Kendi Gölgesinden Korkan Tarih: Avrupa Komünizmi

Avrupa komünizmi avrokomünizm Avrupa solu Batı marksizmi kavramları dillendirildikleri ve yazıldıkları yerlerde her zaman coğrafi bir vurgudan daha fazlasını ifade ettiler daha fazlasını hak ettiler. Avrupa ve marksizmin doğduğu Avrupa solu tüm dünya soluna en az reel sosyalizm kadar referans oldu. Avrupa’ya bakmadan edilemedi; edilemezdi de… Bundan sonra da edilemeyecek kimsenin şüphesi olmasın.

Öte yandan denilebilir ki Avrupa solu kendi geleneğine burun çevirdikçe Marx’dan uzaklaştı marksizmden uzaklaştı; bu geleneğe sahip çıktıkça devrime doğru yaklaştı. Marksizmin yeşerdiği topraklar revizyonizme de reformizme de kaynaklık etti. Dahası yapısalcılığı ve postyapısalcılığı keşfetti. Şimdilerde Avrupa solunun önemli bir kesimi sivil toplum düşkünü oldu. Radikal demokrasi ve postmarksizm Avrupa’dan başka bir yerden çıkmadı. Ama unutmamak gerekir ki Avrupa’da inatla sosyalizm inatla marksizm diyenler de hep oldu ve olacak.

Bu çalışmada başta sivil toplumculuk olmak üzere sol içinde yaygınlık kazanan bir dizi stratejinin düşünsel kökenlerine dair Avrupa sol düşüncesinde bir gezintiye çıkacağız ve Avrupa solundaki bu ağırlıklı dönüşümün tarihsel arkaplanını ortaya koymaya çalışacağız.

Avrokomünizme ve onu biçimlendiren tarihsel koşullara özel bir yer tanıyacağımız bu çalışmanın güncel akımların kaynaklarına ışık tutacağını umuyorum.

“Sosyalizme giden yollar” tartışılırken Bolşevizmin yanında “somut durumun somut tahlili” şerhiyle Avrupa komünizminin kendine özgü nesnelliği gelişkin kapitalist ülkelerdeki komünist partiler aracılığıyla sınırları her defasında yeniden çizilen bir taktikler yığını biçiminde anlaşıldı.

Ancak Batı marksizminin genel gelişim dinamiklerine ve kendine çizmeye çalıştığı yola bakıldığında ilk sosyalist devlet Sovyetler Birliği’nin 20. yüzyıldaki dünya politikasına etkilerinin ve ağırlığının neredeyse temel belirleyen olduğunu görmemek mümkün değildir. 1917’de kopan “ezilenlerin şöleni” kızıl fırtına anaforu dünya kapitalist sistemini olduğu kadar dünya komünist hareketini de belirliyor sersemletiyor yol gösteriyordu…

Avrupa komünizmi adlandırmasına gelince… Adlandırmalar çerçevenin çizilmesi ya da tanımlamayı sabitleştirmek adına son derece ufuk açıcı oluyor. Ancak Avrupa komünizmi adlandırması içinde bir dizi talihsizliği de barındırı-yor. Bir nevi kendiliğinden yeşeren ya da diğer bir deyişle merkezi bir örgüte ve bağlayıcı bir siyasal çizgiye bağlı olmayan bu hareket bir yandan komünist öznelerin tümünü kapsamıyor diğer yandan ise yalnızca Avrupa kıtası ile sınırlı kalmıyor. Öte yandan sayacağımız pek çok belirleyeninin yanında Avrupa komünist partilerinin sezinleterek giderek göstererek sergiledikleri siyasal açılımlar nihayetinde adıyla sanıyla yine Avrupa komünizmi adlandırmasıyla ortaya çıkıyor. Ne zaman mı 1976’da Fransız Komünist Partisi’nin Paris’te düzenlediği bir mitingde halk önünde ilk defa Avrupa komünizmi kavramı kullanılıyor. Söylüyorlar ve ruhlarını komünizmin hayaletinden kurtarıyorlar. 70’lerde Avrupa komünist partilerinde bir dönemeci ifade eden bu deklarasyon aynı zamanda yaşanan bunalımın bir dışavurumu oluyor. Yazık ki olmayan “üçünçü yol”un bir simülasyon olduğunu göre göre görmezden gelerek. “Stali-nizm”den arınmak adına pupa yelken örtülü bir reformizme ve revizyonizme doğru yol alıyorlar.

İktidar perspektifinin yokluğu parlamentarizm ittifakçılık proletarya diktatörlüğünün programlarından çıkarılması Sovyeler’e mesafeli bakış… gibi bir dizi yönelimde Avrupa komünist partilerinin benzeştiğini görüyoruz. Sözgelimi İtalyan Komünist Partisi sosyalizme ulaşmada “İtalya’ya özgü yol”u benimserken orta sınıfları da sosyalist devrimin itici gücü olarak nitelendirebiliyor. 1974’de dillendirilen “tarihsel uzlaşma” siyaseti ile ittifaklar politikasını hıristiyan güçlere kadar genişletiyor. Uzun bir alıntı pahasına “tarihsel uzlaşma”nın büyüsünü çözmek için dönemin İKP yöneticisine kulak verelim:

