Kadın sorununda güncel mücadele başlıkları

Pandemiyle geçen bir yıl, genişçe bir kesim açısından kapitalizmin maskesini düşürdü. İnsanlar kapitalizme karşı yeni bir alternatifin adını koymakta henüz tereddüt etse de, böyle bir düzende yaşamak istemediklerini söylerken hiç de tereddüt etmiyor. Kapitalizmden bıkmış çoğunluğun içindeyse, kadınlar büyük bir ağırlığa sahip. Hepten körüklenen dinci gericilik, artan enflasyon, borçluluk, yoksulluk ve işsizlik, devletin kamusal alandan neredeyse tümüyle çekilmesi, sağlık ve eğitim sektörlerindeki çöküş… Bugün geniş halk kesimleri için dünyanın hiç de iyiye gitmediği ne kadar açıksa, kadınlar açısından bu durumun en az iki kat böyle olduğu da o kadar açık. Her şey bir yana yaşamak ve yaşatmak için mücadele etmek zorunda kalmak, kadınlar için işlerin neden daha kötüye gittiğine dair epey bir ipucu veriyor. Komünistler, kadın sorununun her biri kapitalizmle alakalı veçhelerinin sosyalist bir düzen inşa edilmeden çözülemeyeceğini biliyor. Öte yandan sosyalizm mücadelesinde, kapitalizmin kadınları sıkıştırdığı başlıklar toplumsallıkları oranında birer patlama noktası olma niteliği de taşıyor. Peki sosyalizm mücadelesi ile kadın sorunu arasındaki diyalektik ilişkiyi kuvvetlendirmenin yolu nerelerden, hangi mücadele başlıklarından geçiyor? İşte bu yazıda bu soruya yanıt bulmaya çalışacağız.

Eve kapanma olgusuyla yakıcılığı artan kamusal hizmet ihtiyacı

Her kriz döneminde ilk işten çıkarılanların kadınlar oluşu, kapitalizmin krize karşı aldığı önlemlerin başında geliyor. Sermayedarlar her seferinde, en kolay ve maliyetsiz yoldan işten çıkarabileceklerinden vazgeçiyor. Ama pandemiyle birlikte gelen kriz, kadınların işgücünden kopuşlarını normaldekinin aksine çift yönlü işletti. Kadınlar yalnız işten kovulmakla kaldı, kimi örneklerde kendi istekleriyle işten ayrılmak zorunda da kaldılar. Bu zorunlu kararın alınmasına en çok etki eden olgu, kreşlerin ve okulların kapanması oldu. İnsanların işe veya markete gitmek gibi asgari zorunluluklar dışında diğerleriyle temasını azalttığı bu dönem, aile büyüklerinden veya dışarıdan alınan bakım desteğinin de kesilmesine yol açtı. Yıllardır belediyelerin açtığı kreşlerin yetersiz oluşu ve işyerlerinde kreş talep etme hakkının imkansıza yakınsayan şartları, hükümetin kreş işletmesinde sermayeye gösterdiği kolaylıklar ve teşviklerle de birleşince bu kamusal hizmeti parayla satın alınır hale getirmişti. İşte pandemide insanların parayla satın aldıkları bu hizmete bile erişememeleri ve iyice artan ev içi bakım yükleri, devletin bu konuda bıraktığı boşluğu iyice gözler önüne serdi. Kreş gündemine ek olarak çocukların eğitim süreçlerine yönderlik etme, pandemiyle birlikte önem kazanan ailenin sağlıklı beslenme ihtiyacını karşılama ve evin hijyen koşullarını yüksek tutma, salgında hastalanan aile bireylerine bakma gibi pek çok sorumluluk da yine bu dönemde üstlenilmeyi bekledi. Artan hayat pahalılığı ve yoksullukla birlikte, aileyi sağlıklı besleme sorumluluğunun yanına gıda ve ihtiyaç masraflarını en aza indirmek için yapılan fiyat araştırmaları ve yoğun emek zaman gerektiren kuru gıda hazırlıkları da eklendi. Kapitalist devletin atıllığıyla iyice ağırlaşan ve sahiplenilmeyi bekleyen yaşamsal sorumluluklar, sınıflı toplumların eşitsiz işbölümü gereği olduğu gibi kadınların üzerine yıkıldı. Burada eşitsiz işbölümü kadar önemli bir diğer nokta da, tüm bu ev içi yüklerin kapitalist devletin kamusal alandan sermaye yararına elini çekmesi nedeniyle ağırlaşması gerçeğidir.

Kadınları işten ayrılmaya iten sebebi iyice anlayabilmek için konunun biraz daha derinine inelim. Eğitim, sağlık hizmetleri, bakım, gıda ve hijyen malzemelerinin temini yönüyle aslında kamusal hizmet kapsamına alınabilecek tüm bu ihtiyaçları gidermekte devlet deyim yerindeyse parmağını oynatmadı. Bir ara denenen her haneye sınırlı sayıda maske dağıtma girişimi bile başarısızlıkla sonuçlandı. Öte yandan kapitalist dünyanın geri kalanı gibi AKP hükümeti de salgın yönetiminde olanca isteksizliğiyle başarısız bir görüntü verdi. Her gün açıklanan salgın verileri halk için güvenilir olmaktan uzaktı. Sağlık emekçilerinin hijyen malzemelerine ulaşmakta yaşadıkları güçlükler, salgına karşı alınacak önlemler konusunda her kafadan çıkan çelişkili sesler, sağlık sektöründeki piyasalaşmanın ve özelleştirmelerin etkisiyle devlet hastanelerindeki eksiklikler ve yetersizlikler, son dakika ilan edilen salgın önlemleri… Bunların hepsi insanları devlete güvenmektense, kendilerinin ve sevdiklerinin sağlığını olabildiğince korumaya sevk etti. İşte bu noktada toplumsal işbölümünde ailenin bakım yükünü üstlenmesi beklenen kadınlar; ailelerinin yaşamı ile kazanacakları ücret arasında bir tercihe zorlandılar. Seçeneklerin eşitsizliğine bakılırsa, aslında bu tercihten çok bir dayatmaydı. Virüs karşısında örgütlü potansiyelinin tümünü sermaye yararına kullanan devlet mekanizması, yurttaşları kapsamlı bir sorunlar yumağıyla baş başa bıraktı. Böylece aile bireylerinin gündelik yaşamlarına devam etmeleri için zorunlu bir fedakarlığa zorlanan kadınlar, emeklerini evden yana kullanmak zorunda bırakıldılar.

