Kaygan Zeminde Burjuva Siyaseti

Türkiye’nin gündemini uzun süredir işgal eden bir konu var: Seçim. Son seçimlerden itibaren burjuva partilerinin polemiklerinin başlıca konusu olan bu konu sosyalistlerin de gündemine girmiş durumda. Burjuva partilerinin yürüttüğü tartışmadan tabii ki çok farklı bir şekilde ve ilkesel düzeyde bazı tartışmalar sosyalistler arasında da sürüyor. Bunların pratik politikadaki etkisinden çok bazı uzun vadeli projelere yol açması bu tartışmanın kazanımı olacaktır.

Burjuva partilerinin durumu bugün ibret verici bir hal almıştır. Ama bundan hareketle sıradan bir tepkinin bunlara karşıt bir yöne kanalize edilmesi çok kolay olabilir diye bir düşünceye kapılmak kanımızca doğru değildir. Nedenleri var: Türkiye’de bir ekonomik bunalım yaşanmakla beraber Türkiye burjuvazisi alternatifsizlik konumunu kitleler gözünde korumaktadır. Bir kurumsallaşma gerçekleştirilememekle birlikte “ideoloji ve zor”un etkisiyle yılgınlık ve umutsuzluk toplumda yaygın bir psikoloji haline gelmiştir. Kitleler nezdinde bu umutsuzluğa alternatif bizzat burjuvazinin umut vaadleriyle burjuvazi lehine oluşturulmaya başlanmıştır. Nereden nereye… Birkaç ay önce bunalım içinde olan ve belirsizliği yaşayan burjuva partileri ne kadar çabuk siyaset sahnesinde umut haline geldiler. Bunalımı ve çıkışı sadece ekonomik bazda ele alanlar burada yaya kalmak zorundadırlar.

Evet, siyasi düzen kilitlenmiş durumdaydı. Burjuva partileri dağınık, ortalıkta belirsizlik hakimdi. Parlamentonun meşruiyeti kalmamış, yasalarla yönetilen devlet imajı büyük zarar görmüştü. Ama tehlikenin farkında olan burjuva çevreler inandırıcılıklarını yeniden elde etmek için kolları sıvadılar. Partiler tekrar kendilerine çekidüzen vermeye ve elbirliğiyle siyasi arenayı meşru hale getirmeye koyuldular. Oldukça mesafe aldılar. Alternatifsiz bir ortamın avantajını kullanan burjuvazi kitlelerdeki umutsuzluğu yeni umutlar dağıtarak kırmaya başladı. Burjuva partileri süreç içinde aralarında bulunan küçük nüansları da kaybederek (ki bu onlar için tehlikeli bir şey) ama kader birliğinin bilincinde olarak, kendi kadrolarını aralarında devşirerek bugünlere geldi. Siyasi arenada partiler hiçbir zaman bu kadar aynılaşmadı. Ama bu aynılaşmaya karşılık politika sahnesi renklendirildi. Toplumun popüler aktörleri birer birer sahnede yerlerini almaya başladılar. İşçi liderlerinden Amerikan vatandaşlarına kadar yelpaze zenginleştirildi. Eski liderler makyaj tazeleyerek sahneye tekrar girdiler. Şapkalar atıldı, tişörtler giyildi. Bir lider kızlarla poz verip ne kadar genç olduğunu anlatırken diğeri fazla kilolarını vereceğini açıklıyordu. Reklamcılar ve fotoğraf stüdyoları eşliğinde ve davul-zurnayı tarihe emanet ederek… Evet, herşey “yeni” olmalıydı. Yeni ve ilgi çekici olmayan herşey bir yana bırakıldı. Sahne insanların ilgisini çekmeli, onları eğlendirmeliydi. Herşey ilginç olmalı ve hiçbir şey gerçek olmamalıydı.

Peki sahnedeki aktörler neyin savaşımını veriyorlardı? Burjuvazi için nesnellik neydi, nereye gelinmişti? Bu nesnellikte kimlere hangi roller düşüyordu?

