Judith Butler’ın atladıkları: Cinsiyetin belası, düzenin bekası!

Pırıl pırıl yüzler, ışıltılı bakışlar arasında öfkeyle sesler yükseliyor, neşeyle şarkılar söyleniyor, kararlılıkla itirazlar dillendiriliyor. Bir arada olanlar, belli ki heyecanlılar, mutlular. Ve yüzlerinden, duruşlarından da belli ki kendileriyle, savunduklarıyla ve bir arada olma nedenleriyle de barışıklar. Bir enerji var: Mütevazı, insancıl, yumuşak ve sıcak. Dalga dalga yayılıyorlar ve onları her yerde görmek mümkün. Şili’den Polonya’ya, Hindistan’dan Türkiye’ye tüm dünyayı dolaşan bir durumdan bahsediyoruz. Kadınlardan. Hatta bir tek kadınlardan da değil. Cinsiyet belasını bitirmeye kararlı bir toplamdan bahsediyoruz. Farklı cinselliklerdeki bireylerden bahsediyoruz. Ama en çok da kadınlardan.

Öfkeliler, özgüvenliler ama bir yandan da farklı yerlerde, özellikle “sağcı, gerici” siyasi figürlerle sık sık karşı karşıya geliyorlar. Dinci ve milliyetçi kesimlerin hedefi oluyorlar. Ajanlıkla, dışarının içeriyi karıştıran eli olmakla, toplumsal değerleri ayaklar altına almakla, Siyonistlerin uşağı ve zaman zaman da komünist olmakla suçlanıyorlar. Yeri geliyor, aile kurumunun ve hatta tüm toplumsal yaşamın, yerleşik düzenin, insanlığın en önemli düşmanı olarak görülüyorlar.

Ama sesleri kısılmak yerine daha çok çıkıyor. Her geçen yıl, daha fazla genç insanın ilgisini çekiyorlar. Kadınlar, LGBT bireyler, queer akımlar, cinselliğin bir akış (flux) olduğunu savunanlar. Etkileri sosyolojiden psikolojiye, temel bilimlerden tıbba, Nobel komitesinden siyasetin içine kadar uzanıyor. Dertleri sadece cinsiyet eşitsizliği de değil: Toplumsal normlar tarafından dışlanan herkesin, her kesimin sözcülüğünü de yapıyorlar. Göçmenlerin, evsizlerin, hastaların… Durmuyorlar.

İnsanlığın başına musallat olan cinsiyet belasını toplumların değişmesi için kurcalıyorlar, irdeliyorlar. Korkusuzca ve radikal bir biçimde. Hâl böyle olunca da hemen herkesin dönüp konuya, olan bitene, kendilerine bakmasını sağlıyorlar. Düzenin herkesten daha çok korkusu oluyorlar. Yani öyle olsa gerek. Çünkü tepki çekiyorlar, karşıt muhatap kabul ediliyorlar. Ankara’dan Varşova’ya, Texas’tan Manila’ya. Görünen o ki dünyanın hemen her yerinde düzeni tehdit ediyorlar.

Peki öyle mi? Yani gönül rahatlığıyla “evet ya, çok doğru; çok haklılar” diyebilir miyiz? Yani feministinden LGBT hakları savunucularına toplumsal cinsiyet eşitsizliğini temel mesele kabul eden geniş toplamın yolu düzenin bekasına mı çıkıyor yoksa belasına mı? Siyasete ve toplumsal kurtuluşa dair nasıl bir vaatte bulunuyorlar?

İşte bu yazıda biraz feminizm temelli olarak cinsiyet eşitsizliğine odaklı siyasetin çok da anlatmadığı, daha çok işaret edip bıraktığı yerlere bakmaya çalışacağım.

Tabii ki geniş bir muhalif alandan bahsediyoruz. “Klasik” anlamdaki solcusu var, anarşisti var; öylesine takılanı var, bayağı partizanlığını yapan var. Tüm bu etiketleri alaşağı edeni de var, sadece cinsiyet belasına odaklananı da. Ama şurası açık ki hemen hepsi toplumsal bir değişim de vaat ediyorlar. Açık ya da örtük… Cinsiyet eşitsizliğine yoğunlaşan hemen her hareket az ya da çok toplumsal bir yön işaret ediyor.

Bazen arkalarına sadece kadınları alabiliyorlar; yani kızkardeşlik söyleminde olduğu gibi, kadın olmak başka tüm düzlemleri düzlemek için yeterli olabiliyor. Bazen de daha geniş bir koalisyonu tarif ediyorlar. İlkinin kadrajına örneğin Güler Sabancı kadının güçlü yüzü olarak giriyor. İkincisi ise “ezilen, mağdur, mazlum, madun” her tür kimliğe kucak açıyor.

Yani karşımızda aslında her kafadan farklı bir sesin çıktığı bir kakofoni yer alıyor. Ve tabii ki bu kakofoni hali hem etkili oluyor hem de açık ya da örtülü olarak içerilen düzeniçiliği görünmez, duyulmaz kılıyor. Bu yazının derdi bu özelliği biraz daha görünür ve bilinir kılmak.