Bunun gericilik veya geleneksel ön kabuller nedeniyle kadın emeğinin istihdamın dışında bırakılmasından epeyce bir farkı var. Normalde kapitalizm kadınları istihdamın dışında bırakırken, bunun sebebini kişinin yakın çevresi veya ailesine yükleyerek kendi gericiliğini gizleyebiliyordu. Böylece kadınlar çalışmalarının önündeki engeli, toplumsal olmaktan ziyade şahsi bir sorun olarak görüyorlardı. Oysa bu kez bunun tam tersi oldu. Bugün yukarıda açıkladığımız nedenlerle işinden ayrılmak zorunda kalan pek çok kadın, bunun kendine bağlı sebeplerden ziyade devletin sunmadığı hizmetler yüzünden gerçekleştiğini biliyor. Hem alternatifsizliğiyle hem de evde artan işyükleriyle bu gerçek, kadınları düzene karşı daha çok öfkelendirecek potansiyel taşıyor.

Pandemiyle birlikte gelen eve kapanmanın bir diğer özgün yönü de, bunun olağanın aksine toplumsal yaşamdan tam anlamıyla bir geri çekiliş olmayışıydı. Bilakis, çocuğunun EBA’ya bağlanabilmesi için evdeki internet hızını dert edinen de, gıda fiyatlarının artışı karşısında elindeki paranın ne kadar hızlı eridiğini hisseden de, doğalgaz veya elektrik zammını ilk fark eden de, eve gelen icra kağıdıyla ilk yüzleşen de bu dönemde evdekilerin gündelik yaşamlarını devam ettirme sorumluluğunu üstlenen kadınlar oldu. Böylece kadınların toplumsal yaşama ilişkin duyargaları, üzerlerindeki bunca hayati sorumluluğun da etkisiyle çok daha açık hale geldi. Bunun en somut örneğini eğitim başlığında izlemek mümkün. Pandemiyle birlikte çocukların aldığı eğitimin takibi, tümüyle kadınların üzerine bırakıldı. Uzaktan eğitimin verimliliği, çocuğun dersi iyi dinleyip dinlemediği, derse katılım gösterip göstermediği gibi türlü değişkenler çocuğun iyi bir geleceğe sahip olması kaygısıyla anneler tarafından kontrol edilegeldi. Tüm bunların üzerine, kendisi de bir özel okul sahibi olan Milli Eğitim Bakanı’nın özel okul patronlarını kayıran tercihleri ve uzaktan eğitime erişimdeki problemler, eğitimdeki eşitsizlik uçurumunu daha da artırdı. Düzenin yoksul aileler aleyhine yarattığı eşitsizliği gidermekteki plansızlığı ve isteksizliği, çocuklarının geleceğinden endişeli kadınlar nezdinde kapitalizmin meşruiyetini her geçen gün daha da azaltıyor.

Kadınların bu bir yıllık süreçte yokluğundan devlet idaresini sorumlu tuttukları bir diğer başlık da kreş hizmeti oldu. Pandemiden önce de kadınların çalışmasının önünü sıklıkla kesen engellerden biri olan çocuk bakımı, geçtiğimiz Mart ayının başında kreşlerin kapanmasıyla hepten can yakıcı hale geldi. Ülke genelinde gerek patronlar için kreş açma yükümlülüğünün türlü yollardan hafifletilmesiyle, gerekse de bu hizmetin yerel idarelerin inisiyatifine terk edilmesiyle kreş hakkı toplumsal anlamda yaygın ve ücretsiz bir hak olmaktan çıkalı epey oluyor. Eğitimin piyasalaştırılmasıyla paralel AKP türlü teşvikler ve kolaylıklarla kreş işletmeyi sermayeye altın tepside sununca, bambaşka alanlarda faaliyet gösteren pek çok sermayedarın dikkati buraya yöneldi. Bugün gelinen noktadaysa kreş hizmeti ağırlıklı olarak piyasadan satın alınır bir nitelikte. Ve pek çok aile için, neredeyse asgari ücretin yarısına yakınsayan bu hakkı satın alabilmenin hiçbir gerçekliği yok. Dolayısıyla reel sosyalizmin elinin en güçlü olduğu alanlardan biri olan yaygın ve ücretsiz kreş hizmetinin bugün kadınlar nezdinde pek çok alıcısı var.

