Kemalizm bir Anti-Kapitalizm mi?

Kemalizm üzerine yazmak 90’lı yıllarda sosyalistler açısından siyasal önemini yitirmiş görünüyordu. Bu konu daha çok sivil toplumcularla sol-kemalistlerin arasında bir tür polemik konusu olmaya sıkışmış durumdaydı. Açıkçası bunu çok isabetli olarak görüyor ve gerek Osmanlı gerekse Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine çalışmanın akademik ağırlıklı bir çaba haline gelmesini yararlı buluyordum. Siyasetçiler buradan özellikle ideoloji konularında önemli sonuçlar çıkarabilir ve bu sonuçlar sosyalist ideolojinin yeniden yükselişi için kimi katkılar yapabilirdi. Ama öyle kalmadı. 28 Şubat’ta başlayan süreç ve Asker Partisi’nin siyasete ağırlığını koyusu işleri değiştirdi. Yıllardır sol içinde kemalizm acentalığını sürdüren Aydınlık ve Cumhuriyet yazarları bu açıdan yaşadıkları marjinalliği AsParti’nin desteğiyle aşmaya başladıklarında, kemalizmin yeniden ele alınması bizler için bir kez daha gerekli oldu.

Gereklilik yalnızca ÖDP binalarına Atatürk posterleri asılmaya başlanmasından kaynaklanmadı şüphesiz. Bundan çok daha önemlisi ummadık taşların baş yarması oldu. Kemalizmin sol nezdinde doğru yere oturtulmasına en önemli katkıları koyan sosyalist devrimci aydınlarımız, kemalizmi yeniden keşfetmeye başladılar.

Bunun ideolojik bir deformasyondan kaynaklandığını düşünmüyorum. Mesele kesinlikle siyasaldır. AsParti iktidarı ele aldığında bu iktidarı nereye taşıyacağını kesinlikle bilmesine rağmen, bunu göremeyenler bir tür yol göstericiliğe soyundu. Çeşitli şekillerde ittifak hayalleri kurmaya başladılar. Dediğim gibi mesele siyasaldır. Ama sonuç çok ciddi bir ideolojik deformasyonu da yaratıyor. Örneğin kemalizm, sınıflar karşısında tarafsız görülmeye başlanıyor.

Çok mu kör, çok mu siyasetsizim? Bilmiyorum. Ama ben Mustafa Kemal’i bazı yönlerden bu günkü siyasetçilerden bazılarına benzetiyorum. Bu benzetmenin hiç hoşa gitmeyeceğine emin olduğumdan önce önlemlerimi alayım.

Kemalist devrim kesinlikle ilerici bir harekettir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin önündeki siyasal, ideolojik ve hukuksal engellerin temizlenmesi açısından kemalist devrimin önemi tartışılmaz derecede büyüktür. Ancak bu 1908’de hatta daha önceleri başlayan bir sürecin son halkasıdır. Bir burjuva devrimidir ve o sınırı aşma perspektifine kesinlikle sahip değildir. Bunları aşağıda açacağız. Burada yapmaya çalıştığım, yapacağım benzetmenin sınırlarını çizmek. Tekrar ediyorum; kendi zamanında kemalizm Türkiye kapitalizmi açısından ilerici bir harekettir. Ortadan kaldırmaya çalıştığı ve kendi döneminde bunda önemli ölçüde başarılı olduğu en önemli iki engel şeriatçı devlet yapılanması ve toplumdaki din merkezli şekillenmedir. Kemalizm, bir aydınlanma hareketidir.

Ancak kemalist hareketin en önemli sınıfsal dayanağını teşkil eden yerli ticaret burjuvazisinin güçsüzlüğü ve sermaye birikimindeki yetersizlik, kemalist kadroları bir sanayi burjuvazisi yaratma çabasına itmiştir. Bu arada kendilerini de iş adamları olarak yeniden yaratmayı ihmal etmemişlerdir. İşte benzetme burada başlıyor. İş Bankası reklamlarında görünen Mustafa Kemal gerçektir. O ve arkadaşları sadece İş Bankası değil birçok şirketin kurucusu ve hisse sahibi olmuşlardır. Şu andaki liderlerden işlerinin başında olmayı sürdüren bildiğim kadarıyla bir tek Çiller’dir. Diğerleri ya kardeşlerine ya ortaklarına şirketlerini devretmişlerdir. Elbette görüntüde… Şimdi, kimsenin şu andaki liderlerin, bu arada Çiller’in, Atatürk’ün yolundan gitmediğini -en azından bu yönden- söyleyemeyeceğini düşünüyorum. Eninde sonunda hepsi siyasetçiliklerinin yanında bir de iş adamıdır. AsParti’nin iktidarında en önemli özelleştirmelerden biri olarak sunulan İş Bankası hisselerinin satışı da bu açıdan dikkat çekicidir. Bildiğim kadarıyla satılan hisselerin en azından bir kısmı Atatürk’ün hisseleridir. Ama AsParti bireysel olmasa da kurumsal olarak kapitalist girişimcilikten uzaklaşmaya pek niyetli görünmüyor. Üstelik OYAK yabancı sermayeyle ortaklık kurmaktan da geri kalmıyor. İşte anti-emperyalizmin çağdaş ve tarihsel “kalelerinin” hali budur.

