Kriz Döneminde Sosyalist Politika

Mevcut kriz dinamiklerinin yoğunlaşması ve kendilerini giderek daha açık şekillerde göstermesi, krizin varlığı konusundaki tartışmaların hızla aşınmasına yol açtı. Kriz saptamasının öznel yetersizlikleri kapatmanın bir aracı olarak kullanıldığını iddia edenler bile, sözlerine kriz nesnelliğine işaret ederek başlamak zorunda kalıyor.

Elbette, sosyalist hareket açısından asıl önem taşıyan, krizin varlığı konusundaki uzlaşmanın çok ötesinde, somut kriz dinamiklerinin tarifi, bu dinamiklerin karşımıza ne tür nesnellikler çıkarabileceğinin öngörüsü ve sosyalist politikanın şekillendirilmesi. Türkiye sosyalist hareketinin bazı olumsuz “gelenek”leri, sosyalistlerin krize nasıl bakılması gerektiğini de unutmalarına yol açtı. Sosyalizmin uluslararası ve yerel birikimini bütünsel bir çerçeve içinde yeniden üretme yeteneğine sahip olamayan ve varoluşuna nesnel bir gerekçe arayan pek çok sol yapı, ortaya bir devrimci durum saptamasıyla çıktı. Birtakım özgün “özgüllük” tespitleri ile yola koyulan bu yapılar, yalnızca kendilerinin gördüğü birtakım “gerçek”lerden hareketle, dönemin gereği olan “devrimci politika”ları formüle etmeye girişti. Diğer yanda ise, bir kriz nesnelliğinin kitleleri yeniden hareketlendirmesi ve “güzel günler”in geri dönmesi beklentisi içinde bulunanlar, havanın bir türlü dönmemesi üzerine umutsuzluğa kapılarak dönemin nesnelliğine uygun ve pek doğal olarak sağ politikalara yönelme sürecine girdi. Bu türden olumsuz örnekler, elbette tepkisel yaklaşımları da üretti. Solculukla krizi özdeşleştirmenin sakıncalılığını gören ve solculukta direnmeye çalışanlar arasında, bu kez, konjonktürel olanı tümüyle gözardı etme, sosyalizm mücadelesini daha içsel ve kalıcı kimi ögeler üzerine bina ederek sıçrama olasılığını tümüyle dışlayan modeller kurma eğilimi belirdi. Bu eğilimin aslında kaçınılmaz olmayan bir sonucu, bu kez “gerçekten” girdiğimiz kriz dönemini gelip geçici ve küçük çaplı bir dengesizlik dönemi olarak görmek ve sosyalist politika açısından en temel bir parametre haline getirilmesine karşı çıkmaktır. Elbette, açık ya da örtük şekillerde…

Ben, bu tür bir yaklaşımın ortaya çıkabilmesinin ikinci bir nedeninin daha bulunduğunu düşünüyorum. Kanımca, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü güçsüzlüğü de, kriz nesnelliğine “soğuk” bakışın bir diğer gerekçesini oluşturdu.

Bugünkü Türkiye tablosuna toplumsal bir dalga eklediğinizde, sosyalist hareketin bu dalganın altında ezilmek, ya da üzerinde yüzmek dışında pek az şey yapabileceğini, hele bu dalganın ilerleyeceği kanalları açmak konusunda neredeyse hiç bir şansının bulunmadığını düşünmeniz hiç zor olmayacaktır. Eğer bu ülkede sosyalistlerin sayısı hala binlerle ölçülüyorsa, eğer ortada hala işçi sınıfı ile organik bağlar kurmuş ve sınıf dinamizminden gerçek anlamıyla beslenen bir sosyalist yapılanma yoksa, kriz nesnelliğinin de pek az şeyi değiştirebileceğini ve en azından, olası bir devrimci durumun sosyalist bir iktidara yol veremeyeceğini düşünmek son derece anlaşılırdır.

Ancak, böylesi bir bakışın en önemli yanlışlığı, toplumsal bir dalganın, tablonun diğer ögelerine pek fazla dokunmadan eklenmesindedir. Elbette, dalga dediğimizde, hızla akan bir nesnellikten söz ediyoruz. Ama buradaki hızlılık, süreç ve bütünsellik boyutlarının ihmal edilebilir olması anlamında yorumlanmamalıdır. Kriz ve devrimci durum nesnellikleri, içlerinde bulunan özneleri hızlı bir değişime tabi tutar. Özellikle devrimci duruma evrilen bir süreçte, belirli bir öznenin başlangıçtaki gücü, bu süreç içinde tuttuğu konuma bağlı olarak, çok hızlı bir biçimde artabilir ya da eriyebilir. Bolşeviklerin Şubat ayına ne denli zayıf girmiş, hatta neredeyse tümüyle hazırlıksız yakalanmış oldukları hatırlanabilir.

Dolayısıyla, umutsuzluğa kapılmadan önce yapılması gereken, bugünün kriz nesnelliğini devrimci duruma dönüştürebilecek dinamikleri saptamak, sosyalist hareketin verili gücünü de kuşkusuz hesaba katarak bu süreç içinde tutması gereken konumu belirlemek ve olası bir devrimci duruma en elverişli giriş koşullarını hazırlamaya dönük bir faaliyet örgütlemektir. Sonuncusunun devrimci durum öncesi kriz dönemi politikalarıyla tümüyle çakışmayacağına dikkat edilmelidir: Devrimci duruma cebinden burjuvaziyi şaşırtacak kartlar çıkarmadan giren bir sosyalist özne, en azından dezavantajlı bir başlangıç yapacaktır…

Aşağıda, kriz ve devrimci durum kavramları üzerinde daha kapsamlı bir şekilde duracağım. Ancak, geçmeden önce, sosyalistlerin devrimci durum olasılığını içeren herhangi bir kriz nesnelliğine girerken almaları gereken önsel konumlanışa ilişkin bir iki şey söylemek istiyorum.

Sosyalistler, hiç bir devrimci duruma, ellerinde iktidar garantisiyle girmez. Diğer yandan da, çok özel durumlar bir yana bırakıldığında, hiç bir devrimci durum nesnelliği de iktidarın mutlak olanaksızlığını içermez. İktidarı alma ”olasılığı”, bunun mücadelesinden önce saptanabilecek bir parametre değildir; ancak yengi ya da yenilgi sonrasında “ölçülebilir”.

Dahası, devrimci bir durumun ne getireceği, yalnızca tek bir özneye göre de kurgulanamaz. Siyasal/ideolojik referansların yeniden kurulduğu bu dönemeçte, ne tür ittifakların şekillenebileceği ve güçler dengesinin nasıl biçimlenebileceği de kesin olarak öngörülemez.

Öncülük iddiasını taşıyan leninist özne, devrimci duruma, her koşulda, iktidarı alma hedefiyle girmek durumundadır. Üstelik, bu zorunluluk, yalnızca az, ya da çok bir “ihtimal”in varlığından da kaynaklanmaz. Devrimci durumda açığa çıkan toplumsal dalgaya “tutunmak”, ya da bir direniş örgütlemek için bile, iktidar hedefini somut olarak içeren bir mücadeleye girmekten başka yol yoktur. “İktidarı zaten alamayız; onun için iyisi mi kadroları da yakmadan mümkün en büyük yararı sağlayalım” esprisiyle devrimci duruma giren bir özne, sürecin tümüyle dışına düşmeye ve siyasal anlamda bitmeye mahkumdur.

