Krizin neresindeyiz?

2018 Ağustos ayında yaşanan kur şokundan itibaren Türkiye ekonomisinde kriz, göstergelere net olarak yansımaya başladı ve daha hissedilir hale geldi. Ancak dış müdahalenin de yaşandığı o Ağustos ayından çok önce kriz sinyalleri zaten alınmaya başlanmıştı. Sermaye birikim rejiminde tıkanmanın bir ekonomik şoka dönüşmesi, önceki birkaç yılda devletin ekonomiye doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri ve inşaat gibi şişirilmiş bazı sektörlerin yardımı ile ertelenebilmişti.

2018 Ağustos ayında bir önceki aya göre TL, ABD doları karşısında yüzde 33 değer kaybetmişti. Ancak, Ağustos ayına gelmeden yılın başından Temmuz ayına TL zaten değer kaybetmekteydi ve bu 7 ayda yüzde 30’luk değer kaybı oluşmuştu. Küresel piyasalardaki gelişmeler, yaşananları kısmen açıklarken Türkiye kendi klasmanındaki ülkelerden 2018 yaz ayları itibariyle ayrışmaya başladı ve Arjantin ile birlikte krize sürüklendi. Ardından, enflasyonda hızlı yükseliş, faizlerde artış, ve üretimde daralma görüldü. Büyümede iki çeyrek üst üste eksiye düşüldü ve teknik olarak resesyon yaşandı.

Bu gelişmelerin başlangıç noktasından bir yılın üzerinde bir zaman geçtikten sonra, henüz krizden çıkılmaya başlandığına ilişkin kuvvetli bir işaret yok. Her ne kadar, hükümet yetkililerinden düzelme ve dengelenmeye ilişkin bazı açıklamalar yapılsa da, ortada bir iyileşme olmadığı ve yeni bir büyüme konjonktürüne girilmediğini en iyi onlar biliyor.

Evet, ekonomide son 12 ayda cari açıkta bir daralma yaşandı. Bankaların dış borçlarında bir azalma görülüyor. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın dengelenmeden kastı bu. Ancak bu durum, Türkiye ekonomisinin yapısal özellikleri düşünüldüğünde sadece kriz ile açıklanabilir. Yani ekonomide dengelenme denilen süreç, krizin var olan sanayi altyapısını da tahrip edecek biçimde sürüyor olmasına işaret ediyor. Çarklar daha yavaş dönerken, dışa bağımlı ekonominin ve sanayinin ithalatı azalıyor ve buradan başlayarak dış finansman ihtiyacında bir azalmaya tanık olunuyor.

Tersinden ekonomik büyümenin ivme kazandığı veya balonun şiştiği dönemlerde ise dışa bağımlılık dış açıkların artmasına neden oluyor. Türkiye kapitalizminin söz konusu çaresiz sarmalın dışına çıkma şansı ufukta görünmüyor. Sermaye birikim rejiminde köklü bir değişikliğin ipuçları da yok. AKP iktidarı, ekonomide bu sarmalın yeniden büyüme konjonktürüne geçmeye ve bir süre daha çarkları döndürmeye çalışıyor. Önceki yıllarda olduğu gibi ekonomiyi öyle ya da böyle sürükleyebilecek bazı dinamikler mevcut. Şanslarını buraya doğru zorlamaya devam ediyorlar.

Ellerinde olan, olmayan tüm olanakları kullanmaya çalışıyorlar. Kamu bankalarını kullanarak kredi kanallarını açık tutmak ve döviz piyasasında sert hareketleri engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu süreçte Merkez Bankası işlemlerini etkili bir enstrüman olarak kullanıyorlar. Öyle ki, bu işlemler örtük operasyonlar olarak eleştiri ve uluslararası piyasaya şikayet konusu oluyor.  Son gündem, Merkez Bankası’nın bilançosundaki bazı hareketler üzerinden işaretleri alınan, Hazine’ye yeni bir kaynak aktarımı yapılabileceği ile ilgiliydi. Yapılırsa, 2019’da zamanından seçim öncesine çekilen ihtiyat akçesinin Hazine’ye aktarılması işleminden farklı olarak bu kez yeni bir kaynak yaratılmış ve aktarılmış olacak.

Bu ve benzeri operasyonlar, ekonomide kriz tablosunun bir toptan çöküşe dönüşmemesi için yapılıyor. Yoksa kriz, tüm ağırlığıyla sürüyor.