Butler üzerinden Cinsiyet Belası

Genel olarak feminizme, hatta LGBT hareketine içkin olan düzen içi siyasi konumlanışı anlayabilmek için Judith Butler’a başvurmak sanırım yerinde olacaktır.[1] Yerinde olacaktır çünkü, feminizm, sol feminizm, kadın hareketi ya da cinsiyet eşitsizliği söz konusu olduğunda Butler’a bakmadan adım atmak pek mümkün olmuyor. Bu ABD’li düşünür, akademisyen, “aktivist” bir anlamda (kendisi çok tercih etmemiş olsa) konuyla ilgili bir simge isme dönüşmüş durumda.

Yine de neden Butler?

İki nedeni var: Birincisi Butler’ın teorisi son 30 yıla (ve hatta daha öncesine de) damga vuran, feminizmin, cinsel kimliklerle ilgili hareketlerin sınırlarını da aşan siyasi bir yaklaşımın öne çıkan tüm özelliklerini oldukça derinlikli biçimde içeriyor. Bu derinlik sayesinde oldukça etkili ve etkileyici de oluyor. Butler, zor anlaşılıyor ama alternatif tüm kanallarda da mutlaka, ama mutlaka sıkı takip ediliyor.

İkincisi ise Butler’ın simgesi haline geldiği siyasi ve teorik serüven (arayış) tüm derinliğine ve radikalliğine rağmen tarihsel olarak çok da tanıdık yerlere çıkıyor. Evet, bambaşka yönler taşıyor (öyle olmasa zaten etkili olamazdı) ama üstünde yükseldiği tüm arkaplanda paramparça edilmiş bir tanıdık vaatler çölü bulunuyor. Butlercı düşünce Sahra Çölü gibi görkemli ve etkileyici ama güncel siyasi anlamına gelince kavuruyor, donduruyor. Bu nedenle (istemeden de) bir tüketim çarkının, gösterinin, Butler’ın çok sevdiği bir tabirle performansın parçasına çıkıyor.

Şimdi Butler’ın feminizm eleştirisi üzerinden nasıl bir siyasi vaatte bulunduğunu anlayabilmek için kendisine yakından bakalım.

Kimdir Judith Butler?

Feminist felsefe, kuir kuram, siyaset felsefesi ve etik dallarına katkı sağlamış Amerikalı postyapısalcı filozof. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Retorik ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerinde profesör olmanın yanı sıra European Graduate School’da Hannah Arendt Felsefe Profesörü’dür.” Tanım, WikiPedia’ya ait. Yani “parlak” bir düşünür, akademisyen, yazar. Burada yer vermedim ama hem “uluslararası” bazı kurumların yöneticisi hem “siyasi eylemci” hem de sosyal bilimler alanında ABD’nin ve Avrupa’nın önde gelen “önemli” sosyal bilim ödüllerinin sahibi.

1956 doğumlu ve akademik yaşamının başlangıcı tam da Reagan-Thatcher gericiliğine denk geliyor. 1984’te doktorasını Arzu Özneleri: Yirminci Yüzyıl Fransası’nda Hegelci Yansımalar başlıklı teziyle Yale Üniversitesi’nde tamamlıyor. Sonrasında ise Amerikan ve Avrupa muhalif kültürüyle yakın bir temas halinde akademik yaşamına devam ediyor ve “muhalif” siyasi çizgisi de bu süreçte yavaş yavaş bilinir hale geliyor.

Ses getiren ilk yapıtı 1990’da yayınlanan (ve aslında tam da 1989 dönemecinde, reel sosyalizm çözülürken yazılan ve o günlerin ABD içi “sol” tartışmalarına da bakan) Cinsiyet Belası.[2] Bu ilk kitabı sosyoloji ve feminizm camiasından hem “anlaşılmadığı, çok içe dönük olduğu vb. gibi” eleştiriler alıyor hem de tam o dönemde, yeni post-Sovyetik dönemde şekillenmekte olan “muhalif” hareketlerin, tabii ki özellikle de cinsiyet eşitsizliği temelli hareketlerin (yıllar içinde) başucu kitaplarından birisi haline geliyor. Deyim yerindeyse yeni bir alan açıyor.

Üretken ve sık yazan bir akademisyen olarak Butler, Cinsiyet Belası ve yayımlanan diğer kitapları dışında, Türkiye’de iki kitabıyla da yakından biliniyor: 2000 yılında Ernesto Laclau ve Slavoj Žižek’le birlikte yayımladığı “Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik: Solda Güncel Diyaloglar[3] ve 1997 tarihli “İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler.[4] Bu kitapları hem işaret edilen siyasi harita açısından Cinsiyet Belası ile benzeşiyorlar hem de orada dile getirilen ama yeterince olgunlaşmayan düşünceleri de içeriyorlar. Daha doğrusu, Butler’ın, tüm üretimlerinde az çok benzer bir temayı, mekanizmayı, siyaseti işlediği, geliştirdiği söylenebilir. Yine de Cinsiyet Belası hem Türkiye’de hem de Batı’da bir simge kitap olarak okunmaya devam ediyor.[5] Çok anlaşılmasa da… 

Peki, tüm bunların ötesinde, yine de siyaseten, Judith Butler kimdir?

Temel olarak işçi sınıfı mücadelesinin ve komünist hareketin geriye çekildiği, eşcinsel haklarından savaş karşıtlığına, çevrecilikten yeşiller hareketine kadar farklı siyasetlerin öne çıktığı bir dönemin düşünürü olarak görülebilir. Yani Butler, Marksizm’in, komünist hareketin ağırlıklı olarak ana renk olduğu bir dönemin değil Marksizm’in değersizleştirilip rafa kaldırıldığı, işçi sınıfı siyasetinin, komünizm düşüncesinin/arayışının geri çekildiği bir dönemin düşünürü.

