Kritik bir Kavşakta: Mevcut Durum ve Olası Gelişmeler

Emperyalist-kapitalist sistemin dünyamıza “yeni bir düzen” getirme iddiasıyla son 15 yıllık dönemde izlediği politikalar ve başlattığı girişimler, yeniden toparlanma sürecinin adımlarını atmaya çalışan komünist hareket açısından son derece önemli bir başlık oluşturmaktadır. Komünist hareketin önündeki görevler, birçok yönüyle, geçmiştekinden daha güçtür: Emperyalist sistemin peş peşe gelen girişimlerini dizginleyebilecek karşıt bir sistemin yokluğunda, kitleler üzerindeki etkisi ve sınıfla bağları açısından sorunlu bir dönem yaşayan komünist hareket, kendini toplama ve saldırıyı durdurma görevlerini bir arada yürütmek zorundadır.

Tekil ülkeler alındığında, hareketin “dış dinamik” bağlantılı görevi, hiç kuşkusuz emperyalizmin yeni planlarına ve girişimlerine karşı çıkmak, en başta ülke ölçeğindeki kitlesel dinamikleri olabildiğince harekete geçirerek bu plan ve girişimlere karşı bir set oluşturmaktır. Konu bu netlikte alındığında, komünist hareketin emperyalizm karşısındaki konumunun ve izleyeceği mücadele çizgisinin de yalın olması gerektiği söylenebilir. Gerçekten de, özel bir kategori olarak “anti-emperyalist mücadele”, ülke içi sınıfsal-siyasal dinamiklerin barındırdığı incelikler, nüanslar, değişkenlikler, hassas dengeler vb. ile karşılaştırıldığında, her dönem parametreleri görece daha yerli yerinde, daha net ve yalın bir çizgiyi temsil etmiştir. Bu söylenen, emperyalizmin fiili işgali gibi durumlarda daha da geçerlidir.

Ne var ki, emperyalizm bundan yüzyıl öncesindeki emperyalizm olsa bile, tepedeki güçler bugün emperyalizmi başka kimliklerle gösterme ve “gördürebilme” avantajlarını yakaladıklarını düşünmekte ve bu avantajları tepe tepe kullanmak istemektedirler. Tüm dünyadaki geniş halk kitlelerinin içine itildikleri yoksulluk, çaresizlik ve “alternatifsizlik” öyle boyutlara varabilmektedir ki, insanlar çirkin ve vahşi yüzünü açıkça gördükleri emperyalizme bile, temsil ettiği zenginlik, yaşam tarzı ya da karşı konulmaz saydıkları gücü nedeniyle hayırhah bakabilmektedirler. Dahası, aynı geniş kesimlerin yaşadıkları depolitizasyon, içinde bulundukları güç koşullar ve yaşadıkları sıkıntılar ile emperyalizm olgusu arasındaki somut bağlantıların kurulmasını da güçleştirmektedir.

Bu koşullarda, hareketin emperyalizm bağlamındaki güncel ve somut görevi, aralarında herhangi bir kronoloji gözetmeden, “anti-emperyalist mücadele yoluyla emekçi yığınlara; emekçi yığınların gündemi ve sorunlarından hareketle anti-emperyalist mücadeleye” sloganıyla özetlenebilir. Bu geçişme sağlandığında, anti-emperyalist mücadele gündemi sınıf ve kitle çalışmasına doğrudan yansıyacak, sınıf ve kitle çalışması da anti-emperyalist mücadele çizgisine önemli tutamak noktaları sağlayacaktır.

Bugünün dünyasında ve elbette özel olarak Türkiye’de, az önce değinilen duyarlılık noktalarını gözeten bir mücadele çizgisinin, en başta neyin ne olduğunu net biçimde ortaya koyması gerekmektedir. Emperyalizmin, ABD’nin, NATO’nun vb. güncel niyetleri ve planları, iyi kavrandığında, esasen yeterince “ajite edici” ve harekete geçmeye zorlayıcı niteliktedir. Başka bir deyişle, bunları sağlamak için söz konusu niyetlerin ve planların gizemlileştirilmesine, sayısız komplo teorisi ve senaryosuyla bezenmesine ve dolayısıyla abese itilmesine (ki böyle bir aşırılık son tahlilde emperyalizmin işine yarayacaktır) gerek yoktur.