“Aynı zamanda İtalyan Katolikleri’ni toplumsal ve siyasal hareketlerini de gözönüne alıyor ve büyük katolik kitlelerle aramızda bir uyum yaklaşım ve anlayış havasının yaratılması için durmadan çaba gösteriyoruz. Bu çabaların çalışan sınıfların başarıları açısından olumlu etkileri demokrasi havasına olumlu katkıları oldu. Şunu belirtmek gerekir ki Katolik dünyasının önemli güçleri ve örgütleri hiç durmadan sola kaydılar. Hatta anti-kapitalist anti-emperyalist anlam taşıyan söylem ve eylemlere girişti-ler. Bu sola kayış ifadesini halkın Democrazia Cristiana içindeki güçlerin yarattığı dipdiri baskıda buluyor” 1 . [BERLINGUER, Enrico]

İtalya’da bunlar yaşanırken Fransa’ya baktığımızda ise bir dönemin özgün koşullarına reçete olan Halk Cephesi açılımının teorileştirilerek ittifakçılığa evrildiğine tanık oluyoruz. Özgünlüklerin siyasal açılımlarını mutlaklaştırmak ve kimlik kertesine dönüştürmek ise her zaman zemin kaymalarına neden olmakta. Nitekim Fransız komünistleri 1958’de “tabanda işçi örgütleri ile demokratik birlik tepede Sosyalist Parti ile seçimlerde işbirliği hesabına dayanan yeni bir yol çiziyor. 1962 seçimlerinde (parlamento seçimleri) ’65-67 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1972 Haziranı’nda sosyalistlerle imzaladıkları ortak programda 1978 parlamento seçimlerinde Jean Bruhat’ın partisi için tespit ettiği ittifak geleneği tekrarlanıyor. Valdek Rochet 1964’te 17. Kongre’ye sunduğu raporda proletarya diktatörlüğünün “yeni biçimler” alabileceğini söylüyor” 2 .

Mart 1979’da İspanyol İtalyan ve Fransız Komünist Partileri’nin ortak deklarasyonunda bir yandan Avrupa komünizminin benimsendiği deklare edilirken bakın bir yandan da neler söyleniyor. Hangi perspektiflerde uzlaşılıyor.

“Kapitalist sistemin bunalımı her zamankinden daha fazla demokrasiyi geliştirmek ve sosyalizme doğru ilerlemeyi gerektiriyor. İtalya İspanya ve Fransız komünistleri sosyal ve politik güçlerin çoğulculuğuyla bireysel ve kollektif özgürlüğün düşünce ve ifade basın ve örgütlenme ve toplanma gösteri yapma dolaşma sendikal grev yapma özel hayat genel oy dini kültür değişik kültürel ve felsefi akımları ifade etmek özgürlüklerinin geliştirilmesi garanti altına alınması ve saygı gösterilmesiyle yeni bir toplum kurmak için hareket etmekte anlaşmışlardır” 3 .[BERLINGUER, Carillo]

Sonuç ise umut kırıcı oluyor. Komünist partiler giderek inandırıcılıklarını ve şanslarını yitirdiler. Yukardaki hedefleri gerçekleştirecek özliberal ve özsosyal demokrat partiler varken “yeni yol” ya da Üçüncü Yol arayışlarının siyasette karşılığı kapitalizme eklemlenme çizgisini ne yazık ki geçemiyor. Bu anlamıyla 70’lerdeki ekonomik bunalımın komünist partiler açısından siyasal sonuçları “2. Enternasyonal’in kapitalizme doğru kederli geri dönüşünün basit bir tekrarı oldu” 4 denilebilir. Avrupa komünizmin bıraktığı boşluğu ise “Avrososyalizm” doldurdu. “Mitterand Gonzales ve Craxi’nin hükümetleri o zamandan beri doğru yola gelip tövbekar olanların önemli bir bölümünün içte sağduyulu reform dışta ise Atlantik topluluğuna kesin bağlılık beklentisiyle sadakatlerini kazandılar” 5 .

Peki ‘70’lerde yaşananları bir sonuç olarak alacaksak eğer bunun nedenlerine de gözatmak gerekmiyor mu Avrupa komünizminin doğuşu ya da gerçek doğuşu hangi dönemece denk geliyor Avrupa’da özellikle de İtalya ve Fransa’da işçi sınıfını devrime taşıyamadıkça marksizmle mesafeyi açan komünist partilerin bu trajedisinin beslendiği tarihsel kaynaklara gelebiliriz.

Avrokomünizm bir “kopuş” mu?

Marksist düşüncenin gelişiminde leninizm yeni bir evreyi işaret etti. Marksist düşünceyi yeni silahlarla donatarak iktidarın alınabileceğinin kanıtı olan bir katkıydı bu. Dünya komünist hareketinin günebakanlar gibi yüzünü döndüğü ülke Sovyetler Birliği idi artık. 1917’nin tecrit edilmesi Avrupa’nın çeşitli noktalarından gelen yenilgi haberleri dünya devrimi beklentisinin bir dizi hayal kırıklıklarıyla gündemden düşmesi ile sonuçlandı. Tek ülkede sosyalizm savunusunun bir dünya partisi olan Komintern’in 1924’teki “Devrimci Sovyetler Birliği’ni kayıtsız şartsız savunandır” şeklinde özetlenebilecek açıklaması ile dünya komünizminin uzun yıllarca benimseyeceği bir döneme girildi. Bu dönemde Komintern merkeziyetçi bir dünya partisi olarak Komintern’e bağlı partilerin bolşevikleşmesi-bolşevikleştirilmesi kararı ile bir üst örgütlenme ve devrim örgütü olduğunu bir kez daha açıklıyordu.