Bu yazının konusu Mustafa Kemal’in kendi devrinde anti-emperyalist politikalarla ilişkisini araştırmak olacak. Yoksa bütünsel bir kemalizm tartışması ya da eleştirisi değil. Ancak anlaşılan bu konu daha bir süre diğer veçheleriyle de tekrar ele alınmayı hak edecek.

Neden?

Kemalist devrime anti-emperyalist özellikler atfetmenin tamamen nesnellikten kopuk olduğunu söyleyemeyiz. Yani bu tarihe bakan, eğer bulmak isterse kendine bu yönde şahit bulabilir. Bu şahitler arasında dönemin sosyalistleri ve Komintern de vardır üstelik.

Lenin’in emperyalizm teorisi, bu kitap dizisinin okurları tarafından yeniden alıntılamaya gerek bırakmayacak ölçüde biliniyor. En önemli nokta çağdaş emperyalizmin kapitalizmin bir aşamasına tekabül ettiğidir. Tekelci kapitalizm çağında emperyalizm meta ihracının yanında ve belirleyici öge olarak sermaye ihracına dayanır. Emperyalistler artık sömürge değil yatırım alanı aramaktadır. Bu teori kendisinden önceki tüm emperyalizm teorilerinden çok net bir kapitalizm karşıtlığıyla ayrılıyor. Lenin’den sonra anti-kapitalizmsiz anti-emperyalizm mümkün değildir. Teorik olarak böyle. Ancak 1920’ler dünyasında bir de başka problem vardır. İlk ve tek sosyalist ülkenin emperyalistler tarafından kuşatılması.

“Dünyanın emperyalist savaşı izleyen bugünkü durumunda karşılıklı ilişkileri küçük bir emperyalist uluslar gurubunun Sovyet Rusya önderliğindeki Sovyet hareketine ve Sovyet Devletlerine karşı yürüttüğü mücadele belirlemektedir. Bunu akılda tutmazsak tek bir ulusal sorunu ya da sömürge sorununu dünyanın en ücra köşesini bile ilgilendirse doğru koyamayız. Uygar ülkelerde olsun, geri kalmış ülkelerde olsun komünist partileri ancak bu temel koşuldan hareket ederlerse politik sorunları doğru koyup doğru bir çözüme götürebilirler”1 .

Söz konusu olan dünyanın ücra bir köşesi değil, ilk sosyalist ülkenin en büyük komşusu olduğunda durum elbette daha ciddi olarak ele alınacaktır. Sovyetler Birliği kemalist hareketi ciddi şekilde destekler. Manen ve kesinlikle maddeten. Para silah, mühimmat… Genç Sovyet ülkesi emperyalist İngiltere ve onun desteğindeki Yunanistan orduları karşısında Türkiye’ye yardım etmek için hiç bir şeyi esirgemez. Bunlar çok yaygın olarak biliniyor. Ama sınırlar…

“Biz komünistler olarak sömürgelerde burjuva-kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olamadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Bu şartlar yoksa bu gibi ülkelerde komünistler ikinci enternasyonal kahramanlarının da saflarında yer aldıkları reformist burjuvazi ile mücadele etmelidirler”2 .

Mustafa Kemal, hareketini sağlama alana kadar bu izlenimi vermek için elinden geleni ardına koymamıştır. Kukla komünist parti kurdurmaktan, “yoldaşlar” diye başlayan mektuplar yazmaya kadar. Hatta, Türkiye yönünü savaştığı emperyalistlere çevirme sinyalleri vermeye başladığında bile, Mustafa Kemal bunun zorunluluktan kaynaklandığım ve Türk-Sovyet dostluğunu zedelemeyeceğini yazar Lenin’e. Türk-Fransız, anlaşması Rus-İngiliz anlaşması gibi şartların zoruyla gerçekleşmiştir. “Yanımızdaki anlaşmazlıklar Ankara-Moskova arasındaki yazışmaların yavaşlığı yüzündendir” dediği mektubunda iki ülkenin dostluğunun temellerini şöyle açıklar:

“Görüldüğü gibi batıda kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum bugün Türk ülkesinde yoktur. Bu bakımdan biz kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz.(…) Sonuç olarak bugünün Türkiye’si bir bakıma Batı Avrupa’dan çok Rusya’ya daha yakındır. Sonra memleketlerimiz arasında bir başka benzerlik bizim emperyalist ve kapitalist düzene karşı savaşmamızdır”3 .