Türkiye ekonomisi, 2018 yılının son çeyreğinden itibaren üst üste üç dönemdir önceki yılın aynı dönemine göre sırasıyla, yüzde 2,8, 2,4 ve 1,5 oranında küçülüyor. Gayrisafi sabit sermaye oluşumu yani yatırımlar, 2019 ikinci çeyreğine kadar son dört çeyrektir şiddetli biçimde daralmaya devam ediyor. Yatırımların asıl bakılması gereken ve çok büyük ölçüde özel sektör tarafından yapılan makine-teçhizat yatırımları bileşeni ise tıkanmanın boyutlarını daha net ortaya koyuyor. Buna göre, söz konusu yatırımların düzeyi 2015 yılının da altına gerilemiş durumda.

Türkiye ekonomisinin önceki krizleri incelendiğinde, imalat sanayi üretiminde arka arkaya 13-15 ay düşüş yaşandığı ve ardından toparlanmanın başladığı görülüyor. 1994, 2001 ve 2008 krizlerinde imalat sanayi üretimi, bu şekilde seyretmişti. Söz konusu toparlanmanın büyüme oranlarına yansımasıyla kriz konjonktüründen çıkılıyor. Son krizde ise 2018 Ağustos ayında başlayan imalat sanayi üretimindeki düşüş, Eylül’deki arızi artış bir kenara bırakılırsa, 12 ay sürdü. 2019 Eylül ayında üretimin yüzde 4,3 artmasıyla düşüş sonlandı. Bu artışın devam edip etmeyeceği ve bir toparlanmaya dönüşüp dönüşmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Fakat, içinden geçtiğimiz bu krizin öncekilerden özellikle sabit sermaye oluşumunun daha uzun bir dönem boyunca ivme kaybetmiş olması ve nihayetinde düşmesi ile ayrıldığını belirtelim. Yani, Türkiye’nin bütünüyle entegre olduğu küresel ekonomide şartlar hızlı biçimde değişmediği takdirde toparlanma uzun zaman alacak. Burada toparlanmadan kastımızın, düşük ivmeli büyüme sürecine dönülmesi olduğunun altını çizelim. Yoksa, aşağıda da tartışacağımız üzere Türkiye kapitalizminin sermaye birikiminde yaşadığı tıkanmayı bütünüyle aşmasını sağlayacak yeni bir “hikaye” ufukta görünmüyor.

“Yeni bir rota çizmek”

Sermaye sınıfı açısından Türkiye’de yeni bir hikayenin yazılıp yazılamayacağına ve yazılırsa nasıl yazılabileceğine geçmeden önce, kriz koşullarının ve ekonominin mevcut durumunun dışarıdan nasıl algılandığına bakmak yararlı olacaktır. Örneğin, Dünya Bankası’nın bir süredir yayınladığı Türkiye Ekonomik İzleme Raporları’ndan “Yeni Bir Rota Çizmek” başlıklı sonuncusu1, bazı dikkat çekici tespit ve vurgular içeriyor.