Ancak Avrupa’da faşizmin yükselmesi Avrupa’da komünistleri sıkıştırıyordu. Komintern sosyal demokrasi ve faşizmin burjuva diktatörlüğünün iki farklı biçimi olduğunu vurgulamış olsa da Yalçın Küçük’ün iddia ettiğine göre “Dimitrov-Thorez Konspirasyonu” Komintern’i dinlemeyi tercih etmeyip 1934 yılında Halk Cephesi’ni merkezi strateji olarak ilan etmişlerdir 6 . Komintern ve de en son Stalin Halk cephelerine onay verdi onay vermek zorunda kaldı. Bu onayın içinde “konspirasyon”un ötesinde sovyetlerin uluslararası ilişkilerdeki kimi tercihleri de elbette söz konusudur:

“Sovyetler daha önce Alman ve İngiliz burjuvazisini ürkütmemek için bu ülkedeki devrimci hareketleri desteklemekte attığı geri adımları bu kez Fransız burjuvazisi için atmaya başladı. Bu politika çerçevesinde sağcılıktan hiç kopmayan Fransız partisinin icadı halk cephesi politikası tam ye-rine oturdu. Fransa’da ve daha sonra bazı ülkelerde sosyalist devrim pers-pektifinden açıkça vazgeçildi” 7 . [HEKİMOĞLU, Cemal]

Ancak Avrupa komünist partilerinin benimsedikleri cephecilikte yenilgiler döneminin (1918-19 22 23 ve 33) payını da unutmamak gerekiyor. Buna III. Enternasyonal’in etkilerini de eklediğimizde tablo tamamlanıyor. Burada bir problem yok sorun olan ise sonrasında cepheciliğin Avrupa komünist partilerinin karakteristik bir özelliği haline gelmesidir. Sıkışma dönemlerine özgü politikaların güncel açılımların evrenselleştirilerek iktidardan kaçışa gerekçe olmalarıdır sorun.

Fotoğrafın diğer bir köşesinde duran ise marksist aydınlardır. Perry Anderson’un deyişiyle “Batı Marksizmi geleneği içindeki ikinci kuşak temsilcileriyse birinci kuşağın tersine Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olgunlaşmış politik kişiliklerini faşizmin gelişmesi ve İkinci Dünya Savaşı ile bulan kimselerden meydana geliyordu” 8 .

Batılı marksist aydınları tanımlayan bir diğer öğe ise İkinci Savaş sonrası daha elle tutulur hale gelen politik pratikten kopuklukları olacak. Ancak sözünü ettiğimiz dönemde yenilgileri izleyen savunmacılığın ve yalnızlığı izleyen korkunun hayaleti kendini hiç unutturmadı. Batı marksizmi içinde yaşadığı dönemde pratiği ile ayrıksı ve özgün bir yer kaplayan Gramsci ise tarihsel blok kavramsallaştırmasıyla Avrupa komünizmi ve Yeni Sol’un her daim didiklediği bir marksist oldu. Savaş sonrası güçlenen İtalyan komünistleri “Gramsci’nin düşüncesi”ni bir milad olarak kabul edip düşünürü ikonlaştırırken çubukları defalarca kırdılar.

Sıcak ve soğuk savaşla gelen

1929 bunalımı sonrası dünya emperyalist sistemi içinde ciddi çatlaklar baş gösterdi. Hiçbir kapitalist devlet sömürgeleri ve etki alanları ile yetinemez duruma gelmişti. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Versailles hükümleri ile eli kolu bağlanan Almanya 1933’de Alman devriminin yenilmesiyle Hitleri iktidara taşıdı. Emperyalistlerin bunalımı aşmak için yeni pazar ve hammadde arayışını görmek hiç de zor değildi. Ancak bunu görmek kadar olası bir savaşın yönünü de tayin etmek gerekiyordu. Sovyetler Birliği’ne karşın topyekun bir emperyalist saldırı yerine emperyalist devletlerce dilenen savaşın yönünün Sovyetler’e doğru olmasıydı. Öyle ki 1936-37’de İtalya Japonya ve Almanya’nın kurdukları paktın adı bile anti-komintern paktıdır. Emperyalist ülkeler faşizmi Sovyet halklarına yönelterek bir taşla iki kuş vurmak hesabındaydılar. Tüm öngörülere rağmen ilk sosyalist devlet savaşı kendinden uzak tutabilmek için tüm dünya halklarına özellikle de olası bir savaşın tarafı olabilecek İngiltere ve Fransa’ya nazilerin ortak düşman olduğunu insanlığı tehdit ettiğini sayısız defalar uluslararası planda yinelemekten kaçınmadı. Bir yandan Avrupa işçi sınıfına yönelik bu ideolojik açılım sınıfın tazyikiyle emperyalist devletleri sıkıştırmayı amaçlarken bir yandan kapitalizm içi boşluklardan kendine alan açmaya çalışıyordu. Faşizmin ayak sesleri yankılanırken Komintern’in 7. Kongresi’nde karara bağlanan Halk Cephesi taktiği Komintern’in sosyal demokrasiyle uzlaşmama politikalarına ayak direyen Avrupa komünist partilerinin önünü de açmış onları “yük”ten kurtarmış oldu.