Özetle, 80’lerle birlikte başlayan özelleştirme dalgasının ve adım adım kamusal alandan elini eteğini çeken devletin, yaşanan sorunların kaynağı olduğu gerçeğini görmeye en açık toplumsal kesimlerden biri de bugün kadınlardır. Diğer bir deyişle sahiden kadınları bugün içine düştükleri angarya iş yükünden sadece kamusal hizmetleri planlayarak halkın çıkarına örgütlemiş sosyalist bir devlet kurtarabilir. İşte bu noktada komünistlere çok önemli bir görev düşüyor; bu gerçeği kadınların açısından daha da görünür kılma ve onları devletleştirme taleplerinin parçası kılma görevi. Aynı zamanda bir adım ötesinin, sosyalizmin bakım emeğini toplumsallaştırmaktaki başarılarının, sosyalist ülkelerde her yaş düzeyinde yaygın ve ücretsiz kreş hizmetinin, ücretsiz eğitim, sağlık ve barınma hakkının, toplu yemekhanelerin ve çamaşırhanelerin bugün ev işlerinin yükü altında ezilen kadınlar için anlamı sahiden büyük. Üstelik teknolojinin ve imkanların geçtiğimiz yüzyıla kıyasla daha da arttığı 21. yüzyılın sosyalist cumhuriyetlerinde reel sosyalizmin kazanımlarını daha da ileri taşımak bugünün komünistleri açısından hem bir sorumluluk hem de gereklilik. Yeniden üretimin azami oranda toplumsallaştırılacağı ve kadınların ev içindeki tüm angaryalardan özgürleştirileceği vaatleri, bugün sosyalizmin meşruiyetini artıracak olanaklar barındırıyor. 

Borçluluk, yoksulluk ve “ekmek kavgaları”

Yukarıda da belirttiğimiz gibi pandemiyle birlikte kadınların, aile bireylerinin gündelik pratiklerini sürdürebilmeleri için gösterdiği çaba gitgide arttı. Bunda bir yıl boyunca patronlar tarafından daha az ücret ödemenin bahanesi olarak kullanılan kısa çalışma ve ücretsiz izin uygulamaları kadar, artan işsizliğin, hayat pahalılığının, enerji zamlarının da etkisi oldu. Her şey bir yana, hiç de ucuz olmayan hijyen malzemeleri, TÜİK’in olmasa bile, gerçek enflasyon sepetinin olmazsa olmazı haline geldi. Tüm bu gelir kaybı insanları daha çok borçlanmaya itti. 2020 Temmuz ayında Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, son bir yılda tüketici kredisi ve kredi kartı borcu %37 artarak toplamda 700 milyar TL’yi aştı, aradan geçen altı aylık süreçte bunun daha da katlandığını öngörebiliriz.[1] Emekçiler için uzunca bir zamandır süregiden borçlanarak yaşama hali, yerini artık borçları çevirebilmek için borçlanmaya bıraktı. Ödenmeyen kredi borçları yüzünden başlatılan icra takipleri, bankalar nezdinde bu insanların “kredibilitesi”ni düşürerek yeni kredi başvurularının reddine sebep oldu. Borçların yeni kredilerle çevrilmesi noktasında pek çok kadın ev temizliği veya çocuk bakımı karşılığında kendisine kredi çekmesi için kardeş, arkadaş, tanıdıklarından ricacı oldu.[2] Diğer bir seçenek evin bütçesini artırmak için yapılan apartman yıkama, ev temizliği, el emeği gerektiren örgü, tığ ve boncuk işleri, tekstil atölyelerinden alınan parça başı işler ve kozmetik markalarının mümessiliği gibi esnek zamanlı işlerin yaygınlaşması oldu. Böylece kadınlar, evde artan bakım yüklerine ek olarak hane borcunun çevrilmesi amacıyla güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerinin eskiye göre daha çok parçası haline geldiler. Kadınları bu tarz işlerin parçası yapan, geçim zorluğuna rağmen evde karnı doyurulmayı bekleyenlerdi. Böylece, aile bireylerini “yaşatmak” adına işinden ayrılan pek çok kadın, bu kez de adlı adınca “ekmek kavgası” uğruna daha güvencesiz ve daha esnek çalışma biçimlerine eklemlendi.

Burada yine pandemiyle birlikte başlayan eve kapanma halinin kadınlar için, pandemi öncesinde yaşadıkları toplumsal yaşamın dışında kalma haline tam anlamıyla denk düşmediği diğer bir noktaya geliyoruz. Bu süreçte kadınlar çalışma yaşamının dışında kaldılar belki ama borçluluk, işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı sarmalında “ekmek kavgası”nın tam da içine düştüler. Bu ekmek kavgasının yaşamsallığı toplumsal olana dair duyargaları açtığı gibi içe kapanmanın aksine, kadınları dışarıyla kurdukları temas yüzeyini arttırmaya böylece yaşamı devam ettirmek için yeni olanaklar bulmaya zorluyor. Öte yandan işin bu noktaya gelmesi, her geçen gün daha yakıcı hale gelen bu “ekmek kavgası”, düzen açısından son derece tehlikeli. Hem Fransız Devrimi’nde hem de Ekim Devrimi’nde ayaklanmaların fitilini ateşleyen, “Ekmek İstiyoruz!” diye sokaklara dökülerek ekmek isyanlarına öncülük eden kadınlar olmuştu. Dolayısıyla her ne kadar işgücünün dışında kalmış olsalar da kadınlar, ne yoksulluğun ne de hayat pahalığının bilincine varmanın dışındalar; bilakis bıçağın kemiğe dayandığı yerdeler.

Eve kapandık da sömürü ve gericilik durdu mu?