Son dönemde sıkça sözü edilen “Büyük Ortadoğu Projesi”, bu bağlamda konuya iyi bir giriş noktası olabilir. Kavramlar konusunda aşırı titizlik sayılmazsa, önce “proje” sözcüğü üzerinde durmak gerekir. Bir kere, ABD’nin, Türkiye’yi ve çevresini de içeren, ama bundan çok daha geniş bir coğrafya üzerinde özel planları ve bu planlar doğrultusunda birtakım girişimleri olduğu açıktır. Daha açık bir deyişle, bu coğrafya Kuzey Afrika’nın batısından başlayıp bu bölgenin tümünü, bilinen sınırlarıyla Ortadoğu ve Balkanları kapsamakta, ardından Körfez, İran ve diğer ülkeler yoluyla Orta Asya içlerine uzanmaktadır. Ne var ki, bu planların ve niyetlerin, “proje” teriminin karşılığını oluşturacak bir tamamlanmışlık, kesinlik ve “taraf angajmanı” temeline oturduğunu söylemek en azından şimdilik mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla, gündemde olana “Büyük Ortadoğu Girişimi” denmesi bugün için daha yerinde olacaktır. Bunun salt kavramsal bir titizlik sayılmaması vurgusu, önemli ve bundan böyle sürekli dikkat edilmesi gereken bir gerekçeye dayanmaktadır: ABD emperyalizminin küresel plan ve niyetleri, kimi önemli esnemeleri ve değişkenlikleri de öngörmektedir ve bu tür esneme ve değişkenlikler gündeme geldiğinde, anti-emperyalist güçlerin “orijinal içeriğiyle Büyük Ortadoğu Projesinin akamete uğradığını” düşünüp rehavete kapılmaları ciddi bir yanılgı olacaktır.

İkincisi, Büyük Ortadoğu Girişimini (BOG), bir zamanlar hayli sık göndermede bulunulan “Yeni Dünya Düzeni”nin yerini alan yepyeni bir yöneliş olarak görmemek gerekir. Ana başlık gene “Yeni Dünya Düzeni”dir; BOG’un bu başlık altındaki özel yeri ise şöyle özetlenebilir:  ABD, ne tür bir inisiyatif alması gerektiğini pek kestiremediği ve bu nedenle özellikle Avrupalı “ortaklarıyla” pey çok şeyi az çok eşit koşullarda paylaşmak zorunda kaldığı dönemi 11 Eylül ile birlikte kapatmak ve kendi tartışmasız hegemonyasını kurmak için hamle yapmış, 1990’larda “think tank” ürünü olarak daha arka planda kalan “Büyük Ortadoğu”yu bu çerçevede piyasaya sürmüştür. Başka bir deyişle BOG, ABD’nin yerinin ve hegemonyasının çok daha belirtik olduğu bir YDD’dir.

Akla gelebilecek meşru bir soru da “neden o coğrafya?” sorusudur. Bu sorunun yanıtı olarak sıkça gündeme getirilen “ABD’nin başta petrol ve doğalgaz olmak üzere kritik doğal kaynaklar üzerinde mutlak denetimini kurma niyeti” kuşkusuz bir gerçeği yansıtmaktadır. Ne var ki, ABD’nin bu tür niyetleri son 10-15 yılda beslemeye başladığı herhalde söylenemez. BOG’un söz konusu niyetin de ötesine geçen önemi, reel ve potansiyel rakipleri kuşatıp kontrol etme ve coğrafyanın her parçasına acil müdahalede bulunma imkanları dahil, yeni bir konfigürasyon (ülkeler kümelenmesi) öngörmesinden kaynaklanmaktadır. NATO ise, bu yeni konfigürasyonun en kritik aracı olarak düşünülmektedir. Ancak, NATO’dan önce, girişimin “yeni” denebilecek planlarına kısaca değinmekte yarar görüyoruz.

Öngörülen “yenilikler” ve NATO’nun yeni işlevi

Anımsayacak olursak, dünya emperyalist sisteminin 1947’den 1991’e uzanan dönemdeki sistem içi düzenlemesi, sisteme dahil ülkelerin (NATO üyesi olsunlar olmasınlar) belirli bir hiyerarşi içindeki konfigürasyonuna dayanıyordu ve sistemin merkezi (ABD ve Batı Avrupa) açısından “uzak coğrafyalar”da söz konusu olabiliyordu. Burada hiyerarşiden kastettiğimiz, salt “ast-üst” ilişkisinin ötesinde bir yapılanmadır. Daha açık söylersek, sözünü ettiğimiz dönemde sistem içi kimi ülkelerin dış ilişkilerinde “görece bağımsız oynamaları”na belirli bir toleransla yaklaşılıyor, başka ülkelerin en azından “nötr” tutulmasıyla yetiniliyor, kimi coğrafyalara uzanmaya ise gerek görülmeyebiliyordu. Bütün bunları ortaya çıkaran, elbette emperyalist sistemin o dönemki tevazusu, değil karşıt, sistemin başta Sovyetler Birliği’nin varlığı ve dengeleyici gücüydü.