“Halk Cephesi taktiğinin devrim teorisi veya kapitalist ülkelerdeki mevzi savaşı ile herhangi bir bağlantısı yoktur. Halk Cephesi politikası Fransa’nın anti-Sovyet bloktan çıkması veya bu blokta gevşek durması için başlatılan çalışmaların bir parçasıdır. (…) Halk cephesi savaşa doğru giden dünyadaki güçler dengesine ilişkin gerçekçi bir yaklaşımın ürünüdür. Halk cephesi komünistlerin işçi sınıfı adına devrimden vazgeçtiklerini egemen sınıfa ilan etme bunun karşılığında özellikle dış politika alanında ondan bazı tavizler kopartma politikasıdır” 9 . [HEKİMOĞLU, Cemal]

FKP’nin Halk Cephesi’ni Komintern’den öğrenmeyip Komintern’e rağmen uygulamaya koyduğunun altını bir kez daha çizelim… 30’ların ikinci yarısına dönersek Sovyetler’in çağrıları yanıtsız kaldı ve 1939 yılında Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı. Bu pakt çok tartışıldı. Avrupa komünizminin eteğinde biriktirdiği taşlardan birinin de bu saldırmazlık paktı olduğu gözardı edilmemelidir. Sovyetler hiç değilse bir süreliğine savaş dışında kalarak savaşa hazırlanmak için derin bir nefes aldı. Sovyet komünistleri nefeslerini verdiklerinde dünyayı faşizmden kurtarmanın onurunu komünizm tarihine armağan edeceklerdi.

Savaş sonrası SSCB’de sosyalizmin temelleri kayıplara rağmen sağlamlaştı. İşgalden kurtulan Doğu Avrupa’da Halk Cumhuriyetleri kurularak sosyalizme geçişler bir sosyalist blok oluştururken Batı Avrupa komünist partileri ise direniş örgütçüsü partiler olarak ülkelerinin halklarınca selamlandılar. Ancak savaş bu kez de ideolojik boyutu ile sürecekti. 70’li yıllara dek süren soğuk savaş dalgası aslında “soğuk bir barış”ı anlatıyordu. Başta ABD savaştan prestijle çıkan Sovyetler Birliği’ni tecrit çemberi içinde tutmayı denedi. Berlin duvarı Stalin ’36 mahkemeleri Demirperde… sıkça kullanılan saldırı başlıkları oldular. Öte yandan savaş sonrası ABD eliyle Avrupa’ya akıtılan Marshall yardımı NATO’nun kurulması kapitalist kampın elini güçlendiren en önemli araçlardır. ’47’de Avrupa’ya akan Marshall yardımları ile savaş sonrası bir enkaz haline gelen başta Almanya olmak üzere emperyalist Avrupa ülkerinde kapitalizmin yeniden yapılanması ABD’nin öncülüğünde başladı. Emperyalist sistem kapitalist üretim ilişkilerini dünyanın her yerinde kurumsallaştırarak yeniden üretmeye yöneldi. Kapitalizmi refah toplumlarına dönüştürme projesi soğuk savaşın sınırlarını da genişletmiş oluyordu böylelikle.

Bu dönemeçte Fransız Komünist Partisi’ne dönelim… Kızılordu’nun Avrupa’yı faşizmden kurtarıcı misyonuyla birleşen direnişçi geçmişinin saygınlığı ile parti savaş sonrası yüzbinlerce üye kazandı. FKP savaştan sonra burjuva partileriyle koalisyonunda siyasal ve ekonomik istikrarı her şeyin üstünde tutan bir çizgi izledi. Ya İtalya Benzer bir şekilde İtalyan Komünist Partisi de ’45 sonrası Halk Cephesi politikasıyla faşist geçmişi silmek için devlet yapısını demokratikleştirme arayışına girdi. 1944-46 yılları arasında kurulan koalisyonda yer aldı. Avrupa’ya Marshall yardımının akmasına kadar geçen bu savaş sonrası birkaç yıl yazık ki sözü edilen iki partinin sonrasında izleyeceği siyasal açılımların bir göstergesi niteliğindedir. Bir iki hatırlatma… Fransa’da ağır ekonomik baskılardan bunalarak greve giden işçilere FKP’nin de koalisyonunda yer aldığı hükümetin tavırları sert oldu. Aynı şekilde işçiler FKF ve onun denetimindeki Genel-İş Konfederasyonu (CGT) tarafından lumpenlik faşistlik ve hainlikle suçlandılar. İtalya’da ise tarım işçilerinin grevi kanla bastırılırken pek çok fabrikada kurulan Yönetim Konseyleri’nin işlevi de “verimliliği artırmak için yönetime katılma” ile sınırlandırılarak Avrupa komünizminin mayası çalınmış oldu.

“Yine de İKP bünyesinde ‘tarihsel uzlaşma’nın ön belirtilerine 1944’te rastlanır. Komünist önderlerin 1944’te ülkesine dönmesinden sonra faşizm döneminde bitkisel yaşama terkedilmiş olan İKP ikinci kez doğdu. ‘Salerno dönemeci’ diye bilinen bu dönüm noktasından sonra savaştan yenik ve bitkin çıkmış İtalya’nın yeniden kurulma çabalarında İKP yapıcı uzlaşıcı ve etkin bir rol oynadı. 1947’de yürütme organından çıkarılışına değin İKP Badoglio başkanlığındaki hükümete katıldı ve 1.1.1948’de yürürlüğe giren İtalya Anayasası’nın hazırlanmasında görev aldı. O halde laiklerden katoliklere, komünistlerden liberallere tüm siyasal güçleri kapsayan ilk ‘tarihsel uzlaşma’nın Cumhuriyet Anayasası’nın temelinin harcının oluşturduğu unutulmamalıdır” 10 . [CINGI, Aydın]

Kısaca Avrupa KP’leri savaş sonrası prestijlerini kapitalizmin restorasyonunun emrine sunmuş oldular. Marshall yardımından önce bolşevizmi unutarak sonra ise elleri kolları kapitalist atılım tarafından bağlanmış olarak… Ne acı… Baştan itibaren Komintern açılımlarının sınırlarında gezinen kendi başına buyruk ittifak politikaları ile fiili durumlar yaratan KP’ler “barış içinde birarada yaşama” açılımını olabildiğince sağ bir yorumla kapitalist düzenin değirmenine su taşımak olarak algıladılar.