Ayrıca, bir de düşünsel kaynak olarak “Amerikalı”. Yani “farklı bir sol” arkaplanın içinden çıkmış birisi. Bu nedenle, cinsiyet eşitsizliğine odaklanan düşüncesi için beslenme ve polemik kaynaklarını örneğin ABD içi “düzen solu” ve Avrupa’dan Michel Foucault oluşturur. Ama aynı zamanda özellikle gey ve lezbiyen hareketlerinden, savaş karşıtlığına ve feminizme, birbiriyle az çok kesişen bir siyasi hattın da içindedir.

Ve ABD solunun cinsiyet eşitsizliği ile ilgili konularda sinyal veren darkafalılığına, kendi yaşam pratikleri üzerinden kafa tutar. Ancak Butler için belirleyici olan kayıp, yenilgi ve geri çekiliştir. Özellikle de 1980’lerde. Bu durumu Butler da kendi düşüncesi içinde olumlu ve kilit öneme sahip bir özellik olarak kullanacaktır. Yani kayıp hissinin ve yenilginin olumlu bir iş görebileceğine odaklanır. Düşüncesini, örneğin “kadına yönelik şiddet” karşısında canla başla “hukuksal önlemler” öneren “popüler” isimlerle (milletvekilleri, kadın haklarında etkili isimler vb.) polemik içinde geliştirir.[6]

O dönemde, daha doğrusu Butler’ın akademik/siyasi düşüncesinin şekillendiği 1980’lerde, işçi sınıfı düşüncesindeki küresel geri çekilişin kuramsal sonuçlarından bir tanesi de söylem analizinin öne çıkması olur. Bu tür bir analizin izi belki daha önceye, örneğin Frankfurt Okulu’na kadar sürülebilir ama söylemin (ve analizinin) sol içinde önem kazanması temel olarak 1980’lerde Ernesto Laclau ile başlatılabilir.[7]

Bu söylem analizi, Butler gibi örneğin Žižek’i de etkisi altına alır. Keza Žižek de İdeolojinin Yüce Nesnesi’ni 1989’da yazar ve yayımlar.[8] Aynı siyasi iklimin içinde farklı alanlarda, ama benzer kaygılarla yazılan iki kitabın, Cinsiyet Belası ile İdeolojinin Yüce Nesnesi’nin eşzamanlı yayımlanmış olması sıradan bir denk geliş değildir: 1970’lerin sonundan itibaren bir özne olarak işçi sınıfının geri çekilişi belirginlik kazanır ve sol teoride de söylem, söylemin önemi, karmaşası (birebir aynı değil ama bir anlamda ideolojik olan) öne çıkar. Sol düşünce de oraya, söyleme yoğunlaşır. Bir anlamda sol, söze, sözün alt edilemeyişine, anlaşılamayışına ve “çok-katmanlı” anlamlarına gömülür. Gömüldüğü yerde ise siyaset de kalmaz. Hatta  diyebiliriz ki artık sonuna gelmiş olsak da halen bu dönemi yaşıyoruz.

Butler, söylem analizi diyebileceğimiz bu çözümlemeyi kendi alanına, cinsiyet eşitsizliğine taşır ve oldukça etkili olur. Bu öyle bir etkidir ki örneğin Cinsiyet Belası Butler’ın kendi kastını da aşar ve kitap, kitabın vaatleri Butler’ın işaret etmeye çalıştıklarının ötesinde bir anlama bürünür.[9] Hatta bu nedenle Butler, 1999’da kitabın yeni baskısına kapsamlı bir önsöz ekleyerek cinsiyet eşitsizliğini, meseleyi kendi işaret ettiği yere yeniden (ama tabii ki farklı biçimde) yerleştirmeyi dener.[10]

Radikal demokrasi ve demokratik kakofoni

Butler, Cinsiyet Belası’nı, feminizme egemen olan anlayışlarla polemik içinde kaleme almıştır. Ve bu güçlü polemik solda da öne çıkan “yeni toplumsal hareketlere”, özellikle de ABD’de toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde yükselen arayışlara köklü bir düşünsel ses olur. Ses olur çünkü, Butler siyasi bir dertle hareket etmektedir. Daha doğrusu, Butler’ın zaten 90’lardan günümüze uzanan tüm düşünsel üretimi siyaset içerir. Sürekli! Ve bu siyaset temel olarak radikal demokrasi çerçevesi içinde yer almaktadır.