Ekonomik yapı konusuna ileride değineceğiz. Dostluk meselesine gelince: Kemalistlerin Komintern ve Lenin’in politikalarını bildikleri ve bu bilgiyle davrandıkları açıktır. Basit diplomasi numaraları yapıyorlar. Savaştıkları kapitalizm değil ama bolşevizm korkusudur. Tüm kemalizm tarihi bunun izlerini taşıyor.

Daha 1919’da Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta mecliste bolşevizm konusunun da tartışıldığını belirtiyor ve şöyle diyor:

“(…) Bolşeviklerin daha müessir bir vaziyete girmeleri halinde bitaraf görünmek azmiyle itilaf kuvvetlerini memleketimizden uzaklaştırmaya icbar ve aksi taktirde vatanımızın Bolşevik payı istilası altında kalmasına sebebiyet vereceklerini iddia etmek ve ona göre icabatı fiiliyesine kalkışmak muvafık olacaktır. Diğer taraftan ilk teklifin herhangi bir suretle Bolşevikler tarafından yapılmasına intizar etmeyerek (beklemeyerek) derhal o havaliden dahile doğru mütenekkiren (gizli hüviyetle) gönderilecek birkaç kıymettar zatın vasıtasıyle hemen müzakereye girişmek, anlaşmak pek muvafık olur. Bu suretle Bolşeviklerin bizim memleketimiz dahiline kesret (çoğunluk) ve kuvvetle girmesine lüzum olmaz”4 .

1920 yılında Ali Fuat Paşa’ya yazdığı mektupta bir komünist parti kurdurmasının mantığını anlatırken yine niyetini açıklıyor:

“Komünizmin memleketimizde değil, Rusya’da bile henüz tatbik kabiliyeti hakkında sarih kanaatler hasıl olmadığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber dahilden ve hariçten muhtelif maksatlarla bu cereyanın memleketimiz dahilinde girmekte olduğu ve buna karşı makul tedbir alınmadığı takdirde, milletin pek ziyade muhtaç olduğu birlik ve sükunu bozacak hallerin meydana gelmesi imkan dahilinde görülmüştür. (…) Komünizm cereyanı nihayet ordunun en büyük kumandanlarında kalmalıdır”5 .

Çok açık, Mustafa Kemal’in Sovyet Rusya’nın yardımına ihtiyacı vardır. Bunu sağlamak için ne gerekiyorsa yapacak ve söyleyecektir. Ancak tek gerçek anti-emperyalist hareket olan komünizm, Türkiye’ye girmemelidir. Çünkü o içerde huzur istemektedir. Sınıfsız toplum görüntüsü istemektedir.

Kemal’in Sovyetler’e yaklaşırken kendisine ve hareketine komünizme yakın havası vermesinin ve bazı durumlarda bunu abartmasının nedenlerinden biri de Enver Paşa’nın Sovyetler’de oluşudur. Enver yaşadığı sürece Mustafa Kemal’in en büyük rakibi olmuş; kendisi için arzu ettiği tüm makam ve unvanlara sahip duruma gelmişti. Şimdi de hareketinin başarıya ulaşması için mutlaka yardımına ihtiyacı olan Moskova’ya kendisinden önce gitmişti. Moskova onu değil kendisini seçmeliydi. Kemal’in bir dönemki komünist söyleminin altında bir de bu vardır.

Türkiye cephesi böyle, Dostluğun diğer cephesinin durum değerlendirmesi ise, gayet sağlıklıdır. Kemal kesinlikle komünist yönelimli biri olarak görülmez. İngilizlere ve diğer emperyalistlere karşı savaşmaktadır. Nesnel olarak anti-emperyalist bir konum doldurmaktadır. Desteklenir.

Haziran 1921’de Komintern’in Güneydoğu Avrupa ülkeleri için yayınladığı Kommunismus şöyle yazıyor:

“Yunanlılarla Türklerin arasındaki savaş da öyle ikinci dereceden bir savaş sayılmamalıdır. Çünkü bu savaş İttifak Devletleri’nin Sovyet Rusya’ya karşı yürüttüğü inatçı mücadelenin bir uzantısıdır”6 .