Diğer yandan, devrimci durumda tüm güçleriyle sahneye çıkan bir sosyalist öznenin yenilgi durumunda bile tümüyle bitirilemeyeceği ve bir sonraki döneme başta ideolojik düzeyde olmak üzere güçlü bir miras devredeceği, uluslararası ve yerel deneyimlerle sabittir. Kenarda kalarak “niceliğini” korumaya çalışanlar ise, bunu başaramamaları bir yana, devrimci durum sonrasının demoralizasyon döneminin de birinci muhatabıdır.

Yukarıda söz edilen “miras” sorununa Türkiye açısından baktığımızda, özellikle 1980 öncesi THKP-C ve THKO hareketleri, eksikli de kalsalar, örnek oluşturuyor. Bu hareketlerin ’74 ve sonrasında yeniden ortaya çıkması, daha çok, ’71 dönemi mücadelelerinin prestiji üzerinden gerçekleşiyor. En önemli eksikleri ise örgütsel bir ayağın yokluğu. Zaten, örgütsel sürekliliğin korunamaması, Türkiye devrimci hareketinin etkileri bugüne uzanmış en önemli zaafı olarak görülebilir.

Son olarak, devrimci durumda şekillenmesi muhtemel ittifaklardan beklenmemesi gereken bir işlevden söz etmekte yarar var: İktidar mücadelesinin belirli bileşenlerinin paylaşımı ittifakların zeminini oluşturamaz. Hele leninist olma iddiasındaki bir özne, ittifakları belirli alanlardaki eksiklerini kapatmanın aracı olarak görme lüksüne sahip değildir. Sosyalizm mücadelesi aynı zamanda bir iktidar mücadelesiyse ve leninist öznenin temel bir farkı da iktidar perspektifinde yatıyorsa, iktidarın “parçalı” dinamiklerin bir üst toplamıyla alınamayacak oluşu, öznenin misyon devretmesini de olanaksızlaştırır.

KRİZDEN DEVRİMCİ DURUMA LENİNİST ÖZNE

Bu bölümde, öncelikle, devrimci duruma evrilen sürecin şematik bir sunumunu yapmak istiyorum.

Her devrimci durumun arkasında, kapitalizmin ekonomik düzeydeki bir krizi bulunur. Verili bir kapitalist formasyonda, mevcut sermaye birikim modelinin üretici güçleri geliştirme dinamiklerini tüketmesi, bu modelle bir bütünlük oluşturan üstyapı kurumları açısından da bir tıkanma durumunu beraberinde getirir.

Sermaye birikimi süreçlerinde yaşanan bir kriz, burjuvazinin iç bütünlük ve uyumunu bozucu etkide bulunur. Sermayenin genişleme döneminde aralarındaki rekabeti ikinci plana itebilen sermayedarlar, kriz dönemlerinde kendilerini kurtarma telaş ve savaşma girer. Toplam toplumsal sermayenin belirli kesimlerinin değersizleşmesi sürecinde, her bir sermaye sahibi, kendi sermayesinin bu akıbeti paylaşmaması için başka sermayedarlarla çatışmak zorundadır.

Sermayeler arasındaki bu savaş, aynı zamanda, başta siyasal düzey olmak üzere üstyapıyı da kaçınılmaz olarak içine alır. Devlet aygıtı ve siyasal iktidar, sermayelerin değersizleşmesi sürecinin hangi sermayeler açısından yıkım, hangileri açısından ise kendini kurtarma anlamına geleceğinin belirlenmesinde kritik bir önem kazanır. Kriz dönemlerinde, alınan günlük ekonomik kararlar bile, tekil sermayelerin akıbeti üzerinde belirleyici bir nitelik taşımaya başlar.

Böylece, üstyapı kurumlarının özerkliği yanılsaması da ciddi yaralar alır. Sermayeler arasındaki hesaplaşmanın üstyapı kurumlarını da içine alması, bunların işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik işlevlerini yerine getirmelerini zorlaştırır. Siyasal-ideolojik hegemonyanın yeniden üretim süreci kesintiye uğramıştır; dahası, üstyapı kurumlarındaki çatışma, zor aygıtını da az ya da çok paralize eder.

Buraya kadar söylenenler, burjuvazinin bir yönetememe krizine giriş sürecini anlatmaktadır.

Aralarında çatışan sermayelerin tek bir ortak paydası bulunmaktadır: Ücretlerin düşürülmesi yönündeki yoğun baskı. Böylece, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından, bir yandan ekonomik baskının yoğunlaşması, diğer yandan da hoşnutsuzluklarını harekete dönüştürmek doğrultusundaki siyasal/ideolojik engellerin zayıflaması gündeme gelmiştir. Bu kesim, artık “eskisi gibi” yönetilmek istememeye başlar.

Böylece devrim ve karşı devrimin iki cephesinin ideolojik ve siyasal açılardan ayrışmasının zemini belirginleşmiştir. İş, herhangi bir “kıvılcım”a kalmıştır. Genellikle de aslında o kadar önemli olmayan bir hareket, kitlelerin, olağan dönemlerdeki “en geri” kesimlerini de sürükleyen bir hareketini başlatır. Artık devrimci duruma girilmiştir. Toplumsal düzeydeki cepheleşme geçmiş dönemin belirleyici ideolojik-siyasal referanslarını ya silmiş ya da bağlarından koparmış, zor aygıtını da tam boy bir bölünmeye uğratmıştır. “İktidar” artık boşluktadır ve onu dolduracak özneyi beklemektedir…

Şematik olduğu baştan söylenmiş olan bu çerçeve, kuşkusuz, somut süreçleri çözümlemek için yeterli bir araç olarak görülemez. Diğer yandan, sözü edilen evrelerin birbirini takip edişi, çoğu zaman, bu kadar belirgin bir düzenlilik göstermez.

Birincisi, kapitalizmin uluslararası bunalımlarında sermaye birikim süreçlerinin (ve kar oranlarının düşmesi eğiliminin) belirleyici niteliği, tekil kapitalist formasyonlardaki kriz dinamiklerini tam olarak açıklamaz. Tek tek ülkelerdeki ekonomik krizler, pek çok durumda, kar oranlarındaki bir düşmeden çok, uluslararası kapitalist işbölümü ve entegrasyondan kaynaklanan özgül çelişkilerin ürünüdür. Kuşkusuz burada da, son analizde, sermaye birikim süreçlerindeki bir tıkanmadan söz etmek mümkün ve gereklidir; ancak, yukarıda sunmuş olduğum şema, bu tıkanmadaki dışsal etkenlerin ağırlığı oranında tadilat ihtiyacı gösterebilir.

İkincisi, tekil kapitalist ülkelerde, yerel eşitsiz gelişim dinamikleri, özgül kriz dinamiklerini de üret(ebil)ir. Sözgelimi, bir ulusal sorunun varlığı, belirli toplumsal kriz ya da istikrarsızlık dinamiklerinin birikiminin ekonomik süreçleri öncelemesini olası kılabilir. Yine, işçi sınıfının mücadele geleneğine sahip olup olmaması, “olağan” dönemde ne çapta bir hareketlilik sergilediği de, önemsenmesi gerekebilecek bir diğer parametredir.