Bu çerçeve Butler’ın zorlu akıl yürütmeleri arasında örtülü kalsa da teorik köklerini, 1980’lerde Laclau ve Mouffe tarafından solun gündemine sokulan hegemonya kuramında bulmaktadır.[11] Bu kuram her ne kadar post-Marksist adı verilen yerin içinden çıkıp gelse de devrime gerek bırakmayan evrimci bir siyasi perspektif sunar ve komünist hareket için kilit önemdeki sınıf, iktidar, parti, ideoloji, siyasi devrim gibi başlıkları dışlar. Hatta tüm bunları gereksiz, kaba, hatalı, hantal ve siyasi bireyi kötürümleştirici bulur. Hegemonya tartışmalarının teorik kökü komünist Gramsci’ye ait olsa da Butler dönemine kalan çerçeve sosyal evrimci, sınıf siyasetini belirsizleştirici ve açıktan anti-komünisttir:

“Çözüm, “gerçek’ siyasete geri dönüş için ‘kültürel’ mücadelenin terk edilmesi değildir. Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin merkezi savlarından birisi farklı tahakküm biçimlerine karşı [devam eden] çeşitli demokratik mücadeleler arasında bir eşitlenme zinciri kurma ihtiyacıdır. Cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, cinsel ayrımcılığa karşı yürütülen ve çevreyi savunan mücadelelerin yeni bir sol-kanat hegemonik projede işçilerinkiyle birlikte eklemlenmesine ihtiyaç duyduğunu savunuyoruz.”[12]

Ancak Butler’ın (ve tabii ki yakın isimlerin de) derdi anti-komünizm ya da sınıf işbirliği vs. değildir. Daha önce belirttiğim gibi, Butler’ın düşüncesi için, içerdiği ve dışladığı kaynakların içinde Marksizm doğrudan yer almamaktadır; dolaylı olarak, bir uzak etkilenme kanalı olarak yer almaktadır. Parti, devrim, sınıf bilinci gibi merkezi önemdeki tartışmaların hararetinin geride kaldığı bir dönemin düşünürüdür Butler. Ve bu dönemin ana özelliği kayıp, yenilgi, öznenin yitirilmesi, çokseslilik, kimliklerin öne çıkması, siyasi iktidarın önemsizleştirilmesi, iktidarla işbirlikçi ve kuşatıcı ilişki, yeni toplumsal imkânlar ve sosyal/kültürel alanın genişlemesidir.[13]

Butler, feminizmi (cinsiyet eşitsizliği temelinde etkinlikte bulunan her hareketi) demokratik bir kakofoni olarak değerlendirir. Yani çok sayıda ve farklı seslere, yaklaşımlara alan tanıyan, yer açan, demokratik bir ortam. Butler bir tek feminizme değil toplumsal dönüşümde bu tür özellikler taşıyan her harekete yakındır. Bu kakofonik demokratik ortam, sonunda yine de baskın olanın sesinin duyulduğu bir çokseslilikten farklı bir anlam taşır. Butler için bu karmaşa, süreklileşmiş arayış hali, ikna olmama hali, içsel uyuşmazlıklar toplumsal dönüşüm için kıymetli bir canlılık, dinamizm, olumsallık sağlamaktadır. Zaten Butler’ın feminizme dair içsel eleştiri yaparken derdi de bu dinamizmi beslemek, katkıda bulunmak ve hatta bizzat o canlılığın kendisi olmaktır.[14]

Feminizmdeki söz konusu dinamizm, süreklileşmiş sorgulama içeren bir düşünüşe, eylemeye ve demokratik alanını genişletmeye dayanır. Butler, ister feminizm olsun ister başka bir toplumsal hareket olsun, orada temel olarak özneleşme süreçlerini açığa çıkarmaya çalışır ve bu özneleşme süreçlerini performatiflik olarak kodlar. Bu zor anlaşılır tanım bizlere yakın gelebilir: süreklileşmiş bir özne inşa sürecidir bu. Öznenin kendini yıkıp yıkıp yeniden inşa ettiği, denediği, yanıldığı, afalladığı, şaşırttığı bir performans, eylem, mücadele ve düşünüş sürecidir.

Aslında Butler için kilit önemde olan performatiflik şuradan da tanıdık gelebilir: Devrim yapamazsın ama devrim olabilirsin! Butler, bu mottoya tabii ki indirgenemez ama temel siyasal düşünce çerçevesi bu mottoya yakın olarak düşünülebilir.

Devrim değil toplumsal değişim

Butler’ın post-Sovyetik, hatta post-Marksist dönemin düşünürü olduğunu belirtmiştim. Bu özellik Butler’ın düşüncesine bir kabullenme çağrısı ve hüzün olarak girer. Butler, güncel modern durumda kökten değişimlerin imkansızlığına işaret eder ve ekler: güncel siyasi durum feminizm için [tüm radikal demokrasi için] bir kayıp ve yenilgi içeren hüzünlü zamanlardır.[15] Öncelikle bu kayıp ve hüzün kabul edilmelidir. Bu kabul yaratıcı ve yenilikçi tekrarlarla deneyimlenmelidir. Toplumsal değişim için yaratıcı ve yenilikçi performatif tekrarlar hayatidir.

Bu öneri ne anlama geliyor? Butler, toplumsal değişimi önceler; gözünü buraya dikmiştir. Daha doğrusu dinamik bir yaklaşımı vardır Butler’ın: toplumsal değişim, performatif/tekrarlayıcı değişimler ve düşünce üretimi ile gelecektir. Bu tekrarlar siyasette de karşılığını bulacaktır.