Bu yüzden desteklenir. Ama bu desteğin ne anlama geldiği de bilinmektedir. Baku Şark Milletleri Kurultayı’nda 1920 Ağustos’unda Enver Paşa’nın bildirisi üzerine alman kararda şöyle denmektedir:

“Türkiye’deki ulusal devrimci hareket yalnızca yabancı sömürücülere karşı yönelmiş olup, bu hareketin başarısı Türk köylü ve işçilerinin her türlü basta ve sömürüden kurtulması anlamına gelmeyecektir”7 .

Sınırlar bilinmekte destek öyle verilmektedir. Yalnızca iç siyasi ve ekonomik tavırlar olarak değil… Kemalist kadroların dış siyasette de tutarlı anti-emperyalist tavrı gösteremeyeceği bilinir. 1922’de Kemal’in orduları İstanbul önlerine gelip durduğunda Roy şöyle yazmaktadır:

“Kemal, kurtuluşun eşiğinde duran Türkiye köylülüğünün devrimci toplumsal güçlerine bağlı olduğu sürece, zaferden zafere koştu, ama her türlü devrimci ruh ve uzak görüşlülükten yoksun askeri bir diktatör olarak boynunu, İngiliz emperyalizmine karşı dolaplar çeviren Fransız emperyalizminin boyunduruğuna gönüllü olarak uzattı”8 .

Kemalist harekete anti-emperyalist yakıştırmasının temeli ve sınırları bunlar. Yeni yeni gelişen bir yerli ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden ve asıl olarak ufku siyasal bağımsızlıkla sınırlı olan, ancak bu konumuyla bile Birinci Savaş sonrası konjonktürde bir süre nesnel olarak anti-emperyalist konum alan bir duruş. Bir milliyetçi burjuva duruş. Ne eksik ne fazla.

Emperyalist devletlerle ilişkiler

Yukarıda Mustafa Kemal’in Sovyet Rusya cephesinden görünüşüne baktık. Burada biraz emperyalistlerle ilişkilere bakmalıyız. Bunu yaparken öncelikle Osmanlı Devleti’nin Birinci Savaş öncesi ve sonrasında o dönemki dünya sistemi içindeki güç dengesi sistemi olarak nitelendirilen sistem içindeki, konumuna bakmalıyız. Ülkenin batıdan görünüşünün “hasta adam” nitelemesi içinde olduğu ve daha savaş öncesinde imparatorluğun parçalanması için emperyalist devletler tarafından elden gelenin arkaya bırakılmadığı biliniyor. Ama tüm bunlar Osmanlı Devleti’nin savaşın önemli taraflarından biri olduğu ve savaş öncesinde de sistemin temel elemanlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu konuda Çiçerin’in tanıklığı zannederim yeterince güvenilirdir.

“Türkiye az zaman önce büyük bir devletti. Anadolu’ya, Balkanlar’a, Mısır’a kadar hükmeden bir devlet. Hakikatte şimdi küçülmüştür. İkinci dereceye düşmüştür. Ama cihan diplomasisinde hala büyük yeri var. Çanakkale ve İstanbul Boğazları Türkiye’dedir. Emperyalistlerin menfaatleri Türkiye üzerinde tokuşmaktadır”9 .

Alıntının son cümlesini bu bölümün mantığı için gerekli gördüm ama başlangıç cümleleri Osmanlı’nın savaş öncesi önemli konumunu gösteriyor. Uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre Birici Savaş öncesi dünyası bir “klasik güç dengesi sistemi” olarak tanımlanır. Bu sistemin önemli davranışsal kurallarından biri de şöyle açıklanır:

“Mağlup olmuş ya da hareket alanı sınırlanmış temel aktörlerin kabul edilebilir bir rol fonksiyonu yüklenerek yeniden sisteme dahil olmalarına imkan tanımak…” 10

Bunu bir yere kaydedip şöyle devam etmeliyiz. Birinci Savaş emperyalizmin, yani kapitalizmin geldiği tekelci aşamanın zorunlu bir sonucudur. Dünyanın emperyalistler tarafından ulaşılmadık noktası kalmadığından mesele yeniden paylaşımın yollarını bulmaktır. Güç dengesi bozulmalıdır. Yeni dengeler kurulmalıdır. Savaş bunu için yapılmıştır. Savaş sonunda dağılması gereken ve planlanan önemli güçlerden biri de Osmanlı’dır. Ancak Türklere de bir yeni konum öngörülmüştür. Hesaba katılmayan Türk milliyetçilerinin bu yeni konumu yetersiz bulacakları ve bunun karşısına eylemli olarak çıkabilecek bir kadro oluşturabilecekleridir. Çünkü savaş öncesi kadroları, özellikle İttihat ve Terakki kadroları dağılmış ve halk gözünde güvenilirliğini yitirmişti.