Aranış dönemi çözüm sunabilecek mi?

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya komünist hareketinde bir dizi yarılmanın cisimleştiği tarih olarak okunabilir. Öncelikle ’49’da yengisini ilan eden Çin Devrimi temel gücünün yoksul köylülüğe dayanmasıyla komünist hareketteki “tek bir sosyalizm modeli”ni özellikle Avrupa sol aydınları ve giderek geleneksel Komünist Partileri nezdinde sorgulanabilir kıldı. İzleyen dönemde Kültür Devrimi “devrim yapma hakkı”nı yücelten söylemiyle Batı Avrupa’da ciddi bir heyecan dalgası yarattı. Çin 1958-60 yıllarında SSCB’den tamamen koparak Sovyet Bloku’ndaki devletlerin ayrılmaları ve rakip KP’ler kurulması için çağrı yaparken İtalyanların başını çektiği KP’ler SSCB ile aralarına açık bir mesafe koydular. Atalet içindeki KP’lere ve 20. Kongre’nin sonuçlarıyla sersemlemiş sol kamuoyuna yeni bir devrimci kanal olarak görünen Çin Devrimi’nin saltanatı Kültür Devrimi’nin sonuçları ve Üç Dünya Teorisi’nin “dünya sosyalizmine ABD ile ittifak halinde SSCB’ye karşı savaş düzenine geçmesini öneren” teziyle tuzla buz olmuştu bile.

Yukarıda sözünü ettiğimiz yarılmanın sonuca bağlandığı en önemli nedenlerden biri olarak gösterilegelen SBKP’nin 20. Kongresi etkileri itibariyle Avrupa komünist hareketi ile SSCB’nin arasının açılmasını bu kez tescillemiş oldu. “Yalnız Sovyetler’de değil bütün dünya komünist hareketinde bölünme hayal kırıklığı küskünlük ve karamsarlık yaratan bu ‘şok’ konuşma (Kongre’de Nikita Hruşçov’un konuşması-SS) Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin militanlarına açıkça ‘aldatıldınız’ diyordu” 11 .

20. Kongre’nin Avrupa marksizmi üzerindeki etkilerine gelince… Althusser’e tartışılır pek çok çözümlemelerine karşın kulak vermekte yarar var:

“Stalinist dogmacılığın eleştirisi komünist aydınlarca genel olarak bir ‘özgürleşme’ biçiminde yaşandı. Bu özgürleşme eğilim olarak ‘liberal’ ve ‘ahlakçı’ nitelik taşıyan aynı anda ‘özgürlük’ ‘insan’ ‘birey olarak insan’ ve ‘yabancılaşma’ türünden eski felsefi temaları yeniden keşfeden köklü bir ideolojik gericiliğe yol açtı” 12 . [ALTHUSSER Louis]

Avrupa marksizminin sağa kayışında yalnızca bir uğrak olarak işlev gören 20. Kongre ile birlikte Avrupa komünist partileri yollarına daha bir tereddütsüz devam etmişlerdir. Yoksa sonuç dillendirdiğimiz üzere tek başına Stalin eleştirisine bağlanamaz. Olsa olsa varolanın üzerindeki örtüyü kaldırmada 20. Kongre’nin etkisinden sözedilebilir. Nitekim

“Fransız Komünist Partisi 20. Kongre’nin hemen sonrasında 22 Mart 1956’da Merkez Komite kararıyla SSCB Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nin en önemli kararı olan geçiş yollarının çeşitliliği bu barışçıl geçişin ön plana çıkarılması demek oluyor savının kendisine ait olduğunu ve 1946’da Thorez tarafından geliştirildiğini ilan ediyor. Halk Cephesi formülünün devamıdır; gerçek payı taşıyor” 13 .

Yine 20. Kongre’nin en önemli açılımlarından biri de iki sistemin barış içinde birarada yaşaması tezi oluyor. “Ekmek özgürlük ve barış” için “Halk Cephesi” politikaları yine FKP’den Thorez’in açıklamasıyla ne de güzel anlatılıyor.

“Halk cephesi revolüsyon değildir. Bu vulgar bir seçim operasyonu da değildir; Cumhuriyet kurumları içinde progresif bir politika izleme komis-yonudur” 14 .

Avrupa’da Sovyet deneyine yeni bir almaşık bulma ihtiyacı giderek yakıcı bir hale gelirken sözgelimi 1956’da Macaristan’daki muhalefetin bastırılması SSCB’ye karşı biriktirilen diğer taşlardan birini oluşturdu. Yine ’59’daki Küba Devrimi Üçüncü Dünya’daki devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri dünya komünist hareketinin yüzünü bu coğrafyalara dönmesine neden oldu. Marksist düşünce gerilla mücadelesi halk savaşı gibi kavramlarla tanıştı bu dönem. Kapitalist olmayan yol türü zorlamalarla tarih aynı zamanda üçücü yol fikrini de tüketerek tarihin derinliklerine attı. Tüm bu yaşananlar sol ve aydınlar üzerinde belirli bir dinamizm yarattı kuşkusuz ancak bu dinamizm doğası gereği uzun soluklu olamadığı gibi dönemsel olarak kaldı. Bir yandan Ekim Devrimi’nin kazanımları sorgulanırken bir yandan da azgelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş hareketlerinde ama kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi de ihmal edilerek yeni bir model arayışından vazgeçilmedi.

