha’da hakkından gelinememiş “eski düşünce”nin canlılığını korumasıdır: Sosyalist toplumun kapitalizmin içinde yavaş yavaş gelişebileceği düşüncesi ya da Engels’in sözleriyle “eski pisliğin sosyalist toplumun içine doğru zinde, imanlı, şen özgür bir şekilde büyümesi.” (…) Gotha’da Lassalle öldürülememişti; çünkü sorun Lassalle değil, belki Lasalcılıktı; çünkü Gotha Programı’ndaki Lasalcılığın özü tam da dokuz canlı “eski düşünce” idi. (…) Engels’in uyarısının belkemiğini Erfurt Program taslağının “Siyasal Talepler” bölümündeki eleştirileri oluşturur. Engels sosyal demokrat basının büyük kısmında oportünizmin yerleşiklik kazandığını tespit etmektedir.[35]

Bu eğilim yalnızca uzun erimde Alman işçi sınıfının felaketi olmadı, aynı zamanda II. Enternasyonal’i çürüttü. Sorunun temel kaynağı şuydu: II. Enternasyonal’i oluşturan ittifakın sınırları, birincisinden farklı olarak, düzenin bittiği yerden çizilmemişti. Uluslararası harekete doğrultu kazandırabilecek tek güç Alman sosyalistleriydi ama SPD daha kendi içinde bir doğrultu birliği kuramıyor ve oradaki her sorun Enternasyonal’e doğrudan yansıyordu. Örneğin 1904’deki Amsterdam Kongresi neredeyse tamamen Bernstein’cı revizyonizmi savuşturma çabasıyla geçmişti.[36]

En “ileri” partinin durumu böyle olunca, geri kalanlar iyice sapıtıyordu. Öyle ki, ABD delegasyonu üst üste iki kongreye açıkça yabancı düşmanlığı içeren, “kabul edildikleri ülkenin işçileri arasında asimile olmayı beceremeyecek” göçmenlerin engellenmesini öneren karar tasarıları sunulabiliyordu.[37] Bu tasarıların kabul edilmemiş olmasının bir yerden sonra önemi yoktu, zira sapmaları baskı altında tutup zayıflatacak bir sürekli eleştiri mekanizması işlemiyor, kötüye gitmeyen durumlar da olduğu gibi kalıyordu.

II. Enternasyonal, kendisine üye yapılar üzerinde I. Enternasyonal gibi doğrultu tayin edici, sağ eğilimleri baskılayan bir ideolojik merkez olma özelliğine hiç sahip olamadı. Bu eksiklik, 19. yüzyılın kapanışındaki bunalım ve gericilik dönemi boyunca görece küçük bir sorundu. Ancak bu dönemde çözülmek yerine geçiştirildiği için, 20. yüzyılın başlarından itibaren dünya adım adım bir emperyalist savaş ve devrimci krize doğru yuvarlandığında II. Enternasyonal’i oluşturan ittifak, işçi sınıfının kendisine en ihtiyacı olduğu anda onun uluslararası birliğini sağlayacak bir pozisyon almayı başaramadı. Ve belki de bu yüzden, Bolşevikler Büyük Ekim Devrimi’ni başarmış olmasına rağmen, çok büyük bir fırsat kaçırıldı.[38]     

Sonuç

Şu ana kadar çizilen çerçevede, ittifaklar sorununun iki düzeyli bir mesele olarak ele alındığı açık olmalı. Bunlardan birinci düzey, işçi sınıfının mümkün olan en geniş kesiminin devrimci birliğini sağlayacak proleter ittifak; ikincisi ise bu proleter ittifakın orta sınıf içindeki kimi öbeklerle kuracağı devrimci halk ittifakıdır. I. Enternasyonal bunlardan birincinin büyük ölçüde, ikincisinin ise anlamlı ölçüde (zira anarşist hareket ile sosyalist hareketin Enternasyonal çatısı altındaki birlikteliği, aynı zamanda işçi sınıfı ile zanaatkâr vb. küçük burjuva emekçilerin ittifakını göstermektedir) başarılabildiği bir örnektir. II. Enternasyonal’de ise işçi sınıfının hayli geniş ancak devrimci olmayan bir birliğinin sağlanmasının yeterli olduğu zannedildiği için ne birinci ne ikinci başarılabilmiştir.

