Komünist Hareketin İki Sorunu

Komünist Hareketin İki Sorunu1

Bu yılki uluslararası toplantıya konan başlığın karmaşıklığından2 yararlanıp tüm dünyada komünist hareketin yüz yüze geldiği kimi sorunlara yoğunlaşmak ve bu sorunlarla ilgili olarak Türkiye Komünist Partisi’nin görüşlerini paylaşmak istiyorum. Sözünü edeceğim sorunlar ve sonuçları “Türkiyeli” veya bizim bölgemize özgüymüş gibi bir izlenim verebilir; ancak kanımca bunlar evrensel karakter taşıyan sorunlar.

Referans Noktasını Yitirmek

Bildiğiniz gibi bu yılın Temmuz ayında Venezuelalı yoldaşlar, Komünist Parti kongresi sırasında bir uluslararası seminer düzenlemişlerdi. Bu toplantıda yaptığım sunumda Latin Amerika’daki gelişmelerle ilgili olarak sistematik bir Marksist yaklaşım geliştirmenin acilliğinin altını çizdim. Kıtada ilerici ve hatta devrimci değişimler söz konusudur ve fakat bu değişimler geleneksel işçi sınıfı mücadelesi kalıbına uymadığı gibi, değişime önderlik eden siyasal güçler de henüz komünist veya işçi sınıfı partileri değildir. Bu sürecin yalnız bir tek özelliği hakkında birbirimizi ikna etmeye çalışmamız gerekmiyor: hepimiz gelişmelerden heyecan duyuyoruz. Siyasal yaşamda yeni unsurlar yükseliyor ve yalnızca Latin Amerika partileri için değil hepimiz için gerçek olanaklar doğuyor.

Ancak süreci çözümlemek, doğru bilgilere ulaşmak ve hatta bu dinamik süreç hakkında somut siyasal pozisyonlar geliştirmek komünist partilerin gereksinimlerini karşılamaya yetmez. Teorik mirasımızı testten geçirmenin zamanıdır. Kastettiğim acemi şemalar veya dogmalar yaratmaksızın süreci sistematize etme göreviyle ilgili Marksist-Leninist düşüncedir. Bu iş, olup biteni anlamaya indirgenemez. Açık seçik bir perspektif içine yerleştirmeden ham gerçekliğe tutunmak tehlikelidir. Perspektifimiz ise sosyalist devrime giden yoldan başkası olamaz. Marksizm-Leninizm açısından başka bir referans noktası yoktur. Entelektüel potansiyelimizin gücünü ve pratik yeteneğini hayata geçirebilmek “sosyalist devrim”i merkezi bir unsur olarak kabul etmekten geçecektir.

Buradaki sorun, yalnızca Latin Amerika’da değil, aynı zamanda Ortadoğu’da emperyalizme karşı direnişin ilerici veya devrimci olmaktan ziyade, en fazla yurtsever bir karakter taşımasıdır. Genel olarak ve açık konuşursak, sosyalist devrim olanağı çoğu örnekte güncel gelişmeler açısından küçük bir ayrıntı durumundadır. Sonuç olarak, kimse çocukça ve anlamsız gündemler önerme hakkına sahip değildir. Kimse sosyalist devrimin arifesindeymişiz gibi davranamaz.

Öte yandan komünist güçler açısından, siyasi anlamda komünist olmanın anlamını yeniden değerlendirmek acil bir ihtiyaç olmuştur. Marksizm-Leninizmin “sosyalist devrim”den başka bir şey olmayan çekirdeği ile güçlü sağlam bir bağ yeniden kurulmalıdır. Böyle bir bağ olmadığında komünizm varolan kapitalist sistemin bir uzantısından ibaret kalır. Hepimiz gündelik siyasal işlerimiz ile sosyalist perspektif arasındaki mesafeyi meşrulaştırmak için başvurduğumuz mazeretlerden kurtulmaya bakmalıyız. Bu mazeretler kitleler nezdinde inandırıcılığımızı azaltmakta ve milliyetçiler ya da köktendinciler gibi başka bazı siyasal güçlerin önünü açmaktadır.