“Üçüncü Dünyacılık giderek gelişen literatürde dünya sistemi denen şeyin ‘çekirdek ülkeler’ tarafından sömürülen ve ‘bağımlılığa’ zorlanan yoksul tarımsal periferinin kurtuluşuyla dünyanın özgürleşeceği inancı 1. Dünya solunun teorisyenlerinin büyük kısmını ele geçirdi” 15 .

Sırada ’68 var!..

60’ların ikinci yarısından başlayarak dünya kapitalist sisteminin gelişkin emperyalist ülkeleri kapsamlı bir toplumsal muhalefetle titremeye başladı… İçe-riği doğrudan anti-kapitalist bir öze sahip olmayan bu muhalif dalga öğrenci hareketinin belirleyiciliğinde “anti-otoriter anarşizan radikal” bir tonla yolunu aramaya koyuldu. Brejnev dönemiyle SSCB’de yaşanan istikrar dönemine karşılık emperyalist ülkelerde ekonomik durgunlaşma ve işsiz sayısının artması ile ete kemiğe bürünen kriz giderek ABD hegemonyasını da sorgular niteliğe büründü. “Refah devleti” modelinin hamisi olan ABD Vietnam müdahalesiyle hem Vietnam cangıllarında kayboldu hem de “Amerikan yaşam biçimini” sorgulanır noktaya getirdi. Vietnam Savaşı savaş karşıtı gösterilere neden olurken giderek ABD’nin tecrit olduğunu da gösterdi. Öyle ki ABD’nin müttefiklerinin biri bile sembolik de olsa ABD güçleriyle dayanışmak için asker göndermedi. Buna karşın Batı kentleri önlenemez bir biçimde öğrencilerin başı çektiği öğrenci-işçi gösterilerine yer yer de ayaklanmalarına sahne oluyordu.

“Bir Mayıs patlaması türünden gelip geçen bu ‘68 Kuşağı’ gösterileri bir yandan öğrenci gençliğin kapitalist düzene yabancılaşması ve başka uygarlıklar ile kültür arayışına yol açıyor diğer yandan da işçilerden daha mücadeleci bir çığırı başlatarak ücretlerin yükselmesini sağlıyor. İşçi ücretlerini artırma çabaları Vietnam Savaşı’nın finansmanıyla doğan bütçe açıkları ve dolar krizi ile birleşince başta ABD ekonomisi olmak üzere bütün gelişmiş kapitalist ekonomiler Keynesci politikaların uygulanmaya başladığı dönemden beri tanık olmadıkları bir çifte sorunla hem işsizlik hem de fiyat artışlarıyla aynı zamanda yaşamak zorunda kalıyorlardı” 16 .

Gelişkin kapitalist ülkelerde İkinci Savaş sonrası yetişen kuşak yoksunluklardan haberdar değildi. Genişleme dönemlerinin bu çocukları dünyayı “hemen şimdi” istiyorlardı. “Sokak tiyatrosu”nu andıran görüntüler ise Frankfurt Okulu teorisyenleri ve Herbert Marcuse’un yazılarında hemencecik teorik yansımasını buldu. Yazarlara göre kapitalizm gelişme dönemiyle işçi sınıfını kendine bağlayarak ehlileştirdi. Dolayısıyla devrimci bir atılımın ancak bu düzenle bağı çok az olan ara kategoriler (başta öğrenciler) ve marjinallerle (lumpen proletarya azınlıklar…) başarılacağı yönündeki saptamaları sonrasında radikal demokrasi ve eklemlenme başlığıyla yeni solun ve postmarksislerin sıklıkla başvuracağı kavramlar olacaktır. Öte yandan tekellere karşı mücadele başlığı Avrupa KP’lerinin başvurduğu bir siyasal açılım olarak ittifaklar politikasını da yeni mecraya taşıdı.

KP’ler “devletin herkesin devleti olmaktan çıkıp bir avuç ayrıcalıklı kapita-listin devleti haline gelmesi” saptamasından sonra proletarya kavramsallaştırmasını giderek unutur oldular. Öyle ya bir avuç tekele karşı devlet tüketici-lerle çiftçilerle esnaflar ve aydınlarla dayanışarak kurtarılabilirdi. Poulant-zas’ın FKP’nin bu politikalarına teorik dayanaklar üretiği sınıf analizlerinin açtığı yoldan ilerleyen postmarksist yeni solcu kuramcıların katkılarıyla başlangıçtaki öncü sınıf proletarya önce eşitlerden biri oldu; bitmedi… Giderek yok sayıldı!

60ların ortalarına doğru Avrupa komünist Partileri ise yükselen muhalefetin gözünde etkinliklerini önemli ölçüde yitirirken yanar döner muhalefetin yönlendiricisi olmaktan çok uzaktılar. Öğrenci hareketinin radikal sloganlarına rağmen siyasal iktidarı almaya yönelik bir programı ve stratejisi yoktu. Yitirdiği etkinliği ve parlamentarizme tamamen angaje olmuş tavrıyla FKP muhalefetin radikalleşmesi ve ordunun devreye girerek rejimin diktatörlüğe dönüşmesinden endişe ediyordu. Bu nedenle yerelliklerde öğrenci ve genç işçilerin yer yer buluşmasından kaynaklanan grevleri ekonomik çerçeveye yönlendirme konusunda ısrarcı oldu. Benzer bir biçimde İtalyan Komünist Partisi ise ’68’e gelirken devlet yapısını demokratikleşmeye yönelik prog-ramıyla harekete geçti ve bu kez gündeminde “Büyük Tarihsel Uzlaşma” stratejisinin hazırlıklarını yapmak vardı. Bu süreçte Avrupa komünist partilerinde turnusol kağıdı işlevi gören bir diğer olay ise 68’deki Çekoslovakya olaylarıdır. SSCB’ye en şiddetli eleştiriyi İKP yaparken FKP daha sessizce ancak içinde kaynayarak karşılıyordu olup bitenleri. İKP Varşova Paktı Ordusu’nu anında “özerklik” “bağımsızlık” ve “egemenlik” adına kınarken “trajik bir hata” değerlendirmesini yapıyordu.