“…teorinin kendisi dönüştürücüdür…. Ama toplumsal ve siyasi dönüşüm için teorinin yeterli olmadığını düşündüğümü de sanırım anlarsınız. Teorileştirmenin yanı sıra bir şeyler daha gerekir: eylemleri, sebatkâr emeği ve kurumsallaşmış pratiği içeren toplumsal ve politik düzeydeki girişimler. Bunlar tabii ki teorik denemelerle de pek aynı değildir.”[16]

Yani klasik anlamda siyasi devrim çabasından vazgeçilmesi ve toplumsal devrime/kültüre ağırlık verilmesi değildir Butler’ın çerçevesi. Butler için de siyasi olan, ancak toplumsal dönüşümün gözetilmesi ile mümkündür. Ancak siyasi iktidarın alınması, devrim, parti, bilinç vs. bu performatif sürecin bir parçası değildir. Hatta bu özellikler Butler için (muhtemelen) yanıltıcı ve özneliği kötürümleştiricidir:

“Toplumsal dönüşüm, yalnızca kitleleri bir dava uğruna harekete geçirmekle değil, gündelik toplumsal ilişkilerin yeniden eklemlenmesiyle ve aykırı ya da yıkıcı pratiklerin [feminizm, queer gibi] açtığı yeni kavramsal ufuklarla da gerçekleşir.”[17]

Aykırı ya da yıkıcı pratikler ise performatif siyaset ile mümkündür: cinsiyet, iktidar, faillik, siyaset, tahakküm, devrim gibi ucu hep açık olan parantezler yaratıcı biçimde tekrarlanmalıdır. Bu tekrarların amorf biraradalığı ise performatif siyaseti oluşturur. 

“Modernliğin temel kavramlarının geleceğe açık olmaları, onların yaratıcı-yenilikçi biçimde tekrar edilmelerine bağlıdır.”[18]

Toplumsal değişimin öznesi bu tekrarla ortaya çıkacak ve kaybolacaktır.

Butler, Foucault gibi kendinden önceki “sol” düşünürlerin öznenin imkansızlığı, yani “her özne eninde sonunda kendine ihanet edecektir” biçimindeki nihilist konumuna yakın durmaz; tam tersine öznenin yaratıcı tekrarlarla amacına doğru yol alabileceğine, feminizm örneğinde olduğu gibi cinsiyeti sorgulayarak, ikili cinsiyet sistemine karşı çıkarak, cinsiyet kategorilerini tutarlılıklarını yıkarak toplumsal yaşamın değişime ve dönüşüme yol alabileceğine işaret eder. Butler kadınların mücadelesinde, eşcinsellerin mücadelesinde bu anların izini sürer. Bu izi sürerken de söylem analizinden psikanalize geçer, hegemonyadan radikal demokrasiye uzanır.

Butler, zamansal değişimi bir veri kabul eder ama tarihsel gelişimin üzerinde durmaz. Daha doğrusu düşüncesinde zamansal değişime örtük bir yer vardır; tarihsellik yoktur. Muhtemelen Butler ya da Butler’a yakın bir düşünce, tarihselliği bir avuntu, faillikten, özne olma sürecinden bir kaçış olarak görür. Örneğin Butler için

“konuşma edimi açık bir zamansallığa sahiptir. Edim ile onun yaralayıcı etkileri arasındaki ilişki sabitlenemez. Konuşma edimi ile onun gelecekteki etkilerini ayıran bir boşluk olması durumunun hayırlı sonuçları vardır. Bu durum, yasal bir çare bulmak yerine alternatif bir imkân sağlayan dilsel faillik kuramını başlatır. Böylece bazı sözcükler daha olumlayıcı (affirmative) tarzlarda yeniden bağlamlaştırılabilir.”[19]

Ne gibi? Örneğin queer kavramında olduğu gibi: Eşcinsellikle ilgili kelimeler son 100-150 yıl içinde anlamsal bir değişim geçirmiştir. Önceleri aşağılama, dışlama terimi olan queer 1980’lerden itibaren tüm toplumsal ilişkilerde de bir değişime tekabül eden, yeni bir anlam kazanmıştır. İşte Butler bu değişimin kendisi üzerinde durur; değişimin maddi dinamikleri, üretici güçlerdeki değişim vb. üzerinde değil. Yani tüm bu değişimin yaşandığı uzun mücadelelerin (öznelliğin) altındaki nesnelliği (üretici güçler, üretim ilişkileri, emperyalizm) çözümlemesine katmaz. Muhtemelen tüm bu çözümleme setini de kötürümleştirici bulur.

Tanıdık bir siyaset

Butler’ın baktığı, ilgilendiği, uğraştığı “ilerici” siyaset ana akım bir “sol” siyasettir. Örneğin Bernie Sanders’tır. Evet, orada toplumsal değişim vardır; hem de oldukça dinamiktir ama siyasi iktidar yoktur. Daha doğrusu siyasi iktidar bir etkilenme sahası, baskı yeri olarak vardır. Yaratıcı ve yenilikçi tekrarlarla ortaya çıkan değişimden etkilenen bir yerdir. Birincil amaç değildir; geçerken değiştirilen/sıkıştırılan ve yerinden edilen bir konumdur.

Butler’ın önerdiği bu “değişime eşlikçi konum” örneğin düşüncesine psikanalizi davet ederken de göze çarpar. Butler psikanalitik teoriyi, çok farklı yerlerde ve anlamlarda kullanır. Özellikle de özne bölümünde.

Butler hem psikanalitik siyasi çözümlemelerde görülebilen “özne imkânsızdır” söyleminden uzak durmaya çalışmaktadır hem de uzak durması ancak “beyhude olsa bile ısrar edelim” noktasına kadar gelebilmektedir.[20] Yani Butler, özneyi altüst edici ve yaratıcı tekrarlarla yine de mümkün görmektedir. Yani bir imkânsızlık olarak görmemektedir. Ama buradaki öznenin sınıf, parti, bilinç olmadığını sanırım belirtmeme gerek yoktur.