Görüldüğü kadarıyla, BOG’un başlıca hedeflerinden biri, 1947-1991 dönemine özgü bu yapılanmayı, 1991’i izleyen geçiş dönemiyle birlikte sona erdirmektir. Hedeflenen, daha açık biçimde şudur: En azından “Büyük Ortadoğu” olarak tanımlanan bölgede bundan böyle hiçbir ülke uluslararası-bölgesel ilişkilerinde “kendi oyununu” oynayamayacak, her hareketinde sistemin belirlediği politikalara harfiyen uyacaktır. Bu bölge içinde hiçbir ülke şu ya da bu gündemde “nötr” kalamayacak, kendisine dayatılanın dışında başka dengeleri gözetemeyecektir; gene bu bölgede hiçbir ülke “kendi halinde” bırakılmayacak; rejimi, siyasal süreçleri, sınıfsal dinamikleri vb. açısından sistemin gözetimi altında olacak ve gerektiğinde kendisine bu bağlamda “müdahale” edilecektir…

Bu söylenenler, bir dönem gündemde tutulup sonra rafa kaldırılan “alt-emperyalist ülke” kavramının hep rafta kalacağının (belki oradan da alınıp depoya kaldırılacağının) işareti sayılabilir. Öngörülen yeni konfigürasyonun Türkiye’deki egemen çevreler (sermaye ve sivil-askeri bürokrasi) açısından can sıkıcı kimi yönler içerdiği de söylenebilir. Ancak bunu, belirli kesimlerin emperyalizme mesafeli tutumlarına değil, elden alınacak bir oyuncağa yönelik kaygılara bağlamak çok daha gerçekçi olacaktır.

Yeni girişimin getirdiği yeniliklerden söz ederken, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin bugünlerde güce dönüştürmeye çalıştıkları bir zaaftan da söz etmek gerekir. Bilindiği gibi, emperyalizmin önceki dönemi, sistem içindeki ülkelerin siyasal rejimleriyle fazla ilgilenmiyor, bu arada “ekonomik gelişme”, “yoksullukla mücadele” vb. başlıkları da hemen hemen bütünüyle başka kuruluşlara havale ediliyordu. Emperyalizmin güncel girişimlerinin bu kez “demokrasiyi”, bu arada işsizlik ve yoksulluk gibi sorunları gerçekten ciddiye aldığını söylemek elbette mümkün değildir. Gelgelelim, emperyalist merkezlerin özellikle sosyalist sistemin çöküşünden sonra “demokrasiye”, neo-liberalizmin getirdiği sorunların ardından da “yoksulluk ve işsizlikle mücadeleye”, birer retorik olarak geri dönülemeyecek ölçüde yoğun yatırım yaptıkları da bir gerçektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde emperyalizmin en doğrudan ve çıplak hegemonya girişimlerinin bile “demokrasi”, “insan hakları”, “yoksullukla mücadele” ve benzeri temalarla sarmalanarak gündeme getirilmesini beklemek gerekmektedir. Böyle bir yönelişin sonuçları şimdiden kestirilebilir: BM kuruluşlarının ve uluslararası kalkınma-finans örgütlerinin alanına daha fazla giren bir NATO; daha fazla NATO’laşan bir BM ve NATO’ya daha fazla bakan uluslararası kalkınma-finans kuruluşları…

Bunları bir kenara not ettikten sonra, bir süredir sözünü ettiğimiz yeni konfigürasyonun kilit önem taşıyan aracının ya da gerçekleştiricisinin NATO, ama kimi yönleriyle “başkalaşmış” bir NATO olacağını ekleyebiliriz.