Raporda Türkiye ekonomisinin içerisinde bulunduğu kriz farklı göstergelerle net bir biçimde ortaya konuyor. Gelişmekte ve yükselmekte olan ülkeler içerisinde Arjantin ile birlikte Türkiye’de, 2018 yılı ortasından itibaren sermaye çıkışı ve dış piyasa baskı göstergeleri düşünüldüğünde 2008 Krizi’nden bu yana ilk kez kriz koşulları düzeyine ulaşıldığı saptanıyor. Makroekonomik veriler ve göstergeler ortaya konarak, kriz resmediliyor. Buraya kadar yenilik yok. Ama, öncekilerden farklı olarak Dünya Bankası’nın raporunda krizin hanehalklarına yani vatandaşa nasıl yansımakta olduğuna ilişkin tespitler, bunun yoksullaşmaya etkisi ve mali politikada bu olumsuz etkilerin hafifletilmesi için yapılabileceklere ilişkin bazı öneriler yer alıyor. Bu raporda, benzer nitelikte raporlardaki gibi yapısal reformların gerekliliği konusu öne çıkmıyor ve emek piyasasının katılıklarından pek bahsedilmiyor. Aksine, istihdam kayıplarına, genç işsizliğinin ciddi ölçüde artmasına, reel ücretlerdeki gerilemeye ve alım gücünün düşmesine işaret ediliyor. Özellikle, daha çok yoksul nüfusun çalıştığı inşaat ve tarım sektörlerindeki çöküş de düşünüldüğünde, yoksulların işsizlik ve ücretlerdeki gerilemeden daha fazla etkileneceği belirtiliyor. Dünya Bankası, bu tespitlerden hareketle dengeleri bozmayacak şekilde en alttakilere kamu transferleri yapılmasını salık veriyor. Türkiye’deki sosyal yardım sistemi övülürken, milli gelire oranla sosyal yardım harcamalarının diğer OECD ülkelerine göre düşük olduğu vurgulanıyor. AKP döneminde bu yardımların gayri safi yurtiçi hasılaya oranı 2002’deki binde 40’tan, 2019 yılına gelindiğinde yüzde 1,45 düzeyine yükseldi. AKP hükümetinin, 2018 yılının son çeyreğinden itibaren sosyal yardımları hızlı biçimde arttırmaya başladığı ve bu  her çeyrek dönem için ortalama yüzde 17’lik artış yaşandığı görülüyor. Elbette, bu artışta yerel seçim faktörü de göz önüne alınmalı.

Son üç yıldaki enflasyonun üzerinde gerçekleşen asgari ücret artışlarının bir koruyucu mekanizma kurmuş olması, buna karşılık kalifiye çalışanlar ve yüksek gelirlilerin reel ücretlerindeki düşüşün daha fazla olması krizin hangi etkilerle ilerlediğine ilişkin bazı ipuçları sunuyor. Kayıtdışı istihdamda ise asgari ücret artışlarının etkisi görülmediğinden, ücret kayıpları daha yüksek.

Bu ve benzeri tespitlerden hareketle Dünya Bankası, Türkiye için uygun mali politikalarla uzun dönemde emek piyasasında olumsuz etki oluşturmayacak şekilde sosyal transferlere yeşil ışık yakmış oluyor. Bu çerçeve, hükümetin önümüzdeki dönemde popülist yaklaşımlar geliştirmesine ya da “sosyal demokrat” çeşitli vaatler serpiştirilmiş bir muhalefete alan açıyor.

Dünya Bankası’nın Türkiye’ye ilişkin temel karamsarlığı ise belirsizliklerden kaynaklanıyor. Türkiye’de tüm yasal ve kurumsal yapının hızla değiştiği bu dönemde, yatırımcıların önünü göremeyeceği belirtiliyor. Yatırımlardaki çöküşün bir nedeninin de bu olduğu söylenmiş oluyor. Türkiye’de iş yaşamını ilgilendiren kurallarda yapılan değişiklik ve düzenlemelerde son yıllarda ciddi bir artış yaşandığının altı çiziliyor. 2000-2009 arasında yıl başına 360 değişiklik yapılırken, 2010-2018 arasında bu sayı 2.100’e çıkıyor. 2003-2008 yılları arasındaki değişikliklerde çoğunluk kanun değişiklikleri şeklindeyken, daha sonra ağırlığı tebliğ ve yönetmelikler alıyor. 2016-2018 yılları arasındaki değişikliklerin yüzde 90’ı tebliğ ve yönetmelik değişiklikleri ile gerçekleştiriliyor. Bu durum bir boyutuyla elbette sermayenin işini kolaylaştıran, sistem değişikliği ve yeni sistemdeki teamüller ile ilgili.

Ama değişikliklerde temel enstrümanın kanun değişikliklerinden, bir gecede çıkarılan adrese teslim ve öngörülemez düzenlemeleri içeren düzenleme paketlerine geçmesi Dünya Bankası tarafından eleştiriliyor. Bu olsa olsa, sermayenin iç çelişkileri ve sermayedarlar arasındaki rekabetin konusu olabilir. Türkiye’de yatırım yapan sermayedarların bir kısmı için öngörülemezlik ve belirsizlik sorunu yarattığı kabul edilmelidir.