“Mazeret” diyorum, çünkü her bir ülkenin sözde nesnel gerçeklikleri, gerçekten de çoğu durumda mazeret olarak kullanılmaktadır. Eğer azgelişmiş bir ülkedeysek gerçek bir işçi sınıfı stratejisine yer olmadığını söylüyoruz. Peki öyle olsun ama gelişmiş bir kapitalist ülkeye gittiğimizde de birdenbire orta katmanların ne denli yaygın olduğunu fark ediyor ve bu kesimleri ürkütmemenin yollarını aramaya başlıyoruz. Demokrasi yoksa sloganımız “demokrasi mücadelesi” oluyor. Demokrasi varsa birdenbire kitlelerin ileriye doğru büyük sıçramalara hazır olmadığının ayırtına varıyoruz! İyi de ne yapacağız? Devrimci teoriyi Ay’da mı uygulayacağız yoksa Mars’ta mı?

Emperyalizm: Emperyalist Ülkelerde Önemsiz Mi?

Değinmek istediğim bir diğer önemli başlık emperyalizme karşı mücadele. Bu komünist hareket için anahtar bir konu, yaşamsal bir görev. Ancak bu görevin gereklerini yerine getirebilmenin çok uzağındayız. Korkarım emperyalizme karşı mücadeleyi tek yanlı bir sorumluluk olarak algılamaya devam ettiğimiz sürece de herhangi bir sonuca varamayacağız. Daha açık konuşmak gerekirse, çok yalın olarak söylemek istediğim şudur: anti-emperyalist mücadelenin emperyalist ülkelerden daha fazla çaba gösterilmesine ihtiyacı vardır. Hareketimizin tepeden tırnağa eksikleri olduğu açık ve kimse öteki partileri suçlayacak bir konumda değil. Ama hepimiz emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketi deneyiminin 20.yüzyıl boyunca bir çok tartışmaya neden olduğunu kabul etmeliyiz ve ne yazık ki bu sorunların hepsi geçmişte kalmadı.

Marx ve Engels’in, çok çaba göstermekle birlikte, Alman sosyal demokrat hareketindeki reformist eğilimleri bertaraf edemediklerini biliyoruz. Alman sosyal demokrasisi 1871 Paris Komünü’nden hemen sonra uluslararası işçi sınıfı hareketinde lokomotif rolünü üstlenmişti. Alman sosyal demokrasisinin yükselişinin Alman emperyalizminin yükselişiyle çakıştığı gerçeğini hesaba katmalıyız. Söylediklerimin 19.yüzyıl sonlarında Alman işçi sınıfının üstlendiği tarihsel rolü küçümsemekle herhangi bir ilintisi bulunmuyor ama Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde sosyal demokrat liderlerin kendi burjuvazileriyle el sıkıştıklarını görmek hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Yıllar ve yıllar önce aynı şey Lassalle ile Bismarck arasında yaşanmıştı.

Emperyalist ülkelerde egemen sınıfların işçi sınıfı üzerinde uyguladığı ideolojik hegemonya, yüzyılı aşkın süredir komünistlerin karşılaştığı en önemli meydan okumalardan biridir. Demokrasi hakkındaki yanılsamalar, “uygarlık” taşıma vb türünden misyonerce tutumlar, doğunun geriliği düşüncesi, anti-sovyetizm… tüm bunlar sözünü ettiğim sorunla bağlantılı.

İşçi sınıfı içindeki sosyal demokrat eğilimler, sınıf mücadelesini terk etmek kadar basit değil. Bu eğilimler emperyalizmle organik bağlara sahiptir ve emperyalist ideolojik ve siyasal girişimlerin hem kendi ülkelerinin işçi sınıflarına hem de bütün dünyadaki ezilen halklara dayatılmasında başat bir rol oynarlar.

Birinci Dünya Savaşı boyunca sosyal demokrat liderlerin Sırplar, Araplar, Ermeniler, Polonya halkı ve başkaları için özgürlük talep etmeleri rastlantı değildir. Bu, emperyalist ittifakların birine veya diğerine destek sunmanın mazereti olmuştur ve bu tutum günümüze de tıpa tıp uymaktadır. Yugoslavya’ya dönük saldırı işte bu gelenek nedeniyle Avrupa işçi sınıfının kimi unsurlarının desteğini alabilmiştir. İşte bu nedenle Irak’ta olup bitenlere dair ilerici güçlerde kimi kafa karışıklıkları vardır. Irak tarihin en berbat süper gücü tarafından harabeye çevrilecek ve biz hala Irak’ın demokratikleşmesini tartışacağız, hala işgal ordusuna karşı savaşan halkın yurtsever direniş güçleri mi yoksa gericiler mi olduğunu sorup duracağız!