Girişte kadınların bu düzenden kurtulmak için çok sebebi olduğunu söylemiştik. Bu sebeplerin niceliklerinin yanına, niteliksel anlamdaki ağırlıklarını da eklemek gerek. Kadınlar, bu düzende hem yaşamak hem de yaşatmak anlamında sahiden bir yaşam mücadelesi veriyor. Bu yaşam mücadelesinin bir boyutu, yukarıdaki başlıkta değindiğimiz yoksullaşma, borçluluk ve işsizlik sarmalıyla birlikte gelen ekmek kavgası, diğer yönüyse sağcılaşma ve gericileşme ile birlikte artan kadın cinayetleri.

Kapitalizmde aile, aynı zamanda işgücüne aktif olarak katılan erkeklerin işyerinde yaşadıkları haksızlıklara, baskıya veya toplumsal sistemin kendilerine sirayet eden aksaklıklarına karşı öfkelerini boşaltma işlevi de görür. Vazgeçilmezliğinin ve “kutsallığının” alamet-i farikası da biraz buradadır. İşte pandemi boyunca kapitalizmde ailenin bu işlevi maalesef pek çok kez sınandı. Pandemiyle birlikte artan işsizlik, uzaktan çalışma veya eve çekilme hali, aile bireylerinin birlikte geçirdiği zamanı artırdı. Ancak bu zamanın tercihten değil zorunluluktan doğuşu, evdeki bekleyişin artmasıyla doğru orantılı olarak havadaki gerginlik katsayısını da yükseltti.

Tüm bu eve çekilme haline sebep olan geçim derdinin yarattığı gerginlik kadın cinayetlerinin artışında kuşkusuz önemli bir etken. Ancak dikkatlerden kaçmaması gereken bir olgu da, tüm bu sürece kadın emeğinin değersizleştirilmesi ve dinselleşmenin de eşlik ettiği gerçeği. Kadın emeğinin son bir yılda nasıl değersizleştirildiğini yukarıdaki başlıkta tartıştık. Ancak bunun çok daha öncesi var. AKP, bir emperyalizm projesi olarak 80’li yıllarda piyasaya sürülen modelin ülkemizdeki son icracılarından. Bu model özetle kamusal alanı alabildiğine sermayeye açmaktan, çalışma yaşamını esnekleştirmekten, güvencesizleştirmekten ve toplumsal yaşamı olabildiğince dinselleştirmekten geçiyor. AKP muhafazakar sağ partilerden devraldığı bu görevi kendi iktidarı döneminde eksiksiz yerine getirdi. Öyle ki 1986’dan AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadarki 16 yılda özelleştirilen kamu varlıklarının değeri 8,2 milyar dolarken; 2002-2019 yılları arasındaki 17 yıllık dönemde AKP tam 273 kamu kuruluşunda hisse senedi/varlık satışı yoluyla 62,1 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirdi.[3] Bunlara şimdilerde hazine arazilerinin satışı da eklenerek, ülke kaynakları her anlamda sermayeye peşkeş çekiliyor. Üstelik eğitim ve sağlık gibi temel nitelikteki kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması da kamusal alanın sermayeye açılması yönünden çok büyük bir adım. Ayrıca AKP yalnızca kamusal alanı sermayenin iştahına sunmakla kalmadı, aynı zamanda tarikatlar ve cemaatler eliyle, eğitimde imam-hatipler ve gerici müfredatla, sağlıkta alternatif tıp gibi bilim dışı uygulamalarla dinselleştirdi de. Tüm bu piyasalaştırma ve dinselleştirme, genel anlamda emeğin değerini oldukça aşağı çekti. Zaten güvencesiz ve kötü koşullarda çalıştırılan kadın emekçiler, bu aşağı çekişi çok daha yakıcı biçimde hissetti. AKP vitrinine kondurduğu türbanlı vekillerle, seküler yaşamlarını bile pazarlamaktan çekinmeyen sermaye grupları yönetici pozisyonlara getirdikleri kadınlarla reklam yapadururken, toplumda yayılan gericilik yaşamı kadınlar için her geçen gün daha zor hale getirdi. Kadınlar hem gündelik hayatta, hem de çalışma yaşamında daha çok şiddet, taciz, aşağılama ve ayrımcılığa maruz kalır oldular. Bunda kadın düşmanı AKP kadar, gericilikte AKP ile yarışan ve laikliğin tasfiye edilmesine sessiz kalan düzen muhalefetinin de sorumluluğu var. Piyasalaşma, emeğin güvencesizleşmesi ve dinselleşme ile örülen bu politikaların kadınlara yansımasıysa kadın emeğinin değersizleşmesi, işsizliğin artması ve şiddetin yaygınlaşması oldu.

Pandemi ise bu yukarıda saydığımız nedenlerin üstüne bir sünger çekercesine, kadına şiddetteki artışı tümüyle kendinde toplayarak dikkat dağıttı. Tıpkı yaşanan krizin suçunun kapitalizme değil de virüse yüklenmesi gibi, artan kadına şiddetin suçu da pandemiyle birlikte gelen eve kapanmaya yüklendi. Oysa bu bağ, yalnızca bu kadarla kalırsa hiç de gerçeği yansıtmıyor. Çünkü biliyoruz ki, ulaşım, üretim, sanayi, nakliye, inşaat gibi sektörlerde çalışan işçiler için eve kapanma, ancak işsizlik veya ücretsiz izin durumlarında gerçekleşen bir ihtimaldi. Bunlar haricinde sokağa çıkma yasaklarında bile doğrudan doğruya valilik kararlarıyla sektörel veya bölgesel bazda muafiyetler yaratılarak işçiler işe gitmek zorunda bırakıldı. Kadın çalışanlara bir nimet gibi sunulan uzaktan çalışma ise daha çok bankacılık, hizmet, yazılım, kısmen eğitim sektörleri ve kimi çağrı merkezi işletmeleri için uygulandı. Dolayısıyla genelde işçilerin eğer işsiz kalmamışlar veya ücretsiz izne çıkarılmamışlarsa, evlerde değil işyerlerinde olduğu bir süreçti yaşadığımız. Tüm bu süreçte az önce yukarıdaki başlıkta da değindiğimiz ailenin gündelik yaşamını sürdürebilmesi için yapılan zorunlu işi terk edişler ve artan işten çıkarılmalar, kadınları toplumsal anlamda güçsüzleştirdi. Yine kadınlar ailelerini geçindirebilmek için, eskisinden de güvencesiz ve tanımsız birtakım işlerin daha çok parçası haline geldi. Kadının toplumsal alandaki bu güçsüzlüğüne erkeklerin de eve kapanmasıyla sonuçlanabilen işsizlik, ücretsiz izin gibi olguların eklenmesi, kadına şiddeti artırdı.