Kapitalist sistemde ve devamla AKP’nin iktidar olduğu Türkiye’de hukukun, sömürünün derinleşmesi ve sürdürülmesinin koşullarını sağlama gibi temel bir işleve sahip olduğunu biliyoruz. AKP’nin en başarılı olduğu alansa, emekçilerin tüm baskı ve engellere karşın mücadelelerle elde etiklerini hem hukukla hem de uygulamayla geri alması; geri almakla kalmayıp esnek, güvencesiz, ucuz ve yedek işgücü için hukuku altüst ederek yeni düzenlemelere ve uygulamalara imza atması. 2Dünya Bankası ve uluslararası tekeller ise bu değişikliklerin sermaye sınıfının bütünü için açık ve öngörülebilir olmasını istiyorlar. Ya da, Volkswagen’in Manisa’daki yatırımını sağlam kazığa bağlaması için hükümetten büyük garantiler koparmaya çalışması ve bunun için sıkı bir pazarlığa girmesi gibi yollara başvuruyorlar.

Zaman zaman sermaye kesiminden de, hukukun üstünlüğünün sağlanması, hukuk ve adalet sisteminin düzeltilmesi türü talepler duyuyoruz. Bu taleplerin Dünya Bankası’nın çizdiği bu çerçeveyle sınırlı olduğunu belirtelim, daha fazlası değil. Düzen siyasetinin solundan ve hatta sosyalist soldan, ekonomik krizin temel nedenini hukukun üstünlüğünün ortadan kalkması ve tek adam rejimi gibi nedenlere bağlayan açıklamalar nihayetinde sermaye sınıfından hükümete son dönemde gelen eleştirilerle aynı zemine oturuyor. Başkanlık rejimi, hukuk sisteminin dağılması ve ekonomik kriz ilişkisi bu şekilde kurulunca, yapısal reform çağrıları yapan sermaye sınıfı temsilcileri ile aynı yere düşülüyor. Oysa sermayedarlar için sorun olan, ne başkanlık sistemidir ne de hukukun çiğnenmesidir.

Bu tartışmalar son olarak, Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması ile ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kasım ayı başında yaptığı, “Ülkemize döviz kuru, faiz ve enflasyon üçgeninde kurulan oyunu bozduk. Merkez Bankası’nı görevden aldık, çünkü laf dinlemiyor adam. Yeni arkadaşımıza ‘faizi düşüreceğiz’ dedik.” şeklindeki açıklamasından sonra harlandı. Bu tartışmalarda, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının vitrinden de kalkmış olduğu vurgulandı. Türkiye’de Merkez Bankası ile ilgili kanun 2001 yılında değiştirilmiş, Kemal Derviş reformlarının en önemli unsuru olarak Merkez Bankası bağımsızlığı öne çıkarılmıştı. “Bağımsız” Merkez Bankası’nın aslında doğrudan piyasaya bağlandığını ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda hareket ettiğini biliyoruz. Türkiye, emperyalist sistemle entegrasyon sürecinde 1980 sonrası dönemde, neo-liberal politikalar doğrultusunda mali liberalleşme derinleşti, hükümetlerin ekonomi politikaları geliştirme inisiyatifi zayıfladı, buna karşılık Merkez Bankaları’nın rolü genişledi.3 2001 Krizi’nden sonra Türkiye’de IMF’nin de dayatmasıyla Merkez Bankası’nın bu rolü, “bağımsızlığı” yasal olarak güvence altına alınarak sağlamlaştırıldı. Şimdi Merkez Bankası konusunda AKP hükümeti eleştirilirken, aslında neo-liberal ortodoksiye aykırı hareket ettiğinin altı çizilmiş oluyor!

AKP neo-liberal politikalardan uzaklaştığı için değil, bunları sonuna kadar uyguladığı için ekonomiyi karaya oturttu. Neo-liberalizmin sadece Türkiye’de değil dünyada da sadece yıkım getirdiği ve bu yıkımın artık bizatihi paradigmanın yeniden üretilmesini tehdit etmeye başladığı ortada. Ancak başka bir alternatif yok. Kapitalizmin ve piyasanın kökten tartışılmasının önüne geçmek için çarkların yavaş da olsa yeniden döndürülmesi gerekiyor ve neo-liberal uygulamalar setinde belli revizyonlar yapılması zaten tartışılıyor. Buna sistemde, Merkez Bankaları’nın rolü de dahil. Neo-liberalizmin temel varsayımları ve genel çerçeve değişmemekle birlikte bazı hususların geride bırakılabileceği, dönemsel olarak revize edilebileceğini unutmamak gerekiyor. Kriz bir noktada bunu dayatacaktır. Ancak kapitalizm açısından sorun, verili paradigma içinde bu revizyonların krizden çıkılabilmesine yetmeyecek oluşudur.