Bunlara eklenebilecek başka karmaşıklaştırıcı dinamiklerin varlığına karşın, sunmuş olduğum mantıksal çerçevenin son derece temel bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum. Mantıksal bir çerçeve, somut gelişmelerin kronolojisini ve bileşenlerinin somutluktaki ağırlıklarını vermez. Ama, belirli süreçlerin barındırdığı dinamiklerin teorik dizilişi, bize sözkonusu süreçlerin arka planına dair önemli veriler sunar. Kendini kronolojik olarak daha erken açığa vuran bir dinamik, çoğu zaman, teorik önceliği bulunan dinamiğin kendisini hissettirmesinden önce, süreç içindeki gerçek işlev ve ağırlığına kavuşamaz.

Bu söylenenleri bir miktar daha somutlamak için, yukarıdaki çerçeveye dönmek gerekiyor. Dikkat edilirse, “yönetememe krizi” ile “eskisi gibi yönetilmek istememe” durumları arasında, birincisine öncelik veren bir çerçeve sözkonusu.

Yönetilen sınıflar, sermaye birikim sürecinin kesintisizce sürmesi anlamında “olağan” dönemlerde, “hoşnutsuzluk”larının boyutu ne olursa olsun, hatta bu hoşnutsuzluklarını sokağa taşımaları durumunda bile, çok istisnai dışsal parametrelerin yokluğu halinde, siyasal iktidara yönelik ciddi bir tehdit oluşturamaz. Siyasal-ideolojik ve zor mekanizmalarını bir bütünlük ve uyum içinde devrede tutabilen bir burjuva sınıfı, düzene yönelen tehditleri bertaraf edebilecek güce de sahip demektir. Ama öte yandan da, zaten, toplumsal muhalefetin düzen dışına savrulma eğilimi, ancak verili düzenin yeniden üretim mekanizmalarındaki bir tıkanıklıkla birlikte güç kazanabilir.

Dolayısıyla, devrimci durum sözkonusu olduğunda, bunun nesnel dinamiklerin ürünü olma niteliğine teorik bir öncelik vermemiz gerektiği noktasına ulaşıyoruz. Gerçekten de, toplumsal “hoşnutsuzluk” ne düzeyde olursa olsun, ve bunun yanı sıra sosyalist hareket ne denli “güçlü” olursa olsun, bu iki dinamiği “uygun” politik araçlarla” buluşturarak devrimci durumu “doğurtmak” mümkün değildir.

Bu anlamıyla, leninist özne, her dönemin değil, nesnelliğin kendisini davet ettiği dönemlerin öznesidir. Bu doğrunun önsel kabulü, leninist bir öncülüğü örgütleme sürecimizde önemli olanaklar yarattı. Özne ile nesnellik arasındaki bağlantıların farklı konjonk-türlerdeki farklı niteliklerinin ayrıştırılması ve bunların bolşevizasyon süreci bağlamına yerleştirilmesi, leninist öncülüğün kurulması sürecinin de temel bileşenleri arasında yer alır.

Ancak, ne kadar önemli olursa olsun, bu doğru da tek başına alındığında ciddi riskler doğuracaktır. Öncü adayı olağan konjonktürlerde zaten kitlelere öncülük etme şansına sahip değilse ve devrimci durumda da zaten çok özel olanaklarla karşılaşacaksa, olağan dönemlerdeki faaliyetin temel içeriğinin “beklemek” olarak görülmesi tehlikesi, en azından teorik olarak mevcuttur.

Bu noktada, leninist örgütün neden gerekli olduğu savunulurken kullanılan yanlış bir argümantasyona değinmek mümkün. Çok kabaca şöyle bir akıl yürütülüyor: Olağan koşullarda kitlelerin kendiliğinden bilinci son derece geridir ve bu bilinç ancak devrimci durum dönemlerinde, eylemlilik içinde sıçrama olanağına sahiptir. Devrimci durum da devrimci faaliyetin ürünü olamayacağına göre, sınıfın öncülüğünü yapmaya aday unsurlar, “ara” dönemlerde ne yapacaktır Bunların boş oturması devrimci bilinçlerini de körelteceğinden bu ara dönemlerdeki süreklilik leninist örgüt tarafından sağlanacaktır.

Evet, leninist örgütün temel bir işlevi, sınıf hareketinin gel-gitleri arasında sınıf bilincinin sürekliliğini sağlamak ya da temsil etmektir. Ama, leninist örgüte duyulan ihtiyaç yukarıda olduğu gibi negatif bir tarzda tanımlanırsa, ara dönemlerdeki faaliyetin devrimci içeriği ortadan kalkacak, somut dışsal hedeflerden yoksun bir örgütsel faaliyet de eninde sonunda kendini tüketecektir. Tarihsele bağlanan güncel hedeflerden yoksun bir “mücadele”nin, ya da en azından bu mücadelenin devrimci niteliğinin yeniden üretimi mümkün değildir.

Bunlardan hareketle, “ciddi” birtakım güncel hedeflere ihtiyacın bulunduğunu söylemek de bizi bir adım bile ileri götürmez. Burada da, güncel hedefler, ara dönemlerde ayakta kalmanın içsel motivasyonunu üretmenin bir dolayımı olarak görülmektedir.

Tartışmaya devam etmek için, devrimci durum öncesi faaliyetin “adı” üzerinde durmak istiyorum. Bu faaliyeti bir “hazırlık” faaliyeti olarak görmek, son derece doğal ve yerindedir. “Devrimci duruma hazırlanmak”, bu döneme en güçlü bir şekilde girmenin koşullarını yaratmak hedefi, aynı zamanda, ara dönem faaliyetleri için uygun bir motivasyon kaynağıdır. En azından, iktidar perspektifinin yeniden üretiminin en “kötü” koşullardaki asgari zeminini oluşturabilir.

Ama, doğrusu, “hazırlanmak” değil, leninist örgütün “devrimi hazırlama”sıdır.

Leninist örgütün devrimi nasıl hazırlayacağını ele almak için, bir kez daha yukarıdaki şemaya dönmemiz yararlı olabilir. Sözkonusu şema, tartışılmış olduğu üzere, özneye pek fazla yer bırakmıyor. Ancak, aynı şemayı bir miktar daha kurcalamamız halinde, özneye de bir boşluk çıkarabileceğimiz kanısındayım.

Devam etmeden önce, bu yazının bağlamı içinde, kriz öncesi dönemlerdeki devrimci faaliyetin içeriği üzerinde durmaya pek fazla ihtiyaç bulunmadığını belirtmem gerekiyor. Ayrıca, bugüne dek söylemiş ve daha önemlisi yapmış olduklarımız, bu konudaki gereken açıklığı zaten sağlamış durumda. Burada asıl incelemeye çalıştığım, devrimci duruma evrilmesi muhtemel kriz dönemlerinde leninist öznenin yeri.