Kadına şiddetin sadece eve kapanmayla ilişkilendirilmesinin gözden kaçırdığı bir diğer olgu da süregiden gericilik ve dinselleşme. Pandemi boyunca gericilik de dinselleşme de hiç hız kesmedi, aksine muhalefet cephesinden verilen tavizlerden cesaret bulup adeta vites artırdı. Tümüyle seçimlere odaklanmış muhalefetin en “laik” bileşeni CHP, laiklikle ilgili gündemleri ya başını kuma gömerek ya da içindeki laik sesleri susturarak geçiştirdi. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi gündeminde bile “açacaksanız açın” demekten öteye gidemedi. Doğrudan kadınlarla ilgili görünmeyen bu gündemin kadınları nasıl etkilediğiyse, daha açılışın yapıldığı gün görüldü. Yoğunluk yüzünden valilik kararıyla metro seferlerinin durdurulmasının ardından, bir kadın makinist açılışa gitmek isteyen gerici güruh tarafından saldırıya uğradı.[4] Bu, toplumsal yaşamda gericiliğe alan açılmasının kadınlara nasıl şiddet olarak döndüğüne doğrudan bir örnek. Laiklikten verilen her tavizin ardından medyaya bu gibi haberler düşmese de, gericilikten cesaret alanların bir yerlerde kadınlara daha fazla şiddet uyguladığından emin olabiliriz.

Öte yandan dinci gericilik yalnız şiddet olarak değil, belli bir yaşam biçiminin dayatılması anlamında da en çok kadınları etkiledi. Dinci gericilikle birlikte kuvvetlenen geleneksel referanslar, kadınlara evli ve çocuklu, eve giriş çıkış saatleri anlamında mesaisi belli bir hayattan başka bir şey vaat etmiyor. Böyle bir hayatta kadınlar eve geç dönemez, içki içemez, evliyse ailesinin bekarsa kocasının sözünden çıkamaz, mini etek giyemez, toplum içinde kahkaha atamaz, dekolte giyemez, kocası istemezse çalışamaz, varsa yoksa evin içinde dört dönüp hizmet eder. Böylesi bir kurguda bekar kadınlara yer yok, kürtaj yaptıran kadınlara yer yok, seküler bir hayat süren kadınlara yer yok. Bu haliyle oldukça karikatür gibi görünen bu kurgunun çeşitli yüzleriyle kadınlar hayatlarının bir noktasında bir biçimde karşılaşıyor. Kapitalizmin kadına biçtiği geleneksel rollerden ve dinci gericilikten feyz alan bu kurgunun yankıları somut olarak da hukuki kazanımların budanması girişimlerinde karşımıza çıkıyor. AKP’nin ve dinci yandaşlarının sıklıkla saldırdığı İstanbul Sözleşmesi ve yoksulluk nafakasının kaldırılması tartışmalarında en sık kullandıkları argüman, dinsel referanslar ve geleneklerden müteşekkil “Türk aile yapısı”nın bozulması oluyor. İstiyorlar ki kadınlar şiddet görüp sineye çeksin ve nafakaya güvenip boşanamasın. Bağlanan yoksulluk nafakasının bir insanın tek başına yaşamasına yetmeyeceği ortada, üstelik nafakaların icra yoluyla bile zor ödeniyor olduğu gerçeği de ayrı bir konu. Ancak kadınlar bundan bile mahrum kalsın ve kendi istedikleri biçimde yaşasın istiyorlar.

Belli bir yaşam tarzının dayatılması bağlamında gericilerin elindeki bir başka elverişli başlık da kürtaj. AKP’nin 2012 yılında yeltendiği kürtajı yasaklama girişiminden akıllarda Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü, bir de kürtaj yasağına karşı sokaklara dökülerek AKP’ye geri adım attıran kadınlar kaldı. Bugün diğer gerici gündemlerden henüz sıra gelmemiş olsa da, fiilen çeşitli yönlerden uygulanan kürtaj yasağı aslında AKP’nin ajandasında hep duran bir başlık. Bugün dünyada kadınlar kürtaj yasaklarına karşı önemli bir mücadele veriyor. Arjantin’de kadınların yıllardır sürdürdüğü kürtaj hakkı mücadelesi yeni yılın arifesinde kazanımla sonuçlandı. Polonya’da kadınların güçlü karşı koyuşunun ardından geri adım atan sağcı hükümet, kürtajı yeniden zorlaştırmayı deniyor. Bolsonaro gibi bir aşırı sağcı tarafından yönetilen Brezilya’daysa geçtiğimiz Ağustos ayında tecavüz mağduru kadınların kürtaj yaptırması çeşitli prosedürlerle zorlaştırıldı. Özetle, kürtajın yasaklanması tüm sağcı hükümetlerin dünyadaki ortak ajandası. Ve bu ajandanın ne zaman açılacağını genelde toplumsal mücadelelerin seyri belirliyor.