Emperyalizmle savaşmak, ezilen halklarla, bağımlı ülkelerde mücadele eden komünist partilerle sınırlı bir görev olamaz. Yoldaşlar, “emperyalizm” konusunu ciddiye almalıyız ve emperyalist ülkelerdeki faaliyetin dünyanın bütünü ile bağlantısını kurmalıyız.

Başlangıç olarak komünist güçler iki konuyu sağlama almalıdır: sınıf temelini asla yitirmemek, yani anti-kapitalist özü yitirmemek ve asla emperyalist projelerin içinde objektif veya sübjektif bir temelde yer almamak.

Şimdi Türkiye ve bölgeden kimi örneklerle sözünü ettiğim sorunun gerçek hayatta ne anlama geldiğine dair fikir sahibi olmaya çalışalım.

Türkiye’de 1980’lerin başlarında, yani işçi sınıfının askeri faşist cuntanın darbesi altında kaldığı dönemde devrimci ruh Kürt hareketi tarafından temsil edilmeye başlandı. Hepimiz özgürlük ve demokratik haklar için verilen mücadeleden heyecanlandık. Ancak bu hareketi Türkiye işçi sınıfıyla yakın ilişki içinde olması ve anti-emperyalist bir tutum geliştirmesi yönünde etkilemeyi de deniyorduk. Kürt hareketi, Kürtlerin özgürlüğünün Türkiye’deki diğer sorunların çözümü için elverişli koşullar yaratacağını ve bölgenin diğer ezilen halklarına da yardımcı olacağını söylüyordu. Avrupa’nın birçok ilerici partisi bu görüşü destekledi. Kürt özgürlüğü aşkın bir şeydi, diğer her şeyin ötesindeydi. Sonra pragmatizm, büyük güçlerle oyun ve flört başladı. Nihai amaç için her araç kullanılabilirdi.

Siyasetin bu türü nereye kadar gider? Geçen hafta PKK askeri liderinin yaptığı bir açıklamada şu deniyordu: “7 bin silahlı militanımızla ABD’ye teröre karşı savaşta yardıma hazırız.” Nerede? İran’da!

Hepimiz bilmeliyiz ki, özgürlük ve demokrasi sözcükleri sınıf temelli bir sosyalizm perspektifi ve açık seçik anti-emperyalist bir konumlanış olmadığı takdirde bizim için ölümcüldür.

Başka kanıta gerek var mı? O halde Kıbrıs sorununa bakabiliriz. Sorunu yüksek diplomasi içinde çözme, işgale yüksek diplomasi yoluyla son verme denemeleri tamamen iflas etmiştir. Türkiye’nin AB adaylığı bir başka örnek olarak gösterilebilir. Kimileri üyelik sürecinin Türkiye işçi sınıfını daha geniş özgürlüklerle buluşturacağında ısrar ediyor. Gerçekler tam tersini söylüyor. Ama AB reformlarının özgürlük ve demokrasi açısından olumlu unsurlar içerdiği yönünde somut ampirik veriler olsaydı bile, biz sürecin bütününün emperyalizmin ve sermayenin hegemonyasını güçlendirdiğine işaret edecek ve sonuçların işçi sınıfına zarar verdiğini söyleyecektik.

Komünist mirasımız, leninist gelenek bizi bu tuzaktan uzak tutacak kadar zengindir. Sözünü ettiğim iki müzmin dertten kurtulmak çok iyi bir başlangıç olacaktır.

Dipnotlar

  1. 10-12 Kasım tarihlerinde Portekiz Komünist Partisi’nin ev sahipliğinde Lizbon’da gerçekleştirilen uluslararası komünist ve işçi partileri toplantısına Türkiye Komünist Partisi’ni temsilen Genel Sekreter Kemal Okuyan katıldı. Bu metin Okuyan’ın söz konusu toplantıda yaptığı konuşmaya dayanmaktadır.
  2. Lizbon toplantısının başlığı “Uluslararası durumun içerdiği tehlike ve olanaklar; emperyalist strateji ve enerji sorunu; halkın mücadelesi ve Latin Amerika deneyimi; sosyalizminin geleceği” idi.