Mustafa Kemal’in değeri ve başarısı buradadır. Çok iyi bir örgütçü ve politikacı olduğunu ispatladı. Emperyalist ülkeler Türkiye toprağından yeni bir yönetimin nüvesinin çıktığını gördüklerinde bununla anlaşmaya zaten hazırdılar. Çünkü artık devir savaş ve sömürge devri değil sermaye ihracı devridir.

Emperyalist devletlerin, özellikle Fransa, İtalya ve İngiltere’nin, kemalist toparlanma karşısındaki tavrı, ne olduğunu anlamaya çalışma, önce önemsememe ve ardından destek olma şeklinde gerçekleşti. Sonra iş bu emperyalistler arasındaki dengeye oynamak ve Yunan ordusunu yenmeye kalmıştı ki bunun çok da güç olmadığı, örneğin Yalçın Küçük tarafından gösterilmiştir 11 .

Emperyalistlerin kemalist hareketi tanıması ve Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak görmeye başlaması 1921 Londra Konferansı ile oldu. Aslında bu meşrulukta biraz da İstanbul hükümetinin payı vardı. Konferansta İstanbul Heyeti Başkanı Tevfik Paşa, ülkenin geleceği hakkında konuşma hakkını Ankara temsilcisine bırakmıştı 12 .

Aynı yıl Fransızlarla iki devlet arasında savaş durumunu sona erdiren bir anlaşma imzalandı. İtalyanlar savaştan çoktan çekilmişti. İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Henry Wilson, 14 Aralık 1921’de, İstanbul’daki İngiliz Kuvvetleri Kumandanlığına şöyle yazıyor:

“Yapacağımız en doğru hareket, İstanbul’dan çıkıp gitmek ve Türklere dost olmaktır. En doğru İngiliz politikası, Mustafa Kemal’le dost olmaktır” 13 .

İşin rengi bundan sonra değişir. Kemal ve Ankara Hükümeti artık emperyalistler tarafından kabul edilmiştir. Bundan sonra Türkiye politikası, “emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanmak” başlığı altında emperyalizme teslimiyettir. Yukarıya Roy’dan aldığım alıntı buna işaret ediyordu. Zaten çok fazla alıntı dolu bu çalışmayı daha fazla alıntıyla şişirmek istemiyorum. İsteyen bu alıntının alındığı yerde ve başka yerlerde bu yönde bir çok şey bulabilir.

Bu bölümü bitirip işin ekonomik yönüne geçmeden önce değinmek istediğim bir şey daha var: Yarı sömürge kavramı. Lenin dahil bir çok Komintern ideologunun sıkça kullandığı ve o dönem Türkiyesi’ni de içine alan bu kavramın iyi tanımlanmamış, belirsiz ve kolaycı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Kavram bu haliyle bilimsel bir kavramlaştırmanın sonucu olmaktan çok betimleyici bir kategori olarak kullanılmaktadır. 60’lardaki sol tartışmalarda çok atıf yapılan ve kolayca maocu tezlere kanıt olan kavramlaştırmanın kavramın emperyalizm bahsindeki birçok başka kavram gibi reddedilip baştan kurulması gerekmektedir. Bizim geleneğimizde bu kavrama bu haliyle yer yoktur.

Sömürge ve yarı sömürge kavramları Lenin’de de pek net kullanılmaz, özellikle bunların nereye kadar siyasal nereye kadar ekonomik kavramlar oldukları belli değildir. Aşağıdaki alıntı bu belirsizliği yeterince gösteriyor. Lenin Komintern’in ikinci kongresinde verdiği bir raporda şöyle yazıyor:

“Ama savaş kapitalistler arası çelişkileri kızıştırmıştı. Birdenbire 250 milyon insanı, sömürgelerdeki halkların durumuna düşürdü. (…) Almanya gibi, en ileri, en aydın, en bilgili ve modem teknolojik ilerlemede en üst düzeyde olan ülkelerde yaşayan 25 milyon insanı bu duruma düşürmüştür. Versailles anlaşması ile savaş bu ileri halklara öylesine şartlar empoze ettirmiştir ki onlar sömürge bağımlılığı, sefalet, açlık, yıkım ve kölelik durumuna düşmüşledir”14 .

Türkiye söz konusu olduğunda bizim kavram setimiz bellidir. Türkiye’deki burjuva devrimi geç kapitalistleşen ülkelerdeki, geç burjuva devrimlerinin yani burjuvazinin uluslararası düzeyde devrimciliğini terk ettikten sonra gerçekleşen burjuva devrimlerinin tüm özelliklerini taşımaktadır. İçerde ve dışarıda işçi sınıfı devrimi korkusu ve içerde büyük toprak sahipleriyle, dışarıda ise emperyalist ülkelerle işbirliği bu devrimlerin ortak özellikleridir. Kemalist devrim de bundan farklı bir yol izlememiştir.