Dahası söylenebilir. Ama Butler’ın (tüm düşünsel ve kavramsal karmaşıklığının ötesinde) siyaseten işaret ettiği yer sanırım az çok ortaya çıkmıştır: Değişim mümkündür ama köktenci değil “yaratıcı-yenilikçi tekrarlara dayanan performatif siyaset ve onun sağladığı devingen faillik” ile mümkündür. Geniş koalisyonlarla, toplumdan dışlananların alanını genişleten bir siyaset imkânıyla mümkündür. Özneler arasında başat özne, yani proletarya gibi bir tanımlama yapmak mümkün değildir. Toplumsal değişim çok-özneli ve çok parçalı bir işleyişle devinmektedir. Hatta bu yan yana gelişler bile değişimin kendisidir. Daha ötesi ise kendiliğinden gelecektir.

Böyle bakınca Butler’ın performatiflik kavramının kendiliğindenciliğe daha yakın olduğu görülebilir. Teorik kökenleri farklı olduğu için tam anlamıyla oraya tekabül etmez ama öte yandan da yaratıcı ve yıkıcı tekrarların altını çizerken bir tür kendiliğindenliğin içinden düşünmektedir.[21]

Butler’ın düşüncesinde “çoğulculuk” baskın bir özellik olarak yer almasa da siyaseten vardığı yer çoğulculuktur. Göçmenler, dışlananlar, eşcinseller, trans ve aracinsiyet bireyler, hepsi adı konmamış ve konmayacak, konamayacak bir koalisyonun parçasıdır. Sosyolojik anlamda işçiler de bu koalisyonda (isterlerse) yer alabilirler. Ama siyasal anlamda değil! Ve tabii ki eşit olarak yer alabilirler.

Tüm teorik titizlenmeye ve derinlik arayışına rağmen taşıdığı yöntemsel körlük, önerilen ya da işaret edilen toplumsal değişim stratejisinin (yenilikçi ve yaratıcı tekrar) kolayca düzeniçine akabilmesini sağlamaktadır. Onca radikalliğe rağmen bu stratejiden Hillary Clinton da Güler Sabancı da geçebilmektedir. Düzen karşıtı olan bir düşünce, konum, çelişki, karşıtlık, bir tekrar sonra, kolayca düzen içi olmaktadır.

Butler’ın ya da bu tür bir yaklaşımı benimseyen her siyasi çerçevenin sorunu aslında tanıdıktır. “Radikal” çözümlemenin altını döşeyen yöntemsizlik, düzen içi referanslara dayanan çıkış noktaları ve devrimi, ilişkili olduğu stratejiyi dışlayan beklenti, sürekli olarak kapsanmaya alan bırakmaktadır:

“Örneğin ABD’de Vietnam savaşı sırasında ortaya çıkan tepkilerin bir bölümü orijin olarak düzen-içi, bir bölümü ise düpedüz düzen karşıtıydı. Bu tepkilerin ideolojik alanda (pasifizm, anti-militer tutum, anti-emperyalizm, ezilenlerle dayanışmacılık, anti-Amerikancılık vb.) yarattığı etki kısa sürede sermaye düzenin egemen ideolojisine tabiyete dönüştü. Örnek olsun, dönemin üç simgesi Bob Dylan, Joan Baez ve Jane Fonda daha sonra sağa kaymadılar. Belli bir sistematikten yoksun tepkisellikleri ve bu tepkiselliğe dayanan ideolojik ögeleri, egemen ideoloji istediği içerikte yeniden üretti, onları “benzetti”…

Egemen ideoloji, eklemlenme süreçlerinde son derece etkili bir filtreye sahip olduğu için, kendi sınıf karakterini hiç yitirmeden kapsar; ya da dışlar…”[22]

Çok benzer ve güncel iki örnek de Türkiye’den düşünülebilir. Butler’ın kavram seti ile düşünürsek örneğin Kürt yoksullar ve siyasi örgütleri yaratıcı ve yenilikçi tekrarlarla Kürt kimliğinin demokratik alanını genişletmişlerdir. Gerçekten de devlet artık “Kürt realitesini” tanımaktadır. 30-40 yıl öncenin inkârcı anlayışı geride kalmıştır. Çok zorlu süreçler sonunda Kürt kimliği tanınan, Kürtçe konuşulan bir dil olmuştur. Hatta bu genişletme süreci “Kürtlerin özgürlüğü Türkiye’nin demokratikleşmesi” olarak da formülize edilmiştir. Ama yaratıcı ve yenilikçi tekrarlar, ödenen onca bedeller sonucunda varılan yer Türkiye’nin demokratikleşmesi değil 90’lara imza atan Erbakan’ın aklanması olmuştur.