Teorik açıdan ayrıştırılmalarının gerekliliğine karşın, “yönetememe” ve “eskisi gibi yönetilmek istememe”, birbirlerini besleyen iki dinamiktir. Diğer yandan, bunlar, kriz dinamiklerinin biriktiği dönemlerde basit olarak “var” ya da “yok” şeklinde ele alınamaz. Bu dinamikler, ancak devrimci durumun bileşenleri olarak en gelişkin biçimlerine kavuşur. Ama bunu önceleyen kriz sürecinde, bir yanda yönetsel düzeydeki tıkanıklıklar, diğer yanda ise toplumsal muhalefetin belirli bir düzen dışına kayma eğilimi vardır.

Kapitalizmin dünya çapında bir sistem olması ve kapitalist ülkeler arası eşitsiz gelişme, yerelliklerdeki kriz süreçlerine de şu ya da bu oranda damgasını vurur. Gelişkin kapitalist ülkeler açısından, ideolojik hegemonyanın oturmuşluk derecesi ve bunu da sağlayan çelişkileri ülke dışına aktarma olanağı, toplumsal muhalefetin belirli sınırlar içinde tutulmasına dönük ciddi avantajlar getirir. Bu olanaklar, aynı zamanda, gelişkin kapitalist ülke burjuvazisinin iç hesaplaşmalarının belirli bir noktanın ötesine geçmemesini de mümkün kılar. Kapitalist zincirin zayıf halkalarında ise işler tersine döner. Çelişkilerin siyasal-ideolojik düzeylerde birikimi sözkonusudur. Ekonomide yaşanan bir kriz,düzenin hassas noktalarını açığa çıkarır ve onu kırılganlaştırır. Buna karşın, zayıf halka burjuvazisi, işçi sınıfının tehdidini çok daha yakından hissettiğinden, iç hesaplaşmalarının ne tür sonuçlar verebileceği konusunda daha yüklü bir “bilinç”e sahiptir.

Bu son sözü edilen “bilinç”, zayıf halka burjuvazisinin iç çelişkilerini giderici bir nitelik kazanamaz. Ancak bu çelişkilerin kendilerini açığa vurma biçimleri üzerinde bir üst denetimin kurulması ihtimaline yol açar. Kuşkusuz, bu denetimin gerçekleşebilmesi ve derecesi, krizin derecesine, ülkedeki toplumsal muhalefet geleneğine, sınıf mücadeleleri bilincinin burjuva devlet aygıtındaki kurumsallaşma derecesine vb. bağlıdır. Sözgelimi, işçi sınıfını disiplin altında tutma kaygısının burjuvazinin tüm kesimlerinin ortak bir paydası olmasını eksene alarak siyasal alanda bir tekleşme sürecinin örgütlenmesi, üst denetimin bir biçimi olabilir.

Dolayısıyla, burjuvazinin kriz koşullarında belirli bir bütünleşmişlik görüntüsü sergilemesi de mümkündür. Üstelik bu “görüntü”, en başta zor aygıtı olmak üzere temel işlevi düzeni korumak olan kurumların ideolojik donanım ihtiyacının giderilmesine yardımcı olabilir. Bunlar da, toplumsal muhalefetin yaygınlaşacak en geri kesimleri de içine alan bir harekete dönüşmesini engelleyebilir.

Aslında burada yalnızca bir olasılıktan söz ediyorum. Zayıf halka burjuvazinin iç gerilimlerini ne dereceye kadar kontrol altında tutabileceği konusunda kesin bir şey söylemek, eğer gündeme gelen sermaye birikim modeli değişimi uluslararası düzeyde eşzamanlı olarak yaşanan bütünsel bir sermaye birikim modeli değişimiyle, yani bilimsel-teknik bir devrimle çakışan köklü bir yeniden yapılanmayla bağlantılı değilse, mümkün değildir. Bu sonuncusunun bugün için güncel olmadığını geçen sayıdaki yazımda tartışmıştım. Tekil kapitalist ülkelerdeki ekonomik krizlerin yerel sermayenin ne kapsamda bir yeniden yapılanmasıyla aşılacağı, yukarıdaki tartışmanın temel bir parametresi durumundadır.

Yani, zayıf halka burjuvazisi, eğer gerektirdiği yeniden yapılanma belirli bir boyutu aşmıyorsa, ekonomik krizden kaynaklanan yönetememe krizini perdelemek için belirli araçlar geliştirme şansına sahiptir.

Bu noktada, “yönetememe krizi”nden neyin kastedildiğine ilişkin belirli bir ek açıklık getirmekte yarar var. Yukarıda da belirttiğim gibi, yönetememe krizi ile, herhangi bir anda “var” ya da “yok” denebilecek bir durumdan söz etmiyorum. Diğer yandan, bu kriz, kendisini mutlaka burjuva siyasal alanındaki, sağır sultanın duyduğu kavga ve gürültülerle açığa vurmak durumunda da değildir. Burjuvazinin iç bütünlük ve uyumunu bozan dinamiklerin düzenin yeniden üretiminde belirleyici yere sahip üstyapı kurumlarında bu işlevlerini yerine getirmelerini engelleyecek tahribatlara yol açması ile tarif edilebilecek olan yönetememe krizi, üstyapıdaki belirli ögelerin özel bir ağırlık kazanmasıyla bir dereceye kadar bastırılabilir. Ancak burada, krize yol açan dinamiklerin kendisi ortadan kaldırılmadığı oranda, belirli bir “kırılganlık” sözkonusudur. Üstyapının belirli odaklarında biriken çelişkiler, ancak belirli dengelerin korunması yoluyla kontrol altında tutulmaktadır. Bu dengeleri bozan bir dinamik, sözkonusu çelişkileri de örtülemez hale getirecektir.

Leninist özne, kriz dönemlerinde, düzenin hassas dengelerini hedef alacaktır.

Leninist özne, bunun için de, bütünsel bir mücadele örgütlemek durumundadır. Kullanacağı araçlar arasında, genel siyasal-ideolojik propaganda/teşhir, belirli kitlesel hareketlilikleri hassas noktalara yönlendirme vb., “eskisi gibi yönetilmek istememe” dinamiğini yönetememe krizini besleme/derinleştirme doğrultusunda kullanma işlevini görecektir. Ancak diğer yandan, doğrudan düzenin yeniden üretiminde rol alan kurumlara yönelik müdahalelerin araçlarının geliştirilmesi de aynı mücâdelenin bir bileşeni olacaktır.

Bunlar için gerekli olan güç, hiç kuşku yok ki, olağan koşullar altında düzenin belirli kurumlarını yıpratmak için gerekli olan güçten çok daha sınırlıdır. Kriz dönemleri, nitel vuruculuktan yoksun nicel büyüklük ve birikimleri hızla tüketirken, doğru konumu tutabilen leninist özneye nicel genişleme ve gücünü yoğunlaştırma olanağını sağlar. Tarihsel açıdan bakıldığında ise bu, bir sorumluluğa tekabül eder.