Burjuvazi ekonomik hedeflerini ve önünde duran uluslararası ekonomik entegrasyonu gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyadır. Bunu gerçekleştirebilecek her türlü alternatife razıdır. Sorun siyasi istikrarı bozmadan, meşruiyeti sağlanmış ve bu işi en iyi yapabilecek atı yaratmaktır. Bunun bugünkü yapısı, kadro birikimi anlayışıyla SHP olmayacağı açıktır. DSP anlayış olarak buna uygun olduğu mesajını vermekle birlikte bunu yapacak potansiyele ve hareket yeteneğine sahip değildir. Bu işi yine DYP veya ANAP-DYP yapacaktır. Sistem için “oturmamışlık sözkonusudur” ve bunu gidermek için sadece siyasi değil ekonomik temeller de yaratılmak zorundadır. Sahnedeki oyuncular bunun da farkındadırlar. Burjuvazi Avrupalı olma rüyasından korkunç bir karabasanla uyanmak tedirginliğini yaşamaktadır ve bu tüm davranışlarına damga vurmaktadır. Sahnelenen şenliğin arkasında tedirginlik vardır, güvensizlik vardır. Evet, sahnenin arkasındaki gerçek budur, gerçek ile istekler arasında açı vardır. Gerçek, M. Yılmaz’ın şu sözlerinde ifade ediliyor: “Kurumlaşmak için en az on yıla ihtiyacımız var”. Bizce on yıl da yetmeyecektir. Hedeflerin hiçbir zaman iki yıldan daha ötelere götürülemediği, adeta yeni bir seçim yapmak için bir seçim yapıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Burjuvazinin gelecek belirsizliği onu kısa vadeli politikalara yönelttikçe varolan belirsizlik artacaktır. Bu tehlikenin farkına varılmış ve tedbir alınmak isteniyor. Burjuvazi bizzat kendi kurumlarıyla (TÜSİAD vs.) bu konudaki tedirginliğini dile getiriyor.

Evet, hedef kurumsallaştırmaktır. Bu uzun vadeli bir iştir ama olmadığı taktirde burjuvazi yerini hiçbir zaman garantide hissetmeyecektir. Artık kısa vadeli ekonomik ve siyasi politikalar bile bu mercekten değerlendirilmeye başlanmıştır. Kurumsallaşmanın önündeki engeller ise ister ekonomiye, ister parlamentoya, ister sendikalara, ister örf, adet, din vs.’ye ait olsun sökülüp atılmak zorundadır. Bu engeller tahrip edilmeli ve boşluk yaratmadan yerine yeni kurum ve değerler konulmalıdır.

Kurumsallaşmanın önünde parlamenter engeller vardır. Bunlardan biri TÖ’dür. Bunun aşılabilmesi için parti partiliğini, TÖ TÖ’lüğünü bilmelidir. Her kurumsallık kendi işini yapmalıdır. Sistemin bugünkü yapısıyla devam etmesi “uzun vadede Türkiye’de kurumsallaşma, partileşme, süreklilik, siyasi katılım gibi demokrasinin unsurlarının güdük kalmasına neden olur”. Bunu aşmak için ne yapılması gerekiyorsa o yapılmalıdır. Diğer engel ANAP’ın eski yapısı idi. Bu problem çözülmüşe benziyor. Geçirdiği tadilatlardan sonra “liberal” hale getirilen ANAP’ta uzun bir tasfiye süreci yaşandı. Tasfiye süreci İstanbul kongresinde hız kazandı ve günümüze kadar sürdü. Burada tasfiye edilenler partiden atılmadı (gerçi bunların bir kısmı kendi isteğiyle ayrıldı) ama fiilen işlevsizleştirildiler. Ellerindeki yetkiler ve nüfuz aşama aşama alınmaya başlandı. Bu tasfiyenin siyasi bir boşluk yaratmamasına azami dikkat gösterildi. Yumuşak bir geçiş dönemi, panaromik olarak yenilenme görüntüsü altında gerçekleştirildi. Ortaya çıkan ürün TÖ’nün düşündüğü çerçeveye uygundur. Bu Türk siyasi yaşamında belli bir yeri olacak (belki başa oynamayacak ama), liberal görünüşlü, parlamenter istikrarı kendi kişiliğinden önde tutan, belli bir kitleye sahip bir parti olacaktı. Eski imajın silinmesi olmazsa olmazdı ve bu büyük ölçüde yapıldı. ANAP’taki lidersizlik durumunun Özal tarafından kapatılmasına M. Yılmaz’ın seçilmesiyle son verildi. Partideki temizlikle birlikte, yeni görüntü daha sağlıklı ve kaygan olmayan bir zemin üzerinde oynamaya başladı. Partinin tüm unsurlarını harekete geçirmek gerçekleşti ve bir anlamda hiziplerin merkeze tabi kılınmasıyla hareket yeteneği arttırılmış oldu. ANAP eskisinden daha merkezi olmakla birlikte daha demokratikmiş görüntüsünü de vermeyi başardı. Partililik yeniden işlendi. Kamuoyunda yıpranmamış veya tanınmayan liderler eşliğinde ANAP siyasi arenada yeni yerini aldı.