Geçtiğimiz yıl Ekim ayında Prag’da yapılan NATO Konferansı, bu örgüte biçilen yeni yapı ve misyonun ortaya konduğu bir platform olmuştur. Bu konferansta “Büyük Ortadoğu” şampiyonluğu yapan ABD’nin NATO’daki baş siyasal temsilcisi Nicholas Burns, açıkça “bugüne kadar oturduğumuz yerlerde oturarak krizleri ve terörü önleyemeyiz” demiş, seçilen coğrafyanın gerekli her noktasında askeri güç bulundurulması gerekliliğine işaret etmiş, şu anda bu olanaklara sahip tek gücün ABD olduğunu anımsatmış ve ardından 2004 yılında İstanbul’da yapılacak NATO toplantısında daha fazla netliğe ulaşılacağını söylemiştir. Burns’un Prag toplantısında yaptığı konuşmanın dikkat çekici yönlerinden biri de, önceki dönemin NATO’sunun “daha savunmacı” bir çizgiyle yetindiğinin, yeni NATO’nun ise “aktif ve müdahaleci” bir vizyon sahiplenmesi gerektiğinin vurgulanmasıdır. Dolayısıyla, gündemdeki başlıca maddelerden biri, NATO’nun yeni askeri üslerinin nerede ve nasıl oluşturulacağıdır. Nitekim, Blair’in geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye yaptığı kısa “çalışma ziyareti” de bu konuda sondaj amacını taşımaktadır. Geride bıraktığımız NATO’nun İstanbul zirvesi işte bu iç dönüşüm sancılarına denk düşmüştür.

“Ev sahibi” ne durumda

NATO toplantısının mekanı Türkiye olmuştur; ama ev sahibi, deyimin tam karşılığıyla başta AKP iktidarı olmak üzere egemen güçlerdir. Bu güçlerin, ortaya atılan yeni vizyon ve planlar konusundaki genel tavrı nasıl değerlendirilebilir? Bu soruya, özellikle önem taşıdığını düşündüğümüz birtakım başlıklar altında yanıt vermek istiyoruz.

II. Dünya Savaşı sonrasından başlayacak olursak, 1950’li yılların sonlarına uzanan dönem dışında Türkiye’de egemen güçlerin, emperyalist merkezlere kişiliksiz piyonluk yerine kimi dengeleri kollayarak “kendi oyunlarını” oynamaya çalıştıkları ve üstelik buna alıştıkları söylenebilir. Bu durumda, ABD merkezli yeni girişimlerin, Türkiye’deki egemen çevrelerin politikaları ve özlemleri açısından bir “intibak sorunu” yaratacağı açıktır. Dolayısıyla, bugün kimi çevrelerde görülen ya da olduğu söylenen tereddütlere, “ABD’ye konulan mesafe” yerine intibak sürecinin doğal sonuçları olarak bakmak çok daha doğru olacaktır.

Yukarıda sözü edilen “çevreler” içinde özel olarak AKP’nin konumuna gelince: AKP iktidarının gerçekten Amerikancı bir iktidar olduğu konusunda herhangi bir tereddüt olmamalıdır; bununla birlikte, AKP iktidarının Amerikancılık konusunda kimi “etkili çevrelere” ve diğer burjuva partilere göre nitelikçe daha farklı bir anlayışı temsil ettiğini söylemek de abartılı olacaktır. Az önce sözünü ettiğimiz “intibak sorunu” AKP iktidarı için de geçerlidir; üstelik, özellikle Irak’ta yaşananlarla birlikte AKP’nin sırtına, Amerikancılıkla kendi tabanının önemli bir bölümünü oluşturan dinci birikimi uyumlulaştırma gibi bir yumurta küfesi de binmiştir. Özetle AKP iktidarı, dışarıdan (ya da yukarıdan) gelen ABD-AB nüfuzu altında, içerde sermaye, dinci ideoloji-siyaset ve “etkili çevreler” arasındaki hassas dengeleri kollamak durumundadır. Açıkçası, kolay bir iş değildir.

Bu söylenenler, AKP iktidarının siyasal bir tercihle emperyalist girişimlere mesafe koyacağını değil, tutturmaya çalıştığı dengelerin basıncıyla ve zamanla yıpranacağını akla getirmelidir. Bir ek daha yapabiliriz: ABD’nin, BOG’un temel taşı olarak “ılımlı İslam’a” özel ve vazgeçilmez bir rol biçtiği, bölgede bu rolün tek üslenicisi olarak AKP’nin de bu nedenle vazgeçilmez bir aktör konumuna geldiği yolundaki değerlendirmelere belirli rezervler konması yerinde olacaktır. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, eğer ortada bir “Büyük Ortadoğu” girişimi varsa bu girişimin özel olarak Türkiye’nin jeopolitik konumunu temel aldığını, bu konumun da ancak ve ancak AKP-ılımlı İslam ikilisiyle sağlam kazığa bağlanabileceğini düşünmek, ürkütücü bir girişimi hafife alıp önemsizleştirmek anlamına gelecektir.