Nesnelliğin “devrimi hazırlama” fiilinin içeriğini belirleme ve bir anlamda özneye kaldıraç oluşturma niteliğinin daha fazla açımlanması, tartışmanın bu düzeyinde pek mümkün değil. Zaten amacımız da yalnızca, kriz dönemlerinde özneye ne tür bir yer olduğunun teorik bir düzeyde incelenmesiydi. Daha önemli olan, bu yerin Türkiye özelinde somutlanması…

TÜRKİYE’DE BURJUVAZİ İÇİ ÇELİŞKİLER

Türkiye’de ekonomik kriz, siyasal düzeydeki tıkanıklıkların biriktiği bir sürecin sonuna denk geldi. Aslında, daha doğrusu, 80’li yılların sonunda sermaye birikim modelinin tıkanma sürecine girmesi ile Kürt ulusal dinamiğinin oluşturduğu tehdit birleşerek, depolitizasyon belirlenimli siyasal yapı üzerinde, krizin açığa çıkmasından önce bir baskı oluşturmaya başladı.

Türkiye kapitalizminin girmiş olduğu kriz sürecinin özgül bir boyutunu, ufukta yeni bir sermaye birikim modelinin gözükmemesi oluşturuyor. Gündemde, ne teknolojik bir atılımla bütünleşen bir yeniden yapılanma süreci, ne de dünya kapitalizmiyle entegrasyon biçiminin köklü bir yenilik içeren dönüşümü bulunuyor. Türkiye’nin mevcut krizi sonuna dek yaşaması sonrasında yeni bir başlangıç yapması türünden bir olanak yok. Benzer koşulları yaşayan pek çok ülke için olduğu gibi Türkiye için de, ekseninde işçi sınıfının yoksullaşmasının bulunduğu bir sürece giriş sözkonusu. Bu süreçte özelleştirmeler yoluyla devlet mülkiyeti yağmalanacak, yabancı sermayeye özel olanaklar sağlanacak gümrük duvarları kaldırılarak ülke sanayisinin önemli bir bölümünün yıkımına yol açılacak vb.. Ancak, tüm bu süreç boyunca, gerçek anlamıyla bir rahatlama hiç bir zaman sözkonusu olmayacak (elbette dünya kapitalizminin bunalımı sürdüğü sürece).

Bu süreç içinde burjuvazinin önemli bir kesimi de kaybedenler arasında olacak. Sermaye değersizleşmesi ve yoğunlaşması süreçleri ivme kazanacak. Kaybedenler ise, temel olarak, orta ve küçük burjuvaziden çıkacak. Bu arada ağırlıklı olarak belirli sektörlerde uzmanlaşmış kimi sermaye gruplarının da aynı akıbeti paylaşması muhtemel.

Dolayısıyla, ilk bakışta, burjuvalar arasındaki rekabetin çatışmaya dönüşmesi ihtimalinin de yüksek olduğu düşünülebilir. Yalnız, bu konuda hayalci ve aceleci olmamak gerekiyor. Türkiye’de orta ve küçük burjuvazi, geleneksel olarak, işçi sınıfının tehdidine karşı daha fazla duyarlıdır. Sınıf hareketliliklerinin yoğunlaştığı dönemler, bu kesimin anti-komünizm çerçevesinde mobilize edilmesini mümkün kılmaktadır. Büyük kentlerin dışında kalan bölgelerde, ekonomik yıkımın suçunun büyük kentlerdeki işçi hareketliliklerine yüklenmesi daha kolay sağlanmaktadır. Büyük kentlerde ise, sınıfın dinamizmiyle burun buruna olmak, tüm burjuva kesimlerini aynı derecede ürkütmektedir.

Nitekim, 12 Eylül rejimi, yıkımlarının sucunu “anarşi”de gören orta ve küçük burjuvaları kendisine düzen ve istikrar söylemiyle bağlamış; ekonomik düzeyde büyük burjuvazinin tam boy temsilciliği bu söylem aracılığıyla perdelenebilmiştir. Yeni sermaye birikim modelinin oturtulmasının orta ve küçük burjuvazinin kimi unsurlarını da yıkıma uğratması herhangi bir sorun yaratmamıştır.

Gerçi, iş işçi sınıfına yönelik konumlanışla bitmiyor. Özel olarak gümrük birliği süreci, sektörel yıkımları içereceği ve bunun suçunun işçi sınıfına yüklenmesi pek kolay olmayacağı için, bir gerilim odağı olmaya adaydır. Geçiş sürecinin hızı, önümüzdeki dönemde yoğun tartışmalara yol açacaktır. Belirli sektörlere yönelik koruma isteyenlerle bu korumanın gümrük birliğini ertelemekten başka anlam taşımayacağını savunanlar arasındaki farklılaşma küçümsenmeyecek noktalara ulaşabilir. Diğer yandan, aynı süreç, farklı uluslararası sermaye bloklaşmalarıyla yakın ilişkide bulunan kesimler arasında da belirli gerilimler yaratmaya adaydır.

Ancak, görebildiğim kadarıyla, önümüzdeki dönemde de, burjuvalar arasındaki çıkar çelişmelerinin bunlar arasındaki açık bloklaşma ve çatışmalara yol vermesi ihtimali yok denecek kadar zayıftır. Bu çelişkilerin hiç bir ciddi sonuç vermeyecek olması anlamında değil kuşkusuz; ama Türkiye’de bundan önce de olduğu gibi dolayımlı süreçlerin ağırlık taşıyacağı kanısını taşıyorum. Ekonomik düzeyden kaynaklanan çelişkilerin kendilerini daha çok devlet aygıtının işleyişi düzeyinde, bu aygıtın barındırdığı farklı odak ve unsurlar arasındaki ilişkilerde yaşanacak gerilimler biçiminde yansıtması daha muhtemel görünüyor. Burada, siyasal partileri devlet aygıtıyla bütünleşmiştik yönleriyle ele alıyorum. Zaten, 1980 sonrasının siyasal yapılanması, burjuva siyasal partilerinin özgül işlevlerini önemli oranda geriye düşürdü.

Bu durum, burjuvazinin iç çelişkilerinin önem taşımayacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, çelişkilerin devlet aygıtı içinde birikmesi, düzen açısından çok daha riskli sonuçlar doğurabilecektir. Bu aygıtın iş göremez hale geldiği bir konjonktür burjuvazinin devreye sokabileceği “sivil” alternatiflerin zayıflığında, devrimci müdahaleler açısından da son derece elverişli olacaktır.

Leninist öznenin işlerinden birinin düzenin hassas noktalarına saldırı olması açısından baktığımızda da daha elverişli bir durumdan söz etmemiz gerekiyor. Bazılarınca sanıldığının aksine burjuvalar arasındaki açık çatışmalara sosyalizmin müdahil olması çok daha zordur. Hele “ittifak”, “cephe” gibi formülasyonlar, yine bu açıdan, neredeyse tümüyle işlevsiz ve kimi zaman gericidir. Sosyalist hareket, burjuvaların, aralarındaki mücadelelerde müttefik olarak görebileceği en son kesim olsa gerek. Nitekim, bu formü-lasyonların “tuttuğu” nesnelliklerde, sürecin gelişimi burjuva unsurların kazanılmasıyla sağlanmamış, aksine, bu unsurlar artık gereksizleştikleri noktada “kazanılmış”tır.