Bu çerçeveden bakıldığında, Merkez Bankaları’nın işlevi nasıl tartışılır hale geldiyse,  Dünya Bankası’nın ya da IMF’nin Türkiye’deki krize baktığında işsizlik, reel ücretlerdeki aşınma ve yoksullaşmayı daha fazla görmeye başlaması şaşırtıcı değildir. Uzun süredir tedavülde olan piyasacı açılımlar ve neo-liberal yönelimler, devletin ekonomide işlevini belli sınırlara çekse de ortadan asla kaldırmadı. Aksine, daha kritik bir pozisyona çekti. Şimdi bu pozisyonun gereklerine hem dünyada hem de Türkiye’de daha fazla ihtiyaç duyulduğu günlerden geçiyoruz.

Türkiye kapitalizminin uluslararası piyasalarla entegrasyonu

Krizin Türkiye’de nasıl seyredeceği sorusunun yanıtı, tek başına iç dinamiklerle açıklanamaz. Güncel veriler, 2018 yılından bu yana ihracat yapma kapasitesine sahip tüm şirketlerin krizle çöken iç talep nedeniyle dış pazarlara yönelmekte olduğunu gösteriyor. Yani bugüne kadar dönebilen çarklar, dış talep yardımıyla işledi. Burada da denizin iki nedenle bittiği görülüyor. Birincisi, dönemsel ve kurdaki etkilerle ihracatını arttırabilen firmaların, dış pazarlarda beklenen birkaç yıllık durgunluğun belirginlik kazanması ile bu stratejiyi sürdürmeleri mümkün görünmüyor. İkincisi ve daha yapısal bir neden, Türkiye sermayesinin dışarıda da yeni pazarlara ulaşması ya da var olduğu pazarlarda payını kayda değer biçimde arttırması, bir noktadan sonra ülkede yüksek katmadeğerli sanayi altyapısının kurulmasına ve üretimde dışa bağımlılığın azaltılmasına bağlı. Ayrıca, yeni pazarlara ulaşılması ve hem ihracat ürün gamında katmadeğerli olanlara yönelinmesi hem de bu ürünlerde pazar payının arttırılması tek başına ekonomik bir sorunsal değil. Emperyalist sistemdeki gelişmeler ve dünyadaki siyasal konjonktürden bağımsız, Türkiye’nin ne krizi ne de bu krizden yapısal bir yenilenmeyle çıkıp çıkamayacağı tartışılabilir.

Dışa açıklığın artması ve uluslararası piyasalarla entegrasyonun artması ile Türkiye ekonomisinin kaderi, küresel kapitalizmin eğilimleri ile daha fazla belirlenir hale geldi. Türkiye’de 1980 Darbesi’nden sonra neo-liberal politikaların ağırlık kazandığı ihracata dayalı sermaye birikim sürecinde, ihracat arttı ama ithalata bağımlı üretim yapısının da etkisiyle daha büyük ölçüde ithalat da arttı. İthalatın daha hızlı artmasında iç pazarın ve ithal tüketiminin büyümesinin de etkisi bulunuyor. Nihayetinde, ithalat ve ihracatın toplamda GSYH’ye oranının 1980 yılında yüzde 17,1 düzeyinden 1990 yılında yüzde 31’e, 2015’te yüzde 49,3’e ve nihayetinde 2018’de yüzde 60,4’e yükseldiği görülüyor. 4

Dış Ticaretin GSYH’ye Oranı (%)

İhracat ve ithalatın niteliğinden bağımsız olarak tablonun ortaya koyduğu bir diğer konu, her sıçrama döneminin 1980’li yıllardan itibaren ihracata dayalı sermaye birikimi sürecinde izlenen politikalar ve derinleşmeyle bağlantısının olmasıdır. Darbenin hemen arkasından ihracat teşvik sisteminin kurulması, ihracat kredileri, gümrük düzenlemeleri ile 1990’lara gelinmiştir. Aynı yıllarda finansal serbestleşme de başlamış, bir yandan mevduat ve kredi faiz oranları serbest bırakılmış, kambiyo rejiminde serbestleşme sağlanmıştır.

