Kitap tanıtımı Joseph Roth – Örümcek Ağı | Kötülüğü tanımlamak

Edebiyatın ne olup olmadığı tartışması bir süredir, ama en çok sosyal medya üzerinden, tartışılıyor. Bir başka yazının konusu olabilecek hacimdeki bu tartışma edebiyatçının kim olduğunu dışladıkça bir tarafı eksik kalmaya mahkûm. Sadece yazmanın, betimlemenin, anlatmanın işçiliği ve sabrı; öznesini edebiyatçı hanesine yazmaya, en azından, yetmez. Edebiyatçı üzerine bastığı zeminin sallandığını ve yaklaşan yıkımı fark etmiyorsa, yazılanlar kişisel bir meşguliyetin ve işçiliğin ötesine geçmiyor demektir.

Joseph Roth’un Örümcek Ağı romanı okura her şeyden önce, edebiyatçının kimliği ile ilgili bu olmazsa olmazın altını kalınca çiziyor. Kısa hayatının inişli çıkışlı fırtınaları bir kenara Roth, birinci savaşın hemen sonunda, savaşa yedek subay olarak katılan karakteri Theodor Lohse üzerinden, savaş sonrası başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da yükselecek faşizmin ayak seslerini anlatıyor. Yenilmek üzere olan Alman devrimini, yaklaşan faşizmi ve onun insan malzemesini büyük bir sezgiyle, daha Naziler iktidara gelmeden, Hitler Münih’te bir birahanede nutuklarını yeni yeni atarken, kısa romanında resmediyor.

Örümcek Ağı, çağrışımlara açık bir roman ismi. Savaştan dönen yedek subay Theodor’un kişisel ikbali için ördüğü ağ, Nazilerin ve işbirlikçilerinin ördükleri ağ, sermaye sahiplerinin Avrupa işçi sınıfına düşürmek için ördükleri ağ.

Theodor, annesinin ve kız kardeşlerinin gözünde ‘şehit düşme görevini yerine getirmediği’ için hor görülen bir hukuk öğrencisi. ‘Silahı elinden alınmış bir teğmen ve devrimin bir kurbanı’ olarak tanımlanıyor ilk sayfada. Yıkılan imparatorluğun kederini duyan, aristokrasi sevdalısı, cumhuriyet karşıtı bir mağlup Theodor: Sosyalistlere ve Yahudilere düşman.

Yahudi bir ailenin yanında öğretmenlik yapıyor. Hukuk fakültesinde öğrenci; fakat silahını, üniformasını ve akıttığı kanı özlüyor.

‘Her zaman suskun olmuştu, her zaman dudaklarının önündeki görünmez eli hissetmişti, her zaman, daha küçük bir oğlanken’

Theodor ‘görünmez eli’ çekmek, sözünü söylemek, sahnede yerini almak istiyor. O Brandenburg kapısından kar beyazı kır bir atın üstünde muzafferane bir geçişin hayalini kuruyor. Bu hayal kitap boyunca bırakmıyor Theodor’un peşini. Komünist gruplarda ajanlık yaparken, Nazi örgütünün öncüllerine katıldığında, orduda ve nihayet hükümette güvenlik yetkilisi olduğunda bile.

Onun bu sürüklenmesinin izleğinde, J.Roth bize Nazi iktidarının üzerinde yükseleceği kaidenin bileşenlerini yansıtıyor. Aristokrat artığı prensler, kafatasçı bilim adamları, Ludendorf gibi soylu generaller, Yahudi sermaye sahipleri, iki taraflı çalışan muhbirler, katiller..

Son dönem faşizm ve bununla ilintili olarak kötülük tartışmalarına eşlik eden, “kötülüğün sıradanlığı” algısı, Roth’un kitabı üzerinden tekrar düşünülmeyi hak ediyor. Kötülüğün ‘görev’ bilinciyle tanımlanması ve yaygınlığının bu bağlamda ele alınmasının karşısına, Theodor, bir ‘kötü’ olarak çıkıyor. Görev algısının çok ötesinde kendi ikbali için ‘örümcek ağını’ ören bir karakter o. Gelmekte olanın gayet farkında, hazırlığı gelmekte olana dönük. İçine sızdığı sol grubu ele verirken de, önünde engel gördüğü Nazi şefini öldürürken de.

Soylu bir ailenin kızıyla evlenirken yahut tekrar katıldığı orduda Kasım kalkışmasını kanla bastırmak için beklerken, o; ne görevle tanımlanabilecek, ne de ‘sıradanlığın’ sisleri arasına gizlenebilecek bir karakter. Theodor yahut Theodorlar ne yaptığını, ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyor. Zaman zaman nasyonal sosyalistlerle fikri bağı kopsa bile.

Roman boyunca belki Theodor dışında karakterle karşılaşmak mümkün değil. Yardımcı karakter diyebileceğimiz birkaç kişi dışında genelde dönemin toplumsal karakterini temsil eden tiplerle karşılaşıyoruz. Bazıları gerçek, bazıları ise sıfatlarıyla temsil oluyor. Yenilmek üzere olan Alman işçi sınıfı ise ‘işçiler’ olarak geçiyor romanda. Kısa ve etkileyici paragraflardan oluşan romanın okuru çarpan yerlerinden biri, iki sınıfın karşı karşıya geldiği Kasım kalkışmasını betimleyen bölümler.

‘saat dokuzda hala yağmur yağıyordu. İşçiler kurşuni yağmurun altında yürüyordu. Kurşuniydiler tıpkı yağmur gibi. Kurşuni barınaklardan geliyorlardı, yağmurun kurşuni bulutlardan geldiği gibi. Sonbahar yağmuru gibiydi işçiler. Durmak bilmez, merhametsiz, sessiz. Hüzün yayıyorlardı. Geliyorlardı, hamuru andıran, kanı çekilmiş, kassız, güçsüz yüzleriyle fırıncılar, sert elleri ve düşük omuzlarıyla torna makinesinden çıkma insanlar; otuz yaşını geçemeyecek olan cam işçileri; değerli, ölümcül, parıldayan cam tozu batıyordu ciğerlerine. Çalışmanın izlerini taşıyan genç işçi kadınlar geliyordu, genç hareketlerle, tükenmiş yüzlerle. Marangozlar yürüyordu. Ağaç ve talaş kokuyorlardı…

…motor sürücüleri ve demiryolcular izliyordu onları. Bilinçlerinde hala siyah trenler akıp gidiyor, sinyaller renk değiştiriyor, düdükler keskin ötüyor, tunç çanlar çalıyor.

Ama onlara doğru, genç yüzlerinde güneş ve kalplerinde şarkılarıyla, başlarında renkli şapkaları, ellerinde simli bayraklarıyla üniversite öğrencileri yürüyor, iyi beslenmiş, yanakları pırıl pırıl, ellerinde sopalar, iyice kabarık pantolon ceplerinde tabancalar. Babaları müfettiş, ağabeyleri hakim ve subay, kuzenleri polis komiseri, enişteleri fabrikatör, arkadaşları bakan.’

Roth bu kısa romanında nihayetinde bir panorama çiziyor. Olay anlatısından daha çok olguyu ve olguyla karakterin ilişkisi üzerinden, başında da söylediğimiz, onu kıymetli bir edebiyatçı yapan sezgisiyle, sonu olmayan, veyahut bir başka deyişle sonunun henüz yazılmadığı bir panorama.