Devlet aygıtı içindeki çelişkilere oynamanın iki boyutundan söz etmek mümkün. Birincisi, toplumsal muhalefetin ideolojik düzeyde yönlendirilmesini içerir. Toplumsal hareketlilikler düzeyinde açığa çıkarılan ideolojik söylemler, devlet aygıtı içindeki unsurlar üzerinde de gerek doğrudan, gerekse dolaylı etkiler taşıyacaktır. Sözgelimi, kamucu söylem, devlet aygıtının gerek burjuvazinin son dönem “yeni” yönelimleriyle ideolojik düzeyde yıpratılmışlığına, gerekse özelleştirme (devletin küçültülmesi) sürecinin fiziksel tahribatına hitap edecektir. Ancak ikinci boyutun, çelişkilerin “içeriden” ve bir anlamıyla doğrudan “kaşınması” eksik kaldığında, birincisinin de yetersiz kalacağı az çok açıktır.

BURJUVAZİ VE İŞÇİ SINIFI

Gündemde bir yoksullaşma sürecinin bulunduğundan söz ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında, kapitalizmin mevcut krizi ile sınıf dinamiğinin oturacağı yer arasındaki ilişki kritik bir önem kazanmaktadır. Sürecin daha başında belirli bir direniş çizgisinin oluşmaması, çok büyük olasılıkla, ara aşamaları da yine baştan yitirmek anlamına gelecektir. Buna karşın, sınıfsal direniş eksenli toplumsal bir muhalefetin burjuvazinin belirli planlarını bozması, krizin gerektirdiği bütünsel politikaları devreye sokmasını önlemesi, bizzat burjuva iktidarının temellerine yönelen bir tehdidin şekillenmesi anlamına gelecektir. Burjuvalar arasındaki çelişkilerin açığa çıkmasının zemini de, az çok zorunlu görülen ekonomik politikaların uygulanmasında değil, bunların ancak kısmen uygulanabilmesindedir.

Burjuvazinin RP’den duyduğu korku, bu partinin düzen dışı motifleri de içeren söyleminden ya da “şeriatçı”lığından değil, kimi süreçleri yavaşlatması tehlikesinden kaynaklanmaktadır. “Hız” ve bütünsellik ihtiyacı konusunda burjuvazi de belirli bir açıklığa sahiptir ve bu nedenle siyasal iktidarın bileşimine hayati önem atfetmektedir.

Sosyalist hareket, belki işten atmaları, ücret düşürmeleri vb. önemli oranda önleyecek bir muhalefetin şekillenmesine katkıda bulunamaz. Ama sözgelimi bir özelleştirme konusunda ciddi mevziler kazanmak görece daha kolaydır. Yine örnek olarak, bugün “T”nin satışından en kısa vadede 2-3 milyar dolar civarında bir gelir beklenmektedir ve bunun başarılması, geçici bir rahatlama yaratabilecektir. Zaten önümüzdeki süreç bu türden geçici/kısmi rahatlama anları sayesinde süreklilik kazanabilecek. Böylesi başarılara engel olunması, ise son derece ciddi sıkıntılara yol açacaktır.

Bu çerçevede, burjuvazi-sınıf ilişkilerinin kimi boyutlarına göz atmak istiyorum.

Burjuvazi, 1980 sonrasında, kitleler üzerindeki basıncı hafifleterek ideolojik-siyasal bağlanma süreçlerini canlandırabileceği bir dönemi yaşayamadı. 1989-90 yıllarında yaşanan canlanma son derece sınırlı kaldı ve işçi sınıfının elde ettiği sınırlı kazanımlar kısa sü- rede geri alınmaya başladı. Bu dönem, gerek kısalığı gerekse burjuva siyasal öznelerinin önderliği altında gerçekleşmemesi, daha çok ANAP’ın yıpranmışlığından dolayı siyasal düzeyde yaşanan geçici istikrarsızlığın ürünü olması nedeniyle, burjuvazi açısından kalıcı kazanımlara kaynaklık etmedi.

Sözü edilen eksikliğin burjuvazi açısından bir dezavantaj oluşturup oluşturmadığı ise, bugüne gelindiğinde, tartışmalı görünüyor. İşçi sınıfının mücadelecilik açısından görece zayıf bir dönem geçirmiş olması, burjuvazinin korkularını hafifletiyor olsa gerek. Buna, sendikaların mümkün en uzlaşmacı konuma çekilmiş olması ve neredeyse yalnızca sermayenin çıkarlarının bekçiliğini yapar hale gelmeleri de eklenmeli.

Yalnız, bu durum, burjuvazinin kendini tümüyle rahat hissetmesi anlamına gelmiyor. Özelleştirmelere karşı şekillenen ve çok güçlü olduğu söylenemeyecek olan muhalefet bile burjuvaları oldukça huzursuz etti. Önümüzdeki dönemde işten atmaların kazanacağı büyük yaygınlığın burjuvaziyi tedirgin etmemesi mümkün değil. Zaten yoğun olan işsizliğin daha da artacağı bir süreç, işçi sınıfı açısından mücadele etmek dışında bir almaşığın kalmaması anlamına gelecek. Bu noktada ise, sendikal yapıların oluşturduğu barajın zayıf kalması ihtimali var. 1980 öncesinde, gerek DİSK, gerekse Türk-İş, mücadele ederek ya da devletle uzlaşarak belirli ücret artışlarını sağlayabiliyor, böylece tabanlarını kontrol altında tutabiliyordu. Bugün ise, Burjuvazinin sınıfa verebileceği bir şeyin bulunmaması bir yana alacağı çok şey var.

Sınıf mücadeleleri birikiminin bir taşıyıcısı olarak devletin güvenlik aygıtı, içine girilen sürecin kimi riskler barındırdığını hissetmiş durumda. Burjuvazinin toplumsal gerilimlerin yoğunlaştığı dönemlerdeki temel politikalarından birini yeterince biliyoruz: Kitlesel dinamizm ile sol hareketin buluşmasının önüne set çekmek. Son dönemde, henüz sesini bile doğru dürüst duyuramayan sol hareket üzerindeki baskıların yoğunlaşması bir tesadüf olmasa gerek. Diğer yandan, Kürt ulusal dinamiğine karşı gündeme getirilen Terörle Mücadele Yasası’nın da aslında daha çok Türkiye solunu hedef aldığı söylenebilir. Devlet, Kürt ulusal hareketiyle yürüttüğü mücadelede zaten hukuk tanıma ihtiyacını duymuyor. Terörle Mücadele Yasası’nın asıl anlamı, devlet baskısının ülkenin her yanma ve her tür muhalif dinamiğe karşı yaygınlaştırılması niyetinde yatıyor.

Devlet baskısını yalnızca sol hareket hissetmiyor. Sendikal yapının yukarıda sözü edilen zayıflığı, bunların zor mekanizmalarıyla tahkim edilmesini gerektiriyor. Sınıfın harekete geçen unsurları, yoğun bir baskı aracılığıyla sarı sendikalara doğru geri itilmeye çalışılıyor. İşin bu kez daha başından sıkı tutulması gerektiği iyi biliniyor ve sınıfa soluk aldırmamak temel politika oluyor.