Ve ne tesadüf ki Lassalle’cı oportünizmin alametifarikalarından biri, kendisi çok devrimciymiş gibi “işçi sınıfı karşısında bütün öteki sınıfların gerici bir kitle” olduğunu savlamasıydı. Kendisi pek radikal görünen bu işçici sekterlik, saf bir proleter devrimci arayıştan kaynaklanmıyor, orta sınıfların mutlaka proleter devrimci hareket tarafından kapsanması gereken radikalizmine kapıyı kapatma çabasını yansıtıyordu. Marx ve Engels Gotha programında yer bulan bu sava, tam da işçi sınıfının orta sınıflar ile devrimci bir ittifak kurabilme olanağının yadsınması olduğu için karşı çıkmıştı.[39]   

Bu iki ittifak düzeyi arasında bir hiyerarşi ya da bir ardışıklık kurmadığımızı, ikisinin birbirine, birbirini karşılıklı besleyen ve kolaylaştıran, pozitif bir diyalektikle bağlı olduğunu vurgulamıştık. Öte yandan, işçi sınıfı adına siyaset yapma iddiasında olan özneler için bir ittifakın en hayati özelliği, onun ideolojik haritada düzenin dışından içine doğru sınır ihlali yapabilecek bir konumlanışa sahip olmasıdır. Bu ittifak çatısı altında sağlanacak kitlesel sınıf hareketinin doğrultusu da, ona eklemlenecek orta sınıf aydın ya da küçük burjuva unsurların ideolojik konumlanışı da bu akılda tutularak düşünülmelidir.

Olağan koşullarda düzen, ezilenleri de, onlar adına siyaset yapma iddiasında olan özneleri de revizyonizm, oportünizm gibi eğilimleri cesaretlendirerek içine çekip asimile etmeye, araçsallaştırmaya çalışır. Devrimci dönemlerde ise düzen bu becerisini bir ölçüde kaybeder ve kendisi çatlaklarına oynanabilecek, çelişkileri istismar edilebilecek bir şeye dönüşür. Bu durumlardan birincisinde özne ya da devrimci ittifakın ilkelerinin daha “katı” olması gerektiği, ikincisinde ise daha gevşek olunabileceği iddiası, revizyonizmin sola öğrettiği en temel yanlışlardan biridir. Durağan dönemlerde işçi sınıfı hareketinin ideolojik açıdan savunmada olduğu ve dolayısıyla duvarlarının biraz daha “kalın” olması gerektiği doğru olsa da; devrimci dönemlerde bu ihtiyacın ortadan kalkacağı ve kapıları açıp zaten harekete hazır olan halkı içeri doluşturunca sorunun kendiliğinden çözüleceği zannı külliyen yanlıştır. Devrimci dönemlerde hareketin mutlaka ihtiyaç duyduğu kitleselleşmenin yolu ilkesizleşme ve (devrimci duruma gelinene kadar devrimci hareketten daha kitlesel olacağı neredeyse kesin olan) sosyal demokrasiyle aynı torbaya girme değildir. Aksine bu dönem, ilkelerin sadeleştirilmesi ancak devrimci niteliğinin korunmasını; yani kendisi de bir ittifak olacak olan devrim partisinin kitlelerle buluşturulabilecek bir asgari devrim programı etrafında kurulmasını gerektirir.

Komünist Manifesto ile I. Enternasyonal’in kuruluş ilkeleri karşılaştırıldığında, Manifesto’nun esasen hareketin kuruluş dönemine özgü bir detaylılıkla yazıldığı, I. Enternasyonal’in kuruluşunda ise Manifesto’da yer alan ilkelerin devrimci özünün korunduğu görünür. II. Enternasyonal’de ise kitlesellik, ilkelerden vazgeçmek suretiyle sağlanmıştır; dolayısıyla kurulan ittifak hem devrimci değildir hem de iç bağları zayıftır.

I. Enternasyonal kendi döneminin devrimci durumu karşısında, tüm zayıflığına rağmen takdir edilmesi gereken bir sınavdan geçmiştir. Dağılmasının sebebi iç sorunlar değil, işçi sınıfının aldığı ağır yenilgidir. II. Enternasyonal ise üzerine devrimci dönemin gerilimi binmeye başladığı anda dikiş yerlerinden çözülmeye başlamış; sosyal demokrasi yalnızca dışarıda değil içeride de çoğunlukta olduğu için, onun dünya savaşı karşısında takındığı, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına ihanet eden oportünist tavrı boşa düşürecek bir devrimci karşı tavır Enternasyonal’de hâkim kılınamamıştır.

Kuşkusuz, tüm bunlardan çıkartılacak çok ders var; zamanımız ise sınırsız değil.  


Dipnotlar

[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev. Sevim Belli, 5. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.77.

[2] V.İ. Lenin, ‘Sol’ Komünizm – Bir Çocukluk Hastalığı, çev. Muzaffer Erdost, 7. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 2008, s.83-84.

[3] Friedrich Engels, “Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına Giriş”, Fransa’da İç Savaş içinde (yaz. Karl Marx), çev. Kenan Somer, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1991, s.10. 