1996’da AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile AB sanayi mallarına uygulanan gümrük vergileri kaldırılırken, yine taraflar arasında yapılacak ticari işlemlere ilişkin tüm gümrük vergileri, nicel kısıtlamalar ve ücretler kaldırıldı. 2000 yılına gelindiğinde dış ticarette görülen diğer sıçramanın önemli bir yanı bu anlaşmayla ilgili. Ve bu türlü her adıma, içeride düzen siyasetinde tüm öznelerle AB hedefine kilitlenilmesi gibi siyasi sonuçları ve boyutları olan angajmanlar eşlik etti. 2001 Krizi’nden çıkışta dev piyasalaşma adımları ile el ele giden AKP’nin siyasi yükselişi ve siyasi vaatleri hatırlanmalıdır.

2001 Krizi’nden sonra içeride yapısal reformlarla piyasalaşmanın derinleştirildiği, arttırılan kredi olanakları ile iç pazarı genişleten, özelleştirmeler ve sıcak parayla içeriye yabancı sermayeyi çeken dönem ise 2008’deki küresel kriz ile sonlanmıştı. AKP’nin ilk döneminde, dünyada düşük faiz ve bol likidite koşulları ekonominin bir bütün olarak finansman ihtiyacının kolay karşılanabileceği bir dönem yaratmıştı. 2008’den sonra önce ABD ardından AB merkezli parasal gevşeme politikalarının Türkiye ekonomisi üzerinde benzer bir etkisi oldu. Yani, 2001 Krizi’nden sonra uygulanan piyasacı reformların ardından, AKP hükümetinin dış konjonktürün etkisiyle gemiyi yürütmeyi başarabildi ve bu dönem boyunca ekonomideki yapısal zaaflar şişmeye devam etti. Dış rüzgarın değişmeye başladığı son birkaç yıldır tablonun olumsuza döndüğünü ve Türkiye’nin krize sürüklendiğini biliyoruz. Ekonomide yapısal sorunların ve konjonktürel etkilerin iç içe geçtiği AKP döneminde, özellikle 2010’lu yıllardan sonra aslında patinaj yapıldığı ve sermayenin zaman zaman yükselen hoşnutsuzluğunun bu tıkanma ile ilgili olduğu not edilmelidir.

Sermaye birikim rejimindeki tıkanma bir veriyken, dış konjonktürde yeniden Türkiye ekonomisine nefes aldırabilecek gelişmeler yaşanabilir. Örnek olsun, ABD Merkez Bankası FED’in faiz indirimine başlaması5 , dünyada faiz oranlarının negatife dönmesi ve önceki dönemlerdeki kadar olmasa da parasal genişleme politikalarının sürdürülmesi, Türkiye’de geçici bir rahatlama yaratabilir. Fakat bu rahatlama, AKP hükümetinin sık sık yinelediği “yerli ve milli” yeni bir sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesine ya da yukarıda belirttiğimiz dışa bağımlılığın azaltılmasına bir alan açacak mahiyette değildir.

Nasıl açabilir ki? Dünyada verili ekonomik ve siyasal koşullarda köklü ve yıkıcı değişimler, Türkiye’nin emperyalist hiyerarşideki yerinde oynama olmadığı takdirde açamaz. En fazla, krizin sonuçlarının halka yıkıldığı koşullarda patinaj bir süre daha devam ettirilebilir.

Çizdiğimiz bu çerçevede son yıllarda Türkiye sermayesinin giderek daha fazla yurtdışına açılması ve yurtdışı yatırımlarını arttırıyor olması öne çıkıyor. 2000’li yıllarda özelleştirme parsasından nemalanan holdinglerin, sonraki dönemde iç pazardaki zorlayıcı şartlar ve rekabet koşulları nedeniyle yurtdışına yöneldiğini görüyoruz. Merkez Bankası verilerine göre, 2000’li yılların başından 2018’e Türkiye’den yurtdışına doğrudan yatırımların stok değerinin 4,6 milyar dolardan 38,4 milyar dolara çıktığı görülüyor. (GSYH’ye oranlandığında yüzde 2,3’ten yüzde 5’e yükselişe işaret ediyor.) Bu eğilim giderek güçlenirken, siyasal karşılıklarını da yaratıyor ve beraberinde dış siyaseti bir başka çizgiye zorluyor.