Bir diğer örnek de doğrudan LGBT hareketinden verilebilir. Türkiye’de LGBT hareketinin en önemli temsilcisi olan Kaos GL dergisinin mottosu “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecek” biçimindedir. Ve 30-40 yıllık performatif mücadele düşünüldüğünde Türkiye’de eşcinsellik belki bir nebze de olsa kurtulmuştur; daha doğrusu Türkiye’de eşcinselliğin, cinsel çeşitliliğinin geçmişi de hesaba katıldığında bu sosyokültürel alan siyaseten form değiştirmiştir. Binbir uğraş, ısrar ve acıyla. Peki, tüm bu kakofonik yılların sonunda heteroseksüeller de özgürleşmiş midir? Ortada kurtuluş-özgürlük denklemine dair nasıl bir sonuç vardır ki? Yoksa onca özgürlükçü mücadelenin üstüne Avrupalı kraliyet büyükelçiliklerinin desteklerinin ya da sosyal demokrat siyasetin vitrin süsü olmanın gölgesi mi düşmektedir? Ve piyasa bu cinsel özgürlüğü kurtuluştan daha çok mu sevmektedir?

Velhasıl, proletarya (ne yazık ki) yutar ama sermaye yutmaz! İşçi sınıfı yoksa mutlaka sermaye sınıfı vardır. Düşüncede, siyasette ve performatif olanda da…

Sınıfa dayanmayan kadın hareketinde de ya da toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli tüm hareketlerde de böyle olmaktadır. Bugün feminizm ya da benzer konumlar taşıdıkları belirsiz siyaset ile aslında dışarıda bıraktıkları üzerinden anlamlarına kavuşmaktadır. Toplumsal düzenin baştan aşağıya değişebileceğine dair inançsızlığa ise ne yazık ki yakıt taşımaktadırlar. Tam da tersini amaçladıklarını, yaptıklarını söylemelerine, yaşamalarına rağmen.

Ve etkili de olmaktadırlar. Bu düzeniçi sonuca kör olan her teori, her siyasi konum onca vaatlerine karşın düzenin bekasına çalışmaktadır.

Ama telaşa mahal yok!

Hakikaten yok! Butlervari düşüncelerin, özellikle yaşadığı bireysel ve toplumsal sıkıntılara bir yanıt arayan yüzbinlerce gencin, kadının, erkeğin dikkatini çektiğini biliyorum. Etrafımızda bu arayışın tozu dumanı var. Ama ketleyici, bizleri hareket edemez, söz söyleyemez hale getiren bir telaşa de gerek yok. İki nedenle: Birincisi sınıf, yani proletarya eninde sonunda kendini dayatmaktadır. 90’ları bir düşünün: “Elveda proletarya” vardı, şimdi geride kaldı! Kimse artık bu tür bir sav ortaya atamıyor. Korona salgını süresince sınıf kendini sık sık hatırlattı. Bir tek Türkiye’de değil ve sadece son birkaç yıldır da değil! Tüm dünyada işçi sınıfı kendini belli etmenin yollarını arıyor, sinyaller veriyor.

Ve düşünürler üzerinde de etkili oluyor bu sinyaller. Keza hem Butler’ın hem de örneğin Žižek’in siyasi ve teorik konumlarında 20-30 yıllık kesit içinde yaşanan kayma bunun güzel bir ifadesidir. Kimse 2020 dünyasında onca makineleşmeye, dördüncü sanayi devrimine, radikal sol balonlara karşın “işçi sınıfının ortadan kalktığından” bahsedememektedir. Bitti o dönem. Sosyalizm, öyle ya da böyle, kendini yeniden dayatmaktadır.

İkincisi, bu mücadele, yani komünistlerin mücadelesi, hep bu biçimde oldu; iki yüzyıldır: çeşitli biçimleriyle radikal reformizmin aşındırıcılığına karşı işçi sınıfının devrimci siyaseti yaratıcı biçimlerle sürekli yeniden üretildi. Didine didine; uyanıklıkla ve vazgeçmeyerek. Kuşatılarak ama ısrar ederek:

“Kapitalizm, özellikle teklediği dönemlerde, yaşamın anlamı üzerine kafa yormaya başlayanlar için bir cazibe merkezi olmaktan çıkar. Çokçası zamanla yaşamın anlamı üzerine kafa yormayı bırakarak işleri oluruna bırakır, sistem tarafından öğütülmeyi göze alır. Ama küçümsenmeyecek sayıda birey teslim olmamak için direnir. Bunlar direnişin değişik biçimlerine, anarşizme, nihilizme, çeşitli alt kültürlere dağılır ve zaman geçtikçe sayıca azalırlar. ‘Ne Yapmalı’cılar örgütü her yerde, mevcut direniş mekanlarından birisidir. En önemlisi olmak zorundadır.”[23]

Evet, her yeni akımın karşısında, her dönemde, o dönemin bir referans noktası haline gelmenin yollarını arayacağız.

Arayacağız ve bulacağız.

Başka şeylerin yanı sıra cinsiyetin belası, düzenin olacaksa beka kaynağı değil de kâbusu, belası olsun diye.

Mutlaka.


Dipnotlar

[1] Bu tercih boşuna yapılmamıştı: Yazıya başladığımda Boğaziçi protestoları yeni başlamıştı ve alternatif cinsel kimlikler üzerinden kıyasıya bir şiddet/tartışma sarmalı da yükseliyordu. Judith Butler’ın ismi, kitapları, konuşmaları ise tüm “radikal” işlerin ortasında bir simge olarak dolanıyordu. Ve o simge bir süre sonra zaten “açık ders” etkinliği olarak somuta da dönüştü. Bu yazı ortaya çıktıktan hemen sonra Butler Boğaziçi’ne ve hepimize çevrimiçi olarak ders verdi.