’74 yılında dillendirilen “tarihsel uzlaşma” kavramına gelince… Ama öncesinde ’70’lerdeki kapitalizmin krizine göz atmakta yarar var. ’20’li ve ’30’lu yıllardan sonraki en büyük bunalımına giren kapitalizm büyümenin durması petrol krizi pazar tıkanması gibi bir dizi başlıkta nefes alamaz duruma geldi. İzleyen dönem refah devleti politikalarının terkedilmesiyle sonuçlanırken sosyal demokrasinin krizine devrimci olamayan komünist partilerin kapitalizmin devamlılığı noktasında yaptıkları katkılar eklendi.

Avrokomünistler gözünde “Sandıktan geçen devrimler” bile iktidarın “ürkütücülüğü”nü engelleyemedi. Avrupa komünizmin en hararetli savunucusu İKP bir kez daha ille de “tarihsel uzlaşma” derken bakın hangi gerçeklerden yola çıkıyordu.

“1) Ucu ucuna bir aritmetik çoğunluk yani salt yüzde 51’lik bir çoğunluğun desteği ileri endüstriyel aşamadaki bir Batı toplumunun yönetilmesine yeterli değildir.

2) Hiçbir siyasal güç toplumun başka türlü düşünen diğer yarısını karşısına alarak bu aşamadaki bir Batı ülkesini yönetemez.

3) Halkın tüm çalışan kesimlerinin desteği ve işbirliği sağlanmaksızın sosyalizm kurulamaz;

4) Salt kentsoyluların sözcüsü olmayıp bir takım temel değerlerin temsilcisi olan Hıristiyan Demokrat’ların varlığını dikkate almayan bir politik çözüm bugünün İtalyası’nda geçerlilik kazanamaz” 17 . [CINGI, Aydın]

NATO ve AET…

Avrupa KP’leri hüzünlü yollarına devam ettiler… Bu yol uzadıkça çatallaşıyor çatallaştıkça da zihinler bunalıyordu.

İKP 1970’li yıllara dek Sovyetler Birliği’ne ne kadar mesafeli yaklaşırsa yaklaşsın bir emperyalist örgüt olarak gördüğü NATO’yu salt savunmaya yönelik değerlendirdiği Varşova Paktı’yla aynı kefeye koymadı. Güzel. Ancak 1972 yılında İKP adına Berlinguer “Her iki askeri blokun ortadan kalkması yolunda demokratik ve barış içindeki bir Avrupa çerçevesinde İtalya’nın tam bağımsızlığını istiyoruz… Askeri bloklar ‘Soğuk Savaş’ın yarattığı hava ve koşullar içerisinde kurulup korunmuştu. Günümüzde bu koşullardan amaç ve anlayışlardan ne kalmıştır Hiçbir şey ya da hemen hemen hiçbir şey” diyordu 18 . Giderek kefeler eşitlenirken Şili’de Allende’nin düşürülmesiyle KP’ler nezdinde yaşanan şokla bir yandan “demokratik güçlerle” daha çabuk ve etkili uzlaşma arayışları başlıyor diğer yandan partinin dış politika açılımları yeniden gözden geçiriliyordu.

İKP 14. Kongresi’nde “İtalya’nın NATO’dan tek yanlı bir kararla çekilmesi görüşünü böyle bir eylem Batı ile Doğu arasındaki güçler dengesini temelinden sarsarak ‘yumuşama’ politikasına zarar vereceği nedeniyle benimsenmemiştir” kararını alıyordu 19 . Yine 15 Haziran 1975 tarihli ‘Corriere della Sera Gazetesi’nde yayınlanan şöyleşide gazetecinin “Batı dünyasında bulunmanız kendinizi daha güvencede duyumsamanızı sağlıyor mu” sorusunu Berlinguer “Gerçekten” diye yanıtlıyordu. “İtalya Varşova Paktı üyesi olmadığı için sosyalizme giden İtalya’ya özgü yolu herhangi bir Sovyet müdahalesinden uzak güvenle izleyebileceğime inancım tamdır” 20 .

İspanya KP’si ise karşılıklı bloklardan sıyrılma konusundaki tavrıyla İKP’den çok da ayrıksı düşmüyor. İKP’nin o dönemin AET’si şimdinin Avrupa Birliği’ne yönelik ’59’daki küçük ve sermaye birikimi yetersiz Avrupa ülkelerini çok olumsuz etkileyeceği görüşünün 60’larda değişmeye başladığına tanık olundu. ’69’da aynı İKP Avrupa Parlamentosu’nda 7 üye ile temsil edildi. FKP’nin AET’yi NATO’nun destekçisi olarak görmesine karşılık İspanya KP ile de görüşleri denk düşen İKP “ilerici güçleri AET’yi daha demokratik bir yapıya kavuşturarak tekellerin etkinliğine karşı çıkmaya çağırıyor ve böylece yarının Avrupası’nın kurulmasının salt gericilerin ellerine terk edilmemesini öneriyordu” 21 . ’74’te ise sürecin dışında daha fazla kalmayan FKP “emekçilerin Avrupası”nı yaratma uğraşısını dillendirmeye başlıyor.