AKP iktidara geldiği andan beri ülkeyi kendi ideolojisine göre dönüştürerek, gericiliğin egemenliğinde sömürünün katmerlendiği ve yönetmenin kolaylaştığı bir ülke yaratmaya çalıştı. Bu anlamda doğrudan bir sermaye projesi olarak AKP, piyasayla ne kadar barışıksa Cumhuriyetle ve onun değerleriyle de o kadar kavgalıydı. AKP’nin toplumsal alanda laik, halkçı, aydınlanmacı değerleri sahiplenen kesimlere karşı verdiği kavganın en ön saflarındaysa kadınlar yer aldı. Bunun böyle olduğu, 2013 Haziranı’nda çok açık bir şekilde görüldü. Aynı zamanda tüm bu süreçte aydınlanma ve laiklik, işçi sınıfı için ne kadar yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu kadına şiddet olgusunda çok somut bir biçimde ispatladı.

İşte bu nedenle AKP gerek gericiliği pompalayarak gerek aileyi işaret edip kadını toplumsal yaşamdan çekerek, gerek şiddetle korkutarak gerekse de yasal kazanımlarına saldırarak; bir biçimde kadınların gardını düşürmek istiyor. Tüm bunlar bir yönüyle bezdirme politikası, ama daha tehlikeli olan yönüyle hem kadınların varlığına, hem de bu varlığın gerekirlik şartı olan değerlere yöneltilmiş apaçık bir saldırı niteliği taşıyor. AKP bunu başarabilirse, toplumun çok önemli bir kesimini adını bir türlü resmileştiremediği Yeni Türkiye’ye öyle ya da böyle razı etmiş olacak.

Bu açıdan, AKP’nin açtığı son kart olan “yeni anayasa” tartışmasında, kadınların laikliğe sahip çıkması yaşamsal önem taşıyor. Laikliğin bir ilke olarak anayasaya 1928’de girişi dolayısıyla Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1921 Anayasası’nda laiklik ilkesinin bulunmayışı, AKP’nin hem kendi ideolojisi hem de tescillemek istediği projesi anlamında çift yönlü imkana sahip. İktidara geldiği andan itibaren laikliği adım adım tasfiye eden AKP, 1921 referansıyla aynı anda hem kurucu iktidar olmaya soyunduğunun işaretini vermiş oluyor, hem de 18 yıldır bir türlü kuramadığı “Yeni Türkiye”yi laikliği anayasal bir ilke olmaktan çıkarmak suretiyle adeta bir oldubittiye getirip tescillemeyi tasarlıyor. Dolayısıyla açılan bu tartışma, bir anayasa tartışması olmasının ötesinde, AKP’nin yıllarca yaratmaya çalıştığı gerici ve piyasacı Yeni Türkiyesi’nin de tescillenip tescillenmeyeceği noktasında düğümleniyor. O halde, hem Yeni Türkiye’ye uyanmayacağımız bir yarın için hem de kadınların daha rahat nefes alacağı bir bugün için, laikliğin bizzat kadınlar tarafından sahiplenilmesi ve her ne pahasına olursa olsun geri kazanılması gerekiyor.

Böylesi gerici bir atmosferde kadınların nefes alabilmesinin yolu kuşkusuz laikliğin toplumsallaştırılmasıdır. Bu yönüyle laiklik mücadelesi, kadınlar için her anlamda yaşamsal öneme sahip. Bugün yalnızca kadınların hukuki kazanımlarına bir saldırı olduğunda ya da vahşice bir kadın cinayeti işlendiğinde harekete geçen kadın hareketi, buradan bakıldığında aslında hep savunma pozisyonunda kalmış oluyor. Oysa burada sahiden büyük bir hedef şaşırtmaca var. Kadın hareketi yalnızca şiddet, kadınlarla doğrudan ilintili hukuki kazanımlara saldırı gibi gündemlere odaklandığında, arka planda kadınlar aleyhine işleyen pek çok şeyi kaçırmış oluyor. İçinde yalnızca kadın geçen gündemlerde eyleme geçmek, bu hareketi toplumdan da uzaklaştırıp marjinalleştiriyor. İşte gericilik gibi, emeğin güvencesizleşmesi, esnekleşmesi ve değersizleşmesi veya kamusal hizmetlerin sermaye yararına terk edilmesi gibi içinde “kadın” kelimesi geçmese de kadınların yaşamını büyük ölçüde etkileyen gündemlerde toplumsal bir mevzi savaşı es geçildiği için, “kadın” gündemli saldırılara yapılan savunmalar süreklileşmiş bir toplumsal mücadeleden çok bir tepkisellikler toplamı niteliği taşıyor. Oysa kadınların bugünkü haklarının korunmasının, hatta ileriye taşınmasının da yolu verilecek mücadelenin kadınlar için yaşamsal önemde olan laiklik, kamuculuk, özelleştirme karşıtlığı gibi değerler etrafında yaratılacak bir toplumsal mücadeleyle yürütülmesinden geçiyor.