Bir başka refleks, siyasal ve toplumsal karşılığını henüz net biçimde bulamamış, Gümrük Birliği Anlaşması’nın revize edilmesi gibi sermaye birikim rejiminde kimyasında bazı değişiklikler yapabilecek düzenleme taleplerinin artması oluyor. Son olarak geçtiğimiz ay TÜSİAD Başkanı Aldo Kaslowski yaptığı Brüksel temaslarında Türkiye’nin AB’ye üyeliğine çok değinmezken, Gümrük Birliği anlaşmasının revize edilmesi talebini yineledi.

Bu reflekslere rağmen kısa ve orta vadede tıkanmanın boyutları, Türkiye sermaye sınıfının bu ülke için “yeni bir hikaye” yazmasını zorlaştırıyor. Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, bu durumu Eylül 2018’de bir gazeteye verdiği röportajda şöyle anlatıyordu:

“Bir zamanlar Türkiye’nin hikâyesi ‘Hür dünyanın Doğu’daki bekçisi, NATO’nun Doğu’daki kalesi olmak’tı. Özal’lı yıllarda ‘Küreselleşmenin parçası, dinamik, liberal Türkiye’… Üçüncü hikâye AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ortaya çıktı. Demokratik reformlar yapan, bir Müslüman toplumda demokrasinin gelişebileceğini, AB’ye katılım sürecinin başlatılabileceğini kanıtlayan, bir yandan da hızlı büyümeye devam eden Türkiye, bütün dünyaya son derece ilginç bir hikâye sundu. Şimdi hikâyesiz kaldık derken bunun kesintiye uğradığını anlatmaya çalışıyorum. 2007-2008 krizinden sonra AB’nin Türkiye’ye karşı soğuyan tutumu, bölgemizdeki savaşlar, bir ara kabaran terör dalgası, iktidar partisinin kapatılması için açılan dava, korkunç bir darbe teşebbüsü, Ergenekon, Balyoz davaları gibi gelişmeler, Türkiye’nin hikâyesini aşındırdı. Artık dünyaya yeni bir hikâye anlatmamız gerekiyor.”6

Eczacıbaşı’nın işaret ettiği, bir zamanlar Türkiye’nin sahip olduğu  bu hikayelerin sermaye birikim sürecinin siyasi tezahürlerinden ibaret olduğu görülüyor. Ancak gerçekten de, yeni hikayenin nasıl yazılacağı belirsiz, belirsizlik ise sadece Türkiye ile ilgili değil. 7 Bu belirsizliğin, yukarıdaki sözlerin sarf edildiği 2018 sonbaharından bugüne dağıldığına ya da flu da olsa ufukta bir resim belirdiğine dair hiçbir işaret bulunmuyor. Yani krizin tam ortasındayız.



Dipnotlar

  1. World Bank, “Turkey Economic Monitor – October 2019: Charting A New Course” https://www.worldbank.org/en/country/turkey/publication/economic-monitor
  2. Ali Rıza Aydın, “AKP ve Hukuk Yalanları: Kuşatılmış Yaşamın Hukuku”, https://gelenek.org/akp-ve-hukuk-yalanlari-kusatilmis-yasamin-hukuku/
  3. Edip Aktar, “’Küresel’ Emperyalizm Döneminde Entegrasyon Ve Bağımlılık” https://gelenek.org/kuresel-emperyalizm-doneminde-entegrasyon-ve-bagimlilik
  4. Tabloda her bir yıla ait oranlara değil eğilimi izlemek daha doğru olacaktır. Örneğin 2018 yılında oranın sıçrama yapmış olması, o yıl büyümenin düşük seyretmesinin etkisini taşıyor. Ama diğer yandan, ihracata yönelindiğini de gösteriyor.
  5. ABD reel ve nominal faiz oranlarında (hızlı) yükselmenin, Türkiye’de dış piyasalarla entegrasyonun arttığı 1990’lı yıllardan itibaren yaşadığımız krizler için öncü göstergelerden birisi olduğu biliniyor.
  6. http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/herkes-daha-iyi-bir-yasam-cocuklari-icin-parlak-gelecek-istiyor-ortak-hedefler-ulkeyi-birlestirebilir-baska-caremiz-yok-40964252
  7. Özgür Şen, “Türkiye Hikayesini Kaybetti”, https://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-sen/turkiye-hikayesini-kaybetti-248277