Yeri gelmişken, başlarda vurguladığımız bir noktaya yeniden dönmekte yarar var. ABD’nin günümüzdeki hegemonya girişimleri, anti-emperyalist ve emekten yana güçler için esasen alarm verici boyutlar ve iddialar taşımaktadır. Dolayısıyla, özel duyarlılıkları davet ettiği varsayılan kimi senaryoları mutlaklaştırıp bunları ABD planlarının olmazsa olmazı olarak görmek ve göstermek, önünde sonunda izlenen politikaların ciddiye alınmamasına ve geçersizleşmesine yol açacaktır. Daha açık söylenirse, emperyalizmin bölge planlarının ancak “parçalanmış” ve/ya da “teokratik” bir Türkiye sayesinde gerçekleşebileceği yolundaki uç yorumlar fazla ciddiye alınmamalıdır.

Bu söylediğimiz, ABD planlarına ilişkin kimi yorumlardan çok, Türkiye’deki burjuva siyasal aktörlerin olası yönelimlerine dayanmaktadır. ABD’nin bölge planları, uygulama aşamasına geldiğinde “think tank”lerin özgün kurgularından farklılaşmış, muhtemelen kimi yönleriyle esnetilmiş, örneğin AB’nin mutabakatına, Rusya ve Çin gibi güçlerin “hassasiyetlerini gözeten” yaklaşımlara dayanan bir asgari müşterekler zeminine oturacaktır. Böyle bir başkalaşma, planların özellikle bölge halkları için içerdiği tehdit ve tehlikeleri elbette azaltmayacaktır, ama Türkiye’dekiler dahil, egemen güçlerin angajman istekliliklerini artıracaktır. Sonuçta, “ben bu plana daha uygun bir ayağım” savıyla AKP’yi kenara itmeye çalışan odaklar hiç de eksik olmayacaktır.

ABD’nin yolundaki taşlar

Aradan geçen uzun yıllara karşın, Lenin’in emperyalizm konusunda özellikle Kautsky’ye karşı aldığı konumun geçerliliğini bugün de koruduğundan kuşku duymak için bir neden yoktur. Başka deyişle, şu ya da bu girişimle ilgili olarak bulunan asgari müşterekler ne olursa olsun, dünyamız bir “süper” ya da “ultra” emperyalizm dönemine girmiş değildir. Emperyalist merkezler arasındaki farklılıklar ve çelişkiler bugün de sürmektedir ve güçlü bir emekçi dinamiğin yokluğunda bu çelişkiler ABD’nin BOP’unun da temel sorununu oluşturmaktadır.

Gerçekten de, gündemde yanıtlanması, en azından dikkate alınması gereken pek çok soru vardır: ABD ile AB (özellikle Fransa ve Almanya) arasındaki yaklaşım farklılıkları hatta zaman zaman yaşanan gerilimler gündemdeki planı ve niyetleri ne ölçüde etkiler? Rusya, Çin ve Hindistan gibi büyük ülkelerin tutumu ne olacaktır? ABD’nin Irak’ta tam bir fiyasko yaşaması BOG’un sonu anlamına mı gelecektir? ABD’deki olası bir başkan ve ekip değişiminin sürece etkisi olabilir mi? Avrupa’nın yerleşik “sol” güçlerinin sürece ciddi bir direnç göstermeleri beklenebilir mi? Türkiye gibi ülkelerdeki emekçi hareketlenmesi ve yükselebilecek ciddi bir anti-emperyalist dalga oyunu bozabilir mi?

Bütün bu soruların yanıtlarını bugünden tek tek ve doyurucu biçimde vermek elbette mümkün değildir. Gene de bir gerçeğin altını çizmekte yarar vardır: Sistemin kendi iç dinamikleri ve gerilimleri, ABD damgalı küresel planları bir ölçüde değiştirebilecek, esnetebilecek, asgari müşterekler üzerinden birtakım mutabakatlara taşıyabilecek, ama bunları berhava etmeyecektir. Sistemin kendi iç dinamiklerine göre daha fazla önem verilebilecek bir etmen olmasına karşın, henüz sistem dışı olan büyük güçlerin olası direncine de çizilebilecek sınırlar vardır. Bu durumda “yoldaki taşlar” bakan gözlerin, merkezde olsun diğer ülkelerde olsun, emekçi-sol dinamiklere çevrilmesi gerekmektedir.