Son olarak yine kadına şiddet başlığıyla da ilintili olarak kadınlar açısından bugün yakıcı hale gelen bir diğer başlık, adalet ihtiyacı. Kapitalizmin ve gericiliğin kadına çizdiği geleneksel kalıbın pişirildiği kurumlardan biri olan yargı sistemi, hala güçlü bir şekillendirici. Adli kolluğu da içine alan yargının şiddeti önleme konusundaki basiretsizliği ve etkisizliği, kadınların adalet mekanizmasına olan güvenini yerle bir ediyor; ancak kadın cinayeti faillerini daha da cesaretlendiriyor. Şiddet davalarında sanıklara verilen haksız tahrik ve iyi hal indirimleri, nitelikli adam öldürme kapsamında değerlendirilmesi gereken suçların basit halden cezalandırılması ve yapılan yargılama sürecinde failden ziyade kadını sorgulayıcı bakış açısı kadınların bu düzenin adalet mekanizmasına duydukları güven yitiminin başka önemli bir etkeni. Bu güven yitimi oldukça sarsıcı ve üzerine düşünmeye değer. Zira kapitalizmin şiddet karşısında kadınlara temelde koruma tedbiri sağlamak dışında sunduğu bir seçenek yok. Devletin bu seçeneği dahi etkin kıl(a)madığı her gün medyada çıkan kadın cinayeti haberlerinden anlaşılıyor. Bu yönüyle devletin şiddeti önlemekteki beceriksizliği ve isteksizliği, kadınlar nezdinde büyük bir meşruiyet kaybı ve güvensizlik hissi yaratıyor. Sosyal medyadan yapılan yardım çağrıları, etkinliğine inanılmayan kapitalist devletin yasal mekanizmalarına alternatif çözüm arayışlarına dair önemli bir gösterge. Yine sosyal medya üzerinden ara ara gündeme gelen ifşalar, bir kamuoyu baskısı yoluyla yürütülecek soruşturmanın veya kovuşturmanın etkinliğini artırmayı ya da failleri kamu vicdanında yargılamayı amaçlıyor. Buysa genel devlet teorisine göre kamu vicdanı olduğu kabul edilen mahkemelerin işlevini boşa düşürüyor. Toplumun geneli açısından bu yöntemlerin erişilebilirlik ve yaygınlık yönünden kısıtlı oluşu bir gerçek. Ek olarak yarattıkları etkinin sürekliliği ve etkinliği de tartışmalı. Yine de, kadınların düzenin adaleti yerine kamuoyu vicdanını koymaları işaret ettiği meşruiyet kaybı açısından oldukça değerli. Bu meşruiyet kaybı kısa vadede düzen tarafından telafi edilebileceğe pek benzemiyor. Bu anlamda kadınların alternatif adalet arayışını gerçek bir toplumsal bir örgütlülüğe tahvil etmenin önü oldukça açık.

Tüm bunlardan ortaya çıkansa şu: Bugün “adil bir düzen” vaadi, kadınlarda gerçek bir karşılık yaratabilir. Böylesi bir düzenin adalet güvencesi, en başta şiddeti doğuran sebeplerin ortadan kaldırılması ve beraberinde halkın örgütlülüğü olacaktır. Gericiliğin ve sömürünün olmayacağı bir düzende, kadınlar geleneksel ve dinsel referanslarla değil toplumsal yaşamın içinde eşit bir yurttaş olarak muamele göreceklerdir. Bunun teminatı yalnızca hukuki zemin değil, aynı zamanda ev içindeki angarya iş yükünün toplumsallaştırılarak kadınların özgürleştirilmesi adına verilecek kamusal hizmetler olacaktır. Bu hizmetler içinde çok küçük yaşlardan itibaren çocukların cinsiyet eşitliği bilinci kazandırılarak yetiştirileceği kreşler ayrı bir öneme sahiptir. Yine her yaş düzeyinde yaygın ve sürekli olarak verilecek cinsiyet eşitliği eğitimleri, bu yönde düzenlenecek kurslar, çocuk yaşta atılan tohumların serpilip gelişmesine katkı sağlayacaktır. Böylesi bir düzende adaletin, yalnız yargı kurumlarında aranan bir şey değil toplumsal yaşamın her hücresinde her an bulunabilen yaygınlıkta olacağı şüphesiz.

Sonuç

Bugün pandemiyle birlikte iyice derinleşen kapitalizmin krizi, kadınların yaşadığı sorunların doğrudan düzenle bağlantılı toplumsal boyutlarını çok daha açık etti. Bunun bir boyutu 18 yıllık AKP iktidarı boyunca her gün doğrulanan, gericilikle kadınların aynı toplumsal atmosferde barınamadığı gerçeği oldu. Bu gerçek bugün laik bir toplum talebini, kadın sorununun çözümüne giden yolda en başlara yazıyor. Yalnız Türkiye’de değil dünya ekseninde de burjuva siyasetinin gericilik, sağcılık ve muhafazakarlıktan hem pratikte hem de teorik olarak vazgeçemeyecek oluşu, laiklik ve aydınlanma mücadelesinin ancak işçi sınıfının ellerinde yeniden yükselebileceğini doğruluyor. O halde kadın sorununun çözümünde verilecek güncel mücadele, laiklik ve aydınlanma bağlamında işçi sınıfı mücadelesiyle kesişiyor. Bu anlamda kadına karşı şiddet sorunundan neden ancak tümüyle sosyalizmde kurtulabileceğimiz, geçmişin ve bugünün sosyalizm deneyimlerinin yarattığı toplumsal örgütlülük ve aydınlanma bağı kurularak, daha açık ve yaygın bir biçimde anlatılmayı bekliyor.