Kemalizmin ekonomik programı

Haldun Gülalp önemli çalışmasında Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sürecin “savaş öncesi yapının, gerek içteki ekonomik yapı gerekse dünya sistemi ile bütünleşme biçimi açısından, yeniden inşası niteliğinde” olduğunu yazıyor. Ve şöyle sürdürüyor:

“Burada önemli olan, savaş dönemi boyunca güçlenen müslüman kökenli ticaret burjuvazisinin dünya sistemi ile bütünleşme işlevini o döneme kadar yürütmüş olan azınlık kökenli ticaret burjuvazisinin yerini devralma amacıdır.

(…)

Özetle, Kurtuluş Savaşı, ne amacı ne de sonucu açısından, Türkiye’nin uluslararası işbölümünde sahip olduğu yeri değiştirmeye yönelik olmamıştır”15 .

Korkut Boratav ise, Cumhuriyet öncesi ve sonrasında ekonomik anlamda bir sürekliliğe işaret ederek, asıl kopuşun burjuva devriminin ilk evresi olan 1908’de aranması gerektiğini belirtiyor 16 . Mustafa Kemal yönetimindeki Türkiye’nin ekonomik gelişmeleri genellikle, 1923-29 ve 1930-39 olarak iki ayrı bölümde inceleniyor. Dönüm noktası devletçi politikaların uygulanmaya başlamasıdır. İlk evre dışa açık, ikinci evre korumacı bir sermaye birikimi denemesidir. Devletçilik döneminin asıl işlevi yerli bir sanayi burjuvazisi oluşturma çabasıdır. Sermaye birikimindeki yetersizlik devletin devreye girmesini gerektiriyor. 1929 büyük dünya bunalımı, Türkiye’nin hem ihraç ürünlerine talebi daraltıyor, hem de geleneksel ithalatının aksamasına sebep oluyor. O dönem Türkiyesi un, şeker ve dokuma gibi en temel ürünleri bile dışarıdan alıyor 17 . Sonuç ithal ikameci kalkınma modeli ve devletçilik oluyor.

Durumun anti-emperyalizmle ilişkisine gelince:

“Lozan Antlaşması’nda emperyalizme verilen iktisadi tavizler, Chester-tipi teşebbüsler ve (…) yabancı sermaye-yerli burjuvazi-siyasetçi ortaklıkları, aslında ortaya öyle bir tablo koymaktadır ki, bu tablodan siyasi iktidarın emperyalizme ve onun yerli ortaklarına kesinlikle teslim olduğu sonucunu çıkarmak pek de güç olmayacaktır. Ancak bu sonuç resmi iktisat politikasında 1929’dan başlayarak 1932’ye kadar uzanan bir dizi değişikliği açıklamakta yetersiz kalmaktadır”18 .

Arada değişen devletçi politikalara geçiştir. Bunun sonuçlarını da Boratav’dan dinleyelim:

“Böylece devletçilik, himayeciliğin rantını sanayi burjuvazisine teslim etmenin bir yolu olmuştur. Ve 1922’yi izleyen yıllarda, yabancı sermaye, ve dışa bağlı ticaret sermayesiyle (ve sonraki yıllarda sanayicilerle) siyasi kadroların kurduğu sıkı bağlar, bu grupların kısa dönemli karlarını açıkça çiğneyen icraata engel olamamıştır”19 .

Yani devlet, burjuvazinin değişik fraksiyonları karşısında görece özerk bir konum almıştır. Hem iç hem dış sermaye karşısında kısa dönemli çıkarlara rağmen uzun dönemli çıkarları temsil etmiştir. Bu herhangi bir burjuva devletinin sıradan işlevidir. Devlet olmak bu demektir.

Kemalist Cumhuriyetin dış ekonomik ilişkilerindeki en önemli değişiklik, Lozan Anlaşması’yla kapitülasyonların kaldırılmasıydı. Bu da milliyetçi bir burjuva yönetiminin kendi sınıfına borcunu ödemesidir. Ama iş anti-emperyalizme gelince, o gün ve bugün herhangi bir anti-emperyalist politikanın asgari programı olan dış borçların reddi, kemalistler tarafından gerçekleştirilmemiştir. Yapmaya çalıştıkları emperyalistler arası çelişkilerden yararlanıp bu borçların indirilmesini ve kolay şartlarda ödenmesini sağlamaya çalışmak olmuştur. Oysa o dönemde Sovyetler, bu konuda Türkiye’ye çok net olarak destek vermiştir. Kemalizmin emperyalist kampa teslimiyetinin en önemli kanıtı budur.