Bu politikanın bugün için açık verdiği en önemli alan ise kamu işçilerinin hareketi. Kamu işçileri, sürece güçlü bir “örgüt”le girmemiş olmaları, tam tersine bizzat örgütlenmek için mücadele etmek ve düzeni karşılarına almak zorunda kalmaları nedeniyle, şimdilik zor politikalarından ancak olumlu yönde etkileniyor. Devlet, bu hareketi sarı sendikaalığın çemberine almak konusunda atıl kaldı. Bunun önemli bir nedenini ise, özelleştirme ekseninde yürüyecek mücadelenin sendika barajı ile önlenmesinin zor görünmesi ve bu silahın tersine çevrilebilirliğinden korkulması oluşturuyor.

Burjuvazi ve devlet aygıtı, bu “açık”larının yeterince farkında. Medya, kamu işçilerinin polis baskısıyla karşılaşmasını, tam da bu açık nedeniyle fazlasıyla ciddiye aldı. Bulanık bir “demokrasi” söylemini öne çıkararak memur hareketinin mücadele sınırlarını belirginleştirmeye, bu sınırları aşmasının önüne ideolojik bir set oluşturmaya çalıştı. Ancak, ek araçlarla desteklenemediği sürece medyanın bu çabalarının sonuç vermesi mümkün değil.

Kamu işçilerinin hareketi, bu özgül konumu nedeniyle, önümüzdeki dönem sınıf mücadeleleri içinde önemli bir rol oynamaya aday. Eğer örgütlülük düzeyini yükseltebilir ve sınıfsal dayanışmaya daha fazla önem verirse, sınıfın diğer kesimlerinin dinamize olmasına da katkıda bulunacaktır.

Dolayısıyla, sosyalist hareketin kamu işçilerinin hareketine birincil bir önem vermesi gerekiyor. Sosyalizm mücadelesinin en önemli bileşenlerinden biri, eldeki güçlerin iyi organizasyonu ve sonuç alacak alanlarda yoğunlaştırılmasıdır. Kamu işçileri hareketi, bu dönemde belki de sınıfın diğer kesimlerinden çok daha öncelikli bir alan olarak görülmelidir.

Diğer yandan, sarı sendikacılığın yıpranma sürecini derinleştirmeyi ve sınıf sendikacılığının örgütlenmesini zorlayan girişimlerin de, önümüzdeki süreçte en azından kısmi sonuçlar elde etmeye aday olduğu kanısındayım. Sosyalist İktidar Partisi’nde bu yöndeki çalışmalara süreklilik kazandırmamız anlamlı olacaktır.

MİLLİ MUTABAKAT HÜKÜMETİ

Milli Mutabakat Hükümeti tartışmaları, buraya kadar koymuş olduğumuz çerçeve içinde özel bir yere sahip. Çiller hükümeti, 27 Mart seçimlerine kadar durumu idare etse bile, hemen sonrasında hızlı bir yıpranma sürecine girecek. Ekonomideki gerilemenin önünün alınamayacağı bu dönemde, özelleştirmelerin ve sınıfa saldırının yoğunlaştırılması için uygun bir siyasal özneye ihtiyaç duyulacak. RP’nin seçimlerden güçlü çıkması ve/veya PKK’nın eylemlerine yoğunluk kazandırarak “hiç olmazsa terör konusunda başarılı olma” demagojisini yıkması halinde, bu ihtiyaç daha fazla yakıcılık kazanacaktır.

Milli Mutabakat Hükümeti, eğer kurulursa öncelikle ve temel olarak burjuvazinin uzlaşma zeminini temsil edecektir. Bu arada da, tam bir “düzen partisi” olacaktır. Bu durum, burjuvazi açısından çok ciddi bir risk, sosyalist hareket açısından ise olanak içerecektir. Mutabakat Hükümeti’nin karşısındaki her tür toplumsal muhalefet, bu noktadan sonra düzenin de dışına düşmüş olacaktır.

Sosyalist hareket, bu türden bir gelişmeye hazırlıklı olmalı ve gerçekleşmesi halinde son derece yoğun bir propaganda faaliyeti örgütleyerek Milli Mutabakat Hükümeti’nin sınıfsal özünü açığa çıkarmalıdır. Bu hükümetin en önemli işlevlerinden biri, “halka ekonomik gerçeklerin anlatılması” olacaktır. Sosyalist hareketin bu düzeyde vereceği güçlü ideolojik mücadele, ideolojik olmayan çıktıların da önkoşuludur. Partinin sınıfın aklı ve sınıfın partiyle akıllı olması, böylesi bir konjonktürde, çok daha geçerli bir doğrudur.

KÜRT DİRENİŞİNİN YERİ ve GELECEĞİ

Kürt ulusal hareketi, düzene yönelik istikrarsızlaştırıcı bir unsur ve tehdit kaynağı olarak, küçümsenmesi mümkün olmayan bir parametre oluşturuyor. Bu yönüyle, burjuva siyasetindeki bütünleşme ihtiyacının nedenleri arasında yer alırken, diğer yandan da aynı bütünleşmeyi konjonktürel olarak kolaylaştırıcı bir işlev görüyor.

Kürt hareketinin en önemli açmazını oluşturan burjuva siyasal iktidarını tüm boyutlarıyla (nesnel olarak) karşıya alamayan konumu, önümüzdeki süreç içinde işgal edeceği yeri de belirleyici bir önem kazanabilir.

Kürt ulusal dinamiğinin ne tür gelişmelere yol açacağı ya da karşılaşacağı konusunda bugünden söylenebilecek olanlar son derece sınırlıdır. Bugün, savaşın devlete yıllık faturası, TBMM’nin Güneydoğu Komisyonu’nun raporuna göre, 10 milyar dolar civarında. Bu para, Türkiye’nin yıllık dış borçlanmasına eşit. Devletin Kürt dinamiğine karşı tavizsiz yaklaşımı, bu dinamiği uygun bir uzlaşma çerçevesine hapsetmeyi mümkün görmemesinden kaynaklanıyor. Ancak, devletin sözkonusu dinamiği altetmesinin orta vadede bile son derece zor olduğu ortaya çıkarsa, ki önümüzdeki ilkbahar ve yaz ayları bu açıdan kilit bir önem taşıyor, bu durumda burjuvazi açısından sorunun şu ya da bu şekilde çözümü giderek daha fazla tercih edilir olacaktır. Bu talebin bölgeye yönelik emperyalist planlarla örtüşmesi halinde, Kürt dinamiği üzerindeki uzlaşmacılığa yöneltici baskı son derece ciddi boyutlar kazanabilecektir.

Bu tür bir gelişme, sosyalist hareket açısından da olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Dolayısıyla, Kürt dinamiğiyle uygun bir etkileşim mesafesine gelmek doğrultusundaki çabaların büyük bir önemi bulunmaktadır. Bu çabaların ekseninde, her zaman söylediğimiz gibi, sosyalist hareketin sınıfla kurduğu bağlar aracılığıyla kendi gücünü oluşturmasından başka bir şey bulunmayacaktır. Sosyalist hareketin güç kazanması, Kürt dinamiğine, düzen dışı konumunu koruyabilmesi açısından verebileceği en büyük destektir.

Ancak bu hedefe ulaşılamaması durumunda, sınırlarını büyük ölçüde emperyalizmin çizdiği yeni bir çerçevenin kabullenilir hiç bir tarafı bulunmayacak ve sosyalist hareket konumunu yeniden çizmek zorunda kalacaktır.