Kadınları kapitalizmle karşı karşıya getirebilecek diğer bir eksense, 80 sonrası dönemde özelleştirme politikalarıyla kamusal hizmetlerin sermaye lehine tasfiyesi ve bununla bağlantılı olarak çarpan etkisi yaratan yoksulluk ve eşitsizlik gündemi. Yaşanan kriz, piyasacılıktan özelleştirmelere sermaye lehine atılan neredeyse her adımın kadınların yaşamını daha da çıkmaza sürüklediğini eskisine göre çok daha açık bir biçimde ortaya koyuyor. Bu hem kadın emeğinin daha da güvencesizleşmesi ve değersizleşmesi anlamında böyle, hem de kamusal alanın piyasalaştırılmasının yarattığı yoksulluk ve yoksunlukları kapatmak adına ev içinde kadına yüklenen sorumluluklar anlamında böyle. Her ne kadar kadın çalışanlar şirketler için nicelik ve nitelik anlamında halen önemli bir reklam kaynağı olsa da, işyerlerinde uygulanan yoğun sömürü, mobbing ve taciz geniş kesimler açısından bu reklamların inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Öte yandan hayat pahalılığı ve yoksulluk, özelleştirilen eğitim ve kreş hizmeti, çocuklarının bugünü ve yarını için kadınların beslediği umudu her geçen gün azaltıyor. Bu açıdan TKP’nin bir süredir hemen hemen her sektörde açıkladığı devletleştirme talepleri, tam da bu noktada pek çok açıdan kadınların bu düzende yaşadığı sorunlarla ilişkilendirilebilecek yönler taşıyor. Böylesi bir ilişkilendirme ve inceltme, hem bugünden verilecek sosyalizm mücadelesi hem de gelecekte inşa edilecek sosyalist düzen ile kadın sorununu arasındaki diyalektik ilişkiyi güçlendirebilecek potansiyele sahip. Olağanüstü bir çabayla hem hayat pahalılığının hem de çocuklarının eğitime erişmelerindeki eşitsizliklerin üstesinden gelmeye çalışan kadınlar, bu sorunlara dair dayanışma ve mücadele alternatiflerine daha açık hale geliyor. Son bir yıldır kadınlar için birer nefes alma alanı haline gelen Kadın Dayanışma Komiteleri’nin dayanışma odağı olmaları ile şiddet, işyerinde taciz gündemi veya kreş hakkı talebi gibi somut başlıklarda birer mücadele alanı hale dönüşüvermeleri arasında epeyce geçişkenlik var. Güncel başlıklarda verilecek mücadeleler, mücadelenin sürekliliği yanında her gün tekrarlanan somut sorunların kalıcı çözümüne dair sosyalist alternatifi de güçlendirecek olanaklar barındırıyor. Bu açıdan yaygın ve ücretsiz kreşlerden kollektifleştirme hamlelerine kadar sosyalizm deneyimlerinde kadınların toplumsal eşitliği ve özgürleştirilmesi yolunda atılan adımlar, ortaya konacak alternatifi güçlendirmekte çok sahici bir referans niteliği taşıyor. Bu referansla kuracağımız sosyalist cumhuriyette kadınların angaryalardan nasıl özgürleştirileceği ve eşitliklerinin nasıl güvence altına alınacağı, söylemsel, sanatsal, akademik anlamda her türlü yolla çok daha yaygın bir biçimde bilince çıkarılmayı bekliyor. 

Kadınların bugün yaşadığı sorunlarda kapitalizmin toplumsal işbölümünde kadınları konumlandırdığı yer kuşkusuz önemli bir paya sahip. Ancak sermayenin bundan elde ettiği çıkar eklenmeksizin bu söylem eksik kalıyor. Kadın hareketinin yaygın eğiliminin aksine, kültürel veya geleneksel kodlarla yapılan açıklamalar kadınların bugün yaşadığı sorunları anlamlandırmaya yetmiyor. Özellikle pandemi döneminde kadınlar yönünden değeri çok daha iyi anlaşılmaya elverişli kamusal hizmetlerin, örneğin kreş veya eğitim hakkına erişimin önündeki eşitsizliklerin, düzenin kültürel kodlarından ziyade sınıfsal tercihiyle bağlantılı olduğu eskisine göre çok daha açık. Üstelik kadınları yaşamdan koparan gericiliğin kadın emeğinin sömürüsü anlamında sermaye sınıfının elini nasıl kolaylaştırdığı da bugün çok açık. Bu açıklık “feminist mücadeleyi” de bugün toplumsal yeniden üretim feministleri gibi kimi yeni kollarla kapitalizme karşı mücadele eksenine çekiyor. Son olarak kadınların kurtuluşunun sosyalizm mücadelesinden geçtiği gerçeği, bugün hiç olmadığı kadar sahici. Mücadelenin ileri taşınması için bu sahiciliğin sürekli kılınması gerekiyor. Bunun da yolu kadınların, kendi kurtuluşları da demek olan toplumsal taleplerin örgütleyici bir parçası olmasından geçiyor.


Dipnotlar

[1] https://www.dw.com/tr/türkiyede-vatandaşlar-borç-batağında/a-54132554

[2] Borçların çevrilmesi sürecine dair örneklenen pratikler, Praksis Dergisi’nin 53. Sayısı’ndaki Pelin Kılıçarslan’ın Gündelik Deneyimler Üzerinden Türkiye’de Kadın Emeği ve Borçluluk adlı makalesine konu olan araştırmadan alınmıştır.

[3] https://haber.sol.org.tr/toplum/ozellestirmelere-devam-karari-ne-kaldiysa-satacaklar-273006

[4] https://sol.org.tr/haber/ayasofyaya-gitmek-isteyenlerden-kadin-makiniste-saldiri-10456