Bu o kadar net bir kanıttır ki, emperyalist kampa yıllar sonra teslim olan Garbaçov kliğinin ilk işlerinden biri, Sovyetler Birliği’nin yıllar önce tanımadığını açıkladığı, dış borçları sembolik bir faizle ödemeyi kabul etmek olmuştur. Bu sembolik bir tavırdır ama çok önemli bir göstergedir. O gün de, bu gün de…

Genel olarak yabancı sermaye konusunda bir karşı çıkış olmadığı ise daha savaş sürerken toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde açıklanıyordu. Buradaki şart yeni konulacak kanunlara uyulması ve siyasal üstünlük kurmaya kalkışmamak olarak belirleniyordu. Burada bir aymazlıktan söz etmek gerekiyor. Yabancı sermayeler arasında seçim yapılırken mesafe olarak uzak ve siyasal olarak da sömürgeciliğe karşı görünen ABD sermayesi, siyasal üstünlük kurma isteği olmadığı için tercih ediliyor ve hemen 1923 yılında ABD şirketi Chester’e Doğu Anadolu’da demiryolu inşaatı ve çevresindeki madenlerin işletme hakkı veriliyordu. Emperyalist ülkeler karşısındaki bu yüzeysel ve beceriksiz ayrım, yabancı sermaye karşısındaki tutumun bir başka veçhesini oluşturuyor.

Savaş sonrasında Mustafa Kemal yabancı sermaye politikasını şöyle açıklıyor:

“…iktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken, zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız. Hayır. Bizim memleketimiz vasidir; çok say ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim sayimize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faideli neticeler versin…” 20

Bu yaklaşımın sonucunda 1929 yılında Türkiye’deki tüm şirketlerin ödenmiş sermayelerinin yüzde 49.89’u yabancı şirketlere ait hale gelmiştir 21 . Tüm sermayenin yarısı. İşte anti-emperyalizm…

Sonuç yerine

Bu çalışmayı bir makaleden söz etmeden bitirmek istemedim. Yukarıya bir aktarımını aldığım makale, iki bölüm halinde AÜSBF Dergisi’nde yayınlanmış. İki bölümün yayım arasındaki süre ilginç, üç yıl. Birinci bölüm 1968’de, ikinci bölüm ise 1972 Martı’nda yayınlanıyor. Yazarları da iki bölüm arasında çoğalıyor. İlk bölümü o zaman doçent olan Haluk Ulman yazıyor, ikinci bölümde ona o zaman doktor olan Oral Sander katılıyor.

Bu makaleden söz etmek istememin anlamı şu: Yazarı, konuyu ele alışı ve yayın yeri, bana bu makalenin Yalçın Küçük’ün deyimiyle “yöneticiler okusun” diye yayınlanan bir çalışma olduğunu düşündürüyor. Haluk Ulman sonradan profesör oluyor. Ama sadece akademisyen değildir. Dışişlerinde çalışıyor. 1974 Kıbrıs çıkartması sırasında Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in ekibindedir. Son yıllarda ise, CHP yönetimlerinde yer aldı. Sonuçta devleti, dış politikayı ve onun prensiplerini bildiği kesin.

Makalenin adı “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)”. Belli başlıklar altında dış politikanın eksenini belirleyen yaklaşımları saptıyor. Bu arada değişik başlıklar altında Mustafa Kemal’in ve onun döneminin yaklaşımları da sergileniyor. Dış politikayı belirleyen etkenlerden ilki güvenlik endişesi olarak sınıflandırılıyor. Şöyle deniliyor:

“Türk dış politikasını yönetenler, 1923-1930 yılları arasındaki dönemde, bağımsızlığımız ve toprak bütünlüğümüz bakımından en çok Batı’dan korku duymuşlardır. Bu korku iledir ki, yönetim felsefe ve biçimi bakımından çok uzakta oldukları halde, Sovyetler’le daha Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında başlayan diplomatik yakınlığı korumuş hatta artırmışlardır”22 .

Ulman, Türkiye ve Almanya ilişkilerini ele aldığı yerde ise, İnönü-Atatürk farkını ispatlamayı politik uğraşının merkezine koyan ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki faşizan eğilimleri hep İnönü yönetiminin farkına örnek olarak gösteren Atilla İlhan’ın sinirlerini bozacağı kesin olan bir saptama yapıyor:

“Nihayet, Atatürk bir siyasal görüş olarak nasyonal sosyalizmden esinlenmiştir de denebilir. 1930’lardan sonra geliştirilen güneş-dil ve tarih teorilerinde ırkçı temalar pek kuvvetlidir”23 .