Kimilerine pupa yelken bu yolculukta kıyıdan el sallamak düşüyor kimilerine ise rüzgarın yönünü değiştirmek… Tarih hızla ve kimseleri beklemeden akıp gidiyor…

Sonuç olarak;

Avrupa komünizmini yeniden daha belirgin çizgilerle tanımlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Avrupa komünizmi dine saygılıdır; dini daha iyi daha mutlu bir dünyanın insanların ruhundaki yankısı olarak görüyor bu bir. İkinci olarak çoğulcudur ve özgürlükçüdür. Ayrıca basın ve fikir özgürlüğünden yanadır. İktidara demokratik bir yoldan gelme gereğine inanıyorlar ki bu proletarya diktatörlüğünün reddi anlamına geldi geliyor. Öte yandan SSCB modelinin “bugün” (aslında daima) geçersizleştiğine inanılıyor ve şiddetsiz bir geçiş öngörülüyor. Diğer partilere gelince Avrupa KP’lerinin iktidar “tekeli”ni almak gibi bir sorunları bulunmuyor; başka partilerin ideolojilerini “ezmeyi” değil sosyalizm ve demokrasi yolunda işbirliği eden partilerin toplum bünyesindeki ağırlığı oranında temsil edilmesini savunuyorlar. İstenilen yalnızca iktidara ortak olmak ve bir kanadını oluşturmak… Bununla birlikte karma ekonomik düzenden yanalar nasıl mı Şöyle; ilk dönemlerinde “gerçek” bir sosyalizm kurmayı değil ama tekelci sermayenin devlet üzerindeki egemenliğine son vermeyi hedefliyorlar. Tabii özel girişimin varlığına saygı göstermeyi ve onunla uyumlu çalışmayı her şeyden çok istiyorlar… Sıralanabilir. Ancak bu kadarı yeterli sanıyorum.

Bugün daha çok zeytin dalı diye bilinen İtalya’daki “zeytin ağacı” isimli ittifakı ise bilmem hatırlatmaya gerek var mı… İşin tuhafı hemen hemen aynı adla “zeytin dalı” projeleri bizde de partisiz sosyal demokratların liberal solun ve Kürt hareketinin bir bölümünün dilinde. Buna “tarihsel rastlantı” demeye doğrusu dilim varmıyor. Bu anlamıyla her şeyden çok “Avrupalı” olmaya hevesli “bizimkiler” için Avrupa komünizmindeki Avrupa ortak paydası oldukça sevindirici olsa gerek!..

Ancak unutulmaması gereken bir şey daha var postmarksizm postmodernizm sivil toplumculuk gibi eski-yeni bir yığın projenin kuramın harmanlanması sonucu oluşan stratejilerin düzen destekçiliğine varması her ülke özgüllüğünde o denli düz bir çizgide ilerlemiyor. Mesela “Sivil Toplum” AB komisyonları eliyle uluslararası enstitülerin finansmanı sayesinde Türkiye’de “adam edilmeye” çalışılıyor yerli NGO’lara el veriliyor.

Öyle ya “refah toplumları”nın tarihe karıştığı nesnellikte sorun kapitalizme kurtuluş projesi mi kapitalizmden kurtuluş projesi mi sorusunda düğümleniyor. Avrupa’da düzeni kurtarma adına çalışan sivil toplumculuk Türkiye’de düzeni karşıtlarından kurtarmaya adıyor kendini…

Düğümü çözmek ise yine gerek Avrupa’da gerek Asya’da gerekse dünyanın tüm kıtalarında komünistlerin işi olacak. Kızıl bayraklarımızı sosyalizme ve sosyalizm için yıldızlara kaldıracağız.

 

Dipnotlar

  1. BERLINGUER Enrico Sosyalizm ve Tarihsel Mücadeleler Ansiklopedisi İletişim yay. C.5 s.374.
  2. SEÇKİNOĞLU Hikmet Avro-Komünizmin Mayası Gelenek S.17 s.55.
  3. BERLINGUER-CARILLO Sosyalizm ve Tarihsel Mücadeleler Ansiklopedisi Ekler-Belgeler İletişim yay. C.5 s.376.
  4. ANDERSON Perry Tarihsel Materyalizmin İzinde Belge yay. s.96.
  5. ANDERSON P. a.g.e. s.94.
  6. KÜÇÜK Yalçın Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü Tekin yay. 1991 s.365 374.
  7. HEKİMOĞLU Cemal Sovyet Dış Politikasında İlk Yıllar Gelenek yay. s.66
  8. ANDERSON Perry Batı’da Sol Düşünce Belge yay. s.46.
  9. HEKİMOĞLU Cemal Stalin’i Anlamak Gelenek yay. s.103.
  10. CINGI Aydın Avrokomünizm Mataş Matbaacılık Eylül 1980 s.32.
  11. HEKİMOĞLU Cemal Stalin’i Anlamak Gelenek yay. s.11.
  12. ÇULHAOĞLU Metin Tarih Türkiye Sosyalizm Doruk yay. s.105.
  13. KÜÇÜK Yalçın Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü Tekin yay. s.432.
  14. KÜÇÜK Y. a.g.e. s.425.
  15. HOBSBAWM Eric Kısa 20. Yüzyıl Tarihi (1914-1991) Sarmal yay. s.509.
  16. KÜÇÜK Yalçın Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü Tekin yay. s.459.
  17. GÜLER Aydemir-UYGUR Cengiz Geleneksel Sol ve Reel Sosyalizm Gelenek S.10 s.25.
  18. CINGI Aydın a.g.e. s.33.
  19. a.g.e. s.79.
  20. a.g.e. s.79.
  21. a.g.e. s.80.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×