Kamu Emekçileri Hareketinde Sınıf Tavrı
Kamu emekçileri hareketi nereye gidiyor, hareketin içinde bulunduğu tıkanıklığı aşması için yapılması gerekenler nelerdir sorularına yanıt ararken, yanıtın kamu emekçileri hareketinde sınıf tavrının ne olması gerektiğinde gizli olduğunu düşünüyorum.
“Memurlar” onyılların geleneğini yıkmış ve yeni bir mücadele tarzı yaratmışlardır. Onlar artık kendilerini “memur” olarak değil, “kamu emekçileri” olarak tanımlamaktadır. Ve kamu emekçileri 1989’dan 1995’e kadar çeşitli şekillerde süren mücadelelerinde bir dönüm noktasına gelmişlerdir. Bu dönüm noktasında, kamu sendikalarının yönetimlerinde mücadeleye devam diyenler olmakla birlikte, nokta koymak isteyenler çoğunluktadır. Dolayısıyla bugün, sınıf sendikacılığını, sınıf mücadelesini savunan sosyalist kamu emekçilerine çok önemli görevler düşmektedir. Mücadelenin bundan sonra alacağı biçimleri belirlemede sosyalist kamu emekçileri en önemli rolü oynayacaktır.
Nelerin yapılması gerektiğini söyleyebilmek için önce hareketin tarihine bakmak gerekiyor.
Memurlar, burjuva devletin kamu hizmetleri denen ve devletin sınıflar üstü olduğu izlenimini vermesini sağlayan işlevlerini yerine getiren; kendilerini -bir dönem- işçilerden sosyal statü ve ekonomik durumları açısından ayrıcalıklı ye üstün gören; emekçi kimlikleri, devletin sınıfsal özünü görememeleri ve devletin bizzat kendisi veya temsilcisi olduğu ideolojisiyle hareket etmeleri nedeniyle geri planda kalan ve tüm bu nedenlerle düzene bağlılıklarını aşmakta zorluk çeken emekçilerdir.
Ancak kapitalist düzenin krizi yanılsamaları yerle bir etmiş ve devletin sınıfsal özü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Memurlar, toplumdaki itibarlarını ve ayrıcalıklı konumlarını hızla yitirmiş ve diğer sınıf kardeşleri gibi sömürüyü iliklerine kadar hissetmişlerdir.
Her geçen gün daha da yoksullaşan ve ufukta iade-i itibar alametleri göremeyen “memurlar”, yani kamu emekçileri, işçi sınıfının 89 Bahar Eylemlerinin de itkisiyle mücadele etmeye ve örgütlenmeye başladılar. İlk eşiği böyle aştılar ve “emekçi” kimliğini öne çıkarmaya başladılar; yapay olarak yaratılmış işçi-memur ayrımına ilk darbeyi vurdular.
Kamu emekçileri hızla değişik iş kollarında sendikalarını kurmaya başladılar ve toplumsal meşruluklarını mücadele sürecinde; iş bırakarak, alanlara çıkarak kazandılar. Bütün sendikaların ortak talebi “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” olarak dillendirildi. Burjuva devlet bu mücadeleyi engellemek için her türlü önleme başvurdu: Sürgünler, fiziksel saldırılar, gözaltılar, yasadışı ilan etmeler, açığa almalar, temsilcilik odalarını kapatmalar, tehditler, mahkeme kararlarıyla sendikaları kapatmalar… Kamu emekçileri bütün bu uygulamalara eylemleriyle yanıt verdiler. Ancak aynı dönemde işçi sınıfının da hareketli olmasına rağmen kamu emekçileri hareketiyle işçi sınıfı hare-ketinin bütünleşmesi açısından çok fazla yol alınamadı.
Kamu emekçileri sendikaları tarihinde 1990-1991 sıçrama, 1991-1993 durgunluk ve bekleyiş, 1993-1994 teslimiyet (20 Aralık 1994 eylemine rağmen; bu eylemi aşağıda ele alacağız) ve 1995 yılı da safların ayrışması, mevzilerin sendika yönetimlerince burjuvaziye tek tek teslim edilmesi dönemleri olarak ayrıştırılabilir.
Kamu emekçilerinin meşru mücadelesini engelleyemeyen burjuva hükümeti, onları tekrar düzene entegre etmek için, “tüm çalışanları kapsayan sendikal haklar” söylemiyle ve bu çerçevede sadece konfederasyonları tanıyacağını söyleyerek, gündeme kon-federasyonlaşmayı soktu. Kamu emekçileri sendikalarındaki sosyalistlerin, sendikaların meşruluklarını burjuva yasallığından almadıklarını ve mücadeleleriyle kazandıklarını, konfederasyonun güncel bir ihtiyaç olmadığını, yapay olarak dayatıldığını söyleyip eleştirmelerine rağmen, daha oluşmadan diğer üç konfederasyonla fazlasıyla benzeşeceğinin – hatta aynılaşacağının- ipuçlarını veren bir konfederasyon kuruldu.