Makalenin üç yıl sonra yayınlanan ikinci bölümü “Yönetim Felsefesi ve Türk Dış Politikası” bölümüyle başlıyor. Bu bölümde yazarlar “Atatürk’ün Anti-Emperyalizm Anlayışı” diye ayrı bir altbaşlık açıyorlar.

“Türk ulusunun 1919-1923 yılları arasındaki Bağımsızlık Savaşı, Batılı devletlere karşı verilmişti. Bir yandan bu gerçek, öte yandan Sovyetler Birliği’nden yardım alma gereği yüzünden, Mustafa Kemal bu savaş sırasında zaman zaman anti-emperyalist temalar işlemiştir. (…)

Fakat, Mustafa Kemal’in Anadolu’da giriştiği hareket Batılı devletlere karşı olmakla beraber Batılı devlet anlayışına karşı bir hareket değildi. (…) Bu bakımdan Mustafa Kemal ’emperyalizmi yeneceğiz’ derken Batı’nın ekonomi ve siyaset düzenini reddetmeyi değil onun ekonomik ve siyasal üstünlüğünden arınmayı anlamıştır”24 .

Daha fazla uzatmaya gerek yok. Mustafa Kemal’in anti-emperyalizmi, örneğin Birinci Savaş’ta yenilen Almanya’nın Fransa karşısındaki tutumundan farklı ya da ötede bir tutum değildir. Bunun ötesi ise, hayal değilse yakıştırmadır.

Bunlar yöneticiler için daha 1968’de yazılıyor. Türk Devleti’nin bu günkü yöneticileri, bu arada generaller bunları okuyarak ve bilerek geliyorlar. Bunca yıl sonra hem AsParti’ye hem de Türkiye solcusuna bunların aksini satmak boş çabadır.

 

Dipnotlar

  1. LENİN V.I. Milli mesele ve sömürge sorunu üzerine rapor, 3. Enternasyonal Konusmaları içinde, Pencere Yayınları, ikinci Baskı,1989, s.64
  2. a.y., s.65
  3. Mustafa Kemal’in Lenin’e 4 Ocak 1922 tarihli mektubu. İLERİ Rasih Nuri, Atatürk ve Komünizm, Sarmal Yayınevi, Dördüncü Baskı, 1995, s.260.
  4. AYDEMİR Şevket Süreyya, Tek Adam 2. Cilt, Remzi Kitabevi, Onikinci Baskı, 1993, s.389.
  5. a.y., s.357.
  6. Komütern Belgelerinde Türkiye-1, Kurtuluş SavaŞı ve Lozan, Kaynak Yayınları, 1993, s.23.
  7. a.y., s.21
  8. a.y., s.57
  9. AYDEMiR Ş.S., age, s.366
  10. SÖNMEZOĞLU Faruk, Uluslararası Politika ve DıŞ Politika Analizi, Filiz Kitabevi, 1989, s.573.
  11. KÜÇÜK Yalçın, Türkiye Üzerine Tezler 2, Tekin Yayınevi, Üçüncü Baskı, 1987, s.614 vd.
  12. AYDEMİR Ş.S., age., s.415, 1 nolu dipnot. Ayrıca Mehmet Gönlübol ve diğerleri, Olaylarla Türk Dış Politikası Cilt 1, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Beşinci Baskı, 1982, s.33.
  13. AYDEMİR Ş.S., age., s.417.
  14. LENİN V.İ., Uluslararası Durum ve Komünist Enternasyonalin Temel Görevleri Üzerine Rapor, age. içinde, s.36.
  15. GÜLALP Haldun, GeliŞme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınevi, 1983, s.21-22
  16. BORATAV Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi, Dördüncü Baskı, 1993, s.46.
  17. GÜRALP Haldun, age., s.28.
  18. BORATAV Korkut, Türkiye’de Devletçilik, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1983, içinde, c.2, s.414.
  19. a.y.
  20. ÖKÇÜN A. Gündüz, 1920-1930 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye, Sevinç Matbaası, 1971, s.7’den aktaran, Haluk Ulman-Oral Sander, Türk Dış Politikası Yön Veren Etkenler (1923-1968) II, AÜSBF Dergisi c.27. n.1., Mart 1972 içinde, s.14.
  21. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c.2, s.508.
  22. ULMAN Haluk, Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968) I, AÜSBF Dergisi c.23, s.3.1968 içinde, s.244.
  23. a.y., s.253.
  24. Ulman-Sander, agm., s.2-3.