[4] V.İ. Lenin, Komün Dersleri, çev. Kenan Somer, 2. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1992, s.35.

[5] Aydın Giritli, “Fransız Devrimi: Bir Mirasın İzinde”, Gelenek 6, Nisan 1997, https://gelenek.org/fransiz-devrimi-bir-mirasin-izinde/ (Erişim Tarihi: 09.12.2021).

[6] Aydemir Güler vd., “Komünist Parti Manifestosu”, Marksist Metin Analizleri – Gelenek Sempozyumu 2005 içinde, İstanbul: Nazım Kitaplığı, 2005, s.87-90.

[7] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, yayıma hazırlayan G. Doğan Görsev, 4. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2016, s.44.

[8] Friedrich Engels, “[Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nin1895 baskısı için yazılan] Giriş”, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 içinde (yaz. Karl Marx), çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2009, s.134.

[9] Güler, age, s.88.

[10] Başka bir yazıda bu meseleyi detaylandırmıştım: Nevzat Evrim Önal, “Sovyetler Birliği’nde Tarımda Kolektivizasyonun Mantığı”, 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi içinde (der. E. Zeynep Suda ve Nevzat Evrim Önal), İstanbul: Yazılama Yayınları, 2017, s.233-236.

[11] Almanya’da el yazısıyla çoğaltılarak dağıtılan bu metnin bir kopyası, sonrasında Köln’deki Komünistler Davası dosyasına da delil olarak konacaktır. Karl Marx ve Friedrich Engels, “Address of the Central Authority to the Communist League”, Marx & Engels Collected Works – Volume 10 içinde, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010, s.277-287. 

[12] Age, s.277-278.

[13] Age, s.281-282.

[14] Age, s.286.

[15] Engels, “[Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nin1895 baskısı için yazılan] Giriş”, s.134-135.

[16] Karl Marx, “Inaugural Address of the Working Men’s International Association”, Marx & Engels Collected Works – Volume 20 içinde, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010, s.5-8. 

[17] Age., s.11-12.

[18] Friedrich Engels, “Komünist Manifesto’nun 1890 tarihli 4. Almanca Baskısına Önsöz”, Komünist Manifesto içinde, s.64-65.

[19] Karl Marx, “Provisional Rules of the Association”, Marx & Engels Collected Works – Volume 20 içinde, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010, s.14.

[20] Karl Marx, “On Proudhon [Letter to J.B. Schweitzer]”, Marx & Engels Collected Works – Volume 20 içinde, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010, s.26-33.

[21] William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, çev. Can Saday, İstanbul: Yazılama, 2011, s.63-72.

[22] Marx, “Provisional Rules of the Association”, s.14.

[23] Marx, Fransa’da İç Savaş, s.22-25.

[24] Agy.

[25] Foster, age, 98-99.

[26] Marx, age, s.82-83 ve 104-127.

[27] Age, s.100.

[28] Foster, agy.

[29] Age, s.127.

[30] Esteban Ezequiel Maito, “The Historical Transience of Capital: The Downward Trend in the Rate of Profit Since XIX Century”, https://mpra.ub.uni-muenchen.de/55894/1/ (Erişim Tarihi 16.12.2021). Bilhassa 2 No’lu grafikteki karşılaştırmaya dikkatinizi çekmek isterim.

[31] Vladimir İlyiç Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019, s.16.

[32] Foster, age, s.147.

[33] Josef Lenz, The Rise and Fall of the Second International, New York: International Publishers, 1932, s.7-15, https://revolutionarydemocracy.org/archive/LenzSecondInternational.pdf (Erişim Tarihi 17.12.2021).

[34] Lassalle vakasının kısa bir incelemesi için Marx’ın Kugelmann’a yazdığı 23 Şubat 1865 tarihli mektuba bakılabilir: Karl Marx ve Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. Barış Erdost, 4. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 2002, s.44-49. Bu iki eleştiri, aynı zamanda Marx ve Engels’in Alman işçi hareketi içinde sosyal demokrasinin güçlenmesine karşı verdikleri en çetin mücadelenin belgeleridir. Bu politik çabanın detaylı bir analizi için bkz. Anıl Çınar, “Programatik Titizlikte Israr: Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Tarihsel Gelişimi İçerisinde Marx’ın Düşüncesi içinde (der. Nevzat Evrim Önal), İstanbul: Yazılama Yayınları, 2020, s.163-192. 

[35] Çınar, age., s.183-184.

[36] Foster, age, s.171-177.

[37] Age, s.201.

[38] Kemal Okuyan, Devrimin Gölgesinde: Berlin, Varşova, Ankara 1920, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019, s.305-320.

[39] Marx ve Engels, age, s.31-32 ve 50.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×