Kamu emekçileri hareketinde bir sıçrama olarak nitelendirebileceğimiz 20 Aralık eylemi, böyle bir sürece girilirken, yönetimin tabanın baskısıyla mecburen aldığı bir kararla gündeme geldi. 20 Aralık kamu emekçileri için “umudun yeşerdiği gün” oldu ve bir milyonu aşkın kamu emekçisi iş bıraktı.
Yeni bir döneme ve çıkışa başlangıç oluşturabilecek 20 Aralık eyleminin arkasından gelen baskı ve sindirme politikalarına sendika yönetimlerinin sessiz kalması ve kamu emekçilerini sahiplenmemesi emekçilerde güvensizlik ve yalnızlık duygularının doğmasına yol açtı, sendikal çalışmalara ve eylemlere katılımı azalttı. Bu tavır, sendika yönetimlerinin bundan sonra ne tür bir çizgi izleyeceğine dair önemli ipuçları verdi. 20 Aralık’ı sahiplenmeyen yönetim, kamu sendikalarını yavaş yavaş devlet güdümüne soktuğunu 18 Mart eylemini iptal ederek net şekilde gösterdi. 20 Aralık’ın aşılması talep ve gerekliliğine ihanetle yanıt verildi. Gazi olaylarının yaşandığı döneme denk gelen 18 Mart Ankara Mitingi, “sağduyu ve yurtseverlik” adına iptal edildi. 30-31 Mart eylemi ertelendi. Tüm bunlardan sonra kamu emekçileri de 20 Nisan eylemine ilgi göstermedi (yönetimin ne kadar ilgilendiği ayrı bir tartışma konusu!). Bu eylem 20 Aralık eyleminin çok gerisinde kaldı ve “umudun sönümlendiği gün” oldu.
Bu arada, gerici ve faşistlere Türk-Kamu Sen kurduruldu. Milliyetçilik ve dinci gericilik temelinde örgütlenen, “çağdaş sendikacılık” savunusu yapan ve kamu emekçilerim bölmeyi hedefleyen sendikaların kurulması burjuvazinin alışılmış yöntemlerinden biri.
Konfederasyona doğru giden süreç, bütün bunlarla birlikte ilerlemeye devam etti. Konfederasyon projesinin -yani devlet güdümlü sendikacılığın- çok kolay alıcı bulmasının temelinde, kamu emekçileri sendikalarında var olan ve kamu emekçilerinin kurtuluşunu sömürü düzeninin yıkılışında değil, düzenin iyileştirilmesinde, memurların eski güzel günlerine dönmesinde gören uzlaşmacı, reformist bir kesimden ve onlarla işbirliği içinde olan, devrimci bir muhalefet yapmayan, dönek solculara sendikalarda yönetime gelmek uğruna koltuk çıkan, böylece mücadeleciliğin ortadan kalkmasına yol açan devrimci demokratlardan kaynaklanmaktadır. Kamu emekçileri sendikalarında uzlaşmacılığın egemen hale gelmesinde, mücadelenin yerini kurumsallığın almasında devrimci demokratların sorumlulukları (ya da sorumsuzlukları) büyüktür.
1995 Haziranı’na böyle gelindi. Tüm-Haber Sen’in ani bir kararla kapatılması, meclise sunulan Memur Sendikaları Yasa Taslağında kamu emekçileri sendikalarına grev ve toplu sözleşme hakları tanınmayarak bunların birer derneğe dönüştürülmesi ve süregelen baskılar KÇSKK’yı harekete geçirdi. Önce sendika başkanlarının 15-16 Haziran’da Ankara’daki Güven Parkta, ardından tüm kamu emekçilerinin 17-18 Haziran’da Ankara’da Kızılay Meydanında oturma eylemi yapmaları kararı alındı. 17 Haziran’da 100 bini aşkın kişi Kızılay Meydanında toplandı ve geceyi sokakta yatarak geçirdi. Ancak KÇSKK burada da uzlaşmacılığını, kuyrukçuluğunu, perspektifsizliğini, sınıfsal körlüğünü gösterdi. Eylem süresince sosyalist ve devrimci siyasetin her türlüsünü engellemeye, dışlamaya çalıştı. Kamu emekçilerine sınıf bilinci kazandırmaya, sınıf çıkarlarını göstermeye yönelik hiçbir çaba göstermeyen KÇSKK, aksine sınıf dayanışmasına karşı, solcuları “provokatör” ilan edecek kadar ileri giderek mücadele etti.