Emekçi-sol dinamikler dendiğinde, özellikle Avrupa solunu bekleyen bir tehlikeden söz edebiliriz. Günümüz, ne yazık ki, derin, çaplı ve radikal düşüncenin kaba “gerçekçiliğe” zemin kaybettiği bir dönemden geçmektedir. “Küreselleşme” adı verilen sürece yaklaşımın bir benzerinin, özellikle gelişkin kapitalist ülkelerdeki kimi sol çevreler söz konusu olduğunda, BOG gibi yönelimlerde de yinelenmesi olasılığı vardır: “Nesnel” ya da “kaçınılmaz” olduğu varsayılan bir sürecin içinde yer alıp bu süreci içerden yönlendirmek, böylece hiç olmazsa sürecin kimi yönlerini törpülemek! Avrupa solunda, “gerçekçilik” adına bu yolu seçecek sol çevreler olacaktır. Belki onlar bizdeki kalem erbabı gibi, ülkelerinin yeni düzenin “parlayan yıldızı” olması adına böyle yapmayacaklardır, ama “ABD’nin azgınlıklarını frenlemek için böylesi gerekiyor” diyeceklerinden emin olabilirsiniz.

Avrupa solunun emperyalizme teşne kesimlerini geçerek kısa bir özet yapabiliriz: Sistem içi her gerilim, büyük olasılıkla belirli asgari müşterekler ve uzlaşmalarla sonuçlanacak, ama bu “yumuşamış” sonuçlar bile emekçi yığınlar için tehdit edici özelliğini koruyacaktır. Gerekli olan, sistemin dışarıdan sarsılması sistem içi sol dinamiğin bu sarsılmayla başka bir yöne kaydırılmasıdır.

Sonuç: Yeni bir emekçi dinamiğinin temelleri

Son bölümde, ABD damgalı planın ya da planların iki temel zaafından daha söz edebiliriz. “Küreselleşme” adı verilen sürecin temel çelişkisi üzerine kafa yoran batılı pek çok aydın bu çelişkiyi şöyle tanımlamıştı: Ekonomik süreçlerde gelişen entegrasyona karşılık olacak, ulus-devlet üstü bir siyasal entegrasyon ve yönetimin olmayışı. Bu tespit, AB gibi oluşumların dışında kuşkusuz bir bütün olarak “küreselleşen” dünya için yapılıyordu.

ABD’nin “Büyük Ortadoğu” girişiminin, bu eksikliğin bir yere kadar telafisini de içeren bir yönelim olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ne var ki, BOP kapsamındaki coğrafyanın ekonomik, sosyal ve kültürel heterojenliği, tasavvur edilen politik-askeri türdeşlik için hiç de uygun bir zemin sunmamaktadır. Dolayısıyla, salt bu uyumsuzluk nedeniyle girişimden vazgeçilmeyeceğine göre, BOP politik-askeri alanı daha fazla zorlayacaktır. Bu, bir yanıyla daha fazla baskı, daha fazla zorbalık ve daha fazla müdahale, diğer yanıyla ise yeni emekçi dinamiklerinin yükselebileceği kırılgan bir zemin demektir.

İkincisi, başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, “ideolojisizlik ideolojisini” son 10-15 yıl içinde fazlasıyla kullanmışlardır ve bu alanda yolun sonuna yaklaşmışlardır. Neo-liberal ideolojinin kendini parçalara ayırıp her parçasını ayrı kılıklar ve bağlantılarla ortalıkta tozuttuğu, emekçi sınıfların depolitizasyonuyla desteklenen ortam, tek tek kapitalist ülkelerde bir süre daha işlevli olabilir; ancak böyle bir ortam, BOG gibi bir coğrafya için düşünülen konfigürasyonun birleştirici harcı olamaz ve BOG bu anlamda ideolojisizliğe mahkum bir girişimdir. Bir önceki paragrafta olduğu gibi, bu da, bir yanıyla daha fazla baskı ve şiddet, diğer yanıyla ise emekten yana ve emperyalizme karşı güçlerin ideolojik mücadele alanındaki başarı şanslarının artması demektir.

GELENEK