Hiç bir kriz süreci, öncesinde tam olarak öngörülebilecek gelişmelerden ibaret değildir. Leninist öznenin bu süreçte öncülük niteliğini güçlendirmesi, mutlaka, beklenmedik gelişmelere verebildiği reflekslere de bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, özellikle siyasal düzeyde erken angajmanlar, hele devrimin olası müttefik ya da yakın unsurları konusundakiler, öznenin hareket yeteneğini sınırlandırdığı oranda sürecin dışına düşmesini de getirebilir.

Ama bu söylenenler, verili bir andaki politikasızlığın gerekçesini oluşturamaz. Sosyalist hareket, Kürt hareketinin devrimci boyutlar taşıyan nesnel düzen dışı konumunu ciddiye almak, ilişkisinin eksenini gelecekteki olumsuz gelişme ihtimalleri üzerinde değil, derinleştirme hedefiyle birlikte bugünkü zemin üzerinde biçimlendirmelidir. Kuşkusuz, sosyalist hareket açısından söz konusu zemin Kürt hareketinin tüm boyutlarını aynı oranda içermez; geliştirici bir ilişki ancak gündem ortaklıkları oranında mümkündür ve derinleşme de bu ortaklıkların artmasıyla sağlanabilir. Gündem ortaklıklarının bir hareketin aslen diğerine ait olan gündemleri paylaşmasıyla bir ilgisinin bulunmadığını ise tartışmaya bile gerek yok…

SOSYALİST HAREKETİN BUGÜNKÜ DURUMU

Sosyalist hareketin kriz sürecine çok güçlü girmediği açık. Özellikle toplumsal dinamiklerle etkileşim açısından bakıldığında, bugüne dek oluşturulan birikimin son derece cılız olduğunu kabullenmek gerekiyor. Bu nesnelliği veri almayan bir bakış, krizin doğuracağı olanakların hakkını da veremeyecektir.

Kriz sürecinde, siyasal özneler, kendi “içsel” olumluluklarıyla mesafe alma şansına sahip değildir. Ülke çapındaki siyasal süreçler içindeki konum ve doğrultu, güç imajıyla birlikte, tek tek öznelerin ciddiye alınırlıklarını belirler. Bu koşullar altında, genel bir sosyalizm savunusunun, demokratizmin, gevşek örgütlenme modellerinin vb. beş para etmeyeceğini öngörmek hiç zor olmamalı. Kriz döneminde, “doğru” çizginin toparlayıcılığı, her türden iyi niyetli ama çözüm sunmayan “katılımcı” çizgiden çok daha fazladır.

SBP’de oluşturulmaya çalışılan sağ platform, bundan birkaç yıl önce gündeme gelseydi, sosyalizm mücadelesi açısından belirli riskleri de beraberinde getirebilirdi. Ama, nesnelliğin hızlı aktığı bir dönemde, devrimciliği bir yana tutarlı bir politik hat bile oluşturamayan bu platformun kısa sürede ayrışması çok daha muhtemeldir.

Bugün yapılması gereken, eldeki güçlerin tümüyle dışa dönük süreçlerde en verimli şekilde örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Açıkçası, gelinen noktada, muhtelif dinamiklerin belirli bir çatı altında uzunca bir süreç gerektiren harmanlanmasını içeren yaklaşımların zemini bulunmamaktadır. Bu türden çabalar içine girenler, yalnızca ilk hedefi değil, sürece soktukları dinamikleri de yitirecektir.

Elbette, tekil dinamikler ekseninde başkalarını gözetmeyen mücadelelerden söz etmiyorum. Ama, verili konjonktürde, özelde leninist dinamiğin diğerleriyle etkileşimi, ancak bu dinamik üzerinde yürütülen mücadelenin somut ürünleri aracılığıyla gerçekleşebilecektir. Sözgelimi, yine bugünkü koşullarda ortaya çıkmayan bir sol aydın dinamiğini tek tek bazı aydınları kazanarak sosyalizm ekseninde diriltmek mümkün değildir. Bu aydınları örgütsel mekanizmaların tam boy içine çekmek, hızlı hareket etme zorunluğunun da bulunması nedeniyle, gerek onların yıpranmasına, gerekse örgütsel düzeyde gereksiz gerilimlerin doğmasına yol açacaktır. Halbuki, siyasal-ideolojik etkinlik düzeyinde elde edilecek kazanımlar, sola açık aydın unsurlar üzerinde de toparlayıcı bir etkide bulunabilecek ve leninist dinamiği de besleyecek çok daha sağlıklı ilişkiler bu zemin üzerinde kurulabilecektir.

Sosyalist hareketin “mazeret”lerinin kabul edilmeyeceği bir dönem yaşıyoruz. Sosyalist hareket, yalnızca faal olmak değil, ama aynı zamanda üstlendiği her işi gerçekten “etkili” biçimlerde yürütmek zorundadır. Örneğin, propaganda faaliyetlerinin en önemli bir ayağı olan yayıncılık alanında, gerek çok yönlülük, gerekse yaygın uzanımın hayati önemi bulunmaktadır. Sosyalist hareket, sesini her yerde en güçlü şekillerde duyurmanın yanında, giderek söyleyeceklerine dönük bir beklenti üretmelidir.

Bugünün hedefi dar anlamıyla güçlenmek değil, krizin devrimci duruma evrildiği sürecin öznesini örgütlemektir. Güç kazanmak, bu öznenin örgütlülük ve operasyonellik derecesi oranında mümkün olacaktır.

Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Kanımca, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, devrimci durumu önceleyen ya da onunla hiç bir bağlantısı bulunmayan güçlü bir toplumsal dalganın şekillenmesi olasılığı bulunmamaktadır. Yukarıda çizmeye çalıştığım tabloda, burjuvaziyi yönetemez kılmayan bir toplumsal dalgaya pek fazla yer yok. Dolayısıyla, sosyalist hareket de, devrimci bir duruma böylesi bir dalga üzerinden değil, bu dalganın da ortaya çıkmasına yol veren gerilimli bir konjonktürden geçerek ulaşabilecek. Diğer yandan, bugün için devrimci bir durumun hangi vadede ortaya çıkabileceğini kesin olarak öngörmek kuşkusuz olanaksız. Ancak, kriz konjonktüründe, devrimci durum olasılığını hesaba katmayan ve onu zorlamayan bir politikanın bu duruma girilmesi halinde sosyalist hareketi bitireceği az çok kesindir; tersi ise aynı şekilde geçerli değildir…

Leninizm, ayırt ediciliğini, en çok kriz dönemlerinde gösterir. Diğer yandan, kriz dönemleri, sosyalist hareketin leninist bir hatta olan ihtiyacını her zamankinden daha belirgin kılar.

Türkiye’de, bugüne dek, kriz dönemeçlerine leninist bir damganın vurulması mümkün olmadı. Bu eksiklik, burjuvazinin de hazırlıksızlığı anlamına gelmektedir. Güçlü bir leninist çıkış, belki de en çok burjuvaziyi şaşırtacaktır.

Şaşkınlık burjuvaziye, şaşırtmak bize düşüyor…