Yürüyüşün başarısına, katılımın yüksekliğine rağmen hedefsizlik, perspektifsizlik sonucu emekçiler büyük bir dağınıklık yaşadı. Eylemin hedefinin, süresinin belirlenmeme-si sonucu kamu emekçilerinde haklar alınana kadar Kızılay’da direnme beklentisi oluştu. Sonuçta, KÇSKK oturma eylemini bitirme kararını açıklarken zorlandı ve yeni sendika ağaları taşlanmaktan, “şişelenmek”ten kurtulamadı. 100 bini aşkın kişinin eylemi, sermaye partileriyle pazarlık etme ve neticesinde bir iki dişe dokunmaz hak koparma hedefine hapsedilmiş oldu. Kamu emekçileri hareketi tarihinde her şeye rağmen önemli bir yeri olan bu eylem, perspektifsizlik nedeniyle kitlelerde bir yenilgi havası yarattı. Ardından gelen çeşitli illerdeki iş bırakma, yürüyüş ve oturma eylemleri bu havayı dağıtamadı.
KÇSKK’nın Türk-İş’in Ankara mitingini destekleyeceklerini açıklamasına karşın, sendika yöneticileri bu yönde ciddi hiçbir çaba harcamadı ve sınıf hareketinin bütünleştirilmesi açısından önem taşıyan bir olanak daha heba edilmiş oldu.
17 Ekim iş bırakma eylemi de başarıya ulaşamadı. Geri çekilme döneminin son noktası 11-12 Kasım’da Kamu Çalışanları Konfederasyonlaşma Tüzük ve Kurucular Kurultayı’nda kondu. Bu kurultay omurgasızlığın, siyasetsizliğin, sınıf perspektifinden uzaklığın sergilendiği bir kurultay oldu.
MHP’nin davet edilmesi, sendika yöneticilerinin hangi noktaya geldiklerini göstermesi açısından önemliydi. MHP’yi. çağırma cesaretini nereden buldukları ayrı bir tartışma ve hesap konusu! Kurultayda 18 Mart eyleminin iptalinin hesabını soran önerge reddedildi. Kamu emekçilerine dayatılan konfederasyonlaşmanın hangi işlevleri üstleneceği bu kurultayda bir kez daha görüldü. Kurultay, Yeniden, BSP ve Yurtseverlerin yaptığı ittifaka karşı diğer grupların -sınıf mücadelesini ileriye taşıma kaygısından uzak, yönetimde yer kapma amaçlı- mücadelesiyle geçti; türlü Ali Cengiz oyunları sergilendi ve KESK adı kabul edilerek noktalandı.
Ve bizim için de sendika ağalığını çoktan benimsemiş olanlarla hesaplaşmanın zamanı geldi.
Rüzgarın yönünü değiştirmek için ne yapılmalıdır? Mücadeleye devam diyenler için en önemli hedef sınıf sendikacılığının hayata geçirilmesidir.
Kamu emekçileri sendikalarında sınıfa karşı sınıf çizgisinin egemen kılınması ve sınıf mücadelesinin taraflarının netleştirilme-sinde SSP’ye çok önemli görevler düşmektedir. Sendikaları siyasetten uzaklaştırıp salt ekonomik mücadele örgütleri haline getirmeye çalışanlara karşı; sendikaları sosyalist ideolojinin değil, gerici, faşist ideolojilerin taşıyıcısı odaklar haline getirmeye çalışanlara karşı; solu sendikalardan tasfiye etmeye çalışanlara karşı en güzel yanıtı, sınıf sendikacılığı ilkesine sahip çıkan emekçiler verecektir.
Kamu emekçileri hareketinde son dönemlerde yaşananlardan dolayı emekçilerde oluşan sendikalara güvensizliğin aşılması için çalışılmalı ve emekçilerin sendikalarına sahip çıkmaları sağlanmalıdır.
İşçi-memur ayrımını besleyecek politikaların karşısına sınıf dayanışmasıyla, ortak eylemliliklerle çıkılmalıdır.
Emekçilerde bugünkü kazanımları mücadeleleriyle elde ettikleri ve düzen içi dengelere oynamanın dün olduğu gibi bugün ve yarın da çıkışsız olduğu bilincinin kök salması sağlanmalı, yapay gündemlerin önü alınmalı ve grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı talebi siyasal taleplerle bütünleştirilerek sömürü düzenine karşı, kapitalizme karşı mücadeleyi hedef alan bir örgütlülük yaratılmalıdır.
Sınıfın perspektifsizlik ve düzen partileri kuyrukçuluğunu ancak sermayeden ve onun ideolojisinden bağımsızlaşarak aşabileceği, bunun da ancak emekçilerin sınıf sendikacılığı çizgisini sahiplenmesiyle sağlanabileceği açıktır.
Yalnızca sınıf sendikası teslim alınamaz!
Yaşasın Sınıf Dayanışması!
Yaşasın Sınıf Sendikacılığı!