[2] Butler J (1990) Gender Truoble: Feminism and The Subversion of Identity. Routledge: New York. [Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. Metis Yayınları, 1. Baskı, 2008]. 

[3] Butler J, Laclau E, Žižek J (2000) Contingency, Hegemony, Universality: Contemporary Dialogues On The Left. Verso Books: London. [Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik: Solda Güncel Diyaloglar. Çev. Ahmet Fethi. Hil Yayınları, 1. Baskı, 2009]

[4] Butler J (1997) The Psychic Life of Power: Theories in Subjection. Stanford University Press: New York [İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler. Çev. Fatma Tütüncü. Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2006]

[5] Kitabın Türkiye’de 12 yılda sekiz baskı yaptığını belirteyim. Zor anlaşılır, yeni fikirler içeren, çeviri bir kitap için sanırım fena sayılmaz.

[6] Bu durumun güncel Türkiye versiyonu şu olabilir. Başörtülü “kadın” bakan çıkar ve “namus cinayetlerinin önüne geçmek için” yasal zemini güçlendirmeyi önerir. “Kadın örgütleri” de bunu destekler. Butler ise yasal zeminin cinsiyet temelli eşitsizliği daha da güçlendirdiğine dikkat çeker. “Namus cinayetleri “ile söylemin içerdiği anlamların tehlikelerini açık eder.

[7] Laclau E, Mouffe C (1985) Hegemony and Socialist Strategy. Towards a Radical Democratic Politics. Verso Books: London [Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru. Çev. Ahmet Kardam. İletişim Yayınları, 1. Baskı 2008]

[8] Žižek S (1989) The Sublime Object of Ideology. Verso Books: London [İdeolojinin Yüce Nesnesi. Çev. Tuncay Birkan. Metis Yayınları, 1. Baskı, 2002]

[9] Özkazanç A (2013). Butler’ın Feminizmi: Siyasi Bir Okuma İçin Kılavuz. Mülkiye Dergisi, 37 (4), 118-138. Bu yazıda, Alev Özkazanç’ın makalesinden ve feminizm üzerine ulaşabildiğim tüm konuşmalarından geniş ölçüde yararlandım. Duru ve kapsamlı açıklaması, emeği, akıl açıcı tartışmaları için teşekkür etmek isterim. Kendisi biz “solcuları” cinsiyet eşitsizliği, feminizm konularında dar kafalı görse de…

[10] Butler J (1999) Önsöz – Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. Metis Yayınları, 1. Baskı, 2008, sf. 11-32.

[11] Hegemonya kavramını sosyalizm mücadelesine sokan Antonio Gramsci’dir (1891-1937). Kavramı tepe tepe kullanan ise liberal soldur. Konuyla ilgili laf çok ama anlayanı da pek yok! Gramsci’nin tam olarak ne söylediğini ya da söylemediğini anlamak için ise iki yere mutlaka bakılmasını öneririm: Hekimoğlu C (1987) Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında. Gelenek, 3: 21-24. Okuyan K (2019) Devrimin Gölgesinde: Berlin-Varşova-Ankara 1920. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı, s. 108.

[12] Laclau E, Mouffe C (1985) Hegemony and Socialist Strategy. Towards a Radical Democratic Politics. Verso Books: London, s.xviii.

[13] Özkazanç A (2013). Butler’ın Feminizmi: Siyasi Bir Okuma İçin Kılavuz. Mülkiye Dergisi, 37 (4), 118-138.

[14] Butler bunu yazmaz, savunmaz ama süreç içinde Butler düşüncesi tam da bu canlılık haline gelir.

[15] Özkazanç A. A.g.m., s. 128.

[16] Butler, J (2001) Chapter 1: The Question of Social Transformation. Counterpoints, 242, 1-28.

[17] Butler, Laclau, Žižek (2005) Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik: Solda Güncel Diyaloglar. Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, s. 22.

[18] Özkazanç A. (2013) s. 123.

[19] Butler J (1997) aktaran Özkazanç A (2013) s. 126-127. (Vurgular bana ait, T. B.)

[20] Halbuki psikanalizin bir de özneyi, değiştirici/dönüştürücü özneyi imkân dahiline getiren, o özneyi inşa eden, özneyi (proletaryayı) özne olmaktan alıkoyan çatışmalardan, düzeneklerden özgürleştiren bir yönü de vardır. Butler buralara pek girmez; daha doğrusu bu tür bir yolu (muhtemelen) sorunlu bulur.

[21] Hâlbuki ister kadın hareketi olsun, ister eşcinsel hakları olsun, cinsiyet eşitsizliği temelli tüm hareketlerin altında sol/sosyalist etkilenme, beslenme kolayca görülebilir. Yani ortada aslında bir kendiliğindenlikten ziyade siyaseten umduğunu bulamamış bir toplamın arayışları bulunmaktadır. Ama bu açık ya da örtük kendiliğindenlik vurgusu tam da sosyalist bir siyasi iktidar arayışından kaçışa tekabül eder.

[22] Hekimoğlu C (1999) İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti. Gelenek, 60: 17-42.

[23] Hekimoğlu C (1998). “Ne Yapmalı”cılar Kitabı. Gelenek: Dünya Yayıncılık. 2. Baskı, s. 148.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×