Tadilat yapılması gereken muhalefet cephesinde de önemli mesafeler alındığı görülüyor. DYP kıvama getirildi DSP iyice ehlileştirildi. SHP’nin “üçüncü dünya solculuğu” Baykal’ın açtığı cepheden “çağdaş sosyal demokrasi”ye dönüştürülmeye çalışılıyor. SHP’nin “tüketim sosyal demokrasiciliği” yerini “üretim sosyal demokrasisi”ne bıraktığında operasyon bitecektir.

Diğer tadilat (daha uzun vadede olmakla birlikte) işçi sınıfı üzerinde yapılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz döneme baktığımızda basının grev ve eylemleri kırmak için sistemli bir saldırı yürüttüğünü görüyoruz. Bu saldırı mümkün olduğunca mantık sınırları içinde ve inandırıcılık ön plana çıkarılarak yapılmaya çalışılıyor. Sendikalar kararlı tutum takındığında sendikanın işçinin görüşünü yansıtmadığı iddia ediliyor. Geri konumlardaki işçilerin görüşleri basında ve TV’de yansıtılıyor. Sendika uzlaşmacı ise kayırılıyor ve daha makul davranması için baskı yapılıyor. Bu arada tabandaki işçinin öfkesi görmezden geliniyor. Genelde işçinin haksız olmadığı ama işverenin olanaklarının da gözönünde tutulması gerektiği yönünde mesajlar ağırlıkta. “Patron bu parayı verebilecek durumda değil!”. Yine de pazarlığa açık olunduğu izlenimi veriliyor. Basın, işveren ve hükümet verdiği mesajlarda ücretlerin piyasa koşullarına göre oluşması gerektiği vurgusuna ağırlık vermeye başlıyorlar. Birkaç çeşit pazarlık sistemi getirilmek isteniyor. Sendikaları atlamak mümkün olmadığı için bu kurumsallaşmaya uygun yeni formülasyonlar düşünülüyor. İsveç ve Japonya modelleri inceleniyor. 1988’de İsveç’li sendikacılar ile (SHP + DİSK)’cilerin düzenlediği “kamuda sendikalaşma” konusundaki sempozyum, bu yıl bazı sendikacıların işveren tarafından Japonya’ya gönderilmesi, sermaye çevrelerinin bu konuda yaptığı araştırmalar sermaye kesiminin model arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Bunun uygulayıcıları işçi sınıfının içindeki aktörler politik hatta yerlerini almaya başlıyorlar. Sınıf sendikacılığının yerini yavaş yavaş “çağdaş sendika” söylemi alıyor.

Kürt hareketine oynayan reformistler de sahnede yerlerini almış durumda. “Kürdistan elden gidiyor” çığlıkları arasında Kürt hareketinin düzen sınırlarına hapsedilmesi, düşülen kaygıları hafifletiyor…

Bütün bunların ışığında yapılacak bir değerlendirme şu olabilir: Burjuvazi siyasi arenanın istikrarına ve kendi denetiminde olmasına azami özen gösteriyor: “Siyasi arenada hiçbir boşluğa izin verilmemelidir. Parlamenter meşruluk yeniden tahsis olunmalı ve ekonomik program pürüzsüz uygulanmalıdır.” Yukarıda çizilmeye çalışılan tablonun tabii ki başka bileşenleri de var. Biz sadece daha çok örnekleme yoluyla burjuvazinin amacını panaromik bir bakışla vermeye çalıştık. Burada burjuvazinin sıkıntıları ve açmazlarından fazla bahsetmedik. Bunların olmadığı veya önemsiz olduğunu düşündüğümüz için değil. Biz sadece burjuvazinin yaşadığı bir bunalımı nasıl aştığını ve gelecek için neler yapmak istediğini hatırlatalım dedik. Siyasetin önemli olduğuna inanıyoruz ve yukarıda değinilen planın sosyalistlerin siyaset yapmasıyla bozulacağını düşününüyoruz. Bu planı başka gücün bozacağına inanan her türlü görüş hayal kırıklığıyla sonlanacaktır.